38. ALÇAK GÖNÜLLÜ İDİ
Temel KARAMOLLAOĞLU66
Es-selâmü aleyküm!
Hocaefendi Hazretlerini hatırlamak güzel şey de, onunla ilgili bir şeyler anlatmak çok zor bir husus...
Ben yurtdışından döndüğüm zaman, ilk defa 1967 yılında, Nevzat Kor Bey —kendisi ile İngiltere’den tanışıyorduk— beni İskenderpaşa’ya götürmüştü. İlk defa Hocamız’ı gördüğüm zaman, hakîkaten o andan itibaren onun mânevî tesiri altına girdim.
Hocamız’ın en çok tesir eden tarafı, elbette kendisinin büyüklüğüyle beraber alçak gönüllülüğü, tevâzuu idi. İnsanın bir sıkıntısı, derdi olduğu zaman o derdi, o sıkıntıyı onunla âdetâ paylaşması... Neşelendiği, sevindiği bir husus olduğu zaman da,
66 Temel Karamollaoğlu: 1941 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. Aslen Sivas’ın Gürün ilçesindendir.
Üniversite eğitimi için 1960’ta İngiltere’ye gitti. Manchester Üniversitesi Tekstil Bölümünden 1964’te mezun oldu. Aynı üniversitede yüksek lisans yaptı (1967). Aynı yıl Türkiye’ye dönerek Sümerbank’ta proje mühendisi olarak işe başladı. 1967 yılında DPT’ye geçti.1975 yılında Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı Teşvik ve Uygulama Genel Müdürü olarak görev yaptı. 1977 yılında Millî Selamet Partisi’nden Sivas Milletvekili seçildi. 1980 - 1987 arası aktif siyasetten uzak kaldı. 1989 yılında Refah Partisi’nden Sivas Belediye Başkanı seçildi. Bir dönem Belediye Başkanlığı yaptıktan sonra 1994’te yeniden Belediye Başkanı seçildi. 1995’te Refah Partisinden Sivas Milletvekili olarak Parlamentoya girdi. Refah Partisi’nin kapatılmasından sonra Fazilet Partisine katıldı. 1999’da yeniden milletvekili seçildi. Mayıs 2000 tarihinde yapılan Saadet Partisi kongresinde Genel İdare Kurulu Üyeliğine seçildi. 30 Ekim 2016 tarihinde Saadet Partisi Genel Başkanı oldu.
onunla o neşeyi sevgiyi âdetâ paylaşması... Çok tesir etmişti bana...
1974 yılında hükümet kurulduktan sonra, hacca gittiğimizde tavafı daha çok grup halinde yapıyorduk. Hocaefendi Hazretleri çok canlıydı o zaman... Çok da heyecanlıydı. Yâni, birlikte böyle biraz daha hareketli olarak; âdetâ biz kendimizi orada isbatlayalım, şu gücümüzü gösterelim der gibi tavafları çok canlı yaptırıyordu.
Kendisinin tevâzuuyla ilgili bir rüya görmüştüm bir defasında: 1972 veya 1973 yılında Ramazan’da i’tikâfa girelim diye Hocaefendi Hazretleri’nden müsaade istedik. Ancak bizim çalışmamız sebebiyle, “On gün değil de belki yedi gün kala, altı gün kala girebiliriz.” diye. Hocaefendi Hazretleri de bir şey demedi; olur gibi geldi bize... Ama geciktik geciktik, üç gün kala Hocaefendi Hazretleri’yle i’tikâfa girdik. O gece ben bir rüya gördüm.
Rüyamda ben çok farklı bir yerde, bir caminin girişinde
gördüm kendimi... Caminin içi süpürülüyor, halılar kaldırılıyor; sanki yenilik için hazırlık yapılıyor gibi... Namazı caminin girişinde bir yerde kılacağız. Hocaefendi Hazretleri var... Bir de Hocaefendi Hazretleri’ne yakın gibi gözüken ama farklı düşüncede olan bir arkadaşımız vardı. Namaza duralım dediğimiz zaman, Hocaefendi Hazretleri ona, imamlık yapmasını söyledi. O da:
“—Efendim, sizin gibi alimler varken, bize düşmez böyle bir şey...” dedi.
Hocaefendi Hazretleri orada gayet rahatça:
“—Evlâdım, alimlik kim, biz kim?” dedi.
Fakat o tarzda söyledi ki, ben rüyamda öyle ağlamışım ki, o ağlamakla uyandım. Yâni, onun o hali, o tevâzuu, hayatındaki her şeyde vardı.
Karşısındaki insanı, hakîkaten söylediği her sözü yeni öğreniyormuş, yeni duyuyormuş gibi bir intiba vererek dinlerdi. Hac esnasında Hocaefendi Hazretleri Arafat’ta çadırda iken, namaza camiye gidilmedi. Namazı orada çadırda kılalım denildi. Öğle namazı kılınacak... Orada bulunan hocaefendilerden bir kısmı, mutlaka cem edilmesi gerektiğini söylediler. Bir kısmı da:
“—Ancak Arafat’taki caminin imamına uyulursa, bu cem olabilir.” dediler.
Biraz da bundan dolayı, ileri geri münakaşalar olunca, Hocaefendi Hazretleri Arafat’taki o münakaşadan hoşlanmadı. Kalktı abdest aldı ve kàmet getirin dedi. Kendisi namazı kıldırdı. Öğle kılındıktan sonra, hemen öğlenin arkasından kàmet getirttirdi, ikindiyle birleştirdi. Böylece orada bulunanlardan cem edilmesi gerektiği hakkında kesin kanaati olanlar, diğerlerine müstehzî bir tarzda, “Bizim dediğimiz doğru, gördüğünüz gibi...” diye bakınca, dönüp oturduğunda:
“—Biz böyle kıldık ama, kanaatimiz daha doğrusu öbür türlüydü.” diye de bir ifadede bulundular.
Bir ihtilâfın hallinde, bu bana çok tesir etti. Öyle veya böyle olması elbette, mutlaka tedkik edilmesi gereken bir husus ama, kalp kırmaktan, birbirini üzmekten veya tekebbürden çok daha
güzel bir şey gibi geldi.
İlk çocuğum doğduğu zaman, bir ağabeyimizden, “Ne isim koyalım?” diye değil de:
“—Muhammed Zâhid ismini koymamıza müsaade ederler mi?”
diye sorulsun demiştim.
Muhammed Zâhid diye de özellikle vurgulamıştım.
Hocaefendi Hazretleri o sene hacca giderken, o ağabeyimiz havaalanında sormuş. Sorarken de:
“—Efendim, Mehmed Zâhid ismini koymak için müsaade istiyorlar.” deyince; Hocaefendi Hazretleri:
“—Her nedense bizde hep Mehmed deriz ama bu işin aslı da Muhammed’dir. Hiç kimse de bunu böyle koymayı düşünmez.” demiş.
Onun üzerine bana telefon ettiler, öylece ismini koyduk.
Hocaefendi Hazretleri karayoluyla hacca giderlerdi. Ben şimdi bu yaşımda, Sivas’tan İstanbul’a arabayla gelirsem, bir günde kendime zor geliyorum. Ama Rahmetullàhi Aleyh, üç bin, dört bin kilometrelik yolu, o yaşta araba ile giderlerdi. Bizim çektiğimiz kadar da yorgunluk çekmiyormuş gibi bir intiba uyandırırdı.
Cenâb-ı Hak şefaatine nâil etsin...
14. 11. 1993 - Hâcegân / İSTANBUL