• /
  • Kütüphane
  • /
  • Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A
  • /
  • 37. KURTULUŞ BASAMAKLARI
36. ÖYLE BİR ZÂT Kİ...

37. KURTULUŞ BASAMAKLARI



Prof. Dr. Ahmet Turan ARSLAN65


1966-1967 öğretim yılında Kur’an kursunda okurken, bizden yukarı sınıflarda okuyan Mahmud Türkgenç Ağabey, bize İskenderpaşa Camii İmamı Mehmed Efendi’yi tanıyıp tanımadığımızı sordu. Henüz tanımadığımızı öğrenince, bizi birkaç arkadaşla birlikte Hocaefendi’ye götürdü.

Hocaefendi o tarihte bahçenin içindeki eski evinde oturuyordu. Eve bugün camiinin sağ tarafına yapılan ek kısımdan geçiliyordu. Ek kısmın yeri bahçe idi. Zannediyorum ihata duvarına yakın bir yerde de kuyu vardı. Hocaefendi’yi bir katlı evin, bir kaç merdiveninden çıkınca sağ tarafta bulunan küçük odasında ziyaret ettik.

Bize neler okuduğumuzu sordu. Okuduğumuz dersleri söyledik. Bu ders kitaplarımızdan biri de, fıkıh ilmine dair olan, merhum Şurunbilâlî’nin Merâkı’l-Felâh’ı idi. Hocaefendi bize, Merâkı’l-Felâh sözünün ne demek olduğunu sordu. Hiçbirimiz bilemedik. Bunun üzerine, karşısındaki kütüphaneyi işaret ederek:

“—Şu lügat kitabına bak bakalım!” dedi.

Mahmud Ağabey Ahterî’yi açtı ve kelimeyi buldu. Merâkî



65 Prof. Dr. Ahmet Turan Aslan: 1949 yılında Sivas’ta doğdu. 1971’de İstanbul İmam-Hatip Okulunu, 1975’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünü bitirdi. 1983 yılında Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde doktorasını tamamladı. 1984’te yardımcı doçent, 1993’te doçent, 1999’da profesör oldu. Halen Fatih Sultan Mehmed Ü. İslâmî İliler Fakültesi dekanıdır.

338

kelimesi; yukarı çıkma, yükselme vasıtası, basamak mânâlarına gelen el-mirkat’ın çoğulu idi... El-felâh ise; kazanç, kurtuluş zafer demekti. Buna göre terkibin mânâsı: “Kurtuluş Basamakları” demek oluyordu.

Böylece, Hocaefendi —mekânı cennet olsun— bize kurtuluşun basamaklarını öğretmiş, kazanç ve zafer yollarını tanıtmış oldu.


Bir hatıra: Zannediyorum 1975 yılı yaz günlerinden biri... Fatih Camii’nin önündeki kütüphane binasında Emin Saraç Hoca’nın dersinde idik.

Zaman zaman yurt içinden ve dışından ziyaretçiler gelirdi. O gün de, İslâm dünyasının biri şarkından, biri garbından olmak üzere iki misafir gelmişti. Şarktan gelen Afganistanlı bir alimdi. İmam-ı Rabbani’nin torunlarından olduğunu söylemişti. Garbtan gelen de Senegalli, Muhammed isimli bir zattı. Kendisi, memleketinde üç yüz yıldır hadis öğretimiyle meşgul olan bir ailedenmiş, Arapça konuşuyordu.

Senegal’li olan zat, kendisinin Türkiye’ye ilk defa geldiğini, tasavvuf erbabıyla görüşmek istediğini söyledi. Emin Saraç Hoca da bana:

“—Bu zatı, Mehmed Efendi’ye götürün!” dedi.


İskenderpaşa Camii’ne indik. Hocaefendi, yeni evin (vefat ettiği evin) bahçeye bakan küçük odasında, pencere önünde, sedir üzerinde oturuyordu. Önünde Ramuz büyüklüğünde bir kitap vardı, onun mütâleasıyla meşguldü. Bir saat kadar oturduk, konuştuk.

Senegal’li Muhammed ismindeki o şahıs, kendisinin Kàdirî olduğunu söyledi. Hocaefendi de:

“—Bizde beş tarik var: Nakşibendiyye, Kàdiriyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye, Çeştiyye...” dedi.

Senegalli de orada, Hocaefendi’den ders aldı. Ayrıca memleketinin ahvalinden anlattı. Senegallilerle ilgilenmek için Paris’e geldiğini, oradan da İstanbul’a geldiğini söyledi. Hocaefendi bana dönerek Türkçe olarak:

339

“—Bizim de vaktimiz, imkânımız olsa da, biz de oralara gitsek!” buyurdular.

Biz bu minval üzere sohbet ederken Hocaefendi:

“—Biz Değirmendere’de (İzmit) bir sünnet merasimine davetliyiz, isterseniz siz de gelin!” dedi.

Ben bu durumu o zata anlatınca:

“—Ben bu zâtı sevdim; sen de gelirsen, gitmek istiyorum!” dedi.

Gittik. Yolda İzmit’e varınca acıktık, Asya Oteli’nde yemek yedik. Vahdettin Ağabey, Hocaefendi’yi başka bir arabayla götürmüştü. Misafir, yemekte ürz istemişti. Bu kelimenin mânâsını o zaman bilememiştim. Değirmendere’de oğlunun sünnet ettiren ağabeyin evinde yemek yerken, bu kelimeyi Hocaefendi’ye sormuş ve "pirinç ve pirinç pilavı" olduğunu öğrenmiştim.


Değirmendere’de, yemekten sonra Hocaefendi biraz dinlenmek istedi. Biz de bir kaç kişi ile sahile doğru bir gezinti yaptık. O

340

sırada ezan okunuyordu. İkindi namazını sahildeki camide kıldık. Caminin müezzini Kütahyalı bir zattı. Namaz kıldırdı, namazdan sonra Kur’an okudu; dinledik.

Fatiha’dan sonra bize, “Hoş geldiniz!” dedi. O sıra misafirimiz olan zat, cebinden bir miktar dolar çıkardı, müezzin efendiye uzattı, hediye olarak... O almak istemedi.

“—Al!” dedim. “Misafir bu zat gönlü kırılmasın, içinden geldi, veriyor.” dedim.

O da sağ olsun, kırmadı aldı. Sonra:

“—Bu misafir kim, nereli?” diye sordu.

Biz de:

“—Afrika’da bir ülkeden, Senegal’den...” dedik.

Müezzin Efendi hayretle;

“—Allah Allah! Bugün gördüğüm rüya gerçek oldu.” dedi.

Nasıl olduğunu sorduk anlattı:

“—Gece bir rüya gördüm. Bir adam bana rüyamda para veriyordu. Kim olduğunu sordum. Bana diyorlar ki: ‘Bu adam Afrika’nın kralı...’ İşte şimdi bakın, bu zat belki maddî mânâda kral değil, ama para verdi görüyorsunuz.” dedi.


İslâm, Kasım 1991

341
38. ALÇAK GÖNÜLLÜ İDİ