“Lâ mevcûde illa’llah” diye zikredenler küfre girmezler mi? Bu zikri yapanlar, mahlûkatı reddedip, Allah’ın mahlûkatı yoktan var ettiğini reddedip, mahlûkatı Allah’tan bir parça olarak mı kabul ediyorlar. Bu durum ehl-i sünnet itikadına ters değil mi? Yoksa bunu diyenler başka bir mânâ mı kasdediyorlar? Şüpheye düştüm, açıklar mısınız?
Bu tasavvufta derin bir sorudur. (Lâ ilâhe illallah) Allah’tan başka ilâh yoktur, başkasına ibadet edilmez. (İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn) Ancak Allah’a ibadet ederiz, ancak ondan yardım isteriz. (Kulhüvallahu ehad) Allah tekdir. (Allahus samed) Kulların bütün ihtiyaçlarını görendir, sameddir. Kendisinin anası, babası olmadığı gibi, kendisinden sonra da evlat vs. edinmekten münezzehtir. Kendisine denk de yoktur diye İhlâs Sûresi’nde de bildiriliyor.
Bu Lâ ilâhe illallah’ın mânâsının derinlikleri vardır. İnsan tasavvufta zikir yaptıkça, zihninin, gönlünün ve şuurunun ulaştığı mânâlar vardır. Bu mânâlardan birisi de “Lâ mevcûde illallah” mânâsıdır. Yâni, bütün varlıklar netice itibariyle fânidir.
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ (الرحمن:٢٦)
(Küllü men aleyhâ fân) [Yer yüzünde bulunan her canlı yok olacak!] (Rahmân, 55/26) buyruluyor Kur’an-ı Kerim’de... Her şey fânîdir. Allah Allah-u Teàlâ Hazretleri kalacak, başka hiç bir şey yok... Bu mânâda Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:[68]
كَانَ اللهُ، وَلَمْ يَكُنْ شَىْءٌ غَيْرُهُ (حم. خ. طب. عن عمران
بن حصين)
(Kâna’llàhu, ve lem yekün şey’ün gayrahû) “Allah vardı, ondan başka hiç bir şey yoktu.” Mahlûkatı yarattı. Sonra da yine Allah olacak, başka hiç bir şey olmayacak. Evveli ahiri yok olan fânî varlıklar da aslında var sayılamaz. Gölge gibi, hayal gibi, bir varmış bir yokmuş, masal gibi bir şey yâni...
Bu mânâ ile Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin ehàdiyetini, birliğini daha başka bir derinlemesine idrak zihniyetidir bu... Bu bir tasavvufî neş’edir. Ondan sonra da daha ileri merhalelere geçilir.
[68] Buharî, Sahih, c.X, s.464, no:2953; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.135, no:19889; İbn-i Hibban, Sahih, c.XIV, s.11, no:6142; Taberani, Mu’cemü’l-Kebir, c.XVIII, s.204, no:498; Beyhaki, Sünenü’l-Kübra, c.IX, s.2, no:17480; Tahâvî, Müşkilü’l-Asâr, c.XII, s.333, no:4927; İmran ibn-i Husayn RA’dan.
Kenzü’l-Ummal, c.X, s.370, no:29850; Camiü’l-Ehadis, c.XV, s.247, no:15429.