30. GÖRDÜĞÜM EN MÜBÂREK ADAM!
Prof. A. Korkut ÖZAL61
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
Es-selâmü aleyküm ve rahme- tu’llàhi ve berekâtüh!
Sanıyorum 1958 senesiydi. Ben Elazığ’da bölge müdürü iken gölün kenarında oturuyordum. Arabayla Diyarbakır’a giden arkadaşlar, “Hocaefendi geliyor!” dediler. Ben ondan önceki Abdül’aziz Bekkine Efendi geliyor zannettim. Rahmetli ağabeyim (Turgut Özal) kendisini tanımıştı. Hocaefendi Hazretleri geldi, bizim misafirimiz oldu. İlk defa orada yüz yüze görüştüm.
Aradan iki yıl geçti. Ben İslâm’ı
61 Korkut Özal (29 Mayıs 1929 - 2 Kasım 2016): Malatya’ da doğdu. Annesi Hafize Hanım, babası M. Sıddık Bey’dir. 1946’da İTÜ İnşaat Fakültesi’ne başladı. 1951 yılında fakülteden mezun oldu. DSİ’de Malatya şube başmühendisi ve Elazığ Bölge Müdürü olarak görev yaptı. 1956 ve 1957 yılları arasında Amerika’da uzmanlık eğitimi aldı. Türkiye’ye döndükten sonra ODTÜ’de öğretim üyeliği görevinde bulundu. 1965’te profesör oldu. DMMA’de öğretim görevlisi olarak yer aldı. 1967’de TPAO genel müdürü oldu.
Milli Selamet Partisi’nde siyasete girdi. 1973 ile 1977 seçimlerinde Erzurum milletvekili seçildi. 1974’te CHP-MSP koalisyon Hükümetinde ve 1975’te kurulan I. MC Hükümeti’nde Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı, 1977’deki II. MC Hükümeti’ndeyse İçişleri Bakanı olarak görev aldı.
12 Eylül 1980 Darbesinden sonra siyasi hayattan çekildi. 25 Eylül 1980’de geçirdiği ağır bir trafik kazası geçirdi. İyileştikten sonra ticarete atılarak ekonomik anlamda önemli başarı sağladı. Ağabeyi Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümünden sonra, yeniden siyasete atılarak Anavatan Partisi’ne girdi ve 1995 seçimlerinde ANAP’tan İstanbul milletvekili seçildi.
Korkut Özal 2 Kasım 2016 günü İstanbul’da vefat etti. Cenaze namazı Fatih Camii’nde kılındı. Topkapı Mezarlığındaki aile kabristanına defnedildi.
tanıdıkça, bildikçe bir yere geldim ve bir arayışa düştüm. Bir yerde önüm tıkandı, açamadım. 1960 senesinde bir his geldi içime ki, ben burayı kendi kendime aşamayacağım. O zaman, benim yanımda çalışan arkadaşlardan Fehim Adak Bey’le konuştuk. O zamana kadar Hocaefendi’yi bir caminin imam efendisi olarak tanıyordum. İnsanların mânevî terbiyelerinde bir yüksek terbiyeci yanını öğrenince ve onun terbiye ettiği insanları tanıyınca, “Gidelim, biz de ondan bir ders alalım!” dedim.
Bu karar üzerine, 1960 yılı başında İstanbul’a geldik. İskenderpaşa Camii’nde namazı kıldıktan sonra, meşrutadaki evinde ziyaret ettik. Ders tarif ettiler.
Çok uzun yıllar muarefemiz oldu. Kendisini çok yönleriyle tanıdık. Meselâ bir ara denize beraber girdik kendisiyle... Bilmiyorum Hocaefendi ile hiç denize gireniniz oldu mu? Şöyle bir mayo çıkardı; dizkapağının çok altına kadar çadır bezi gibi kalın bir şeyden yaptırmıştı. Kumburgaz’da, rahmetli Ahmed
Amcamızın yeri vardı. Orası çok sakin bir yerdi. Ben bir defa orada kendisi ile denize girdiğimi hatırlıyorum. Güzel de yüzüyordu.
Demin Hocaefendi Hazretleri, görenlerin ondan çok etkilendiğini ifade etmişti. Şöyle bir hatıram var:
Amerika’da Utah’ta, kendisine intisabımızdan evvelki yıllarda tanıdığımız Mormon aileleri vardı. Bunlardan birisi bize orada ev sahipliği yaptı. 1956 - 1957 yıllarında, Salt Lake City’inin güneydoğusunda, Sfenchfok diye bir yerde...
Ailem de beraberdi o zaman bizimle... İlk defa müslüman dinini tanıdılar onlar ve bizi çok enterasan buldular. Hattâ ilk tanıdıklarında bir vesile olmuştu. O zat herhalde birkaç sene evvel vefat etti, toprağı bol olsun...
“—Biz müslümanlığı bir nevî putperestlik olarak biliyoruz.” demişti.
Ben de ona:
“—Bil’akis biz tevhid diniyiz.” dedim.
Bizi kiliselerinde bir konuşma yapmağa davet etti. Kendisi de kilisede bişık konsül diyorlar, yâni oranın yukarı seviyede bir heyeti, onun üyesi...
O Mormon kilisesi çok enterasan; hem dünya işlerini yürütüyorlar, hem de orada vazifeliler. Herkes dünya işinde olduğu gibi kilisede de vazifeli... Çok iyi örgütlenmişler.
Neyse, biz ayrılırken verdiği vedâ yemeğinde dedi ki:
“—Bunlar da bizim gibi ayrı bir ümmetler!” dedi.
Yâni, müslümanların da ayrı bir ümmet olduğunu kabul etti.
Bu zat, 1965 senesinde buraya geldi. Burada bir iş teklif edilmiş kendisine... Bir ara bizim misafirimiz oldu, hattâ hanımını da getirmişti. Rahmetli annem sağdı.
Biz onu İskenderpaşa’da Hocaefendi ile tanıştırdık. O zaman Hocaefendi bu taraftaki dairede kalıyordu. Onun önünde sohbet ettiler. Derken namaz vakti geldi. Biz camiye girdik.
Ona da dedi ki:
“—Git mahfelden bizim namaz kılmamızı seyret!” dedi.
O zat da yukarı mahfelden namaz kılmamızı seyretti. Elinde ufak, portatif bir film kamerası vardı. Hocaefendi’nin de bir buçuk - iki dakika kadar filmini çekmişti.
Üç sene sonra ben Sanfransisko’ya gidiyordum, Türkiye Petrolleri’ndeki bir işim dolayısıyla... Onlarda bir gece misafir kaldım. Geniş de nüfûzu var... Benim geleceğimi duyunca, o civardan yüz kişilik bir topluluğu evine davet etti ve Türkiye’de çektiği filmi oynattı onlara...
Tam Rahmetli Hocaefendi Hazretleri’nin filmi gelince durdurdu ve aynen İngilizce olarak dedi ki:
“—This is the holiest man I have ever seen.” Yâni, “Hayatımda gördüğüm en mübarek adamdır.” diye duygusunu ifade etti.
Bu onlar için fevkalâde önem taşıyan bir beyandır.
Başka hatıralarımız var... Bunlar arasında bir tanesi: Zannediyorum 1966-1967 seneleriydi. Amerika’dan bu yana doğru seyahat ediyordum. Bu jumbo uçaklarının birine bindik. Çok seyahat eden bir insanım; fakat tayyarenin o kadar sallandığını ilk defa gördüm. Dedim bu parçalanacak... Her yer zıngır zıngır titriyor. Koltuğun saplarına yapıştı herkes... O ara bir rabıta yaptık biz...
Derken o uçak Frankfurt’a indi. Arkasından bir uçakla Ankara’ya indik. Orhan Batı gelmişti beni karşılamağa... Dedi ki:
“—Hocaefendi Hazretleri burada, Mustafa Paçacı’nın evinde... Yemek var bu akşam...” dedi.
Bizi götürdüler. Gittim, koltukta oturuyor. Elini öperken şöyle baktı bana:
“—Ne o, tayyare çok mu salladı?” dedi.
Bir olay daha var: Saadettin Gökçe’nin başından geçti. Saadettin bir vazife için Ankara’ya gidecek. Ankara’dan Amerika’ya... Biraz evvel Efendi Hazretleri’nin ifade ettiği gibi çok aşkı olan bir arkadaşımızdı. Benim yanımda da bir süre çalışmıştı.
O zaman mecbûrî Türk Hava Yolları ile uçmak, devlet memurlarına... Ankara-İstanbul yapıyor Türk Hava Yolları... İstanbul’dan Frankfurta gidiyor. Frankfurt’tan da bir uçakla Amerika’ya gidecekler.
Kendisinin katıldığı bir kaç kişi var... Fakat o diyor ki:
“—Gideyim, Hocaefendi’yi göreyim, İstanbul’dan bineyim uçağa...” diyor.
Yâni, Ankara İstanbul arasına bir gün evvel kullanıyor. Geliyor camiye, sabah dersinde bulunuyor. Hocaefendi’nin elini öpünce:
“—Kalsaydın, biraz erken gidiyorsun. Bugün cuma; cuma namazını kıl da git!” diyor.
Havaalanına gitmiş, tayyare gelmiş. Fakat bu Ankara’dan binmedi diye, onun yerini başka birine satmışlar. Açıkta kalmış. Onlar da kendi hataları olduğu için demişler ki:
“—Öğleden sonra saat iki buçukta bir Pan Amerikan tayyaresi var, doğru Frankfurt’a gidiyor. O gideceğiniz tayyareyi de yakalarsın!” demişler.
Bir baktık Saadettin geri geldi. Cuma namazını da kıldı. Ondan sonra meydana gitti. Tabii, bu bizim buradan giden uçak pervaneli... O zaman, Vayland uçakları vardı.
“—Gittim, daha gelmemiş Türk uçağı... Ben onlardan evvel Frankfurt’a gittim.” diyor.
Benim hayatımda çok önemli bir kaza oldu. Kurtulmamız, bir büyük kerametidir Hocaefendinin... Sene 1967’nin şubatıydı zannediyorum. Hacca gidiyorlardı, Ankara üzerinden gittiler. Ankara’da bizim evimizde de son gece bir yemek verdik. Kırk-elli kişi arkadaş var... Ben o zaman Keçiören’de oturuyordum. Ondan sonra meydana uğurlamaya gidiyoruz.
Hocaefendi Hazretleri Osman Çataklı Ağabey’in arabasına binmiş, en önde kendisi... Arkasında da ben varım. Benim arkamda da hiç unutmuyorum, Yahya Oğuz Bey’in arabası var... Arkasında Sırrı Kırımlı’nın... İki araba daha var zannediyorum. Altı yedi arabayız, hepsi dolmuş silme... Benim arabam Opel
Kapital, biraz lüks modeli... Baktım benzin bitmek üzere, kırmızıya dayanmış. Korktum meydana kadar gidemeyeceğiz diye... Gece yarısı gidiyoruz, yerler de buz hafif, Ankara’nın soğuğu var... Arkadaşlar da dolu, benden ayrı altı kişi var... Arkaya dört kişi koyduk, öne de benim yanıma iki kişi oturttuk. Meydana gidiyoruz. Ben hiç yapmadığım bir şey... Dedim ki: Bir yerde vitesten çıkarayım da, biraz tasarruf edelim, meydana kadar götürsün...
O arabalar da ilk defa çıkmış. Kontağı tam kapatırsanız, direksiyonu biraz oynattınız mı, direksiyon kilitleniyor. O modeller de çıkmış, ondan evvel böyle değildi. Ben dalgınlıkla tam kapatmışım kontağı... Halbuki biraz az kapatsam, o kilitlenme olayı olmayacak.
Yukarıda bir mobil istasyonu vardır, Esenboğa’ya giderken en yüksek yerde... Ondan sonra yol aşağı doğru iner. Hattâ şimdiki Gümüşköy’ün yanından Pursaklar’ın oraya gider. Epey bir düz gider. Ben tam o düz yerde arabayı hızlandırdım; herhalde hızı 110 filân oldu, ondan sonra kontağı kapattım.
Düz yerde giderken bir şey olmadı. Derken viraja girdik. Daha virajda direksiyonu çevirir çevirmez, direksiyon kilitlendi “Çat” diye, elimde kaldı. Onu açmak için, geriye doğru zorlayacaksınız ve kontağı açacaksınız, başka türlü kilidin açılması mümkün değil; ona da zaman yok...
Ben insiyakî olarak frene bastım. Virajı döndüğümüz sürece bir şey olmadı. Bir saniye, bir buçuk saniye sürdü. Viraj öyle uzun bir viraj değil... Yolun iki tarafı uçurum, yapacağımız hiç bir şey yok... Arabanın hızı belki seksene yetmişe düştü. Fakat tekrar yol düzleşince, biz viraj dönmeye devam ettik. “Çocuklar, direksiyon kilitlendi, gidiyoruz!” dedim. Kelime-i şehâdet getiriyorlar hepsi, öyle bir manzara...
Hızımız belki altmışa düşmüştü, yol bitti. Ben kapkara uçurumu gördüm önümüzde... Yâni uçuyoruz tam oradan...
Birdenbire araba durdu. Fizikman mümkün değil... Atâlet kanunu filân hepsi gitti, araba durdu. Durması bir şey değil, arzânî durduk yolda... Eğer dursak, arkadan beş araba bize çarpacaklar, yol yolu kestim çünkü... Sonra şöyle usulca döndü Ankara istikametine doğru ve durdu. Yanımdan hızlı arabalar geçti. Saniyenin belki onda birinde oldu bütün bu olaylar... Sonra sırrı Ağabey geldi, bana bir iki tokat vurdu. Beni uyudu mu zannetti ne yaptı: “Ne yapıyorsun yâhu, felâketten çıktık.” dedi.
İlerde Osman Ağabeyin arabası durmuş, tabii ışıklar kesilince... Biz geldik, “Bir şey yok!” dedik, devam ettik.
Son hatıram, benim siyasete girmem olayıdır. Ben olası politikayı sevmem. Çünkü talebeliğimde çok politika ile uğraştım. 1946 ile 1951 arasında talebe politikasının her yerinde bulunduk. Cemiyetten tutun, birliklere, federasyonlara kadar... En son baktım ki, talebe politikasında bile çok çirkinlikler oluyor. Bir daha bundan uzak durayım dedim. Mezuniyetimden sonra şöyle böyle 22 sene politika ile hiç uğraşmadım. Siyaset olarak takip ettim, girmedim.
Bir ağustos gecesiydi 1973 senesinin... Millî Selâmet Partisi kurulmuş ve Türkiye 1973 seçimlerine gidiyor. MSP’den üç arkadaşımız geldiler. İskenderpaşa’da o gece kandil gecesiydi, yanlış hatırlamıyorsam Mi’rac gecesiydi. Tam tesbih namazı kılmağa kalktık. Bana dediler ki:
“—Sana biz Erzurum’dan liste başından bizim partimizden milletvekilli adaylığı teklif ediyoruz.”
Daha evvel İstanbul için böyle bir şey konuşulmuş, onu danıştık. Ona olumlu bir cevap alamamıştık. Dolayısıyla ben rahattım, Hocaefendi Hazretleri buna da “Evet” demeyecekler diye... Hattâ bana dediler ki:
“—Bunu Hocaefendi’ye danışmadan bize cevap verme! Ona danış, öyle cevap ver” dediler.
Biz de zaten öyle yapacaktık ama, belki biraz hızlıdan yapacaktık. Arkadaşlarımı topladım tesbih namazından sonra, eve
götürdüm. Dedim böyle böyle... Adayların kesinleşmesine de iki gün kalmış.
Olayın sebebi de şu: Allah selâmet versin Lütfü Doğan Hocamız’ı düşünmüşler Erzurumlular oraya, liste başı olarak... Lütfü Doğan Hocamız’ın oğlu Yahya: “Baba, seçilemezsin, ayıp olur. Yâni sen eski bir diyanet reisisin, seçilemeyeceğin bir yerden seçime girmen uygun olmaz.” demiş. Bir nevi caydırmış bu işten.. Orası boş kalınca da, en son onu da bana getirmişler.
Arkadaşlara:
“—Böyle bir teklif var, ne diyorsunuz?..” dedim.
Hepsi olumsuz konuştu. birisi dedi ki:
“—Yâhu, sen Malatyalısın, Erzurumlular sana rey vermez!”
Bu geçerli bir şey... Türkiye’de herkes memleketinin adamına veriyor, yabancıları pek tutmuyor.
İkinci olarak dediler ki:
“—Propaganda yapacak zaman kalmamış. Erzurum çok büyük bir il, bin küsur köyü var... Sen nereye gideceksin, ne anlatacaksın? Yetiştiremezsin!”
Üçüncü olarak dediler: “—Sen politikayı sevmiyorsun, niye gireceksin?” Yedi kalemdi, hiç unutmuyorum.
Ertesi sabah erkenden yanıma da bir arkadaş aldım, bizim Rifat Tandoğan’ı... Dedim, “Belki ben kaçırırım.”
Çünkü, Rahmetli Hocaefendi çok kibar konuşurdu, hepimizi çok kollayarak konuşurdu. Gönlümüzde katılaşmış bir şey görürse, bizi bir nevi şeyhine isyan eden duruma düşürmemek için, söylenecek şeyi söylemezdi, îmâ ederdi.
Bir arkadaşımız meselâ, yanlış bir şeye niyet etmiş, —çok eski yıllarda, anlatırlar— gitmiş Hocaefendi Hazretlerine:
“—Efendim ben Amerika’ya gitmek istiyorum!” demiş.
Ama, “Tamam hazırladım her şeyi, damga basın!” der gibi...
O da demiş ki:
“—Siz bilirsiniz!” demiş.
O çıkmış, “Tamam, bana bıraktı.” demiş. Halbuki o “Siz
bilirsiniz!” bizim anladığımız mânâda: “Benim dediğimi yapmayacaksın; gitme desem daha kötü bir duruma düşeceksin!” demektir. Bu onun yapılmaması gereken bir işi kibarca ifadesidir.
Ben aynı endişe ile, Rifat’a dedim: “Gel! Ne olur ne olmaz, belki ben anlayamam; yanımda bulun!” diye onu aldım. Gittik sabah namazından sonra...
“—Efendim bana böyle bir teklif oldu.” dedim.
“—Peki, sen ne diyorsun?” dedi.
“—Efendim, ben arkadaşlarla istişare ettim.” dedim.
“—Onlar ne diyorlar?” dedi.
Açtım listeyi, Efendim,
“—Erzurumlular sana rey vermezler, sen Malatyalısın!” diyorlar dedim.
Kesin cevap verdi:
“—Müslümanlar sana rey verir.” dedi.
Ben emin olun hiç beklemiyordum bu cevabı...
İkinciyi de sorduk. Efendim,
“—Propaganda için az zaman kaldı. Bir şey yapamazsın, dolaşamazsın, anlatamazsın!” diyorlar.
“—Gönülleri değiştiren propagandalar değildir, Allah-u Teâlâ Hazretleri değiştirir.” dedi.
Üçüncüde durmam lâzım, onu da söyleyiverdik. Efendim, arkadaşlar diyorlar ki:
“—Sen politikayı sevmiyorsun, ne konuşacaksın?”
Ona da dedi ki:
“—Siz hakkı tebliğ edin!”
Ve ben bu üç söz üzerine o gün politikaya girdim. O gün yola hareket ettik.
Bize de bir işarette bulundu: Lütfi Doğan Hoca’nın da senatör adayı olmasını söyledi. Şimdi ben düşünüyorum, Lütfü Doğan Hoca seçilemez diye milletvekili adaylığını reddetmiş; Hocaefendi kerâmeten diyor ki:
“—Senatör adayı olsun; daha kuvvetli olursunuz, o da seçilir!”
Biz şimdi Lütfü Doğan Hoca’ya gittik. Listeler verilmiş Yüksek Seçim Kurulu’na... Bizim Bedrettin arkadaşımız, il başkanı, senatör listesinin birinci adayı olmuş. Lütfü Doğan Hoca’nın evine gittik; Osman Ağabey de vardı, Recâi de vardı... Lütfü Doğan Hoca’yı senatör adaylığına ikna ettik, sonra da ağlaştık beraber...
Politika bana girilmemesi gereken bir şey geliyordu. Hâlâ da öyle düşünürüm, içindekilerini gördükçe...
Biz gittik Erzurum’a... Erzurum’da bize öyle acıyarak bakıyor ki o iyi insanlar... Orası çok koyu Adalet Partili... Bir evvelki seçimde dokuz milletvekilinin sekizini Adalet Partisi, birini Halk Partisi çıkarmış. Bize hiç şans vermiyorlar. Üstelik, “Yâhu bu adamlar da iki hoca... O diyanetin hocası, biz üniversite hocası... Bu hocalara ayıp olacak.” filân diye de üzülüyorlar.
Hattâ bir yerde konuşmuşlar. “Bunlara çok ayıp oluyor.” diye... Ben duyunca, gittim bunlara dedim ki:
“—Biz seçim meçim kazanmak için gelmedik, vazife diye
geldik. O Allah’ın bileceği bir iş...”
Derken, bir oradan birinci parti olarak döndük. O zaman Millî Selâmet Partisi, Adalet Partisi’nin de önüne geçti. Hem senatör çıktı, hem üç tane milletvekili çıktı.
Siyasette yedi sene kaldım. Çok zor bir politikaydı. Allah biliyor, bunun şahitleri de var, çok zor noktalarda kendisiyle istişare etmeğe çalıştık. Her zaman çok güzel yollar gördük. Herkes onun işaretlerine dikkat etseydi, zannediyorum çok daha başka şeylerin olması potansiyel olarak mümkündü.
Hocaefendimiz bizler için güzel yollar gösterdi. Gönüllerimizdeki değişiklikleri haliyle sağladı. Çok zaman konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Bir bakardık gönlümüzde, halimizde güzel güzel gelişmeler olmuş. Bu onun ne kadar büyük tasarruflarının olduğunun işaretleridir.
Allah cümlemizi büyüklerimizin şefaatine nâil etsin... Yolunda gidenlerden eylesin...
Hepinize teşekkür ediyorum.
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llah!..
14. 11. 1993 - Hâcegân / İSTANBUL