Şimdi, askerlere sordum: "Bizi çok zarara uğratmadan, bir parçamızı almakla böyle bir operasyon yapılsa... Hudutlarımız biraz daha küçülebilir. Alışmışız zaten; Tuna Vilâyeti'ni vermişiz, Mora Eyaleti'ni vermişiz, adaları vermişiz, Kırım'ı vermişiz... Bir ara Kars'ı vermişiz, almışız... filân. E biraz da şurayı burayı veririz, onu da sineye çekeriz... Böyle kalır mıyız?.." dedim. Bir asker bana dedi ki: "Hocam, ben işin bu kadarla kalacağını sanmıyorum; biz aynen Bosna-Herseğin duruma düşebiliriz!.. Eğer Güneydoğu olayları Kafkasya olaylarıyla birleşir de, bir Ermenistan, Gürcistan, Süryanistan hristiyan kıskacı bizi doğuda kıskaca alır, batıdan da bir ortodoks harekâtı olursa; biz Anadolu'da --Bosna-Hersekliler'in imha edildiği gibi-- çevrilerek, hiç bir yerden yardım alamaz, abluka altına alınmış durumda, bir soy kırımına uğrayabiliriz!.." dedi. Bu tabii, askerlerin askerce görüşleri olabilir, bir endişe olabilir. Temennî etmeyiz, olmamasını dileriz.
Böyle bir durum olursa, biz yardımı nerden alırız?.. Yâni güneydoğuda Irak'tan bize yardım gelmez... Suriye'den bize yardım gelmez... Suudî Arabistan'dan yardım gelmez, Mısır'dan yardım gelmez, İran'dan yardım gelmez... Biz böyle, Bosna-Hersek gibi bir durum olursa ne yaparız?..
Bosnalı bir bakan, İstanbul'a geldiği zaman bizim bir arkadaşa söylemiş; hayretler içinde kaldım. Bosna-Hersek Cumhuriyetini, istiklâlini ilân ettikleri zaman... Yugoslavya dağıldı. Herkes bir cumhuriyet ilân ediyor, hürriyet ve istiklâlini beyan ediyor... Lafla bu iş olacak sanıldı. O zaman, ellerindeki silahlar için demişler ki: "Biz bu silâhları ne yapalım?.. Türk kardeşlerimize verelim; onların orduları var, askerleri var. Türk kardeşlerimize verelim bu silahları!.." demişler. O esnada da artık bu Bosna-Hersek olayları başlamış... Yâni, şu basiretsizliğe, şu askerî düşüncenin yokluğuna, stratejik ve taktik planların olmayışındaki sefalete bakın ki; ellerindeki silahları bile iyi niyetle Türkiye'ye vermeyi düşünüyorlar da, kendilerine lâzım olacağını düşünmüyorlar!.. Bir şair diyor ki:
Herbir şeye döküp hoyratça gözyaşlarını;
Bir damla da en son deme lâzım demedik!
"Her tarafa gözyaşı döktük de, en son ana da bir gözyaşı lâzım diye, gözyaşı stoku yapmadık!" diyor.
O kadar sefil ki müslümanların durumları, o kadar plandan programdan yoksunlar ki; yıllar yılı Sırplar, "Balkanlar'da müslüman bırakmayacağız!.. Balkanlar'dan müslümanları süreceğiz!.." diye çalışıyorlar. Hatta, "Anadolu'dan süreceğiz!" diye bir söz de duyuluyor... Bize duyurulmuyor ama, kendileri söylüyorlar. "İran'a gitsinler, Suudî Arabistan'a gitsinler, Orta Asya'ya çekilsinler!.." diye bizi oralara kadar kovma niyetleri dile getiriliyor... Hazırlanıyorlar... Fakat, bizim kardeşlerimizde bir çalışma yok...
Bakın bizim burda, İstanbul'da gayrimüslimler yaşardı; Ermeniler, Yahudiler, Rumlar... Bunlar ekseriyetle adalara yerleşmişlerdi. Büyükada, Heybeli, Kınalı, Burgaz... Buralarda daha ziyade gayrimüslimler vardı. Niçin?.. Herhangi bir hücum olursa savunmaları kolay olsun diye... Her yerde kendilerinin bir mahalleleri vardı.
Şimdi bizim yayınlarda av tüfeği ilanları çıkıyor. Süperpoze, yâni üst üste iki tane kurşun alacak veya şöyle olacak, böyle olacak... Konuşurken birisi dedi ki: "Hocam, şu anda Türkiye'deki gayrimüslimler, çok daha modern silahlarla şahsen silahlanıyorlar; çok daha modernlerini alıyorlar." dedi.
Ben şahsen bu toplantıyı... Tabii bir dinlenme toplantısı ve bir eğitim toplantısı... Rahat insanlar içindir böyle toplantılar... Yorulmuştur, dinlenecek; zaman geniş... Eğitim yapacak; zaman geniş... Eğitim, ömrü alan bir faaliyettir, ömür boyu süren bir faaliyettir. Uzun bir faaliyettir, heyecandan uzak bir faaliyettir. Şimdi ben asıl burada, etrafımızda dönen olayların, bizim düşündüğümüzden daha vahim olduğunu size duyurmak için, bu toplantıyı bir fırsat telâkkî ediyorum.
Rusya'yla bütün tarihî kavgalar, gürültüler bitmiş gibi görünüyor. Rusya dağıldığına göre Ukrayna var, Beyaz Rusya var, Birleşik Devletler Topluluğu var, Moldavya var... Karadeniz'de bunlar KEİB anlaşmasıyla işte bizim dostumuz... Görüyoruz, votka getiriyorlar; votkayı içenler kıvranıp ölüyor. Yâni zehirli, kontrolsüz... Kadınları geliyor; hastalık yayılıyor burada... Neresinden bakarsanız, çeşit çeşit sıkıntılar... Yâni, bizim tarihî düşmanımız şimdi dost mu oldu?.. Kırk yıllık düşman, birden dost mu oldu?.. Hayır! Kokusunu duymağa başlıyoruz. Kırımlıların derneklerinden, sözcüsü olan şahıslardan, "Kırım Türkleri bir soy kırımına uğramak tehlikesi altında!.." diye duyuyoruz.
Kırım'da bir soy kırımı olsa biz ne yapabiliriz şu anda?.. Kuzeyden, eski Rusya'dan beklediğimiz tehlikeye karşı NATO'ya sığınmıştık. NATO'yla onlar barıştıklarına göre, bir tehlike gelirse ve bir anlaşma bahis konusu olursa, biz kiminle işbirliği yapıp da onlara karşı kendimizi savunuruz?.. Biz Bosna-Hersek'te olsaydık, acaba nasıl tedbirler almamız gerekirdi?.. Türkiye yarın öbürgün bir Bosna-Hersek olabilirse, olma tehlikesi varsa, bunu askerler ciddî ciddî söyleyebiliyorlarsa, gazeteler de bunu yazabiliyorlarsa --ki, yazdılar, okuduk; yâni, bir takım gazetelerde bu haberler vardı-- Türkiye de o duruma gelebilir. Bizim yapacağımız çalışmalar neler olmalıdır?.. Alacağımız tedbirler neler olmalıdır?.. Ben şahsen, toplantıların içinde bunların da istişare edilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Kısaca söylemek gerekirse, şahsî tedbirlerinizi hepiniz alın!.. Yâni, fert olarak, şahıs olarak yuvanızı savunmanız için, ne tedbir almanız mümkünse, onu alın!.. Mevcud imkânlar içinde alabileceğiniz bütün tedbirleri alın!.. Bu bir.
Sosyal tedbir olarak, grup tedbiri olarak, "Böyle bir tehlike olursa nerde bütünleşebiliriz, nerde toplanabiliriz, nerde savunmamızı yaparız?.." diye onu da düşünün!.. Ev alacağınız zaman, mahalle kuracağınız zaman, yerleşeceğiniz zaman, bu noktayı da nazar-ı dikkate alın!..
Dînî bakımdan hazırlıklı olun!.. Peygamber SAV Hazretleri buyuruyor ki:
(Accilû bit tevbeti kablel mevt) "Ölüm geliverir, tevbenizi hazır edin! Hakka dönüşünüzü hemen yapın!.. Çünkü, ummadığınız bir zamanda ölüm geliverir." buyuruyor Peygamber Efendimiz... Onun için, dînî bakımdan hazırlıklı olmamız gerektiği kanaatindeyim. Yaşamımız, ekonomik mücadelemiz, iş hayatı, uğraşlarımız böyle devam edip dururken, birden bir şey olabilir. Onun için dînî bakımdan, insan borçlarını ödemeli, tevbesini yapmalı, ibadetinde taatinde olmalı, kul haklarını halletmeli, hazırlıklı olmalı!..
Siyasî bakımdan, müslümanlar arasında bir iletişim, işbirliği yok maalesef... Bosna-Hersek'te Sırp ordusu yüzellibin kişiyi öldürüyor... Yugoslavya'nın öbür tarafındaki müslümanlar Türkiye'ye geliyorlar, konuşuyoruz; müşterek düşmana karşı hiç bir müşterek hareket çalışması yok!.. Kosava, duruyor; Sancak Bölgesi, duruyor; daha başka yerlerdekiler, duruyorlar... "Madem kardeşlerimize onlar saldırmış; biz de burdan bir şeyler yapalım da müşterek düşmanı susturalım, durduralım!" gibi bir hareket yapacak durumda değiller. İletişim eksikliğinden, olayları da bilmiyorlar. Bizde gazeteler yazıyor, okuyoruz; radyolardan dinliyoruz. Onların belki radyosu da yok, gazetesi de yok; bu konuları bilmiyorlar. O bakımdan mutlaka bir iletişim şebekesine sahip olmamız lâzım geliyor. Yurt içi ve yurt dışında haberleri doğru alabilmemiz ve birbirimize iletmemiz için mutlaka sağlam iletişim sistemlerimizin olması gerekiyor. Bunu radyo yayını, televizyon yayını yapmaya kadar geniş bir çalışma sahası olarak görüyorum.
Şimdi bana mektup yazıyorlar, zarf gönderiyorlar... İsparta'daki kardeşlerim, bir zarf göndermişler; --Fahreddin sağ olsun-- "Radyo ve Televizyon çalışmalarınız için, işte âcizâne şunu gönderiyoruz." filân diye. Üç milyon, dört milyon, beş milyon... Filânca yerden bir hanım kız telefon açıyor; "Hocam, biz burda bir çalışma yaptık, biraz para topladık; hangi hesaba yatıralım?" diye. "Ne kadar topladınız kızım?" diyorum. "İşte dört milyon yüzbin..." Bilmem ne... Ankara'da bir sempozyumumuz vardı. Gençler aralarında para toplamışlar, bir zarfa koymuşlar. Harçlıklarından tabii, çok kıymetli... İşte bir küsür milyon filân...
Dünya politikasına etkinliği olacak bir grup, bir devlet, bir ümmmet, böyle çalışmalarla bir noktaya varamaz!.. Bugün, bazı şahıslar bile şahsî dirayet ve başarılarıyla bir kaç televizyon kanalına sahip olurken; ümmetin radyo istasyonlarının olmaması, televizyon kanallarının olmaması, iletişim imkânlarının zayıf olması, neşriyatının eksik olması, çok acı bir durum!.. Meselelerin ciddiyetini idrak edemediklerinin ve dinleri için gerekli fedâkârlıkları yapamadıklarının işareti... Ve tabii, başlarına acı bir olay geldiği zaman da, gafil yakalanacaklarının işareti... Çok net olarak bu böyle!.. Onun için iletişim sahasında, her türlü iletişim, muhabere, irtibat cihazlarını mutlaka sağlamamız lâzım!..
Sonra batı ile biz arasında, yâni kuzeyle güney arasında, müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki bu dengesiz durumun; büyük ölçüde bilimsel gerilikten kaynaklandığı, yıllardır biliniyor ve konuşuluyor. Biz bilimsel sahada bir hayli ilerlemiş durumdayız. Fakat kendimiz, özel buluşlarımızla, karşı tarafa bağımlı olmadan, kendi kendimize ayakta durabilecek bir seviyeye, bir uygulama durumuna geçebilmiş değiliz.
Bakın, Saratoga olayını misal olarak vermek istiyorum. Saratoga olayı, çok önemli bir olaydır. Çünkü müttefik kuvvetlerden müteşekkil bir filo içindeyken ve "green period" dediğimiz istirahat halinde iken; yâni, tatbikat esnasında değilken ve tatbikat planında yok iken, bizim gemimiz nişan alınıyor, hedef alınıyor ve bizim müttefikimiz olan bir gemi tarafından vuruluyor!.. Tahminen gemi tarafından vuruldu deniliyor ama her şey meçhul!.. Acaba Sakız Adası'ndaki üsten mi atıldı, yoksa gemiden mi atıldı?.. O da belli değil... "Sea Sproud" füzesiyle vurulduğu söyleniyor; mümkün değil!.. Çünkü o füzeler, hava hedeflerine karşı kullanılan füzelerdir. Eğer bir gemiye atılsa, suya çakılmaktan başka bir sonuç doğurmaz. "Sea Sproud" füzesiyle olmadığı anlaşılıyor. Başka bir şeyle vurulmuş ve bu, radara yakalanmayacak kadar denizin sathına yakın hareket edip, öyle radarda görünmeden gidip, ondan sonra yükselerek --bizim Cobra güdümlü füzelerde yükselme mekanizması vardır, öyle olduğunu tahmin ediyorum-- komuta kulesini vurmuş...
Eğer radara yakalansaydı... Acaba bir Amerikan gemisine böyle bir hücum yapılsaydı, o kendisini savunabilir miydi?.. "Evet; dakikada şu kadar mermi atan silahlarla bir duvar meydana getirilip, füze hedefine ulaşmadan yolda tahrib edilebilirdi. Belki, bu kısa mesafede o da bir şey yapamazdı." deniliyor.
Fakat sonuç şu muhterem kardeşlerim: "Bilimsel geriliğimiz dolayısıyla, bizim hava ve deniz güçlerimiz, böyle bir savaşta iyi bir sonuç alamayacak!.. Ancak biz karada gerilla harbiyle bir direniş gösterebileceğiz; büyük hedefleri koruyamayacağız!.." demektir.
Biliyorsunuz Amerika ile sataşma işine, Rusya yıldız savaşı projesiyle başladı. Kıtalar arası füzelerin havada tahribi meselesinde, Rusya pes etti... Sonra Kazzafi, hazırlamış olduğu silahlarla, işaret ettiği hattan "Daha güneye geçerseniz vururum!" dediği halde, Amerikalılar geçtiler. Teknolojik üstünlükle Amerikalılar, Kazzafi'nin sarayını bile vurdu ve Kazzafi'nin silahları tesir etmedi. Böylece Kazzafi'nin de bütün gözükara görünmesine rağmen, ilmî ve teknolojik gerilikten dolayı bir şey yapamadığı anlaşıldı...
Sonra Saddam bu işe girişti. Bir hayli hazırlık yapmıştı ve elinde bir hayli modern silah vardı. İran'a karşı kendisini besleyenler, bazı silahlar vermişlerdi. Fakat, o da bir oyuna geldi ve bu işi başaramadı.
Demek ki milletçe, bilimsel bakımdan kendi kendimize yeter duruma gelmek zorundayız. Mesele artık şahsî bir mesele olmak durumundan çıkmıştır. Hani, politik bakımdan bir seçimi kazansak da, %100 iktidara gelsek; veya Abdülhamîd Han, tarih içinden zaman tüneliyle geçip başımıza gelse ve biz küçük Osmanlı Devleti oluversek şu anda... Türkiye Cumhuriyeti yerine, küçük Osmanlı Devlet-i Aliyyesi oluversek; bilimsel eksikliğimiz dolayısıyla düşmana bir şey yapamayacağız!..
O halde bilim adamlarımızın bu mesele üzerinde düşünüp, bunu çözümlemesi lâzım; başka çaresi yok!.. Bunun için her türlü parayı vermek lâzım!.. İcabında tuz-ekmek yemeye razı olup, düşmanın bize saldırmaya cesaret edemeyeceği hazırlığı mutlaka yapmamız lâzım!.. Bu, Allah'ın emridir.
(Ve eiddû lehüm mesteta'tüm min kuvvetin ve min ribatil hayli türhibûne bihî adüvvallahi ve adüvveküm) Düşmanı korkutacak bir hazırlık şarttır!.. Bize ekmek yanında katık yemek haram olur, bu işi hazırlamadan önce; eğer cahil ve gafil durursak!..
Mesele iktidar veya muhalefet, şu veya bu parti olmanın çok daha üstüne çıkmıştır. Çünkü hedef, topyekün beldemizdir, topyekün ümmetimizdir. O bakımdan meseleyi çok daha büyük çapta düşünmek lâzım!.. Sırplı Boşnağa hücum ederken, onların içinden kandırıp da komünist ettiği kimseleri ayırmıyor!.. Yâni, "Sen komünistsin, sen bu tarafa geç! Ben namaz kılan müslümana düşmanım, onu öldüreceğim!.." demiyor. Darbeyi vuracağı zaman, kandırmış olduğu, kendi tarafına çekmiş olduğu komünist Boşnağı da vuruyor... Ateist, kendisinin kafasına tamamen yatkın bir Boşnağı da vuruyor.
Demek ki eğer böyle bir şey olursa; Tükiye'deki hainler, Türkiye'deki gafiller, Türkiye'deki modernistler, Türkiye'deki reformistler de herhangi bir ayırıma tabi olmayacaklardır. Veya başka bir İslâm ülkesinde böyle bir olay olursa, böyle bir ayırıma tabi olmayacaklardır. Felâket geldiği zaman, önce onlara gelecektir. Çünkü, Allah'ın adaleti de onu gerektirir. İlkönce onların gideceğine, ben %99,9 kaniim. İlkönce onlar, topun ağzında olurlar.
O bakımdan bilimsel bir ileri teknolojiyi --her ne pahasına olursa olsun-- yakalaması gerekiyor İslâm ülkelerinin!.. Türkiye'nin, Türkiye'nin içindeki falanca veya filanca grubun --nasıl yaparsa yapsın-- bu işi başarması gerekiyor.
Pakistan'ın atom bombasını yaptığı söylenir. İran'ın, Kazakistan'ın atom alimlerini alıp da orada müstakilen bir atom bombası imâline muvaffak olup olamayacağı düşünülür. Yâni, bir çok İslâm ülkesi aslında kendisini savunacak bir silahın peşinde ama, bunu yapabilmiş değil şu anda... Hiç olmazsa mutad silahlarla, konvansiyonel silahlarla, kendisini koruyacak tedbirleri alması lâzımdır. İç ve dış politikada bu kuzey-güney hattını bozacak ve bütün müslümanları birleştirecek, bütün bîtarafları böyle bir oyunun içinde rol almaktan dışta bırakacak bir büyük çalışma içine mutlaka girmek lâzımdır!..
Meselâ İran şiîdir, biz sünnîyiz; İran'la bizim problemlerimiz vardır, vs... Şimdi bunu düşünecek zaman değildir. İran'la Türkiye'nin anlaşması lâzımdır!.. Irak'la problemler vardır, şöyledir, böyledir... Irak'la Türkiye'nin mutlaka anlaşması lâzımdır!.. Suriye ile Türkiye'nin çeşitli problemleri vardır. Bunların birbirleriyle mutlaka anlaşması lâzımdır!.. Mısır'la Türkiye'nin durumu vardır... Mısır'la Sudan'ın, Mısır'la Libya'nın, Libya ile Tunus'un problemleri vardır... Cezayir'in problemleri vardır... Bunların mutlaka halledilmesi ve hepsinin belli bir çizgiye getirilmesi lâzımdır!.. Bunun için de bir İslâm dış politikasının ortaya konulması lâzımdır!.. Bütün bu üye ülkelerin menfaatlerini korumak, bütünüyle İslâm'ın zarara uğramasını engelleyecek bir çalışma yapmak şarttır!..
En ileri keşif kollarında düşmanla temas haline gelmiş olan birlikler takviye edilmezse, düşman ilerler birinci saffa kadar gelir. Ondan sonra genel kurmay karargâhına bile gelir. Onun için bizim, bu kuzey-güney stratejisini çizen düşmanlara karşı mücadelemizi Yugoslavya'da kazanmamız lâzımdır, Kafkasya'da kazanmamız lâzımdır!.. Orta Asya'da kazanmamız lâzımdır!... Kazanamazsak, savaş Türkiye'de olur!.. Kazanamazsak savaş Mekke'de olur!..
Onun için hristiyanlar, Sırplar, katolikler ve ortodokslar müştereken haince planlar yaparak, Balkanlar'dan müslümanların temizlenmesini istiyorlar. Bizim de bugün var gücümüzle, Balkanlar'dan müslümanlığın silinmemesi için, ne gibi tedbirler alacağımızı düşünmemiz ve o tedbirleri mutlaka almamız lâzım!.. Bunun için ne yapılabilir; oturup konuşmak lâzım!..
Meselâ şu anda Arnavutluk, hür bir ülkedir; %75 i müslümandır, %25 i hristiyandır. Geçtiğimiz yıllarda %99 u müslümandı ama, %75 e indirmişler. Demek ki hristiyanlık galip gelmiştir; çünkü, insanlar açtır. Çok fakir bir ülkedir. Kilise orda, "Boynuna haç takarsan, yardım ederim!" tarzında çalıştığı için, %99 u müslüman olan ve ancak komünizm canavarı konularak baskı altında tutulan Arnavutluğun, bugün %25 i hristiyanlaşmıştır. Yâni, dörttebiri gitmiştir. Bu belki daha da ileriye doğru gidebilir.
Arnavutluk'tan başlanabilir. Özerk veya müstakil bir cumhuriyet olan Makedonya üzerinde çalışılabilir. Kosava üzerinde çalışılabilir. Askerlerin oturup plan yapması lâzım!.. Yâni, "Bu Sırpların ikmal yolları nasıl kesilir?.. Müslümanlara ikmal nasıl sağlanır?.. Müslümanların mağduriyetleri nasıl giderilir?.." diye düşünmek lâzımdır.
Muhterem kardeşlerim! Bu ileri karakollarda biz karşı saldırıyı durduramazsak, burada rahat toplantı bile yapamayız!.. Onun için, bunu ciddî ciddî oturup konuşma zamanımız gelmiştir; bunları konuşmamız lâzım!.. Aranızda bunları konuşun, tedbirini alın!..
En önemli işlerden birisi de... Şöyle bir düşünüyorum, dünyanın bütün devletleri bize düşman!.. Kim dost diye bakıyorum; ne müslüman ülkeler dost, --İran, Irak, Suriye, Mısır vs.-- ne hristiyan ülkeler dost, ne bunların dışındaki ülkeler dost... Şimdi bizim böyle bir duruma düşürülüşümüz de bir plandır, bir plan gereğidir. Yâni, hristiyanlar haçlı zihniyeti ile kışkırtılıp, müslümanlara düşman ediliyor... Ve onların müslümanları her yol ile imhasına müsaade ediliyor, kapı açılıyor, vasat açılıyor... Hindistan'da da durum böyledir. Halbuki, Hintliler hristiyan değildir. Onları da müşterek düşman odaklar kışkırtıyor. Dünyanın her yerinde böyledir. O halde bizim kültürel bir karşı taarruz içine girmemiz, sosyal psikolojileri düşünerek bu sahada bir karşı hücuma, karşı harekete geçmemiz gerek!..
İslâm bizâtihî güzel olduğuna göre, İslâm hak yol olduğuna göre; müslümanlar davalarında haklı olduklarına göre, müslümanlar zulme uğradıklarına göre ve zalim karşı taraf olduğuna göre, bunu dünyanın her yerinde anlatacak bir karşı çalışmaya geçmek lâzımdır. Amerika'da olabilir bu... Avrupa'nın başka ülkelerinde olabilir. Meselâ, müslüman bir İngiliz kendi başına Bosna-Herseğe gidiyor, oradaki zulmü kamerasına alabiliyor, İngiltere'ye getirebiliyor... Bunu çoğaltıp her tarafa yayabiliyoruz. Hiç olmazsa tek başına bunu yapabilmiş, müslüman bir İngiliz...
Müslüman İngiliz vardır, müslüman Fransız vardır, müslüman Alman vardır, müslüman Amerikalı vardır... Daha başkaları da müslüman olabilir. Binaen'aleyh, İslâm'ın tanıtılması ve yayılması için, var gücümüzle çalışmamız gerekmektedir.
Bütün bunların hepsinin yapılabilmesi için de, büyük finans kaynaklarının bulunması ve şuurlu bir şekilde harekete geçirilmesi gerekmektedir. Bu da ekonomistlerin, finans ilmiyle meşgul olan kimselerin yapacakları iştir.
Bu anlattığım meseleler ciddî ve güncel meselelerdir. Yâni, bizim ilk başta, en önde konuşmamız gereken meselelerdir. Onun için, böyle açılış konuşmasında bunları --kendim, uykumu kaçıran meseler olarak gece gündüz düşündüğüm için-- size aktarmayı bir vazife bildim. Ve tek başına bir şey yapılamadığından, elbirliği ile yapılabildiğinden, "Bunları düşünelim, tedbirlerini beraber alalım!" diye size konuyu açtım.
Allah CC, bizi kulluğunda muvaffak eylesin... Bizi günahlarımızdan ve hatalarımızdan dolayı kahrına gazabına uğratmasın... Bizi düşmanlarla, kâfirlerle te'dib ve terbiye etmesin... Onların önünde hor ve zelil duruma düşürerek, onların kamçısıyla sırtımızı kamçılattırmasın... Bizi dinimizde ve dünyamızda, evlâdımızda ve ailemizde fitnelere uğratmasın...
Hepimize, ihtisası içinde vazifesini şuurlu bir şekilde, en güzel tarzda yapmaya basîret ihsan eylesin... Hepimiz var gücümüzle ilk mesleğimiz, ilk işimiz müslüman olmak, İslâm'a hizmet etmek olduğuna göre; neleri yapmamız gerekiyorsa, onları tesbit edelim, Allah o basîreti ihsan etsin... Tedbirler almamızı nasib etsin... Elimizden nice insanların İslâm'la müşerref olmasını nasib eylesin... Dünya üzerinde yardım bekleyen nice müslüman kardeşlerimizin, yardımlarımıza mazhar olmasını ve bu zulümden, gadirden kurtulmasını nasib eylesin... Sonunda bizi aziz eylesin, mutlu ve bahtiyar eylesin; hem dünyada, hem ahirette, her yönden... Ve huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varmayı nasîb eylesin... Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin... Habîb-i Edîbi'ne komşu eylesin...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh!..
29 Ekim 1992 Söke / AYDIN
YENİ DÜNYA DÜZENİ VE TÜRKİYE
Sözlerime Allah'a hamd ile başlıyorum. Çünkü, her şeyimizin ondan olduğu biliyorum. Yaradanımız ve yaşatanımız, alemlerin rabbi, mülkün mâliki, hükmün sâhibidir. Ve bizi şerefli bir mahlûk olarak yaratmış; eşref-i mahlûkat diyor eskiler...
Sevimli bir ilim adamı olan İbrahim Hakkı Erzurumî Hazretleri; bir şair, musîkişinas, mutasavvıf, ârif, astronom... Eseri de bir ansiklopedi mahiyetinde biliyorsunuz, Ma'rifetnâme'si... Onun bir sözü her zaman benim hafızamdadır ve her fırsatta söylerim. Bu İslâm'ın da görüşüdür. Diyor ki:
"Allah-u Teâlâ, dû cihânı --dû, iki mânâsına geliyor-- iki cihanı; yâni, bu yaşadığımız dünyayı ve bundan sonra gideceğimiz öbür dünyayı, insanoğlu için yaratmıştır. İnsanoğlunu da kendi ma'rifeti için yaratmıştır. Yâni, kendisini bilsin, bulsun diye yaratmıştır." diyor. Onun için kitabına da "Ma'rifetnâme" ismini vermiş.
Demek ki, dû cihan bizim için yaratılmış. O halde, yaratıcımıza hamd ediyoruz. Hem bu dünya, hem de öbür dünya bizler için ve bizim mutluluğumuz için... Ve biz üstün bir varlık kılınmışız. Bütün varlıklar emrimize verilmiş ve kâinâtın boyutları önümüze açılmış...
Bizi öbür varlıklardan ayıran en önemli vasfımız, akıl ve fikir; yâni, düşünme yeteneğimiz... O da nimetlerin en büyüğü!..
Ve dinimiz bizi ilme, araştırmaya, gerçekleri bulmaya teşvik etmiş; ilmi, öğrenmeyi, öğretmeyi, öğreneni, öğreteni, düşünmeyi, düşüneni en sevablı, en kazançlı, mânevî mükâfatlı ibadetler eylemiş... Bu, çok güzel bir ortam bizim için... Son derece güzel mânevî bir ortam. Bu ortam için de hamd ediyoruz Allah'a...
Ve onun örnek insan olarak gönderdiği sevgili kulu ve peygamberi, Muhammed-i Mustafâ'sına salât ü selâm ve saygılarımı bağlılıklarımı arz ederek sözlerime başlamak istiyorum. Çünkü, faaliyetlerimizin bence bütün amacı, Allah'ın rızasını kazanmak ve onun elçisinin gösterdiği yolda yürümek...
Bana burda konuşma fırsatı; o da bir lütuf, ona da teşekkür ediyorum. Tertip heyetine teşekkür ederim.
Dükkânlarda levhalar vardır, bilirsiniz; "Müşteri velînîmetimdir." derler dükkân sahipleri... Çünkü, müşteri olmayınca, dükkânın faaliyeti olmaz. Kendi durumumuza adapte edecek olursak bu sözü, o halde dinleyiciler de biz konuşmacıların velînîmetidir. Sizlere de teşekkür ediyoruz ki geldiniz, salon dolu... Salon dolu olunca, dinleyiciler olunca, biz de konuşmak imkânını buluyoruz.
Bizim rahmetli Hilmi Ziyâ Ülken Bey; İlâhiyat Fakültesinde meşhur, filozof, felsefe profesörü, mütefekkir bir insan... Bizim sekreter takılmış şaka yoluyla kendisine, demiş ki: "Hocam, bunca yaşınızla İstanbul'da oturup da, Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde ders vermeğe gelinir mi?.. Hem masraf, hem zahmet, hem yorgunluk!.." demiş. Hilmi Ziyâ Bey rahmetlinin de sözü şu: "O zaman kiminle konuşacağım?.." diyor. Yâni evde kalsa, kiminle konuşacak?.. Çünkü, bilginin aktarılmasından mutluluk duyuluyor. Bilen de bildiğini başkasına anlatmak istiyor ve insanlar birbirleriyle konuşarak mutlu oluyorlar. Onun için hepinize teşekkür ediyorum. Candan... Yani, formel değil, şekil olarak değil, hakîkaten müteşekkirim.
Bir de, Bilkent kelimesini de seviyorum. Bende de doğrusu bir sükse hissi meydana getiriyor Bilkent... Güzel bir üniversite diye düşünüyorum. Arkadaşlarınıza da sordum, "Nasıl öğretim seviyeniz?" diye. İsim vermeyim de ötekiler darılmasınlar ama, Bilkent'te bilim seviyesinin yüksek olduğunu söylediler. Ben de uzaktan öyle biliyordum. İlk gelişim benim buraya... Belki, bundan sonra tekrar tekrar gelmek mümkün olur ama, ilk gelişim... Bilkent'in öğrencilerinin de yüksek puanlarla buraya girdiğini, ve değerli gençler olduğunu duyardım. İnşallah sizi şımartmış olmuyorumdur. Yüze karşı medhetmek iyi değil ama... O bakımdan da sizlerle böyle bir karşı karşıya gelmek, tanışmanın başlangıcı. Bu da beni sevindiriyor.
Birisi, tarlada çalışan birisine "Selâmün aleyküm!" demiş; tarladaki hiç cevap vermemiş. Yanındaki demiş ki: "Bak, geçen yolcu sana selâm veriyor, niye cevap vermiyorsun?" Demiş ki: (Esselâmü yecürrül kelâm) "Selâm vermek, konuşmaya götürür. (vel kelâmü yecirrü minel ikrâm) Konuşma da ikrama götürür. Onun için selâmı almıyorum." demiş.
Biz şimdi, selâmla konuşmaya, konuşmalar da --benden size ikram olabilir; çünkü, ben ağabeyim veya hocayım-- ikramlaşmaya sebep olacak, biz bundan kaçınmıyoruz.
Şimdi, bir şeyi söyleyeyim, tertip heyeti kardeşlerinizi tanıdım ve sevdim ama, bu bana böyle bir tepeden inme konu olarak geldi. Yâni, konuyu da yazdım yanlış söylemeyeyim diye: "Yeni Dünya Düzeninde Türkiye'nin Konumu" Ben âciz, nâçiz hocanız, İlâhiyat Fakültesi'nde edebiyatla, gazelle, şiirle uğraşırken, şimdi böyle bir ciddî konu, karşıma tepeden inme, uzay yoluyla gelmiş oldu. Ve ben seyahate çıkmışken gelmiş oldu. İstanbul'dan hareket etmiştim ama, hiç tahmin etmiyeceğiniz bir istikamete doğru, Edirne'ye doğru yola çıktım. Lüleburgaz, Edirne, Çanakkale, Bursa, Eskişehir ve şimdi durak Ankara... Şimdi böyle bir yolcunun, modern bir Evliyâ Çelebi'nin bu seyahati esnasında; bu kadar ciddî, devletler arası bir meselede söz söylemek nasıl olacak bilmiyorum... Amerika duyarsa halim ne olur?.. Avrupa duyarsa, Avrupa devletleri ve bizim yöneticiler ne derler?.. İnşallah sürç-i lisânda bulunmayız. Dikkat edelim, kimsenin tavuğunu taşlamayalım inşallah...