54. HOCAEFENDİ İLE YOLCULUK
Orhan SARITAŞ79
1974 yılı, Eylül-Ekim aylarıydı. Almanya’da işçi idim. Türkiye’ye izne gelmiştim. İzin bittiğinde trenle Almanya’ya dönmek istedim. İstanbul’da istasyonda beklerken, 12 kişilik sarıklı, entarili bir grup denk geldi. Ben de Arap kıyafetlileri severdim. Yanlarına vardım:
“—Siz kimsiniz?” diye sorunca;
“—Biz Pakistanlıyız, Tebliğ Cemaatındanız!” dediler.
Beni de yanlarına kabul etmelerini söyledim. Memnuniyetle kabul ettiler. Onların altısı Almanya’ya, diğer altısı Polonya’ya gideceklermiş. Trende bir kompartımanda beraberdik. Bir de orta yerde bir minder üzerine bağdaş kurmuş, hiç konuşmayan uzun beyaz sakallı, nur yüzlü birisi oturuyordu. Ben onu görüyordum fakat yol arkadaşlarım onu görmüyorlardı. Çünkü görselerdi, muhakkak onunla konuşurlardı. Üç günlük yolculuğumuz boyunca hiç seslenmedi.
Belgrad’a vardığımızda, o sakallı Hocaefendiyi karşılamaya gelen, meydanı dolduran bir kalabalık vardı. Hocaefendi indi. Onlara namaz kıldırdı. Herkesin gözü yaşlı idi ve ağlıyorlardı. Ben; “—Ne oldu ki, bunlar niye ağlıyorlar, ne var yani?” deyip bir mânâ veremedim.
Hocaefendi bizimle tekrar trene bindi. Polonya’ya gidecek olanlar ayrıldılar ve Hocaefendi onlara dua etti. Biz Almanya’ya
79 Hasan Sarıtaş, Konya, Cihanbeyli ilçesi Gölyazı kasabasındandır. Konya merkezinde oturmakta ve inşaat işiyle meşgul olmaktadır. Başından geçen olayla ilgili kendi anlatımı bu şekildedir. Ben olay hakkında ister istemez şu yorumu yapmaktayım: 1974’te Mehmez Zâhid Hocaefendi Avrupa’ya gitmedi. Gitseydi bile yalnız başına trenle gitmez, yanında müridândan bir grupla ve muhtemelen özel arabalarla giderdi. Bu olay olsa olsa, rahmetli Hocamız’ın bir kerameti, bir tayy-ı mekân olabilir. (Prof. Dr. Orhan Çeker)
devam ettik. İnmeye yakın ben o adama:
“—Yâhu Hocaefendi, sen kimsin, necisin, nereye gidersin, hiç konuşmuyorsun?” dedim.
“—Benim ismim Hacı Mehmed... İstanbul’a geldiğinde beni bulursun!” diye cevap verdi.
Ben de:
“—Yahu Hocam, İstanbul’da bir sürü Hacı Mehmedler var, seni nasıl bulurum?” der demez, konuşma cereyan kesilir gibi kesildi.
Trenden indim. O Hocaefendi’nin inip inmediğini görmedim. Sanki kayboldu.
Ben o güne kadar sigara içiyordum. O günden sonra içimde bir nefret uyandı ve sigarayı bir daha elime almadım. O arada hiç hesapta yokken ve imkânım da bulunmuyorken, hacca gittim geldim. Hacdan sonra Almanya’da çalışamayacağımı anladım ve dönmeye karar verdim. O sırada Kulu’lu bir adam denk geldim. Benim permi hakkımı kullanarak parası ondan, kârı ortak matbaa makinaları ithal edelim teklifinde bulundu. Ben fabrikadaki çıkış paramı da aldım ve dört adet matbaa makinesi satın aldık. Türkiye’de onları sattık ve iyi para kazandık.
Bu arada ben Konya’da dahil olacağım bir cemaat arıyordum. Cemaatları geziyordum. Hiçbiri kafamı sarmıyordu. Bir gün hemşehrilerimizden İsmail Çoksağlamdemir ile tanıştım. Eski garajda dükkânı vardı ve yedek parça satıyordu. Sonradan Medine-i Münevvere’ye hicret etti ve orada vefat etti. Kendisi ile ilk tanıştığımda, elinde Tasavvufî Ahlâk diye bir kitabın birinci cildi vardı. Onu görür görmez içim ısındı. Düşüncemi anlattım. Bana elindeki kitabı vererek:
“—Bunu oku! Beğenirsen, bu Hocaefendiye intisab edersin!” dedi.
Sonra İsmail’le beraber, rahmetli Abdullah Duran’ı da alarak Hacı İbrahim Büyükkapancı’nın yanına vardık. Hacı İbrahim Abi, bana ders tarifi yaptı. Sonra Hocaefendi’nin resmini gösterdi. “Bu benim hocam!” dedim. Trendeki Hocaefendi’nin aynısıydı. Onlar
da bu duruma şaştılar.
Adı geçen üç kişi, Rıdvan ve Hakkı’dan oluşan bir grubumuz olmuştu. Bir gün ben Ankara’da makine satışı ile meşgulken, baktım ki bizim gruptaki arkadaşlar bana uğradılar:
“—Haydi İstanbul’a, Hocaefendi’ye gidiyoruz!” dediler.
Ben de onlara:
“—Siz gidin, biraz işim var, arkanızdan gelirim!” dedim.
Onlar gittiler. Ben akşama doğru işimi bitirdim ve garajdan otobüse binerek İstanbul’a yolcu oldum. İstanbul’da Topkapı’da ineceğime, Harem’de inmişim. Daha sabah namazı vakti girmemişti. Harem’de in cin yoktu. Bizim gruptan da adres almamıştım. Bir baktım, sakallı bir adam geldi ve nereye gittiğimi sordu. Ben, “Oraya…” gideceğimi söyledim. “Oraya…” neresidir diye sormadan, “Tamam, gel, gel!” dedi. Vapur hazırmış. Halbuki o saatte vapurun olması düşünülemezdi. Sanki vapur sadece benim için gelmişti. “Biletim yok!” dedim. O adam, “Bende var!” dedi. Vapurda bir de taksisi ile beraber bir taksici olmak üzere, üç kişi idik. Karşı tarafa indik.
O sakallı adam kayboldu. Taksici bana:
“—Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Ben de yine:
“—Oraya...” dedim.
O da:
“—Tamam!” dedi ve beni aldı götürdü, bir caminin önüne bıraktı.
Caminin üzerinde Çarşamba Camisi yazılı idi. İçimden:
“—Benim gideceğim yer burası değil!” dedim.
Cemaat işrak namazını kılmış ve yavaş yavaş çıkıyordu. Hepsi sakallı idi. Nihayet caminin imamı Mahmud Efendi imiş, bana:
“—Nereye gidiyorsun?” dedi.
Ben:
“—Oraya...” deyince, “Allah işini rast getirsin!” dedi.
Ben ortada kaldım, hiçbir yeri bilmiyordum. Sarı sakallı birisi:
“—Sen yabancısın herhalde, nereye gideceksin?” dedi.
Ben yine:
“—Oraya...” deyince; o:
“—Aha gel, ben de oraya gidiyorum!” dedi.
Beni aldı götürdü, İskenderpaşa Camii’nin önüne bıraktı ve “İşte burası!” dedi. Kendisi içeri girmedi, kıbleye doğru yürüdü. Ben şadırvanın yanına varınca, bizim grubun orada abdest aldığını gördüm. Nasıl geldiğimi sordular. Anlattım.
“—Bu rüya değil, Hocamızın kerameti!” dediler.
Abdestten sonra ziyarete girdik. En son ben sağ ayağımı atar atmaz Hocaefendi çıkıverdi. Ben de fırsattan istifade, hemen kucakladım:
“—Hocam, siz beni tanıdınız mı?” diye hayretle sordum.
“—Evet...” anlamında kafayı sallayarak, sus işareti yaptı.
Bizim gruptakiler bu âdaba uymayan hareketime kızmışlar. Ben çok heyecanlı idim ve henüz âdab filan bilmiyordum. O mübarek elini sağ elimin üzerine koyunca çok sakinlemiştim.
Rahmetli Mehmed Zahid Kotku ile tanışmamız böyle hayret verici şekilde oldu.
Yılın birinde, Hollanda’dan biçerdöver almıştım. Daha biçerdöverler gelmeden burada müşteri bulmuş ve bir miktar paralarını da almıştım. Fakat hasat mevsimi geldiği halde, biçerler bir türlü gümrüğe gelmemişti. Müşteriler beni sıkıştırıyordu. Ankara ve İstanbul’da bütün gümrüklere bakmıştım. Hiç birinde yoktu. Can sıkıntısı içerisinde İskenderpaşa’ya vardım. İşrak’tan sonra Hocaefendi’nin elini öptüm. Bana:
“—Biçerler geldi.” dedi.
Ben hemen doğru gümrüğe gittim. Oradaki görevlilere:
“—Sizin başka yerde gümrüğünüz var mı? Benim biçerler gelmiş.” dedim.
Edirne’de gümrüğün bulunduğunu söylediler. Oraya vardım ki, biçerler orada beni bekliyordu.