Muhterem Hocam! Sizi daha yakından tanımak için, biraz gençliğinizden, tahsilinizden, Mehmed Efendi Hazretleri ile tanışmanız gibi hususlardan bahsedebilir misiniz?


Bir garib kul işte... Hocamız’ın “Benden sonra bu vazifeyi sen yap evlâdım!” dediği bir hizmetçi bendeniz... Yoksa, hakkımız, haddimiz filân değil böyle şeyhlik, tarikat başkanlığı... Müridlerin yetiştirilmesi... Emrolunduğumuz için, “El’emru fevka’l-edeb” diye, bu vazifeyi yapıyoruz. Hocamız uygun gördüğü için ayrılıp da gidemiyoruz da... Reddetmek de mümkün değil... Zâten teklif ettiği zamanların birisinde red de etmiştim, “Bizim hakkımız, haddimiz, liyakatımız, kâ’bımız değildir.” diye... “O zaman yardım ederler!” buyurmuştu. Çok yardım görüyoruz.

 

1938 yılında Çanakkale’nin Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde doğdum. Ailemiz Çanakkale’ye Buhara’dan gelmiş. Annem ve babam birbiriyle akraba çocuklarıdır. Dolayısıyla kökenimiz Buhara olmuş oluyor. Buhara’dan kafile, Arap halayıklarla beraber gelmiş bizim o taraflara... Bizim ailemiz Peygamber SAS Hazretleri’nin soyundan imiş. Buhara’ya Hicaz’dan gitmişler demek ki... Oradan da Osmanlıların devleti esnasında Çanakkale’ye gelmişler. Böyle bir ailedeniz biz...

Babam evlâtlarını okutmaya çok istekliydi. Dedem zâten, Süleymaniye Medreselerinde okumuş. O zamandan Gümüşhaneli Efndimiz’den ders almış. Babamlar da daha memlekette iken Gümüşhaneli koluna orada vekâlet eden Çırpılarlı Hacı Ali Efendi’den dersli imişler.

Ben üç yaşında iken babam Hafız Necati, bizi okutmayı çok istediği için, Çanakkale’den aldı, İstanbul’a getirdi ve ben bütün tahsilimi İstanbul’da yaptım. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite...

 

Ortaokulu ve liseyi Vefâ Lisesi’nde okudum. Üniversite tahsilimiz İstanbul Edebiyat Fakültesi, Arap Dili ve Edebiyatı ve İran Dili ve Edebiyatı bölümüdür. Arap Filolojisi ve Fars Filolojisi bölümünde ana kaydım vardı. Ortaçağ Tarihi, Türk-İslâm Sanatları sertifikalarını da alarak mezun olmuştum. Yâni Sanat Tarihi, İslâm Tarihi, Arap Dili ve Edebiyatı, İran Dili ve Edebiyatı tahsili gördüm.

Ondan sonra Ankara İlâhiyat Fakültesi’nde Hocamız’ın emri ile asistanlık yaptım. Dönerin ateşin karşısında dönerek yavaş yavaş pişirilmesine benzetiyorum kendi halimi... Hocamız bizi savurdu Ankara’ya... Ankara’ya gittik. Orda İlâhiyat Fakültesi’nde bu dînî ilimleri öğrenme fırsatı çıkmış oldu bize, onların himmetiyle... Sonra zorla bizi çeşitli müesseselerde hocalık yapmağa çektiler yaka paça...

Bir tanesi Yükseliş Mimarlık Mühendislik Özel Yüksek Okulu’dur. Mimarlara, mühendislere Türkçe ve Hümaniter Bilgiler dersi hocalığı... Ben reddettim. Geldiler, müdürler ve sâireler: “Biz senin reddini filân kabul etmiyoruz, sen bu vazifeyi yapacaksın! Bunun sebebi var...” filân dediler. Anlıyorum ki, sebebin arkasındaki sebep de Hocamız’ın himmeti imiş. Demek ki, biz bu vazifeyi yapacağız diye, “Biraz kompozisyon öğren, hitabet öğren!” diye, başkasına öğretmek bahanesiyle öğrenelim diye, o tarafa sevk etmiş Hocamız... Ben öyle hissediyorum, işin aslı öyle gibi geliyor bana...

Sonra, Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi’nde aynı konularda Türk Dili ve Kültürü hocalığı yaptık senelerce... Doktora, doçentlik, profesörlük çalışmalarımız oldu. Fars Dili ve Edebiyatı derslerine girdiğim oldu. Arap Dili ve Edebiyatı’yla ilgili dersleri, Türkçe ve kompozisyon derslerini yaptığım oldu. 27 senelik bir üniversite hizmetinden sonra, emekliliğimizi isteyerek İstanbul’a, vazifemizin başına geldik.

 

Hocamızla tanışmamız ortaokul talebesi iken oldu. Hocamız Abdül’aziz Efendi’nin ahirete irtihalinden sonra makama oturmuştu. Zâten Abdül’aziz Efendi’yi tekkeye getirip onu derviş yapan kimse Hocamız’dır. Bir kimse bir kimseyi tekkeye getirirse, onun tarikatte ağabeyidir. Doğu Anadolu’da sünnet merasiminde kirve filân diyorlar, onun gibi bir durum olur. Hem Hasib Efendi’yi, hem Aziz Efendi’yi Gümüşhaneli Dergâhı’na Hocamız getirmiş.

Ama, çok mütevâzi bir insandı Hocamız... Çok büyük mânevî makamı olduğunu, bu işin erbabı olan herkes söylüyor. Tevâzûyu böyle lafla değil, ömründeki jestleriyle de bize öğretmiş bir kimsedir. Örnek alınacak halleri vardır. Kendisinin tekkeye getirdiği insanları öne sürmüştür, onlara vazife yaptırtmıştır. Onlar gittikten sonra tekkenin başında vazife yapmıştır. Aslında onlardan kıdemlidir.

Hocasına bağlılığı hakkında çok sitâyişkâr sözler söylerler. Hocasının meclisine girip bir diz çöktüğü zaman kıpırdamazmış, çivi çakılmış gibi dururmuş. Ben kendim bu fıkrayı bildiğim için,  öyle yapmağa çalışırdım; mümkün değil dizlerim dayanamazdı. O kılıktan o kılığa döner dururdum, yapamazdım. Dervişliğinde böyle çivi gibi sağlam halleri vardır Rahmetullahi Aleyh Hocamız’ın...

 

Ben ortaokulda iken, kendisinin meclislerine babamın peşinden, babamın elini tutup, eteğini tutup onun yanında giderdim. O zaman Ümmü Gülsüm Camii’nde imamlık yapmaktaydı. Cumartesi günleri, caminin arkasındaki yüksek odada sohbetler olurdu. “Sen hazırlan! Sen konuş!” filan diye söylerdi Hocamız... Bize de arada iltifat buyururdu:

“—Sen de haydi bakalım, filânca hadisteki mânâ nedir, ona hazırlan!” gibi işaretleri olurdu.

Hakkını ödememiz mümkün değil... Bizi kendisine dâmâd olarak seçmiş. Evliliğimin ilk yıllarından itibaren bana, “Benden sonra evlâdım, bu vazifeyi sen yaparsın!” derdi. Ordan biliyorum ki, bizi böyle küçükten alıp terbiye etmeğe çalıştı, hazırlamak istedi, hazırladı.

Ben yanına gelmek isterdim:

“—Baba müsaade edersen, fakülteden ayrılayım artık! Doktora bitti, yanınızda hizmet edeyim artık!” derdim.

“—Yok, kal orada!” derdi.

“—İşte doçentlik bitti, artık geleyim!”

“—Yok kal orda! Profesörlük ne zaman?” derdi.

Beni profesör yapmazlar ki fakültede, benim halim belli... Mimli, sabıkalı bir insanım diye düşünürdüm.

“—Profesörlük ne zaman?”

“—Doçentlikten dört yıl, beş yıl sonra...”

“—Profesör ol da öyle!” derdi.

 

Anladım ki, profesör olacağım. Profesör olmam mümkün değil gibi... O günkü şartlarda, hocalarımızın himmeti olmasa benim gibi mimli bir insanın profesör olması mümkün değildi. Benim gibilere doçentlik bile vermezlerdi. Hattâ kaç senedir dergileri çıkartıyoruz, basın kartı vermiyorlar. Biliyorum, anlayışla karşılıyorum; vermezler bizim gibilere... Basın-yayın yüksekokulu bile açsak vermezler yâni...

Ama Hocamız bizi orada profesör etti. O gönderdi. Ankara’daki asistanlık imtihanlarına giderken, cebime harçlığımı koyan Hocamız’dır. Ankara Özelif’teki dairemizin ortaklığının hissesini veren odur. Alın bakalım yazın diye, bin lira veren odur. Ben buraya gelmek istedikçe, “Profesör ol, öyle gel!” demiştir. Tabii, ben Hocamız’ın sağlığında profesör olmadım, Hocamız vefat ettikten sonra 1982’de profesör oldum. Ondan sonra İstanbul’a geldim.

 

Evliliğimin ilk yıllarından itibaren söylerdi. Ankara’ya gelirdi yazın, “Haydi bakalım!” derdi... Çocuklarımız var, yaramaz, ağlar, hasta olur vs. “Rahatsız etmeyelim baba!” derdik. “Yok!” derdi bizi alırdı, Konya’ya giderdik, muhtelif illeri, kasabaları ziyaret ederdik. Yanında dolaştırırdı bizi; “İlerde böyle yaparsın!” diye herhalde, yetişmemiz için olsa gerek... Camide veyahut herhangi bir toplantıda, “Biraz da sen konuş!” diyecek diye ödüm patlardı, kaçardım. Öyle der şimdi, gözümün içine bakar diye, arka taraflarda safların arkasında direğin arkasına filân saklanırdım. Çok çekingen bir insandım, konuşmak bana çok zor gelirdi. O çekingenliğimizi himmetleriyle, şimdiki şu halimize döndürecek çalışmaları yaptılar. Onu hissediyorum, öyle oldu.

 

Köyde bir ev alır da tenhada kalır mıyım diye birkaç defa teşebbüs etmiştim. “Tavşancıl’da bir ev mi alsak, oraya mı yerleşsek...” filân diye... Her seferinde Hocamız mânî olmuştur. Bir seferinde demiştir ki:

“—Evlâdım, küçük yerlerde insanın kadrini, kıymetini bilmezler!”

Mücevherci bilir mücevherin kıymetini... Büyük yerlerde bilinir, küçük yerlerde bilmezler, ezâ cefâ ederler. “Olmaz, o köye gidemezsin!” dedi.

Bizim arkadaşlar bir kooperatif kurmuşlar, “Seni de ortak edelim, sen de filânca yere gelir misin?” dediler. “Sorun Hocamız’a, ben soramam!” dedim. Ben Hocamız’ın damadıyım o zaman, henüz böyle bir görevle yükümlü değilim. O arkadaş da gitti, Hocamız’a dedi ki: “İşte filânca yerde bir arsa alacağız, bu da ortak olsun mu?” filân diye benim namıma da sorunca; ona çok sert bir çıkış yaptı. O da dudağını ısırarak geri döndü, “Hocamız hiç müsaade etmiyor.” dedi. Ben biliyordum zâten müsaade etmeyeceğini... Yâni, bir köşeye kaçıp da, hizmetten uzak durmamı istemezlerdi.

 

Sonra, vefatından iki sene kadar önce olabilir; bir gün bizim İskenderpaşa’daki kapıya yakın köşe odada,  somyada yatıyordu.  Güneşli bir gündü. Daha önce bize böyle, “Evlâdım, benden sonra bu vazifeyi sen yapacaksın!” deyince, ben utanırdım, cevap veremezdim, kaçardım biraz da... O gün Vâlide Hanım yoktu. Yatmış, uzanmıştı. Hasta değildi ama, öğle dinlenmesi gibi uzanmıştı. Odanın kapısı açıktı. Biz de “Bir emriniz var mı?” gibi karşı tarafında durunca, şöyle bize baktı:

“—Evlâdım, benden sonra bu vazifeyi sen yapacaksın, sen yaparsın!” dedi.

Bu sözü birden söyleyince, ben de kapı dışarı kaçamadım. Biraz kızardım, bozardım:

“—Baba! Bu bizim kâ’bımız, takatimiz, hakkımız, haddimiz olan bir şey değil ki! Nasıl yapalım bu vazifeyi, yapamayız...” dedim.

Kızı da bana destekçi oldu:

“—Baba, bu çok zor bir iş; biz yapamayız...” dedi.

O da şeyi düşünüyor: Tekkeye müridler gelecek, kalabalık... Tekkenin idaresi, gelene gidene hizmet ve sâire... Vâlide Hanım mutfakta yemek hazırlarken kollarını tezgâha dayar, yaslanır, patatesi filân öyle soyardı. Ayakları şişerdi. Sabahtan akşama, geceden gündüze, devamlı içeriye tepsi hazırla, çay hazırla, meyva gönder... Bulaşıkları yıka ve sâire... Bizim Hacı Hanım da o tarafını düşündüğü için işin, “Baba biz bu yükün altından kalkamayız...” diye, o da o tarafından tutturdu.

Biz böyle deyince:

“—O zaman size yardım ederler!” buyurdu.

Ben o hava içinde, bunun bir mânevî yardım, evliyâullah tarafından himmet yoluyla, Allah’ın lütfuyla bazı yardımlar olacak diye anladım. “Her ne kadar liyâkatsız da olsam, büyüklerin himmetiyle bu işler olur.” gibi bir şey düşündüm. Hakîkaten de öyle oldu. Bizim bu görevin altına, hizmetçiliğine başlamamızdan itibaren çok büyük gelişmeler oldu. Elhamdü lillâh kardeşlerimizin arasında tekkemizin faaliyeti olarak çok atılımlar oldu.

Yâni, Hocamız bizi kendisi seçti, aldı, terbiye etti, yetiştirdi. Ondan sonra, “Otur buraya, bu işi yap!” dedi. Sorumluluk omuzlarımızda; ama, yardım hem ihvânımız olarak, kardeşlerimiz olarak sizlerden, hem de himmet olarak, mânevî yardım olarak onlardan oldu. Allah yardımcımız olsun, dua edin!

............

Daha sonra, “Alimler politikacılara tabî olurlarsa, dinin temeline dinamit konulmuş olur. Öyle şey olmaz; alimlere onlar tâbî olacak, ilme onlar tâbî olacak, dîne onlar tâbî olacak! Onun emrinde olacaklar, hatâlarını düzeltecekler. ‘Hatâmız var mı hocam?’ diyecekler, ‘Düzeltelim!’ diyecekler; emrolunduğu zaman da düzeltecekler. Din adamı camide para toplama, ondan sonra filâncanın istediği tarzda sipariş konuşma yapma durumuna düşürülemez!” diye bizim ihtilâfımız olunca, çok kavgalar gürültüler çıktı bu işten... Çok aleyhimize konuşmalar oldu, ithamlar, suçlamalar oldu. Cezâ düşünceleri geçirmişler zihinlerinden, söylemişler... O arada yıpratma çalışmaları olarak:

“—Bu ne biçim hoca ki, babası dururken kendisi makama geçiyor?” demişler.

Ben babamı herhalde sizden daha az sevmem, daha fazla severim! Vazifeyi Hocamız babama verseydi, elbette herkesten daha fazla sevinerek elini ayağını öper, ben onun hizmetinde olurdum. Ama Hocamız vazifeyi ona vermedi. Bunu o da biliyor, ben de biliyorum, herkes de biliyor... Onun için, babamız başımızın tacıdır ama, babamız bu tekkenin mürididir, biz de hizmetçisiyiz. Bu böyle babalık, evlâtlık meselesi değildir.

Daha başka iftiralar oldu, daha başka şeyler oldu. Biz bu işi kendi kendimize muvazzafmışız filân gibi sözler oldu. O zaman tabii, bazı kimseler şehadetleriyle:

“—Hayır öyle değil! Hocamız bizzat bunu söylemiştir, biz de biliyoruz.” dediler.

O iftiralar, o şeyler biraz silindi ama, bunların söylenmesi de gerekiyordu. Bu bir mânevî mezhebdir. İnsan bağlandığı kapının halinin ne olduğunu, bağlandığı kimsenin de statüsünün ne olduğunu bilmek zorundadır. Onun için, bu sual haklı bir sualdi. Ben de onun için bu cevapları verdim.

Hocamız halvete girmiş kimselere halvetten çıkarken kendisi hakkında bilgi vermiş, halvet defterlerine de yazdırmıştır. “Bizim aslımız şuradandır, buradandır. Peygamber Efendimiz’in de evlâtlarındanız.” diye seyyidlerden olduğunu da belirtmiş. Ama halvettekilere söylemiş. Bunu bir öğünme meselesi filân değil de, halvete girmiş çıkmış, artık sır saklayabilecek hale gelmiş insanlara bu işin aslı budur diye sessizce söylemiş oluyor. Gerekiyor demek ki!

Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN