42. NE GÜZEL GÜNLERDİ O GÜNLER!
Tahir GÖREN
Sene 1964-65 yılları. O zaman İDMMA, şimdiki adıyla Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği talebesiyim. Rahmetli Üstad Necip Fazıl Kısakürek MTTB Konferans salonunda konferans veriyor, “Ruh Burkuntuları” başlığı altında. Konferans esnasında: “—Bir mürşide tabi olmak lazım! Mürşidi olmayanın, mürşidi şeytandır.” diyor.
Bu çok bana çok tesir ediyor. Böylece ben de bir mürşid bulma ihtiyacı ve şevki doğuyor.
Bir ara kendisine:
“—Üstadım, bizlere hep bir mürşid bulmaktan bahsediyorsunuz, onu nasıl bulacağız?” dedim.
Cevaben:
“—Ah o mürşid nerede? Onlar çok nadirdir. Sahteleri çok, gerçekleri yok denecek kadar azdır” dedi.
O sıralarda okuduğum üstadın “O ve Ben” isimli eserinde, gerçek mürşidlerin vasıfları ile ilgili şu üç ölçü bize ışık tutmaktaydı: 1. Gerçek bir mürşidin huzuruna vardığınızda onun hali sizi kaplar, Allah ve Rasûlünden başka düşünceniz kalmaz, insan bütün dünyevi mâlâyâniden kurtulur.
2. İnsan sık sık o zatı görmek ister, onun huzurunda bütün sıkıntılarından soyunur ve kalp açılır. 3. Böyle bir zâtın, zâhiri bâtınına uygundur. Dış görünüşünde sünnete uymayan bir hal göremezsin.
İşte biz bu kurallarla mürşid arayıp dururken, İDMMA İnşaat Bölümünde okuyan bir arkadaş vasıtası ile İskender Paşa Camii’ne gittik ve Mehmed Zâhid Efendi Hazretleri’ni ziyaret ettik ve her üç kuralın da kendisinde mevcut olduğunu gördük. Yalnız öğrendiğimiz diğer bir hususa göre de, nasibimizin orada olup olmadığı hakkında bir istihare yapılması da lâzım geliyordu.
Ayrıca bir yanlışlığa kurban gitmemek için Üstad Necip Fazıl Bey’de bu hususu soralım dedik.
Kendisi cevaben:
“—Ben bu zatı duydum, fakat henüz kendisi ile tanışamadım. Ama talebelerinden birkaç kişiyi tanıyorum, iyi insanlar... Efendim Abdülhakim Arvâsî KS. şöyle buyurmuştu:
‘—Kenarına bak bezini al! Talebesine bak mürşidi tanı…’”
Böylece yeni bir ölçü daha edinmiştik. Ama bir türlü istihare nasib olmamıştı.
1968 yılı Nisan ayının son pazar günü idi. Hoca Efendi’nin ikindi dersi henüz bitmişti ki, inşaatta okuyan arkadaşım (Mehmet İncili) yanıma gelip:
“—Haydi bakalım ağabey senden Efendi Hazretlerine
bahsettim, sana ders verilecek!” dedi.
Ben de: “—Aman Mehmetçiğim, ben daha istihare filan yapmadım, nasıl olur?” filan demeye kalmadı, kendimi caminin müezzin mahfilinde bulunan oda içinde buldum.
Derken, içeri bir zat girdi:
“—Hoca Efendi’nin işi varmış, size dersi ben vereceğim!” dedi.
Bunun üzerine benim konsantrasyonum alt üst oldu. Kafamı bir takım karışık düşünceler sardı:
“—Bu zat da kimdi? Ders vermeye salâhiyeti var mıydı? Yoksa benim istihare mevzuundaki itirazım Hoca Efendi’ye mâlum oldu da bana gücendi mi?” gibi.
Ne ise dersi almıştık ama ne dersi almıştık onu bile tam anlayamamıştım. Eve döndük, zihnimdeki düşüncelerden bir türlü kurtulamıyordum.
Yatsıyı kılıp yattım. Şöyle bir rüya gördüm: Hoca Efendi Hazretleri yüksekçe bir dağ üzerinde, birkaç büyük zatın mezarının bulunduğu yeşil bir ortamda talebeleri ile birlikte, onlardan biraz daha yüksekçe bir yerde oturuyor. Ben de oradayım. O sırada hafifçe esen bir rüzgâr sakal ve cübbesini etkiliyor. Bu esnada talebelerine dönüp biraz kızgın bir nazarla şöyle diyorlar:
“—Bizi bir şey zannetmiyorlar!”
Sonra karşı dağdaki bir mezara işaret ederek: “—Buraya gel!” diyor.
Mezar aldığı emre uyarak gelmeye başlıyor, bulunduğumuz yere kadar çıkıyor. Bu keramet üzerine ben korkudan tir tir titriyorum: “—Eyvah, Efendi Hazretleri benim ders hususundaki itirazımı keşfen bildi, şimdi beni yanından kovacak!” diye düşünüyorum.
Neyse ki, düşündüğüm gerçekleşmiyor. Arkadaşlar sıra ile Hoca Efendi Hazretlerinin elini öpüyorlar. En arkada sıra bana geliyor, el bana da uzanıyor, büyük bir sevinç ve sürurla eli öpüyorum.
Uyandığımda sabah ezanı okunuyordu, heyecandan kan ter içinde kalmıştım. Hoca Efendi Hazretleri rüyamıza tasarruf ederek, resmen beni de halkasına dahil etmişti. Yâni Defter-i Uşşâk’a yazılmış ve talebeliğe kabul edilmiş olduk.
Sene 1968… İDMMA Elektrik Mühendisliği son sınıf öğrencisiyim. O tarihlerde iki üç ay içinde iki öğrenci, kimliği belirsiz kimselerce öldürüldü. Diğer üniversitelerde olduğu gibi bizim okulda da karışıklık sürüp gidiyor. Okulun mescidi işgal
edilmiş içindeki kitap ve eşyalar tahrib edilmiş ve bizler de okula devam edemiyoruz.
Ramazan Bayramı’nın son günüydü. Bir arkadaş, okulda bana ait mektuplar olduğunu söyledi. Ertesi gün mektupları almak için okula gittim. Dış kapıya yaklaştığımda yedi-sekiz kişilik bir grup bana doğru koşarak geldiler:
“—Dur, kıpırdama, eller yukarı! Kimsin sen?” dediler.
Ben de: “—Bu okulun öğrencisiyim!” dedim.
Üstümü başımı aramaya başladılar. Derken içlerinden birisi: “—Ben bunu tanıyorum. Bu arkadaşlarının Baba Tarık (Baba Tahir) dedikleri kimse… Onlara namaz kıldırır.” dedi.
Neticede, beni polisin gözü önünde sürükleyerek okula götürdüler, dövdüler, tekmelediler, sözüm ona mahkeme ettiler.
Hatta başıma tabanca dayadılar. Neticede bayılmıştım. Bir ara bir doktorun beni muayene ettiğini hissetttim.” “—Doktor bey gözlerim görmüyor yaşayabilecek miyim?” dedim.
Doktor, “Nereden geldin, adın ne?” gibi sualler soruyordu ki, birden Hoca Efendi Hazretleri hatırıma geldi.
“—Aman efendim imdadıma yetişin, ben ölüyorum!” diyebildim.
Bu sırada deminki ses:
“—Bu adamı çabuk bir hastaneye götürmeliyiz. Yoksa buralarda ölür ve başımıza dert olur.” Bunun üzerine beni sürükleyerek okulun dış kapısına götürüp bıraktılar. Ondan sonra da polisler tarafından Beyoğlu İlk Yardım Hastanesi’ne getirilmişim. Gözümü on kişilik bir koğuşa açtım. Başımda bir ve üç dikişlik yaralar açılmış. Neticede, on gün kadar hastanede yattıktan sonra babamla beraber Hoca Efendi’yi ziyarete gittik. Allah’ın izni ve Hocamızın himmeti ile ölümden canımız kurtulmuştu.
Ders aldığımın ilk günlerinde, rabıta ve huzur çok çabuk oluyordu. Gözlerimi kapadığımda ve Efendi Hazretlerini
düşündüğümde, kendileri hayalimde hemen canlanıyordu. Hatta bazen sorduğum suallere de sanki cevap veriyordu.
Bir müddet sonra bu halim kayboldu. Canım sıkıldı. Bu durumu Hoca Efendi’ye arz etmekte hayli tereddüt ettim. Nihayet karar verip arz ettim. Hoca Efendi Hz. Gülümseyerek:
“—Kabz ve bast hali…” buyurdular ve ilâve ettiler: “Kabz hali bast halinden üstündür.”
Bu cevap beni fazlasıyla tatmin etti. Sanki dünyalar benim oldu, çok sevindim. Maamâfih, bir müddet sonra Bast haline tekrar avdet ettim.
Şubat 1971. Nihayet İDMMA’nın elektrik mühendisliği bölümünden mezun olmuştum. Bir iş bulmak mevzu bahisti. Her ne kadar ben bir müddet Hoca Efendi Hazretlerinin yanında kalıp pişmek düşüncesinde isem de, ben mezuniyetimi kendisine haber verince, Hoca Efendi yanımızdaki bir ağabeye Ankara’da birkaç yere müracaatım için talimat verdi.
Bir müddet zaman geçti ise de Ankara’dan müsbet bir haber gelmedi. Derken rahmetli babamdan aldığım bir mektupta Maraş’ta Sümerbank fabrikasında bana uygun bir iş olduğundan
bahisle Maraş’a gelmemi yazıyordu. Biz Ankara’ya gitmek istemezken, ta Maraş’a gitmek ve Hoca Efendi’den o kadar uzaklaşmayı hiç istemiyordum. Ama iki üç gün sonra Hoca Efendi’ye mektuptan bahsetmek mecburiyetinde kaldık.
Durumu arz ettiğimde Efendi Hazretleri:
“—Oh maşallah, hayırlı ve uğurlu olsun!” buyurdular.
Onun üzerine ben üzüntüyle:
“—Aman efendim bizi bırakmayınız, ben yakınınızda bulunmak istiyorum!” dedim.
Onun üzerine Hoca Efendi:
“—Seven yüreklerin arasında mesafenin önemi yoktur.” buyurdular.
Bunun üzerine Maraş’a gelip işe başladık.
Bu mânâya uygun bir şiir:
Seven yüreklerin arasında mesafenin önemi yoktur;
Bîçâre talebeye silsile-i sâdâtın himmeti çoktur.
Kasım 1974′lerde idik. Görev yaptığım Zonguldak’tan ziyaret için Maraş’a gelmiştim. Babamın kabrini ziyarete gitmiştim. Gönlüm İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin keşf-i kubur mevzuundaki sözleri ile dolu olarak babamın kabrine geldim. İçimden:
“—Sen kim, keşfi kubur kim?” gibi düşüncelere geçmekteydi.
Bu düşüncelerle kabrin ayakucuna oturdum. Gözlerimi kapayarak, ağlayarak kabre teveccüh ettim. Amene’r-rasûlü’yü okumaya başladım. O esnada kabrin içerisinde 7-8 yaşlarında bir çocuk belirdi. Çocuğun yüzüne dikkat ettiğimde babam Osman Efendi olduğunu anladım. Niçin çocuk olarak görmüştüm anlam veremedim.
Daha sonra on bir İhlâs ve bir Fâtiha okuyup, başta Peygamber SAS Efendimiz olmak üzere sâdâtın ve babamın ruhuna bağışladım.
Birkaç gün sonra gittiğim İstanbul’da durumu Hoca Efendi Hazretleri’ne arz ettiğimde: “—Evlâdım, babanızın emaneti bağışlanmış ve kendini mâsum olarak iade etmişler. Size ve ona mübarek olsun!” buyurdular. Kendi kendime:
“—Ah Efendim, bütün bu haller sizin teveccüh ve tasarrufunuzla oluyor. Yoksa bizde bu hususta istidat ne gezer?” dedim. Üstad Necip Fazıl’ın şu şiirini hatırladım:
Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben
Üç ayakla seken topal köpeğim!
Bastığınız yeri taş taş öpeyim,
Bir kırıntı yeter kereminizden!
Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben…
Gidiyor, gidiyor, nurdan heykeller...
Ufuk, önlerinde bayrak kulesi.
Bu gidenler, Altın Kol Silsilesi;
Ölçüden, ahenkten daha güzeller.
Gidiyor, gidiyor, nurdan heykeller...
Sonsuzluk Kervanı, istemem azat!
Köleniz olmakmış gerçek hürriyet. Ölmezi bulmaksa biricik niyet;
Bastığınız yerde ebedi hasat.
Sonsuzluk Kervanı, istemem azat.
Eylül 1975′lerde idik. Büyük kızım Betül’ün doğduğu günlerde Efendi Hazretleri’ne arz edip dua ve himmetlerini talep edememiştim. Nihayet, Betül on altı aylıkken hanım, annem, kızım ve kardeşlerimle beraber İstanbul’a gelmiştik. Kızım henüz yeni yeni konuşuyor ve anne ve halasından başka kimsenin çağırmasına icabet etmiyordu. Ziyaretimizde, Hoca Efendi kendisine adını sordu, kızım “Betül” diye cevap verdi.
“—Gel bakalım Betül buraya!” dediklerinde ise koşa koşa Efendi’nin yanına gitti. Efendi Hazretleri kendisinin saçlarını okşadı ve dua buyurdu. Kızım daha sonra orta yere gelip ellerini açarak semâ yapan bir Mevlevî dervişi gibi dönmeye başladı. O esnada “Huu… Huu…” diye zikrediyordu.
Bunun üzerine Hoca Efendi:
“—Ne o Tahir, senin bu kızın Mevlevî mi olacak yoksa?” buyurdular.
Ben de: “—Efendim, himmetiniz bereketiyle ismi gibi Nâciye Betül olur inşaallah!” dedim.
Kızımın o günkü hareketlerini Hocamızın bir tasarrufu ve o minicik yavrunun kalbine yapılan bir teveccühün zuhuru olarak kabul etmişizdir.
1979’larda bir sabah namazına, İskenderpaşa Camii’ne gitmiştim. Namaz kılınıp sabah dersi yapıldıktan sonra Hoca Efendi sesli olarak Tevhid’e başladı:
“—Lâ ilâhe illa’llah… Lâ ilâhe illa’llah…”
Tam o esnada elektrikler kesildi, ortalık sabahın alaca karanlığı… Ama o ne, nasıl olur? Evet olmuştu. İşte Hoca Efendi zikre devam ederken, mübarek vücudundan süzülen nur huzmeleri ortalığı aydınlatıyordu. Kendisi sanki nurdan bir heykel olmuştu. Gözümü ovalayıp tekrar tekrar baktım, hayır yanlış görmüyordum, gördüğüm doğruydu. Hoca Efendi’nin vücudundan çıkan ışıklar camiyi tamamen aydınlatıyordu.
Daha sonra, gördüğüm bu hali kendilerine arz ettiğimde tebessüm buyurup bir yorum yapmadılar.
O günlerde bir sohbet esnasında, bir kardeşimiz doğudaki bir zatın günde 110 bin lâfza-i celâl zikri olduğunu duyduğunu söylediğinde, Hoca Efendi Hazretleri:
“—Zikirleri azmış. İsmine Sultanî denilen bir zikir vardır ki, bu zikrin bir tanesi iki milyona eşdeğerdir.” buyurdular.
Bunun üzerine, “Acaba o sabah yaptıkları zikir bu neviden mi?” diye düşündüm.
Mart 1979. Bir gazetede İttihat ve Terakki partisine mensup bir zatın hatıraları tefrika ediliyordu. Ben de onları takip ediyordum. Bir yerinde, yazar Sultan Abdülhamid Hân’a soruyor:
“—Niçin Japonya’ya din adamı göndermediniz?”
O da cevaben:
“—Gerçek din adamına bizim herkesten çok ihtiyacımız vardı. Biz bulduk mu ki onlara gönderelim?” diyor.
Bu cevap bana tatmin edici gelmedi. “Sultan Abdülhamid Hân zamanında neden gerçek din adamı olmamış olsundu. Başta
Gümüşhaneli Hazretleri olmak üzere pek çok din adamı vardı. Böyle bir cevabı Sultan’ın söylememesi gerekirdi.” gibi düşüncelere kapıldım.
Bu meseleyi Hoca Efendi Hazretlerine arz etmek için kendisini ziyarete gittim. Ben henüz bu mevzuda bir şey söylemeden Hoca Efendi Hazretleri şöyle konuşmaya başladılar:
“—Son zamanlarda bir gazetede II. Abdülhamid Hân hakkında yakışıksız söz ediyorlar. Osmanlılar çok az zaman, o zamanki gibi kapasiteli ulema ve evliyaya sahip olmuştur. Pek çoğu da kendisinin sürekli görüştüğü kimselerdi. O günlerde Fatih medresesinden yeni mezun müderrislik payesi almış bir grup hoca efendi bir gemi ile Japonya’ya gönderilmişti. Dönüşte o gemi oralarda batmıştı.” buyurdular.
Bu arada söze karışıp:
“—Efendim geminin ismi Ertuğrul Fırkateyni idi değil mi?” dediğimde, Hoca Efendi:
“—Evet öyleydi.” buyurdular.
Sohbetin sonunda ben:
“—Efendim müsaade ederseniz, ailemle birlikte sıla-i rahim yapmak için memlekete gitmek istiyoruz” dedim.
Cevaben:
“—Sıla-i rahim ömrü uzatır, kazasız belâsız gidin gelin inşallah!” buyurdular.
Bir keresinde Hoca Efendi Hazretlerine sordum:
“—Efendim, Türkiye’de muhtelif yerlerde Ashab-ı Kehf mağaraları var; Tarsus’ta var, Afşin’de var… Acaba doğrusu hangisidir?”
“—Bizim gönlümüz Tarsus’tan yana…” buyurdular.
İskenderpaşa Camii’nde Pazar günkü ikindi derslerinde Râmûzü’l-Ehàdis okunur ve Hoca Efendi okunan hadis-i şerifler hakkında izahatta bulunurdu. O esnada aklınıza bir sual gelirse, ders esnasında Hoca Efendi Hazretleri sizin tarafınıza döner ve sualinizi cevaplardı. Ama bunu sizden başkası pek anlayamazdı.
Diğer bir tabirle, umumî vaaz içinde hususi vaaz olurdu. Dersten herkes nasibi nisbetinde istifade ederdi.
1978 Senesi idi. İskenderpaşa Camii’nde yatsı namazını Hoca Efendi Hazretlerinin arkasında kıldıktan sonra evlerimize dağılmıştık. O gece rüyamda, Efendi Hazretlerinin:
“—Kalkın yataklarınızdan, bu gece Beraat!” buyurması ile uyandım.
“—Hayırdır inşallah!” dedim.
O sırada ailem de uyandı ve gördüğü rüyayı anlatmaya başladı. Meğer biz rüyayı ailece görmüşüz. Baktım o da benim gördüğüm rüyanın aynısını anlatıyor. Artık, “Emir yüksek yerden!” dedik, kalktık sahur yedik, oruca niyetlendik. Tesbih, dua, sabah namazına camiye gittik. Ailemle aynı günde gördüğümüz aynı rüyanın tesirinden birkaç gün kurtulamadık. Şüphe yok ki bu da Hocamızın bir tasarrufu idi.
Şimdi düşünüyorum da, Allah’ım ne güzel günlerdi, o günler! Ne güzel hallerdi o haller… Yâ Rabbi, bu güzel cemaati cennette cem eyle, cemalinden mahrum eyleme…
Tahir GÖREN, Bir Dervişin Not Defteri