Onun için, kadınların da teslim olması yoktur. Kadınları öldürmek yasak! Yâni, düşmanın eline geçmesin diye, bizim bir kurşun sıkmamız olmuyor. Onların eline düşmesi de olmuyor. O zaman bir tek çare kalıyor: Kadınların da canını verinceye kadar çarpışması!.. Bunun için de, yetişmesi lâzım!.. Kadın da mücahide olacak. Kadın da şimdi, oturacak kalkacak, kendisini savunmasını ve ölünceye kadar, son nefesini verinceye kadar mücadele etmesini öğrenecek. Çocuklar da öğrenecek. Büluğ çağına ermiş çocuk da ne yapacağını, nasıl davranacağını bilecek... Bunları öğretmek zorundayız. Bedenen yetiştireceğiz. Bedenen kabiliyetli olacaklar, fikren cesur olacaklar.
Bizim tıp ilmine mensub kardeşlerimiz kurslar açmışlar; hanımlardan rağbet az olmuş. Öğrenecekler!.. Gidecekler; hastabakıcılık mı, ameliyat mı, pansuman mı, iğne yapmak mı, şunu mu, bunu mu... neyse çeşitli meslekleri öğrenecekler!.. Başka çaresi yoktur. Silah kullanmayı da öğrenecekler!.. Silahı görünce, silah patladığı zaman, "Ay, kulaklarım!" deyip, silahı yere atmayacak... Silah bir de yerde patlayıp, kendisini yaralamayacak... Alışkın olacak. Başka çaresi yok...
Bir de muhterem kardeşlerim, dervişliğin çeşitli şekillerde tarif edilebileceğini düşünüyorum. Dervişlik, ölüme hazırlıklı olma mesleğidir. İnsan, her an ölebilir; o halde ölüme hazırlıklı olmalıdır. Bir de ölen insanların çeşitli ölüm durumlarına bakıyorum da, ölümün çeşitleri var... Allah bize, güzel bir ölümle ölmeyi nasib etsin... Nasıl olsa öleceğiz, bir defa öleceğiz. Allah, bu ölümün güzel bir tarzda olmasını nasib etsin... Ölümden korkmakla, kaçmakla, titremekle ölüm de geriye gitmiyor. O halde ölümün şekli şemaili çok önemlidir. İnsan, düşmana eğilmeden, düşmana taviz vermeden, düşmanın önünde zelil olmadan, düşmanın kendisini hor etmesine fırsat vermeden, zamanı geldiğinde güzel bir ölümle ölmeyi de bilmelidir.
Emin olun bakıyorum şu anarşist kızlara filân; "Yâ bunlara kim öğretti bunları?.." diye hayret ediyorum. Polisle, askerle çatışmaya giriyor. "Şu anarşist, ölü olarak ele geçti." deniliyor. Kız, dairede kıstırılmış; teslim olmuyor, çarpışıyor. Bu önemli bir husus...
Buraya toplandınız. Umumiyetle gençler geliyor. Biz aslında talebeler için yapmadık bu programı... --O kardeşimiz de bilsin!-- Bu talebe eğitim kampı değil... Talebe eğitim kampını daha başka yerde yapardık. Ama, umumiyetle gençler, bu meseleleri biliyor ve geliyor; müteşekkiriz. Onların da tabii enerjisi var, parası az... Ne yapalım, bizim de paramız az... Onun için, parayı böyle bölüşerek yapmak zorunda kalıyoruz faaliyetleri... Hepsini biz versek, sizi misafir etsek; ama yok... Bence bu paralar ne olacak?.. Fazla olduğu zaman zaten, "Faysal Finans'a mı yatırayım, El-Baraka'ya mı yatırayım, arsa mı alayım?" filân deniliyor. Olanı yeter; o da Allah yolunda fedâ olsun...
Burdan döndükten sonra ne olacak?.. Burdan döndükten sonra, gittiğiniz yerde --nerede oturuyorsanız, ne iş yapıyorsanız-- savaşa her yönüyle hazırlanacaksınız:
1. "Bir savaş olmaması için gayret!" faaliyetleri içine bütün gücünüzle gireceksiniz.
2. "Eğer savaş olursa..." ihtimaline karşı en iyi bir şekilde hazırlanacaksınız. Tabii, hazırlıklı olmanın en başında, Allah'ın huzuruna çıktığı zaman, mahcub olmayacak bir durumda olmak ve her türlü günahtan kesilip, tevbe edip, Allah'ın yoluna girmek; tevbe-i nasuh ile tevbe edip, Allah'ın yoluna girmek geliyor.
3. Gittiğiniz yerde çalışacaksınız. Eğer sizin kasabanızda vakfımızın bir şubesi veya bizim bir derneğimiz bile yoksa, yazıklar olsun size!.. Bir köy bile olsa, mutlaka bir derneğiniz olacak, bir düzeniniz olacak ve bu meseleleri konuşacaksınız, düşüneceksiniz... Hepinize görev düşüyor. Bu bir büyük yüktür, sosyal yüktür, ümmetin yüküdür, insanlığın yüküdür, faziletin yüküdür, Allah'ın yüklediği bir yüktür. Bu yükten hepiniz bir parça sırtlayacaksınız ve çalışacaksınız gittiğiniz yerde... Mutlaka derneğiniz olacak, vakfa katılımınız olacak; mutlaka sosyal çalışmaları yapacaksınız, mutlaka kültürel çalışmaları yapacaksınız... Mutlaka dergilerimizi okuyacaksınız, okutacaksınız, yayacaksınız... Mutlaka dergilerde söylediğimiz çalışmaları yapacaksınız... Yâni burdan, "Tatil bitti, çalışmaya gidiyoruz!" diye düşünüyorum.
Allah hepinizden razı olsun...
SORU:
Bosna'ya gitmek istiyoruz, uygun görürmüsünüz?
CEVAP:
Ben, bizim kardeşlerimizin Bosna'ya gittiği zaman, çok büyük fayda sağladıklarını sanmıyorum. Afganistan'a gittikleri zaman da büyük ölçüde öyleydi. Umumiyetle onlara yük oluyorlar. Çünkü, dillerini bilmezler, arazilerini bilmezler... Ama, moral veriyorlar. Yâni, onlar Türkler'i seviyorlar; Türkler'in oraya gelmesinden moral buluyorlar. Tabii, bunların da onlara verecekleri bazı şeyler olabilir. Münasib durumda olanlar gidebilir. Ama, herkesin gitmesi gerekmez. Çünkü, İslâm Alemi'nin her tarafında savaş var, her yerde hizmet var... Tabii, en yakın yerleri öncelikle kollayıp, ondan sonraki uzak yerlere de yardım elini uzatmak lâzım!..
Hocaefendilerin ifadeleri beni fevkalâde titretti ve heyecanlandırdı. "Batıda, mağribde bir müslüman kadın esir olsa, maşrıktaki bütün insanların, cümle cihan halkının ellerinde ne kadar parası varsa verip, ne yapıp yapıp o kadını kurtarmaları gerekir!.. Bunu yapmadıkları takdirde, vebal altında kalırlar, sorumlu olurlar. Allah onları mes'ul tutar!" diye bildirildiğine göre, herkesin ona göre çalışması lâzım!.. Elbette bütün gayreti gösterecek...
SORU:
Bosna-Hersek'te Sırplar'ın üzerinde Türk jetleri bir defa bile uçsa, Sırplar bu zulmü yapamaz!" diye düşünüyorduk; yanlış mı?..
CEVAP:
Yanlıştır. Böyle palyatif tedbirlerle, bu işler hallolmaz. Bunun öncesi vardır, ortası vardır, devamı vardır, sonu vardır... Düşmanı tanımadan şey olmaz. Düşman sadece Sırp değil ki!.. Bütün Rus gemileriyle Tuna nehri boyundan, Ukrayna'dan, Beyaz Rusya'dan, Birleşik Devletler Topluluğu'ndan, Romanya'dan, Bulgaristan'dan yardım geliyor... Yâni, bir jet uçarsa, onlar da bir füze fırlatırlar!.. Ben, meseleyi bu kadar basit bir mesele olarak algılamayı, yanlış olarak görüyorum.
SORU:
Hazırlık için, ruhsatsız kaçak silah alabilirmiyiz?
CEVAP:
Hayır, kaçak silah almayın! Her şey usûlüne uygun olsun!.. Sivil savunma uzmanlarıyla tanışın!.. Askerlerle tanışın!.. Meselâ ben, Muzaffer Özdağ'ın konuşmalarından çok memnun oldum. Hocaefendi gibi çıktı; hamd ile, senâ ile, son derece dindarâne sözlerle konuşmasına başladı. Tanışmakta büyük faydalar olduğu kanatindeyim. Çünkü, onlar bizleri gerici olarak görüyor, çok ters bakıyor; biz de cephe olarak onları, vatanın menfaatlerini kollamasını bilmeyen, görevlerini yapmayan insanlar olarak görüyoruz. İşin asıl bu... Hattâ onun için, Muzaffer Bey diye başlayan bir soru yöneltmişlerdi burdan... Biraz da böyle, "Askerler bu meseleleri biliyorlar mı? Bunlarla ilgileniyor mu?" gibi sitemli bir ifadesi de vardı. Birisi böyle bir soru da sormuştu.
Maalesef Türkiye'de askerlerle millet, zaman zaman karşı karşıya gelmiştir, getirilmiştir. Milletin askere kırgınlığı olmuştur; askerin millete yan bakışı olmuştur. Bunun bitmesi lâzım, bunun çözülmesi lâzım... Çünkü, düşmanın elde ettiği faydalardan birisi de. sizin bütünlüğünüzü parçalamaktır. Yâni, siz parça parça parçalandığınız zaman; o, şıkır şıkır oynayacak demektir. O bakımdan bu meseleleri halletmeli...
SORU:
Ben kuzey Kafkasya'da bulunmuştum. Yine oraya dönmek üzere olan birisi olarak, sizi bir başka alâka ile dinlemiş bulunuyorum. Bazı direktiflerinizin olmasına binaen bunu belirtmek istedim.
CEVAP:
Muhterem kardeşlerim! Bizim Kafkasya'daki mücadeleleri bilmediğimiz ortada... Çok az biliyoruz. Gazetelerden biliyoruz, gazetelerin yazdığı kadarıyla biliyoruz. Tarafların hangisi bize yakındır, hangisi uzaktır; ondan haberimiz yok!.. Bunların mutlaka istihbarat yönünden, yâni haberi doğru olmak, dostu düşmanı doğru tanımak yönünden, mutlaka çözümlenmesi lâzım!.. Yardım edilecek tarafa, mutlaka yardım etmemiz lâzım!.. Yardımı da böyle zerre zerre değil, vurduğu zaman götürecek kadar kuvvetli yapıp oradaki işi bitirmek lâzım!.. Çünkü, düşmanı Kafkasya'da durduramazsanız, Bosna'da durduramazsanız; o zaman daha yakınlarda, daha dezavantajlı hallerde çarpışmak zorunda kalırsınız.
SORU:
Diğer cemaatlerle ittifak kurup beraber hareket edebilir miyiz?
CEVAP:
Çevrenizdeki çeşitli cemaatleri, kafa yapılarını, seviyelerini, hattâ düşman grupları düşünürsünüz. Çünkü, basında ve televizyonda günlerdir, "Kahrolsun Şeriat!" diye bağıran insanlar çıktı karşımıza... Bunlar Sırp dölü müdür, neyin nesidir?.. Onların burda beşinci kolu mudur, müttefiki midir?.. Şeriat, İslâm demek!.. Yüzde doksandokuzu müslüman olan bir ülkede, İslâm'a "Kahrolsun!" diyebilir mi bir insan?.. Bu kadar şuursuz olabilir mi?.. Bunlara kim dedirtiyor, nasıl dedirtiyor?.. Sonra savaş olursa, bunlar kimin tarafında yer alırlar?.. Dışardan Yunanistan, Bulgaristan saldırırsa, bunlar ne yapar?.. Bunları bilmek lâzım...
Belki soylarını kurcalasan Ermeni çıkacak, belki başka şey çıkacak... Irken kimseyi suçlamıyorum ama, davranış olarak müslümanı parçalamak, arkadan hançerlemek, halkı birbirine kırdırmak çalışması gibi çalışmalar yapılıyor. Hatta bir takım gazeteler de hıyanet içinde...
SORU:
Diğer cemaat ve liderler, İslâm aleyhine yaklaşan bu tehlikelerin farkında değil mi?
CEVAP:
Sanıyorum gazeteleri okuyorsunuz. Bizim yıllardır söylediğimiz şeyler, şimdi artık onlar tarafından da söyleniyor... Bir çok kimse, köşe yazarı, "Birlik beraberlik zamanıdır; tefrika zamanı değildir!" diyorlar.
Birleşmeleri için bir güzel zemin... İnşaallah ileriye dönük olarak olur. Hepsi meselelerin yavaş yavaş farkına vardılar. Taşın sert olduğunu, ateşin yaktığını, suyun boğduğunu anlamaya başladılar.
SORU:
Bizim bu çalışmalarımızı, sözlerimizi ve hazırlıklarımızı hafife alanlar olduğunu; onlarla karşılıklı konuştuğunu anlatıyor bir kardeşimiz.
CEVAP:
Muhterem kardeşlerim!.. Polisler, bir cinayeti bir parmak ucunun izinden tesbit edebiliyorlar... Bir saçın pıçağa yapışmış telinin mikroskopla incelenmesinden; damlayan bir kanın tahlilinden, bir delilden faili çıkartıyorlar... Yâni, bizim müslümanlara hayret ediyorum ki, böyle küçük delillerden bile, leb demeden leblebiyi anlamaları lâzım gelirken; kulaklarının dibinde davul çalındığı halde; gümbür gümbür olaylar üstüne geldiği halde, hâlâ hafife almak; herhalde ağustos böceği zihniyeti olsa gerek... Kışın anlayacaklar!..
SORU:
Bir harb halinde hassas bölgelerde bulunan illerden, cemaat olarak iç bölgelere çekilme yapılabilir mi; yoksa, bir kaç yakın il ile aynı hassas bölgede mücadele mi vermek gerekir?.. Bu durumda cemaatten iç bölgelere çekilmeler olursa, sayı az olursa, bulunduğumuz yerleri terketmemek mi lâzım; nasıl hareket etmeliyiz?
CEVAP:
Şimdi, ölümden kaçılmıyor, kaçılmaz, kaçılmamış... Amma, tedbirler alınıyor. İhtimal olarak söylenilen birinci şık, ikinci şık neyse, hepsine gerek var. Çoluk çocuğunuzu köyünüz olan, amcanızın, dayınızın olduğu falanca yere gönderirsiniz; --o daha âsûde bir yerdir-- ama, siz orda görevinizi yaparsınız, böyle bir durum olduğu zaman... Hepsi yerine göre, bölgesine göre düşünülecek bir şey... Ben, değil bazı şehirleri korumak; bazı yerlere hücum etmeyi bile düşünürüm! Yâni, ne diye terkedeyim?..
SORU:
Bizim en büyük dezavantajımız, bilim ve teknik bakımından hasımlarımızdan geri olmamız... Yarı aydınlar bunun sebebinin dinimiz olduğunu düşünüyor. Böyle olmadığını biliyorum; fakat yine de, bilim ve teknoloji konusunda yeterli olmadığımızı düşünüyorum.
CEVAP:
Bizim gerilememize sebep olanlar, bizi şu anda İslâmî yönden tenkid edenlerdir, o zihniyettir. Bizim yürüyüşümüzü engelleyen, kalkınmamızı baltalayan, bütünlüğümüzü dağıtan; bizim kültürel değerlerimizi tahrib eden; bizim sosyal bünyemizi mikrop gibi içerden kemiren bu insanlardır. Biz bundan çok daha fazla dindarken İstanbul'u almışız. Yâni, din gerilik olsaydı, Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u asla alamaması lâzım gelirdi. Din geriliğin sebebi olsaydı, İslâm dini zuhur ettikten kısa bir zaman sonra üç kıtaya yayılamazdı... İslâm alimleri dünyanın en meşhur, en büyük şahsiyetleri olamaz ve yazdıkları eserler Avrupa üniversitelerinde okunmazdı. İslâm üniversitelerine Avrupadan öğrenciler gelmezdi. Krallar, müslüman emirlere, "Ne olur, benim evlâdımı üniversitenize kabul edin! Eti sizin, kemiği benim!" diye yalvarmazdı; eğer İslâm gericilik olsaydı, teknik bakımdan geri kalmak dinden dolayı olsaydı...
Teknik bakımdan geri kalmak, dinsizlikten olmuştur, moral bozukluğundan olmuştur... Kültürel dejenerasyondan olmuştur... Körü körüne batıyı taklid edenlerden olmuştur. Onların belâsını hâlâ çekiyoruz.
Osmanlı Devleti'nin parçalanmasına sebep olanlar da, beşinci kol gibi içerde çalışan onlardır. Hâlâ da, muzırlıklarının radyasyonu bize zarar vermektedir. Onlar olmasaydı, çok daha iyi olurdu. Kur'an-ı Kerim'in üçüncü sayfasında, Allah bu tipleri bize bildiriyor:
(Ve izâ kıle lehüm lâ tüfsidû fil ard, kalü innemâ nahnü muslihûn) "İnsanların bir kısmı kâfirlerdir. O kâfirlere, 'Yeryüzünde fesat çıkarmayın!' dersiniz. Onlar, 'Biz fesat çıkarmıyoruz; biz islah edicileriz.' derler." diyor. O onların kuruntularıdır; işin aslı böyledir. "Dervişlik, miskinliktir... Dindarlık, gericiliktir..." Peki, tarihte niye öyle olmadı?.. Niye Şeyh Şamil, Kafkasya'da Ruslar'a senelerce Azak denizi kadar kan döktürttü, durdurttu?.. Niye İslâm alimlerinin kitapları Avrupa'da okundu?.. Avrupa'nın rönesansı ve reformu, müslümanların tesiriyledir, müslümanların bahşişidir...
Avrupalılar'ın Amerika'yı bulması müslümanlardandır. Onların kılavuzları müslümanlardandı ve "Afrika'nın büyük bir İslâm imparatorunun çocuğu, ikiyüz gemi ile, deniz içindeki nehirlerden faydalanarak bir başka kıtaya gitmiştir." diye, Amerika'yı müslümanların bulduğunu, vesikalar söylüyor şimdi... Yâni, gitmiş ve geri gelmiş... İkiyüz gemi gitmiş, üç gemi geri gelmiş. Ya telef oldu yollarda, ya da gidenler orda kaldı. Orta Amerika ve Güney Amerika'ya müslümanların Kolomb'dan çok önce geldiği; Kolomb'un da zaten, "Müslüman gemiciler bir yerler buldu, oralarda bir şey var." diye kraliçelerini öyle ikna ettiği, tarih kitaplarından biliniyor.
Yâni, batının her türlü gelişmesi İslâm sayesinde olmuştur. Ama bunu batılılar bilir, bizim mutaassıb devrimbazlar bilmez. Bakın, Dr. Sigrid Hunke'nin bir kitabı vardır: "Avrupanın Üzerine Doğan İslâm Güneşi" diye... Avrupanın nasıl geri bir durumda iken, müslümanlardan feyz alıp, istifade edip rönesans ve reformu yaptığını orda görebilirsiniz.
SORU:
Çalışma ve faaliyet alanlarımızı, başyazılarınızdaki hedefler doğrultusunda yapmak için izin verilmiş oluyor mu?
CEVAP:
Zaten niye yazıyoruz?!.. Allah doğruyu, hakkı göstersin; işletsin... Yâni, sadece bilgi insana vebaldir.
(El ilmü bilâ amelin vebâlün) Biliyor, yapmıyor; vebaldir. Bilecek, yapacak... Elinden geldiğince yapacak, hem de ötekilerden çok daha fazla çalışarak...
Bugün Amerika, Japonların ekonomik istilası altında... Japonlar, Amerikan şirketlerinin bile hisse senetlerini alıyorlar. Amerika'yı ve Avrupa'yı, ekonomik yönden sarsma çalışmaları içindeler ve dünyanın yedi süper devletinden birisi durumundalar... Bunu sağlamaları, aşırı çalışmalarındandır. 29-30 yaşında sürmenaj olup ölmelerindendir. Amerika'nın Newyork şehrinde, Manhatten iş merkezinde, Amerikan iş yerlerinin ışıkları saat altıda sönerken, Japonlar'ın ki dört saat daha devam eder, onda söner. Dört saat daha fazla çalışarak, o başarıyı sağlarlar. O halde sizler de, şuursuz halkımızın karşısında, onların yanında en aşağı dört saat veya altı saat veya sekiz saat daha fazla çalışarak, başarı hususunda fiilî gayretlerinizi göstermiş olacaksınız.
Allah, hakkı göstersin, hakkı işletsin... Rızâsını kazandırsın... Huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varmanızı nasib eylesin... Bi hürmeti esrarı sûretil fâtiha!..
31 Ocak 1993 - NEVŞEHİR