Müslümanın elinde para durmuyor. Biraz zenginledi mi cami yaptırmak istiyor, mektep yaptırmak istiyor, çeşme yaptırmak istiyor... Paradan rahatsız oluyor ve hizmete koşma arzusu duyuyor. Bütün bunları dünyayı fânî olarak gördüğümüz, dünyanın fânî olduğunu bildiğimiz için yapıyoruz. Ebedî bir hayata gönül vermişiz. O ebedî hayatı mamur kılmağa çalışıyoruz. Dünyanın imarından ziyade, ahiretin imarını düşünüyoruz. Onun için de, dünyadan ayrılmak bize zor bir iş gibi gelmiyor, gözümüzü korkutmuyor, içimize endişe vermiyor, uykularımızı kaçırmıyor. Yalnız kusurlarımızdan dolayı mahcub oluruz diye bir endişemiz oluyor. Yoksa ahirete göçmekten, ölümden filân bir korkumuz yok. Boynumuz hemen rızâ ile eğiliverecek gibi halimiz var. Bu başka insanlarda yok! Avrupalı'da, Kuzeyli'de, çok Uzak Doğu'da olanlarda görülen şeyler değil bunlar. Böyle kullarız.
Bizim Türkiye müslümanları, çevremizdeki, hudutlarımızın içindeki insanlar, hudutlarımız dışına taşmış komşularımız içindeki müminlerin ana yapısı böyle... Müminiz. iman içinde onlardan da farklı bir platform üstündeyiz. Takvâyı ve ihsanı özlüyoruz. Yâni Allah müttaki kulları sever diye, takvâ ehli kulları sever diye takvâyı kendimize şiar edinmişiz ve ihsan; yâni her şeyi en güzel yapmak bu arada Allah'a kulluğu da en güzel yapmak; onu arzu ediyoruz. Biliyoruz ki, bunu sağlamak için de kendi içimizde bazı maniler var. Onun için nefsi terbiye ve tezkiye etmeyi esas almış bir topluluğuz. Bu da daha yüksek bir platform. Yâni mü'minler dairesi içinde merdiven merdiven, yüksek, daha yüksek platform bunlar.
Nefsimizin bize bazı kötülükler yapabileceğini, yaptırabileceğini bildiğimiz için "Onu terbiye etmek lâzım, sâfîleştirmek lâzım, kontrol altında tutmak lâzım!" düşüncesinde olan insanlarız. Bu vasıf, bizi öteki bazı müslümanlardan ayırıyor, daha da özelleştiriyor. Ancak böyle yaparsak, güzel ahlâka sahip olabiliriz diye düşünüyoruz. Güzel ahlâka sahip olduktan sonra gönlümüzü sâfîleştirmek istiyoruz. Kâinatın esrarına ermek istiyoruz. Yaradanı bulmak istiyoruz, marifetullaha kavuşmak istiyoruz. Onun çaresini arama içindeyiz. Muhabbetullahı kalbimize yerleştirmek istiyoruz. "Allah-u Tealâ'nın rıdvân-ı ekberine nasıl ulaşabiliriz?" diye, işte uykumuz ondan kaçıyor. "Nasıl olur da, ne yapsak Allah'ın o yüce rızasına erebiliriz?.. Nasıl olur da, sonunda:
(Femen zühziha aninnâri ve udhilel cennete fekad fâz) "Şu Allah'ın kahrına ve gazabına uğrayan insanların aldatıldığı, itildiği nâr-ı cahîminden kurtulup da, sevgili kullarını davet ettiği, taltif ettiği dar-ı naîmine biz de nasıl girebiliriz?" diye onun peşindeyiz onun için. Bunlar bizi gittikçe müslümanlar içinde de özelleştiriyor, özel bir grup haline getiriyor. Bu vasfımız dolayısıyla, Türkiye içinde oldukça özel bir grubuz. Geniş bir kardeş dairemiz, ihvan dairemiz var. Gazeteler milyonlarca olduğumuzu söyler, milyonu geçtiğimizi, oy potansiyeli olarak milyon olduğumuzu yazarlar. Biz istatistik yapmaktan kaçıyoruz; sayınca bereketi gider diye, pek saymak istemiyoruz.
Elhamdülillah kardeşlerimiz, genel kültür seviyesi yüksek kimselerdir, bilgili kimselerdir; mühendistir, doktordur, profesördür, yazardır... Görgülü kimselerdir. Ayrıca çağdaş birtakım vasıtalara sahibiz. En çağdaş vasıta olarak sosyal müesseseleri görüyorum acizâne... Çünkü en ileri toplumlar, sosyal müesseseleri en gelişmiş toplumlardır. Mehmet Emin kardeşimiz demin Ayvalığı ve Gemliği özetlerken ifade etti; Osmanlıların sosyal müesseseleri son derece gelişmiş idi. Vakıflar... Kanadı kırılan, bacağı kırılan, uçamayıp bizde misafir olmak zorunda kalan leylekleri bile koruyan vakıflar var... Evde çanak tabak yıkarken tabağı kırarsa, efendisinden azar işitmesin diye, hizmetçinin kırdığı tabakları tazmin eden, tazmin etmek için bile kurulmuş vakıflar var... O kadar müesseseleşmiş ki sosyal hayat, hiç bir kimsenin kıyıda kenarda kalması mümkün değil... Hatta hayvanların bile mağdur olması mümkün olmayan, güllü sümbüllü, bülbüllü çiçekli bir güzel alem imiş o zamanın alemleri...
Biz de şimdi modern toplumlarda aynı şeyi görüyoruz. Gezdiğimiz Batı toplumlarında sosyal müesseselerin son derece gelişmiş olduğu ortada. Bizde tahrip edildiği için, hepsi yerinden yıkıldığı için, bir bombardıman geçirmiş şehir gibi yeniden tamir etmek durumdayız. Ama onlar, müesseselerini asırların akışı içinde sağlıklı olarak devam ettirdiklerinden, sosyal bakımdan kuvvetliler. Yardımlaşma müesseseleri, vakıfları, hastaneleri, eğitim müesseseleri, dinî müesseseleri, hayır müesseseleri, bilimsel müesseseleri zedelenmemiş durumda.
Biz bir taraftan sosyal yapılanma tazelemesini sağlamaya çalışıyoruz kardeşlerimizle; vakıflar kurarak, vakıfların her ilde, bucakta, beldede şubelerini kurarak, irtibat bürolarını kurarak; tarih, çevre ve kültür dernekleri kurarak; hanımlar arası, hanımların hizmetlerini topluca götürmelerini sağlamak için, birleşmelerini temin eden dernekler kurarak organize olmaya çalışıyoruz. Dinimizden aldığımız ana yapı, dedelerimizden gördüğümüz terbiye ve görgü icabı... Hazreti Adem en büyük dedemiz olarak, Hazret-i Adem'in oğulları, benî Ademi de o dedemizden kardeşlerimiz olarak görüyoruz karşımızda... Bütün insanları kardeş olarak görüyoruz. Ama bir kısmı İslâm'a muhtaç kardeşler diye, yardıma muhtaç, el uzatmaya muhtaç kardeşler diye görüyoruz. İnsan cinsi olarak onlara büyük yakınlık duyuyoruz. O cinsiyet bakımından kardeş olarak görüyoruz. Fakat müslümanları o kuvvet-i diniyye ile, o kuvvet-i Kur'aniyye ile, daha yakın bir kardeş grubu olarak görüyoruz.
Bütün insanlara hizmet arzu ediyoruz. Onların dünya ve ahiretlerini kurtarabilirsek ne mutlu diye düşünüyoruz. Fakat müslümanlara daha öncelikli yardım etmek, hizmet etmek istiyoruz. Yolumuz böyle, büyüklerimizden gördüğümüz üzere sevgi ve saygı ve hizmete dayalı bir yol elhamdülillah. "Dostun evin gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim!" dediği gibi düşünüyoruzYunus Emre'nin... Ana yapımız dindarlık olduğu için, imanımız olduğu için ibadet taat peşindeyiz elbette... "İbadetlerin de en hayırlısı hangisidir?" diye zaman zaman kendi kendimize soruyoruz; kitaplardan cevabını arıyoruz. Görüyoruz ki, insanlara faydalı olmak çok sevaplı bir şey!.. Sadaka-i câriye bırakmak, hayrat ü hasenât tesis etmek çok sevaplı bir şey... İnsanın ömrüyle bile sınırlı değil. İnsan öldükten sonra bile, o kurduğu müesseselerin hayrı ve faydasını, kabrine nur yağması, rahmet inmesi, günahının mağfiret olması, manevî derecesinin artması tarzında göreceği için, insanlara faydalı olmayı çok büyük bir ibadet olarak görüyoruz. İbn-i Mace isimli hadis alimi (Rh.A) in, Enes RA'den rivayet eylediğine göre, Peygamber SAV Efendimiz buyurmuş ki:
(A'zamun nâsi hemmen el mü'minü, yehtemmu bi emri dünyahu ve emri ahiretihi) Yâni, insanların en dertlisi mü'minlerdir, mü'min kişidir. Başı sıkıntılı, işi çok, omuzu ağır yüklerin altında, sıkıntısı çok olan insan mü'mindir. Neden?.. (yehtemmu bi emri dünyahu) hem dünyada yaşamış olmak, insan olmak, hayatta olmak dolayısıyla hayatî faaliyetlerini devam ettiriyor; (ve emre ahiretihi) hem de ahiretini kurtarmaya çalışıyor. İki cihan için çalıştığı için, sadece dünya için çalışanlardan daha dertli, daha meşgul, daha sıkıntılı durumda... Böyleyiz, böyle olmamız gerekiyor. Büyüklerimiz böyleydi. Biz de hakikaten hem dünya hem ahiret için üzüntü duyan, tasalanan, gayret eden insanlarız.
İslâm'ı bilmeyen ve bizi tanımayan insanlar bize soruyorlar; dergi çıkarttığımız zaman, --İşte İslâm dergisini çıkarttık, Kadın ve Aile'yi çıkarttık.-- sormuş karşımızdaki basın: "İyi ama siz dindarsınız, niye politikayla ilgileniyorsunuz? Niye dış politikadan yazılar yazıyorsunuz? Niye piyasadan, ekonomiden bahsediyorsunuz? Niye şu şu konuları işliyorsunuz?.." Biz onlara diyoruz ki, İslâm'ın ilgisinin taalluk etmediği hiç bir konu yok ki, biz ilgilenmeyelim... İnsanın ilgilendiği, insanla ilgili her şey bizim ilgi sahamız içine giriyor. Elbette politikayla da ilgileniriz, seçimle de ilgileniriz... Piyasayla da ilgileniriz, enflasyonla da ilgileniriz... Talim ve terbiye, iletişim vs. başkalarının modern saydığı her konuyla ilgileniriz. Çünkü İslâm, sadece bir köşeye çekilip dindarlık yapmak değil, hayatı mü'min bir üslûbla yaşamak sanatı... Müslüman dağın başına çekilip, bir köşeye çekilip hayatı terkeden insan değil, hayatın bütün faaliyetleri içindeyken Allah'ın rızasını gözetebilen insandır. Büyüklerimiz bunu "halvet der encümen" diye tabir etmişler. "Halk içinde Hak'la olmak... Eli kârda, gönlü yarda... Eli işte, kalbi bilişte... Yâni, bildiği tanıdığı inandığı Rabbinde." diye tabir etmişler. Kur'an-ı Kerim'de Nur Suresi'nde bildiriliyor; Bismillahirrahmanirrahim:
(Ricâlün lâ tülhîhim ticâretün velâ bey'un an zikrillâhi, ve ikamis salâti ve îtâuz zekâti, yehafûne yevmen tetekallebu fihil kulûbü vel ebsar) Yâni, hem ticaret yaparlar, alışveriş yaparlar ama; bu ticaretleri, alışverişleri onları ibadetten, ahireti düşünmekten, zikrullahtan ibadetullahtan men etmez. Bir taraftan öbür beşer hemcinsleri gibi, öbür insanlar gibidirler; dükkânları vardır, ticaretleri vardır, meslekleri vardır, sanatları vardır... Ellerinin emeklerini, alınlarının terini değerlendirip, kimseye yük olmadan yaşamaya çalışırlar. Bir taraftan da ibadet ve taatte ihmal göstermezler; hatta, dünyalık için çalışırken bile ahiret ehlidirler. Ahireti düşünen insanlardır. Onun için biz dünya ile ilgileniyoruz. Ama biliyoruz ki bu dünya sevilecek bir şey değildir.
(Eddünya dârun men lâ dâre lehû) Dünya, evsizlerin evidir. Bizim evimiz, ahiret olduğundan bizim yerimiz değildir. (Ve mâlün men lâ mâle lehû) Sermayesizlerin malıdır. Bizim sermayemiz ahiret olduğu için bizim buraya iltifatımız yoktur. Fânî dünya demişiz. Şair diyorki:
Mecû dürüstî ah ez cihânı süst nihâ
K'in acuze arusi hezâr dâmâdest
"Bu vefasız dünyadan ahdine vefa bekleme! Vefasızlığı malum olan bir dünya... Bu bin tane kocadan geri kalmış acuze bir dünyadır, kocakarıdır." Yâni, "Niceleriyle evlenmiş, hepsinden geriye kalmış, hiç birine vefa göstermemiş." diye, dünyaya nazar etmemişiz, ahirete rağbet etmişiz. Gözümüzde dünya yoktur ama, dünyanın içinde yaşadığımız için işimiz dünya iledir... Malladır, cemiyetledir, toplumladır, insanladır, eğitimledir, ticaretledir, siyasetledir, devletledir, devletler arası meselelerledir. Onları da ahireti kazanmak için müslümanın çalışma sahası içine alıyoruz.
Konferans istediğimiz Mustafa Yazgan kardeşimizin kafası düzenli olduğu için, yâni sağlam bir hayat felsefesi olduğu için, nasıl isim vermiş konferansına: "Devlete Giden Yolda Ailenin Yeri ve Önemi" Yâni orayı unutmuyor hiç; aklı fikri burca bayrağı dikmekte... Aileyi anlatırken bile, "Devlete giden yolda, ailenin yeri ve önemi" diye anlatıyor.
Şimdi ben aciz kardeşiniz, Hocamız tarafından sizlere hizmet etmekle vazifelendirilince, istiyordum ki; hepinizin evine gideyim, ailenizi tanıyayım, nereli olduğunuzu bileyim, çoluk çocuğunuzu bileyim, meselerinizi bileyim... Yâni, yeni heves, nevheves derler; böyle yeni, toy insanların hevesi... Hepinizi tek tek tanıyayım; acaba ne hizmet yapabilirim filân, ona göre karar vereyim diye. Ama öyle bir telaş içinde oluyor ki insan, vaaz esnasında konuştuğum kalabalığın içinde, kendi öz kardeşimi görüyorum da; yanına gidip, ona nasılsın demeye fırsat olmuyor. Yâni öyle bir hızlı dünyanın içinde yaşıyoruz ki, insan kardeşine gidemiyor, ağabeysiyle bayramlaşamıyor, --istediği halde-- halasının elini öpemiyor. Böyle bir hızlı dünyada...
Şimdi biz de bu hızlı dünyada, herkesin aynı illet ile ma'lûl olduğunu gördüğümüz için, tatilleri fırsat biliyoruz ve büyük yerlerde daha çok kalabalık kardeşlerimizle bir arada olmayı sağlamaya çalışıyoruz. Meselâ, bayramın ikinci günü Süleymaniye'de bayramlaşalım dedik. Küçük yerler yetmez oldu bize. Sonra 23 Nisan tatili baktık haftanın ortasından ba;lıyor; perşembe, cuma, cumartesi, pazar... 4 gün. Fena değil. Ayvalık'ta 3 gün idi, Gemlik'te 7 gün idi; bu dört gün de fena değil. Büyük bir otel aradık. Burasını bulduk büyük olarak ama, kardeşimiz müracaat ettiği halde kontenjan dolduğu için, istediği halde gelememiş durumda... Her yerden bana soruyorlar ki, "Biz otelde yer bulamadık ama, acaba konuşmaları takib edebilirmiyiz?" Ben dedim ki, "Otele daha önceden hiç gitmedim, salonunun imkânını bilmiyorum. Gelenlerin durumunu da bilmiyorum. Sonra size haber iletirim." diye böyle bildirdim.
Sanıyorum bundan sonra herhalde stadyum tutacağız... Samimi söylüyorum, ya da yaz ayında bir yaylada toplanacağız... Çayırları çok geniş olan bir yerde... Birer çadır, sade, natürel bir hayat... Yine oraya böyle ses teşkilatlarımızı kurarız. Alabildiğine genişlikte, Kırkpınar çayırı gibi... Belki çalışmalarınızı öyle yaparız. Onun da olabileceğini düşünerek, Hocamızın aziz hatırasına bir orman tesis edelim demiştik. Geçtiğimiz pazartesi --iki pazartesi önce-- çok güzel bir yerde, bir bölge ayırmışlar. Hocamız için fıstık ormanı tesisine, birçok arkadaş gitti. Aşağıda da hakikaten çayırlar, çimenler... Deniz kenarında çok güzel bir gün geçti. İnşallah bundan sonraki toplantımız artık böyle otellerde olmayacak; 5 yıldızlar yerine göklerdeki sayısız yıldızların altında, galiba toplantıyı öyle yapacağız gibi geliyor bana...
Tabii, bu toplantıları muhabbetimiz ziyadeleşsin, birbirimizi tanıyalım diye yapıyoruz. Muhabbet de bir ibadettir, dostluk da, kardeşlik de bir ibadettir ve adet tarzındaki ibadetlerin en asili ve en sevaplısıdır. Ve en kârlısıdır. İki insan kardeş olsa, Allahu Teala Hazretleri ahirette, mertebesi çok aşağıda olanı kardeşinin yanına yükseltecek. Derviş hocasının yanına gelecek, seven sevdiğine kavuşacak... Biz aciz naçiz kullar Allah'ın lütfundan ümit ediyoruz ki, Efendimiz'e komşu olacağız inşallah... Peygamber Efendimiz'e komşu olacağız inşallah. Çünkü Sahabe-i Kiram'dan birisi gözü yaşlı, kalbi titreyerek Efendimizin yüzüne pür dikkat bakarken, "Ne oluyor?" diye sordu Peygamber Efendimiz. "Hayrola!.." Biliyor gönlünden geçeni de... Gözünü dikmiş, dedi ki: (Fidâke ebî ve ümmî yâ rasûlallah!) "Annem babam sana fedâ olsun ey Allah'ın elçisi! (etevedde'ü bin nazari ileyke) Senin cemâlini seyrederek nimetleniyorum... Cemaline bakıyorum, lezzet içinde, saadet içinde, mutluluk içinde yüzmekteyim. Yalnız bir şeye endişe ediyorum ki, bu dünyadayken ashabının arasına yazılmışım, girmişim, senin sohbetine ermişim... Şu anda seni seyrediyorum amma, ahirette sen Makam-ı Mahmud'a çıkacaksın, en yüksek mertebeyi elde edeceksin, Allah'ın çok büyük lütfuna mazhar olacaksın... Ben ise, eğer cennete girebilirsem; sen nerde, ben nerde?.. Yâni senin merteben nerde, benimki nerde?.. Seni görebilecekmiyim, göremeyecekmiyim diye, ona endişeleniyorum!" dedi, o mübarek radiyallahu anh... Peygamber Efendimiz müjdeledi ki: "Kişi sevdiği ile beraber olacak!"
Onun için biz sevgiyi de, bir çalışma konusu olarak alıyoruz. Sevmeyi de öğrenmeye çalışıyoruz. Yâni bir insan çiçeği sevebilir, denizi sevebilir, yüzmeyi sevebilir, dağı sevebilir, meyvayi sevebilir; tatlıyı, kaymaklı kadayıfı, vesaireyi sevebilir... Biz bu sevgilerden başlayarak asıl sevgiyi bulmayı, buldurmayı, öğrenmeyi de istiyoruz. Şairin birisi öyle demiş: "Sen daha nerelerdesin? Git de önce sevmeyi öğren!" diyor şair, şiir öyle bitiyor. Sevmeyi de öğrenmek lâzım. O da bir öğretim meselesi ve sevme galiba bizim en mühim işimiz olacak. Hayatımızın en mühim işi olacak.
Mehmet Emin kardeşimiz çok güzel izah etti. Sevginin müsbeti hakikaten sevmektir, dost olmaktır, fedakârlık yapmaktır, hediye vermektir, hizmet etmektir... Karşısındakinin boynuna sarılmaktır, elini öpmektir, yanağını öpmektir; bir böyle... Bir de hakkın sevgisiyle, hakikatın sevgisiyle, imanın sevgisiyle, o güzellikleri tahrip edenlere karşı da, bir tavır koymaktır. O da sevgi, o da sevginin gereği...
Cihad da sevginin gereği. Cihad buğz u adavetin sonucu değil ki; Allah sevgisinin, hakkın, hakikat sevgisinin sonucu... Çünkü, biz ilk önce insana doğru yola gelmesini teklif ediyoruz. Hasmımıza, hizaya gelmesini teklif ediyoruz. Hizaya gelmezse, hizaya getirmeye çalışıyoruz, düzenlemeye çalışıyoruz... Bozmaya çalışmıyoruz. Ve müslümanların dünya üzerindeki --yeni kelimeyle-- etkinliğinin azalması, dünyayı büyük mutsuzluklara gark ediyor. Bugünkü gazeteleri gördüyseniz, herhalde içiniz kan ağlamıştır. Yugoslavya'daki vahşet, çok tarzda vahşet, Bosna'nın yakılıp yıkılması, oradaki müslüman kardeşlerimizin çaresiz direnişi... Müslümanların birlik ve beraberliğine, etkinliğini tekrar kazanmasına ne kadar büyük ihtiyaç olduğunu gösteren bir olay... Karabağ öyle, dünyanın başka yerlerindeki acı olaylar öyle...
Muhterem kardeşlerim, tabii sizi üzmek istemiyorum. Çünkü daha ziyade, burada biraz dinlenin, biraz eğlenin, biraz muhabbet edin diye planlandı bu program. Ama tek tek olayların parçaları bir araya getirilirse, önümüzdeki yılların, 21. Asrın evet müslümanların lehine avantajlara sahip olduğu ortada... Onu 20 küsür konferanslı, böyle yoğun bir eğitim çalışmasında, Ayvalık'ta, Gemlik'te profesörlerin, mütehassısların, doçentlerin ağzından duyduk. Müslümanların avantajı var ama, bu avantajı Avrupalılar bizden daha önce sezdiği için, İslâm düşmanları bizden daha önce sezdiği için; bu avantajların bizim elimize geçmemesi için yoğun çalışma içindeler!..
Çok mühim günlerdeyiz. Onlar bizden çok daha teknik üstünlüğe sahiptirler, teknolojik üstünlüğe sahiptirler. Şeytan gibi her şeyi bilirler. Tilki gibi koklarlar ortalığı... Domuz gibi de saldırırlar. Bizim de, şu bizim devletin kalkınma için yaptığı beş yıllık planlar gibi, planlar yapmamız gerekiyor. Eğer biz bu beş yıllık, on yıllık, elli yıllık, yüz yıllık planları yapmazsak; bu önümüzdeki 21. asır Bosna, Hersek, Karadağ, Karabağ, Sancak, Kırım ve diğer yerlerde çok çok acı olayların zincirlerinin devam etmesi tarzında acılara garkolmuş olabiliriz. Akıllı insan olaylar olmadan önce tedbir alan insandır. Biz bu toplantılarda biraz da, 21. yüzyılda neler yapmamız gerektiğini beraberce düşünelim ve ağustos böceği gibi sonunda kışın titrememek için, yazdan hazırlık yapalım diyoruz.
Benim odamda, odanın bir duvarını baştan aşağı kaplayan, benim üç boyum kadar dünya haritası var. Ne zaman haritalara baksam çok üzülüyorum. Haritalar öyle haince çizilmiş ki, Bosna va Hersek'in kıyıda sahili yok! Ben Bosna Hersek'e gönüllü göndersem, nerden göndereceğim?.. Azerbaycan'a doğrudan doğruya bir bağlantım yok! Nahcivan, Azerbaycan'a bağlı özerk bir bölge; Nahcivan'la Azerbaycan arasında Ermenistan, İran'a kadar sarkmış... Yâni, her yerde müslümanlar birbirlerinden tecrid edilmişler; ilgi ve irtibatları çok şuurlu, çok teknik bir çalışmayla kesilmiş!.. "Biz bu kesiklikleri nasıl izale ederiz, kopuklukları nasıl bağlarız?.. Müslümanların birlik ve beraberliğini nasıl temin ederiz?.. Müslümanları nasıl mutlu ederiz?.." diye düşünmeliyiz.
Her derd ki var, var dermanı; veliy,
Bîderdlerin derdine dermân olmaz.
"Her dert ki vardır, dermanı da vardır. Ama, dertsizlik hastalığının dermanı yoktur." diyor Fuzûlî. Fuzûlî gibi, sizin dertsiz olmanızı istemiyoruz, biraz dertli olmanızı istiyoruz. Yâni:
Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb;
Kılma dermân kim, helâkim zehr-i dermanımdadır.
Tedâvi istemiyor Fuzûlî; "Ben bu dertten memnunum, şifa bulmak da istemiyorum. Beni tedavi için bu dert olsun." diyor.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Farsça aynı şeyi söylüyor:
Âteşest in bank-i nâyu nîst bâd.
Her ki in âteş nedâred, nîst bâd!
"Bu neyin sesi ateştir; üfürük değildir, hava değildir, yel değildir. Kimde bu ateş yoksa, yok olsun!.."
Neyde bir ateş var, yanıklık var; sizde de o yanıklık olsun. Fuzulî'de bir dert var; sizde de o dert olsun... Çünkü, dertsiz olmak, en büyük hastalık; dertsizliğin çaresi yok... Her derdin çaresi var. O dertlerin çaresini beraber arayalım. Çünkü:
(Vellezîne câhedû fînâ lenehdiyennehüm sübülenâ) "Kim bizim uğrumuzda cihad ederse, biz onlara hidayet ederiz; yollarımızı mutlaka ve muhakkak gösteririz." buyuruyor Rabbül alemîn. Vaad ediyor. Onun için 21. yüzyılı daha yakından tahmin edelim ve 21. yüzyıl için bir asırlık plan yapalım, onar yıllık plan yapalım, beşer yıllık plan yapalım, ona göre çalışalım. Bir milyar nüfusumuz var, bunca mazlum kardeşimiz var, bunca geniş arazimiz var... Yedi asır İslâm bayrağının dalgalandığı Endülüs, ondan sonra Katoliklerin eline geçmiş... O kadar yıllar müslüman yaşamış Balkanlar'da, şu anda Boşnak müslümanlarının katliamlarıyla yer gök inliyor...
Orta Asya, geçtiğimiz yüzyılın sonunda ve bu yüzyılın başında çok acılar çekti. Şimdi, kurtuldu mu?.. Tam kurtulması için neler yapılabilir?.. Bakın Yugoslavya'da bir hürriyet dalgası esti. Bosna Hersek özerkliğini ilan etti, ayrı bir devlet olduğunu kabul etti. Şimdi katliama uğruyor, hiç kimseden ses çıkmıyor!.. Bu bir hain plandır. Aynı hain plan Karabağ'da uygulandı... Yarın, öbürgün Çeçen-İnguşlar'ın, Ruslar'a asla boyun eğmeyeceğiz diyen kahraman kardeşlerimizin başında patlayabilir... Özbekistan'da, Kırgızistan'da, Kazakistan'da olabilir. Onun için, "Çok fedâkârca, çok dikkatli, çok bilgili, çok şuurlu olmalıyız!.. Bütün varımızı yoğumuzu müslümanların hizmetine tahsis ederek, 21. yüzyıla hazırlanmalıyız!" diyorum. Onu hatırlatmak için, biraz da bu toplantıları vesile sayıyorum.
Allah-u Tealâ Hazretleri, hepimize hakkı hak olarak göstersin; ona uymayı nasib eylesin... Batılı batıl olarak teşhis edip, ondan el çekmeyi, korunmayı, kurtulmayı nasib eylesin... Ümmet-i Muhammed'i tekrar aziz eylesin... Zulmü, zalimi mahveylesin... Cümlemize dünya ve ahiret saadetini ihsan eylesin... Cennetiyle cemâliyle taltif eylesin... Allah hepinizden razı olsun...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..
23 Nisan 1992 - Söke / AYDIN
TASAVVUF VE ŞERİAT
Üzerimize saçtığı sonsuz nimetlerine Rabbimizin, beşer takati içinde, sonsuz hamd ü senâlar olsun... Alemlere rahmet olarak gönderdiği Habîb-i Edîbi, numune-i imtisalimiz, rehberimiz, başımızın tacı, Muhammed Mustafa'sına gönül dolusu salât u selâmlar...
Çok tatlı bir tatilin, çalışmayla dolu bir tatilin, eğitimle dolu bir eğitim arası tatilin sonuna geldik. Tatile çıkan çocuklar gibi sevinçliyiz, ayrıldığımız için üzüntülüyüz... Haccı bitirenler gibi sevinçliyiz, mukaddes yerlerden ayrılanlar gibi bir burukluk içindeyiz. Yunus Emre merhum, "Tez geçer sağıçlı gün" buyurmuş. (sağıçlı: sayılı) Hakikaten, galiba göz yumup açıncaya kadar geçiverdi.
Bizler birbirimizin, Allah tarafından birbirlerine bağlanmış kardeşleriyiz.
(İnnemel mü'minûne ihvetün) ifadesinde "innemâ" edat-ı tahsisi, "Müslümanlar ancak ve ancak, sadece ve sadece kardeştir; başka hiç bir vasıf onlara uygun düşmez, ancak kardeşlik vasfı uygun düşer. Kardeşliğin dışında başka bir sıfat onlara yakışmaz. Münasebetlerini isimlendiren, tavsif eden ancak kardeşlik olabilir." manasını taşıyor. Ayrıca birbirimizle yol kardeşliğimiz, uhuvvet-i fillah; Allah rızası için, daha özel bir kardeşliğimiz de var... Daha yakın bir kardeşliğimiz var... Akrabalık gibi içiçe olan kardeşlikler, çok zevkli, hareketli günler geçirdik. Çok değerli bir başkanın, çok dirayetli bir yönetiminde, --asıl konuşmalar arasında onun konuşmaları da bir eğitim idi hepimiz için-- çok zevkli günler geçirdik. Ve gerçekten, --kendi adıma söylüyorum, başkaları için de kuvvetle tahmin ediyorum-- hakikaten bilgilendik... Hakikaten bilgi ve görgümüzde yükselme, ilerleme, gelişme sağladı, bu topluluk... Bu da Peygamber SAV Efendimiz'in hadis-i şerifi ile müjdelediği bir husustur:
(Ve men leka mü'minâni kattu izâ efâdallahu bi ehadihimâ min sahibihî hayrâ) "İki müslüman bir araya gelir karşılaşırsa; manevî mükâfat olarak Allah birinden ötekisini, ötekisinden berikisini, mutlaka faydalandırır." Demek ki, müslümanların bir araya gelmesi lâzım, mülâkatları çok olması lâzım; bu mükâfatları daima almak için...
Va'dedilen konuşmaların hepsi yapıldı. Ayvalık'taki ve Gemlik'teki gibi oldu. Herkes memnun; hanımlar, beyler, ve çocuklar... Çocukların yine sergileri, sanat eserleri yüreğimizi heyecanlandırdı, sevgi doldurdu, takdir doldurdu; öğretmenlerinden Allah razı olsun... "Biraz hafif program yapalım da kardeşlerimiz hakikaten dinlensin, birbirleriyle tanışsınlar, sohbet etsinler!" diye düşünmüştük... Ama, ben ne zaman çay istesem çok açık olsun diye, yine koyu çay gelir. Çünkü çay deyince, illa koyu renkte olmasını düşünüyor galiba, ev sahipleri... Nihayet, beyaz olsun deyinceye kadar, koyu çay gelir. Biz de hafif program olsun derken gene epeyce yoğun, tenkit alan, yoğun bir program yaptık galiba...
Ama memnunuz. Yâni tatlı bir yoğunluk oldu. Hatta daha başka şeyler de belki yapılabilirdi. Konuşmaların hepsi hakikaten birbirinden güzel oldu. Toplantıların hepsi birbirinden faydalı oldu. Hele finish-final, --böyle rahat rahat koşan koşucuların sonuca yaklaştıkları, finişe yaklaştıkları zaman tekrar hızlanmaları gibi-- bugünün programı bende çok büyük takdir uyandırdı. Katılan kardeşlerimize, zahmet edip buraya geldikleri için hakikaten teşekkür ediyoruz, Allah razı olsun... Gerçekten çok kaliteliydi. Derler ki efendim işte, "Teşrif ettiniz" --yâni, şeref verdiniz demek-- "Huzurlarınızla şeref verdiniz" filan derler, klasik sözler... Ama biz, hakikaten hem siz misafirlerimizden şeref bulduk; hem de konuşmacı ilim erbabı alim kardeşlerimizin katılmalarından, gerçekten toplantımız şeref kazandı. Elbette denilecek ki: "Falanca alim katıldı, filanca alim katıldı, çok kaliteli bir toplantı oldu." Bu da bizim için bir sevinç, bir övünç ve bir hamd ü senâ vesilesi... Allah hepsinden razı olsun... Bizim işimiz ve elimizden gelen dua... Onların güzel jestlerini karşılayacak daha başka bir şeyimiz olamıyor.
Yalnız bir husus aksadı: Benim akşamları konuşmamı istemişlerdi. Ben istemiyordum, programa öyle konmuştu. Allah gönlümün muradını verdi, beni konuşturtmadı; çünkü, ben istemiyordum. Ama benim yerime, benden çok daha güzel konuştu kardeşlerim; Allah razı olsun... Halil Gönenç Hoca konuşmasaydı da ben konuşsaydım, sanki tasavvufun önemini ben daha mı güzel anlatacaktım?.. "Tasavvufu inkâr, küfür olur." desem beni mi dinlerlerdi; yoksa --bir alim ve fakih olarak-- Gönenç Hoca'yı mı daha saygıyla, ceketlerini ilikleyerek dinlerlerdi?.. Elbette onun konuşması çok daha güzel oldu, çok daha faydalı oldu; çok daha fazla zevk, şevk ve güç verdi, Allah razı olsun...
Biz böyle bir çalışmayı, daha önce İslâm Mecmuası'nda da Mehmet Emin Er Hoca ile röportaj yaparak sunmuştuk efkârı umûmîye... Çünkü, Mustafa Kara kardeşimizin çok güzel ifadeleri var, diyor ki: "Öyle İslâmcı mütefekkir kardeşlerimiz var ki, ilmihalden imtihan olsa sınıfta kalırlar!.." Hakikaten bazı kültürel kuvvetli tarafları var ama, dinî bilgileri zayıf... Bazı kimseler öyle şeyleri inkâr ediyorlar ki, ayetle sabit... Ehl-i Sünnet itikadının ana umdelerinden... Alimlerimizin aşağı yukarı ittifak ettiği, --tabi her konuda herkesin ittifak etmesi mümkün değil ama-- büyük çoğunluğunun kabul ettiği şeylerde dahi salâhiyetleri olmadığı halde, çeşitli ileri geri konuşmalar yapanlar oluyordu. Biz de fıkıh bilgisiyle ve sağlam mantığıyla tanınmış kimselerden bir kimse olarak --kulakları çınlasın, Allah afiyet versin, ömrünü uzun eylesin-- Mehmet Emin Er Hocamıza bazı meseleleri sordurduk. Gayet sakin, gayet telaşsız, gayet vakur cevaplarını dergimizde neşrettik.
Ayrıca Hocamızın vefatı sene-i devriyesinde de kardeşlerimiz, "Sadece bir anma olmasın, aynı zamanda bir ilmî çalışma olsun, daha da güzel olur. --Çünkü çalışmaların en sevaplısı ilim çalışmalarıdır.-- Tasavvuf sempozyumu olsun!" demişlerdi. Tasavvuf üzerine iki gün gayet güzel konuşmalar oldu; gayet salâhiyetli, o konunun tam ehli, erbabı kimseler tarafından konuşmalar yapıldı ve bu konuşmalar Sehâ Neşriyat'ımız tarafından neşr de edildi. Onlar da bu konuda gerçekleri ortaya koydu. Yâni biz söylesek, nihayet biz bir tarafız. Taraf olduğumuz için tenkit edilebilir veya kuvvetli görülmeyebilirdi. Onların sözleri, elleri vicdanına konulmuş, objektif sözler olduğu için daha da uygun oldu. Gerçeklerin anlaşılmasına yardımcı oldu.
İkinci gün tabii, yine aramızda İlâhiyat fakültesinden tefsir doçenti kardeşimiz vardı. Biz evsahibi durumundaydık, biz konuşsak olmazdı. Onu konuşmaya teşvik ettik, rica ettik. O da Kur'an-ı Kerim üzerinde, çok beğenilen bir ses tonuyla, gayet güzel bir üslûb ile, Kur'an-ı Kerim'i sevdirici, Kur'an-ı Kerim'i anlamaya teşvik edici, okumaya teşvik edici, manâsını tedebbür ettikten sonra, ahkâmını uygulamaya sevkedici çok güzel konuşmalar yaptı. Zaten tasavvufun en yüksek mertebesi nedir?.. En yüksek mutasavvıfın en yüksek meşgalesi ve zevki nedir?.. Kur'an-ı Kerim ve namazdır. O da o bakımdan gayet güzel oldu.
Tasavvuf bahis konusu edildiği zaman, tabii tasavvufla şeriat, tarikatla şeriat arasındaki münasebetler, çatışmalar, ayrılıklar, gayrılıklar daima bahis konusu edilmiştir kitaplarda... Haklıdır bazı konuşmacılar, bazı tenkid edenler... Çünkü tasavvuf, çok uzun bir tarihte, çok geniş bir sahada asırlar boyu uygulanmış, farklı kültür çevrelerinin insanları tarafından uygulanmış bir dini yaşama tarzı... Muhakkak ki İslâm'dan önceki yaşam tarzlarının, örflerinin, adetlerinin, kültürlerinin, çevrelerindeki insanların tesiri var... İran-Hind tesiri, hristiyanların daha önceki zâhidlerinin, rahiblerinin tesirleri var. Bu kadar uzun asırlar Atlas Okyanusu'ndan Büyük Okyanus'a, Sibirya'dan Afrika'nın güney ucuna kadar geniş sahalarda yayılmış olan, bir dini yaşam tarzının arasında farklılıklar olabilir. Bunun güzel temsil edilmesi de olabilir, cahillik veya yozlaşma da olabilir. Bunu her sahada müşahede etmek veya her sahadan buna misal göstermek mümkündür. Teknolojiden bile mümkündür.
Onun için, tasavvufun çeşitleri çok olunca, birisi tasavvufu tenkid ediyorsa, tarikati tenkid ediyorsa; onunla terminolojimizi eşitlememiz lâzım, neyi kasdettiğini beraber düşünmemiz lâzım... "Sen hangisini kasdediyorsun?.. Neye düşmansın, neye dostsun?.." diye kavramdan, kelimeden anladığımız manâ üzerine bir ortak zemin bulmamız lâzım ki, ondan sonra haklısın veya haksızsın denilebilsin. Çünkü, belki aynı şeyi söylüyoruz; belki, onların tenkit ettiği hususu biz daha çok tenkit ediyor ve düzeltmeye çalışıyoruz.