Ama, "Yeni Dünya Düzeninde Türkiye'nin Konumu"; bu bana bir kere isim olarak faullü geldi, yabancı geldi, yanlış geldi. Çünkü, Yeni Dünya Düzeni bizim düzenimiz değil ki, Amerika'nın düzeni!.. Amerika'nın dünyaya hakim olma düzeni... Amerika'nın felsefesi, Amerika'nın millî felsefesi, millî hayali, millî ülküsü... Dünyaya yeniden nizam verecek bizim coniler; yeni dünya düzeni olacak!?.. Bizim orda, Yeni Dünya Düzeni'nde konumumuz değil; Yeni Dünya Düzeni'ne karşı durumumuz bahis konusu olabilir. Arada bir fark var yâni.
Fuzûlî'nin bir beyti var, diyor ki:
Fakir olduysa zâtım, kimseden sağınma ke men;
Fakîr-i pâdişah âsâ, gedâ-yı muhteşemem.
"Her ne kadar yoksulsam da, kimseden aşağı olduğumu kimse sanmasın. (fakîr-i pâdişah âsâ) Padişah gibi bir fakirim ve (gedâ-yı muhteşemem) muhteşem bir gedâyım." Padişah gibi bir fakiriz elhamdü lillah ve muhteşem gedâlarız biz. Evet, yoksuluz... Bütçemiz açık veriyor... Dış borçlar 60 milyar dolara gelmiş... --Rakamları da hiç sevmem. Konum rakamlar değil, kelimeler ve güzellikler olduğu iddiam var. Hatırımda da tutmuyorum sevmediğim için. Ama, çok borçlanmışız dışa karşı filân diyor gazeteler.-- Ama, padişah gibi bir fakir olduğumuz için, onurumuz var. Kimsenin öyle uydusu ve kuyruğu veya izinden veya peşinden gitme niyetimiz yok doğrusu... Tek başımıza kalsak bile, dosdoğru bildiğimiz yolda gideriz.
Merkez-i hâke atsalar da bizi,
Kürre-i arzı patlatır, çıkarız.
Bu da Namık Kemal'in sözü. Onun için, hepimizde de bu arzu var, biliyorum. Bu bizim sosyal kabadayılığımız ve onurumuzdur. Hakîkaten kimseye râm olmak, teslim olmak ve hizmet etmek yapımızda yok... Mayamızın içine böyle bir şey katılmamış...
Onun için, "Yeni Dünya Düzeni'ne karşı Türkiye'nin durumu" olabilirdi bence. Kardeşlerimiz böyle bir konuşmayı önceden benimle yapsalardı, böyle düzeltmeyi bilmiyorum onlar da uygun görürler miydi?.. Veya ne olabilirdi?.. "Dünyadaki hızla değişen şartlara göre Türkiye'nin durumu" denilebilirdi. O zaman, kimseye de sataşmış olmazdık. Kimsenin de karşısına böyle kabadayı olarak çıkmamış olurduk. Yâni sadece herkesin kendisi, hürriyetlere göre, insan haklarına göre kendi hayatını tanzim etme hakkı olduğuna göre, milletlerin de böyle bir hakkı olduğuna göre; biz de, "Yeni şartlara göre ne yapabiliriz?" diye kendimizi düşünmüş olurduk. Kimseye de bir sataşma olmazdı. Belki böylesi mizâcımıza daha uygun olurdu. Şöyle diyelim bu konuşmayı: "Dünyanın hızla değişen yeni şartlarına göre Türkiye'nin konumu ne olabilir?"
Siz öğrencisiniz, ben de edebiyatçı emekli bir profesör... Kendi sahamız değil ama, hayal etmek serbest; hayallere zincir vurulamıyor. Düşünmek de serbest... O bakımdan bunları düşünebiliriz.
Ayrıca bir de, benim şöyle bir özel görüşüm var : --bilmiyorum nasıl görürsünüz-- Meselâ ben dikkat ediyorum, Türkiye politikasında bir ara askerler hakim olmuş; Mustafa Kemal asker, İnönü asker... Ondan sonra Cemal Gürsel'e kadar, devletin yüksek mercîlerinde askeriyenin hakimiyeti... Ondan sonra da kalkınmak için çalışan, ikiyüz yıldır bunun uğraşını veren bir topluluk olarak mühendisler gözde olmuş. Şu andaki politik manzaraya bakacak olursak: Süleyman Demirel mühendis, Erdal İnönü mühendis, Necmeddin Erbakan mühendis, Turgut Özal mühendis... Muhsin (Yazıcıoğlu) Bey mühendis mi, bilmiyorum. Galiba, tam böyle meslekten olan bir Aydın Menderes var galiba...
Yâni, devletin yöneticileri olan kimseler ya asker kökenli, ya hendese kökenli... Ama, devletin uğraş sahalarını ve devletin muhtaç olduğu stratejiyi çizecek olan kafaların sahib olması gereken genişlik, bu mesleklerde yoktur. Doktor, veya mühendis, veya asker, spesifik bir mesleğin özel bir alanının sahipleridir. Tabii bu alan ne kadar özel olursa, ihtisaslaşma --yâni, bilgisinin derinleşmesi-- o kadar kuvvetli olacağı için, biz bunu saygıyla karşılıyoruz ama; böyle dar görüşlü mesleklerin sahiplerinin devletin yönetimine sahib olması ve devletlerin stratejilerini çizmeye çalışması doğru olmaz.
Şeyh Sa'dî'nin bir şiiri var: "Kötü demirden iyi kılıcı kim yapabilir?" diyor. Yâni, bir kere malzemenin uygun olması lâzım. O bakımdan ben, meselâ Siyasal Bilgiler'den mezun olan kimseleri, devletlerin stratejilerini çizmeleri bakımından daha uygun görüyorum... Hukukçuları uygun görüyorum. Çünkü, hukuk hayatı, insanların birbirleriyle münasebetlerini tanzim eden bir alan olduğu için, insanla daha yakından ilgili... Herhalde, --eninde sonunda benim edebiyat fakültesinden mezun olduğumu öğrenip de, sonra tarafgirlik yapıyor demeyin ama-- edebiyat fakültesinde öğretilen konuların insana daha yakın; edebiyatın insanı en iyi tercüme eden alan olduğunu ve insan ilimleriyle meşgul olan kişilerin, insan topluluklarıyla meşgul olan kişilerin bu stratejileri çizmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Eğer bizim millî stratejilerimizde ulusça tenkid ettiğimiz; gazetelerde, basında mütefekkirler tarafından tenkid edilmiş hususlar varsa; sanırım ana sebep, meslekleri yetersiz olan insanların bu işleri düşünmüş ve kararlaştırmış olmasından kaynaklanıyor. İnsanı tanıyan, halini bilen, sosyal yapıyı tanıyan, sosyolojiye vakıf; toplumu, toplumun kanunlarını, toplumun psikolojisini, milletlerin kültürel yapılarını bilen insanların bu konularda da sağlıklı düşünebileceğini, reel ve güzel kararları alacağını düşünüyorum. O bakımdan, kendimi biraz bu konulardan da uzak saymıyorum.
Ama tabii, en başarılı insanlar, bir konuyla meşgul olurken, o konuda mütehassıs olmuşken, öbür konuya da el atıp, bu konuya kendi konusunun tecrübelerini taşıyan ve aşılayan insanlar oluyor. Yâni, bir ağacın da kendisinin mahsulü iyi olmuyor da, bir başka ağaçtan kesip de aşı yaptığınız zaman daha verimli oluyor. Onun gibi düşünüyorum. Çünkü, o mesleğin klasik, rutin sahiplerinin göremediği şeyleri, dışarıdan oraya gelen ve bir de öbür mesleğinden bilimsel kafaya sahip olmuş bir insan, daha objektif olarak bakıp, daha güzel şeyler getirebiliyor.
Ben, Türkiye'nin sosyal ve kültürel stratejisini düzenleyen insanların, şimdiye kadar pek büyük hatalar yaptıklarını tesbit eden kimselerden birisiyim. O bakımdan, burada konuşmamda bu konuyu anlatırken, onlara da temas edeceğim.
Dünya hızla değişiyor... Gözümüzün önünde değiştiği için, siz de sanırım derslerinizin arasında radyo dinleyip, televizyon seyredip, gazeteleri karıştırdığınız için, bu değişmeleri görüyorsunuz. Biz de sizin gelişmeye başladığınız zamandan biraz daha önceleri biliyoruz. İki kutup vardı dünya üzerinde... Doğu Bloku ve Batı Bloku diyorduk. Batı, kapitalizmi ile tanınmıştı. Avrupa ülkeleri ve Amerika buna dahil olarak düşünülüyordu. Bu Batı Bloku, umûmiyetle hristiyan kültürüyle yetişmiş, kapitalist bir topluluktu. Tabii, sosyalizm ve komünizm de onun içinden çıkmış ama, genel yapısı itibariyle böyleydi.
Doğu Bloku da Rusya ve onun etrafındaki peyk veya uydu dediğimiz ülkeler ve istilâ ettiği ülkelerin ve ondan sonra Kızıl Çin'in katıldığı bir blok idi. Onlar da komünizmi esas almışlardı. Biz, bu iki devenin arasında veya filin arasında, biraz da aşağısında bir ülke idik. Bunlar arasında ayak altında ezilmememiz veya aralarında sıkışmamamız gerekiyordu.
II. Cihan Harbi'nden sonra Rusya bizden Kars'ı ve Ardahan'ı istemeye kalkınca, bizimkiler de bir korunma ve savunma çaresi aradılar. Bu korunma ve savunma çaresi arasında, kendi istekleriyle müracaat ettiler, NATO'ya dahil oldular. Halbuki, NATO da Türkiye aleyhine bir kuruluştu. Belki bunu bilmiyorsunuz ama, bu noktada size bu sözümün kesin olduğunu, özel, şahsî bir görüş olmadığını söyleyebilirim.
Bunu şuna benzetebiliriz: İki boksör ringde çarpışıyor. Yumruklar yağıyor iki tarafa ama, birisi biraz fazla darbe yiyince, karşı tarafa yumruk vuramayacak duruma gelince ne yapar?.. Kendisine yumruk atana yanaşır ve sarılır. O zaman hakem ikisini ayırır. Yani yanaşmak, yumruk yememenin bir çaresi oluyor. Onun için, Türkiye de NATO'dan yumruk yememek için, NATO'ya girmiştir. Ama, NATO'nun ana felsefesi, tehdit eden güçlere karşı Avrupa'yı korumaktır. NATO'nun ana felsefesi budur.
1950'li yıllarda Türkiye'de neşredilen --belki 60'lı yıllarda, tarihini çok iyi hatırlayamayacağım; tarih de rakam olduğu için, onu da sevmiyorum, onlar da kafamda kalmıyor-- NATO Dergisi vardı. Morumsu mavi bir zemin, üstünde Ortaçağ'dan bir gravür... Avrupa'yı tehdit eden düşmanları esas almış ve bu düşmanlardan birisi olarak da biz Türkler'i yazmış!.. Dehşetli sinirlenmiştim ve o mecmuayı saklamıştım. Kütüphanemi karıştırsam, belki bulabilirim o mecmuayı... Orada Türkiye'yi, Avrupa'nın birliğini, bütünlüğünü tehdit eden bir yabancı kuvvet, düşman kuvvet olarak yazıyordu. Ben de, baştan sona kadar makaleyi okumuştum o zaman. Ve Türkiye'de Türkler için yazılmış, Türkçe yazılmış... İngilizce yazılsa, Avrupa milletlerinden birisinin konuştuğu dilde yazılsa; diyeceğiz ki, "Kendilerine yazmışlar, biz duymayız diye düşünmüşler." Ama, Türkler için yazılmış... NATO Dergisi'nde bunu açıktan yazmaları, bence büyük bir küstahlık... Yâni, nezaketsizlik.
Biz nezaket denilen şeye önem veririz. Karşı tarafı kırmamaya dikkat ederiz. Girdiğimiz evde, yemek yerken, hal hatır sorarken, davranışlarımızda, bizim tarihten gelen kültürel bir varlığımız var. Adamlarda böyle bir şey yok tabii. Babasının karşısında sigara içer... Babasının tabağının altına yemeğin faturasını koyar... Ayaklarını masaya dayayıp, babasıyla öyle konuşabilir... İsmiyle hitab edebilir... Bizde olmayacak şeyler. Yâni hayret ederiz bu gibi durumlara...
Bunlar, böyle şeyleri yapıyorlar ama, NATO'nun Türkiye'yi düşman olarak gördüğü bir gerçek!.. Osmanlılar Avrupa'ya hücum etmişler, Viyana'ya kadar gelmişler diye, Avrupa birliğini tehdit eden bir düşman olarak görmüşler.
İşte, bizi böyle gören bir gruba biz iltihak ettik. Çünkü, hani Mecelle diye bir eski büyük hukuk çalışması var... O Mecelle'nin başında "kavâid-i fıkhiyye-i külliyye" vardır. Yâni, hukukun genel kuralları... --İslâm'a göre-- Yüz kadar kural vardır burda... Orda bir kural vardır ki, "Ehvenüş şerreyn ihtiyar olunur." derler. Yâni, iki tane şer --şerr, kötülük demek-- karşınıza gelse; birisinin zararı %10, birisinin zararı %70... Başka seçeneğiniz de yoksa, hangisini tercih edeceksiniz?.. %10'u tercih edersiniz. Yâni, "Zarardır ama ne yapalım? Zararın neresinden dönülse kârdır. Az zarar çok zarardan nisbeten iyidir." diye onu tercih ederiz.
Biz de Ruslar'ın çok hızlı olduğunu düşünüp, Kars'ı Ardahan'ı istemesi, Boğazlar'ı istemesine filân bakarak; onların buraları almasını istemeyen Batı'ya --böylece onun da yumruklarından korunuruz diye-- yamanmışız, NATO'ya girmişiz. Onlar da bu durumu biliyorlar, biz de biliyoruz; ama, halkımız bilmiyor. Her şeyi gül-pembe göstermişler...
Halkımız, Batılılar bizim dostumuz diye düşünür. Ve Kuzeyliler bizim düşmanımız diye düşünür. Böyle bir genel kanaat vardır. "Almanya çok güzel dosttur, Amerika dosttur; ama, Rusya düşmandır." diye düşünür. Halbuki, dedelerimiz meseleyi çok kesin bitirmişler, halletmişler, atasözlerine indirmişler; çünkü, cihan tecrübesine sahipler. "Domuzdan post, gâvurdan dost olmaz!" demişler, bildirmişler. Yâni, hepsinin niyetinin ne olduğunu bildikleri için...
Ve biz burada hakîkaten bir müddet kendimizi korumuşuz. Buna da alıştırmışız kendimizi... Ben hatırlıyorum, İlâhiyat Fakültesi'nde profesörken, Rus Sefareti'nden bize yemek daveti, kokteyl daveti vs. gelirdi; ama, biz oraya gitmeye çekinirdik. Yâni, adımız Rus Sefareti'ne gitmiş hocaya, profesöre çıkar diye, gidemezdik. Bu kadar bir endişe vardı. Ben sonradan anlıyorum, ne kadar yanlış hareket ettiğimizi... Bizim Rusya'yı tanımamız lâzımdı, Rusça'yı öğrenmemiz lâzımdı. Rusya'daki Türkleri araştırmamız lâzımdı. Onların dillerini edebiyat fakültelerinde öğrencilerimize öğretmemiz lâzımdı... Balkanlar'daki Balkan dillerini öğrenmemiz lâzımdı... Türkiye'nin dışındaki bizden olan insanları aslâ ihmal etmememiz gerekirdi. Mümkünse gitmemiz gelmemiz gerekirdi... Bunları yapmamışız.
Bu bloklaşma böyle uzun zaman devam ettikten sonra, birden Rusya'nın taraf olmaktan çıktığını görüverdik. Ama bu, tabii benim söylediğim gibi birden olmadı. Şaşılacak bir şeydir ki, "Bu bloklaşmayı bırakalım!" diye ilk teklif Ruslar'dan geldi. Avrupalılar mütereddit karşıladılar. "Silahları indirelim!" tekliflerine kuşkuyla baktılar. Ama sonunda, onlar da ölçtüler, biçtiler ve bu işi uygun gördüler.
Silahlar azaltıldı; Rusya büyük paralar alarak Doğu Almanya'dan çekildi. Kuvvetleri azaltmayı, atom başlıklarını yok etmeyi, tankları vs.yi imha etmeyi imzaladılar. Böylece doğu ile batı arasında bir kutuplaşma kalmadı.
Eski bir hariciyecimizin konferansına gitmiştim, bunu o nakletmişti: Amerikan elçisine, Rus elçisi Washington'da demiş ki, "Size karşı müthiş bir oyun hazırlıyoruz!.." "Nedir o?" demiş. "Sizi rakibsiz bırakacağız!" Yâni, "Karşınızdan çekileceğiz. Siz bizimle rakib olmaktan istifade ediyorsunuz, sizi rakipsiz edeceğiz." demiş. Demek ki, Rusya'nın da kendisine göre bir takım hesapları var... Millî hesapları, düşünceleri, veya istikbâle yönelik stratejileri, planları, korkuları var... Hep öyle olmuş.
Bu, bizim için birden oldu ama, ben bir bakanla görüştüm, --isimlerini söylemiyorum, kusuruma bakmayın; isimler hatırımda ama böyle anlatıyorum-- dedim ki: "Amerika'daki Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, 1993 yılı ağustosunda Türkiye harbe girecek diyor. Bu falcı mıdır? Bu senaryo ihtimal mi demektir, plan mı demektir, proje mi demektir?.. Hakîkaten bunlar bu savaşı, kazanın altına odunları atıp ısıtmağa başladılar mı?.. Öyle mi düşünüyorlar, yoksa sadece bir hayal gücü müdür?.." filân diye sormuştum da; "Hocam, o ciddî bir müessesedir. Kocaman bir gökdelen binası vardır. CIA ile de ilişkilidir. Ben onlara bir brifing münâsebetiyle gitmiştim, bakan olduğum sırada; Türkî Cumhuriyetler sözünü ilk defa onlardan duymuştum, 16 yıl önce." demişti. Demek ki bizim birden gördüğümüz sahne değişikliğinin hazırlıkları çok öncelerden yapılmış. İhtimaller düşünülmüş, yeni gelişmeler üzerine de senaryolar hazırlanmış ama, biz meseleleri geç öğreniyoruz. Acaba halk olarak mı geç öğreniyoruz?.. Halk olarak geç öğrenmemiz, bir mazerettir. Çünkü, halkız; hepimizin ayrıca meslekleri var. Ama milletçe ve devletçe ve dış politika yönünden eğer geç öğreniyorsak; o zaman çok büyük bir zaaf, çok büyük bir gaf, çok büyük bir gaflet ve uyuşukluk demek oluyor.
Ben hatırlarım basını takib ettiğim zamanlardan, İngiliz gazetelerinden birisi veya dergilerinden birisi, çok yıllar önce "Sovyetler Birliği'nde Türkler'in nüfusu sür'atle artıyor, bu gidişle ikibinli yılların bilmem neresinde --2020'de, 2030'da-- Sovyetler Birliği'ne, nüfus patlaması dolayısıyla Türkler hakim olacak!" diye bundan 15 yıl kadar önce yazmıştı. Ben de .... Observer dergisinde böyle bir şey okuduğumu hatırlıyorum. Demek ki, onlar hesapları bizden önce düşünüp yapıyorlar. Maalesef biz geç öğreniyoruz.
Burada tabii Ahmed Mithat Efendi gibi şöyle bir köşeli parantez açıp, bir noktaya değinmek istiyorum: Peygamberimiz SAV buyurmuş ki:
(El ilmü hayâtül islâm) "İlim İslâm'ın hayatıdır, canıdır." Yâni, ilim varsa İslâm vardır. (ve imâdül îmân) "İmanın da direğidir." Yâni ilim varsa insanın mü'minliği sağlam durabilir. İlim yoksa, onun tenkidinden, bunun mesnedsiz verdiği vesveseden, bir filozofun söylediği bir abuk sabuk sözden, tereddütten, kuşkudan imanı sarsılabilir. İnançsızlığa düşebilir, buhranlara düşebilir. Kendileri de düşmüş filozoflar... Filozof Niçe meselâ, böyle olmuş.
Dinimizin hayatı ilim olduğu halde, imanımızın da direği ilim olduğu halde, biz ilimden geri kalmışız ve meselelerin çok ardından sürüklenerek takib ediyoruz. Yâni, iplerle bağlı olduğumuz için hareket eden bir atın arkasından sürüklenerek gidiyoruz; veyahut atın üstünden düşmüşüz amma ayağımız özengiye takılı kalmış, at gidiyor biz de paldır-kültür sürüklenerek gidiyoruz gibi... Tabii, inşallah, temenni ediyoruz ki, bu durumdan siz kurtarırsınız bizi... Yâni, böyle bilim çalışmalarıyla ve meseleleri müstakil olarak öz fikriyatınızla, kültürünüzle düşünerek kendiniz yeni şeyler bulursunuz diye, bu durumu değiştirmeyi sizden temenni ediyoruz, ümid ediyoruz.
Şimdi Avrupa'da bu durum değişti. Avrupa ve Amerika, Rusya'yı da kendi tarafına çekerek --peykleriyle, uydularıyla beraber-- bloklaşmayı kaldırdı. Bu bloklaşmayı kaldırdıktan sonra ne oldu?.. İşte bu bana teklif edilen "Yeni Dünya Düzeni" diye sözler ortaya çıkmaya başladı. Dünyada bir yeniden yapılanma ve düzenleme var. "Bu yeni düzen; yeni düzende şöyle olacak, böyle olacak!" diye sözler o zaman ortaya çıkmaya başladı. Ama, onun da temeli herhalde, 15-20 yıl önceye gider. Bizim için yeni ortaya çıkıyor bunlar.
Amerika'ya göre, Yeni Dünya Düzeni'nde --Amerikan mütefekkirlerinin düşüncesi--çarpışan güçler arasındaki dengeler sağlanacak ve Amerika dünya düzeninin bekçiliğini yapacak, koruyucu olacak, polisliğini yapacak... Amma, parantez içinde bizim bir yazarın, Yener Arıoğlu'nun değerlendirmesi var: "Petrol kaynakları korunup, batının elinde tutulacak!.." Yeni Dünya Düzeni'nin esasları bunlar...
İhtilâf olan yerlerde, ihtilâflar münasib bir şekilde çözülecek... Ortadoğu diyor; İsrail kelimesini hiç kullanmıyor ama, Kissinger'in filân ifadesine göre, asıl olan İsraildir. İsrail'le çevresindeki Irak, Suriye, İran ve diğerlerinin dengesi sağlanacak. Yeni Dünya Düzeni'nin amaçlarından birisi bu.
Uzakdoğu'da Japonya, Çin ve Rusya arasında dengeler kurulacak. Dünyanın başka yerlerinde zaten kendisine karşı koyabilecek büyük bir güç yok. O dengeler kurulduktan sonra da dünyanın bekçiliğini Amerika yapacak. Amerika için onurlu bir şey... Kuvvet de elinde olduğu için, her türlü isteğini de yerine getirebilecek.
Böylece Yeni Dünya Düzeni, aslında Amerika literatüründe ortaya çıkmış bir şeydir. Burda şunu da belirteyim ki muhterem gençler: Amerika'da ve Batı'da sosyal ve kültürel müesseseleşme çok ileri seviyededir!.. Biz de bu yok... Meselâ Amerika'da bir çok şeyler önceden düşünülsün diye, bir çok müesseseler kurulmuştur. Bir tanesi bu Stratejik Araştırmalar Enstitüsü'dür. Sonra "think-tank: düşünce tankı" diye çalışmaları vardır.
Sonra ben bir ara Amerika'ya gittiğim zaman, arkadaşlar gülerek gösterdiler: "Hocam, CIA'nın çalışmasına bakın, burada gazeteye ilan veriyor!" Diyor ki meselâ, "Kazakistan'dan Türkiye'ye gelen göçmenlerin göçlerinin zamanı, sayısı; Türkiye'ye geldikleri zaman yaptıkları işler, kurdukları kurumlar; yaptıkları neşriyat, çıkardıkları dergiler vs. vs..." Bunu ihaleye çıkarıyor CIA... "Var mı bunu inceleyecek?.. Altı aya kadar, bir seneye kadar inceleyene, şu kadar para vereceğiz." diyor. Getirdi, benim gözümün önüne koydu gazete ilanını... "Hocam!" dedi, "Sizin mesleğinizle ilgili de böyle ilanlar çıkabilir; ihaleye girermisiniz, siz de alırmısınız?" "Aman," dedim, "Allah korusun! Sonra nereye çıkar insanın adı?.. Sonra ben şahsen, karşı tarafa bilgi verme taraftarı değilim." dedim. Yani meselâ, bu konferansı benden İngiltere'de, Amerika'da isteseler vermem!.. Biraz kıskançlığım vardır. Ben, benim olan insanıma veririm benim bilgimi, tecrübemi... Başkasına vermek istemem. CIA'nın öyle bir ilanı olsa, ben o ilanla ilgili bir çalışmayı yapsam; oraya vermem, Türkiye'ye veririm. Ama Türkiye'ye verince, o nereye gider yine, bilmiyorum!.. O ayrı mesele...
Şimdi Avrupa'da da böyle müesseseler var. Genellikle, sosyal ve kültürel müesseselerin, hayır kurumlarının arkasında da --en büyük güç olarak-- kilise vardır. Hatta bu yeni değişmelerin, politik alanda görünen ilk olaylarını Polonya'da seyrettik. Çek Walessa isimli bir şahıs, komünizme karşı diretti. Komünist bir ülkede, yâni hiç hürriyet olmayan bir ortamda mücadelesini sürdürdü; sonra da kazandı. Polonya değişti. Ama bunun arkasındaki kuvvet neydi?.. Kiliseydi.
Kilise, Polonya'yı --dinsizlik ve ateizme bel bağlamış, onu kendisine bayrak edinmiş olan-- komünizmin elinden kurtarmak istemişti. Çünkü, halihazırdaki Papa John Paul, Polonya'lıydı. Vatanına dinî yönden yardım etmek istediğinden, onu komünizmin elinden kurtardı.
Kilise Polonya'yı kurtardı, Doğu Almanya'yı kurtardı... Biliyorsunuz, perdeyi biraz aralar da, daha geriye doğru bakacak olursanız; Avrupa Topluluğu'nun arkasında dinî duygu vardır, hristiyan kültürü vardır, ve hristiyan kilisesi vardır. Çok net olarak kendileri de ifade ederler. Yâni kitaplarda, muhtelif yazarların ifadelerini böyle kara kara çizerek tesbit ediyoruz.
Katoliklik vardır AT'nin arkasında... Yâni, katolik birliğini kurmağa çalışıyorlar. Biz de gitmişiz, AT'ye de müracaat etmişiz. Biz müracaat etmişiz, --herhalde NATO'ya müracaat ettiğimiz gibi, yâni yumruk yemeyelim diye göğsüne yanaşma tarzında-- onlar da diyorlar ki: "Yahu biz 12 tane hristiyan ülkeyiz. Siz müslüman olarak bizim aramızda ne işiniz var? Ne arıyorsunuz?.. Kabul edemeyiz sizi!.. Uyum sağlayamazsınız, entegrasyon mümkün değil. Bakın, Almanya'daki işçiler bile 8 sene, 10 sene kaldılar aramızda; bir türlü bize entegre olamadılar." diyor onlar. Tabii, arkasında kilise ideali var.
Amerika'nın arkasında da, --koca Amerika'nın lobileri, mücadeleleri, senatosu, vs.si-- perdenin arkasına bakarsanız, orda da siyonizm var. Organize olmuş olan güçler, organize olmamış büyük kalabalıkları yönlendirebilir. %3 nisbetinde bir idareci grup, koca bir milletin yönünü istediği tarafa yöneltebilir, sevkedebilir, yönlendirebilir.
İşte bu Yeni Dünya Düzeni'nde perdenin arkasını aralarsak, hristiyan kültürü ve hristiyan kilisesi var. Hristiyan kilisesi --bir ara ateizmi kendisine devlet ideolojisi yapmış olan-- Rusya'yı da dize getirdi. Ve şimdi, hem Rusya'ya, hem de çok öncelerden hürriyetlerine kavuşacaklarını --16 yıldan, 20 yıldan beri-- bildiği, hesapladığı Türkî Cumhuriyetler'e büyük ölçüde misyoner ordusu gönderiyor.
Bugünkü gazetelerde vardı. Meselâ, bugünkü Türkiye gazetesinde başlık olarak göreceksiniz, baktığınız zaman: "Amerika, Kazakistan'a çok büyük miktarda, büyük ölçüde misyoner gönderiyor." Çünkü, meselenin arkasında hristiyan ideolojisi var!.. Daha doğrusu, hristiyan ideolojisiyle, o devletlerin politikaları özdeşleşmiş... Yâni, bir araya gelmiş. Çünkü, devletleri milletler içinden seçilmiş insanlar idare ederler. Onların da kafa yapıları devletlerin faaliyetlerine, atılımlarına yön vermekte, karar vermekte etkili olur.
Böylece Yeni Dünya Düzeni'nde, "doğu ve batı" diye bir yöne göre ayırma yerine, bu sefer "kuzey ve güney" diye bir ayırma meydana çıkmıştır. Çünkü, kuzeyde olan Amerika, Avrupa, Rusya, taa Alaska'dan, Avrupa'dan, Norveç'ten, İzlanda'dan Kanada'ya kadar bir çizginin kuzeyi tesadüfen hep hristiyan ülkeler, hristiyan kültürüyle yetişmiş ülkeler olmuşlardır. Bu çizginin üç aşağı beş yukarı aşağısında da, güneyinde de genellikle İslâm ülkeleri vardır. Onun için, Margaret Teacher dahil daha başka NATO ilgileri ve batı devletlerinin yöneticileri diyorlar ki: "Şimdi NATO'nun düşmanı kim?.." NATO'nun düşmanı Varşova Paktı'ydı, yıkıldı ve halledildi, anlaşma sağlandı. "Şimdi NATO'nun görevi ne ve düşmanı kim?.." Çok net olarak ifade ediyorlar; meselâ Teacher çok net olarak ifade etmiş kimselerden birisi... NATO ve BAB'nin --yâni, Batı Avrupa Birliği Savunma Teşkilat'nın-- asıl düşmanının, İslâm olduğunu söylüyorlar. Ve --gazetelerde herhalde sizin de gözünüze takılmıştır, görmüşsünüzdür-- "Eskiden hedef Moskova idi, şimdi Mekke!" deniliyor.
O halde "Yeni Dünya Düzeni'ndeki yerimiz nedir?" değil, "Yeni Dünya Düzeni'nin düzenbazlığı karşısında bizim durumumuz nedir?" dememiz lâzım. Adamların niyetleri ortada... Biz, ikiyüz yıldır onlara ilân-ı aşk ediyoruz, "Valla da seviyoruz, billâ da seviyoruz sizi!.. Canımız kurban olsun, yolunuza fedâ olalım!.." diyoruz; amma onlar, ikiyüz yıldan beri yapılan bütün çalışmalara rağmen, "Biz sizi kabul edemeyiz, siz bizden değilsiniz!.. Siz doğulusunuz, batılı olamadınız!.." diyorlar. "Hayır! Batılı olduk... İşte Trakya'da Avrupalıyız..." filân diye uğraşmamıza rağmen, onlar bizi kabul etmiyorlar. Yazarların ve politikacıların tesbitlerinde net olarak görülen bu...
O halde Yeni Dünya Düzeni'nde hedef İslâm, hedef Mekke!.. O halde bizler de güneydeyiz diye huzur duymalı mıyız, rahat etmeli miyiz?.. Hayır! Böyle bir huzur duyamayız. Çünkü biz onlara karşı, Orhan Veli'nin şiirinde de söylediği gibi; Orhan Veli diyor ki, "Bir sevdiğim var; ben onu severim, o beni sevmez!" Tam öyleyiz Avrupa ile... Biz Avrupa'yı neden sevmişiz, bilmiyorum!.. Altıyüz yıl savaşmışız... Hep savaşla geçmiş. Onlar, boyna haçlı ordusu tertib edip bize göndermişler; ama biz, sonradan savaşlarda yenilmişiz, nerdeyse istiklâlimizi de kaybedecek bir noktaya gelmişiz ama; savaşlardan önce kültürel yönden yenilmişiz ve kalb cephesinde yenilmişiz, düşmanımızı sevmeye başlamışız.
Tabii, bu sevmede ana faktör, onların bilimsel ve teknik yöndeki başarılarıdır. İlkönce onlardaki bu bilimsel üstünlüğü görünce hayran olmuşuz; "Valla, elin gâvuru ama, ne olursa olsun, doğrusu güzel yapmışlar!.. Evet hasmımız amma, bak buluşları güzel! İşte uçak yaptılar, işte şöyle oldu, işte böyle oldu..." diye bilimsel ve teknolojik yönden ileriliklerine hayran kalmışız ve bu hayranlıktan dolayı Batı'yı sevmişiz. Batı da, bu işi çok iyi biliyor... Biz onlara tekniklerini ve ilimlerini öğrenmek için gittiğimiz zaman, --dikkat ederseniz-- bize bilim ve tekniğini öğretmekten önce, --tabii bunu gözünüz görmeyebilir, dikkat edemeyebilirsiniz ama, sosyal bilimlerin sahibleri olarak biz görüyoruz-- bize kültürünü öğretiyor. Yâni, Avrupa'ya her gidenin, bir bilim adamı olarak döndüğünü söyleyemezsiniz.
Hattâ Avrupa'da iki çeşit doktora vardır. Ve Fransa'da deniliyor ki, doktora için: "Şark için yeterli!.." Yâni, ikinci sınıf doktora... Kendi öğrencilerine başka türlü doktora yaptırıyorlar, ama dışardan gelmişlere hafif bir doktora yaptırıyorlar; onları bilimsel bakımdan çok iyi yetiştirtirmiyorlar. E bu olmadı. Yâni bu aslında doktor olacak insan değil, mütehassıs olamaz!.. Bu işi tam öğrenememiş... "Orient için, şark için yeterli!.." demişler. Ülkesine gittiği zaman, yüksek mevkilere geçtiğini biliyorlar, ve onları ikinci sınıf öğrenci olarak yetiştirmeğe özel gayret gösteriyorlar. Onun için, gidenlerin çoğu bilim adamı olarak dönmemiştir... Ama, bir Batı hayranı olarak dönmüştür... Kendi kültürüne yabancılaşmış olarak dönmüştür... Kendi halkını sevmeyen bir insan olarak dönmüştür.