25. KADINLAR VE HAYIZ HALİ

26. ABDULLAH İBN-İ ABBAS RA



İsmi Abdullah, künyesi Ebü’l-Abbas, babası Abbas, annesi Ümmü’l-Fadl Lübâbe’dir. Nesebi; Abdullah ibn-i Abbas ibn-i Abdü’l-Muttalib ibn-i Hàşim ibn-i Abd-i Menaf el-Kureşî el- Hàşimî’dir.

Hazret-i Abdullah, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in amcasının oğludur. Ümmü’l-mü’minîn Hazret-i Meymûne, Abdullah ibn-i Abbas’ın teyzesi olur. Çünkü annesi Ümmü’l-Fadl, Hazret-i Meymûne’nin öz kardeşi idi.

Hazret-i Abdullah, hicretten üç yıl kadar önce Mekke’de doğmuştur. Onun doğduğu sırada, müslümanlar Kureyş müşrikleri tarafından şiddetli baskı ve işkenceye maruz oldukları için, Ebû Tâlib Şa’bine ilticaya mecbur kalmışlar, orada şiddetli bir muhasara hayatı geçirmek zorunda kalmışlardı. Hazret-i Abdullah doğunca, babası Abbas onu Rasûl-ü Ekrem’in yanına getirmiş, Rasûl-ü Ekrem onu kucağına alarak ona dua etmişti.


a. İslâmiyeti:


Babası Hazret-i Abbas, bazı sebeplerle Mekke’nin fethine kadar İslâmiyetini izhar etmemişti. Mekke’nin fethinden sonra müslüman olduğunu ilân etti. Fakat annesi Hazret-i Ümmü’l- Fadl, İslâmiyet’e ilk evvel girenler arasındadır. Onun için, Hazret- i Abdullah doğduğu zaman, tevhid kelimesini duyarak doğmuş idi.

İmam Buhârî bunu söz konusu ederken der ki: “İbn-i Abbas, annesi ile beraber zuafâ-ı müslimînden idiler. İbn-i Abbas babası ile birlikte, Kureyş’in dinine mensub değildi. Kendisi, ‘İslâmiyet yükselir, galip gelir, hiçbir şey ona üstün gelemez!’ demişti.”

Abdulah ibn-i Abbas RA da bunu te’yid etmiştir. Çünkü kendisi, (İlle’l-müstad’afîne mine’r-ricâli ve’n-nisâi ve’l-vildâni) “Erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan zayıf sayılanlar müstesnâdır.” ayet-i kerimesini okudukça, validesinin de ayet-i kerimede mevzuubahis olan kadınlardan olduğunu beyan ederdi.

Hazret-i Abbas hicretin 8. senesinde Mekke’nin fethine kadar Mekke’de kalarak İslâmiyet’ini izhar etmemişti. Fakat onun ehil

566

ve iyâli, daha önceden Medine’ye hicret etmişlerdir. Hazret-i Abdullah, en küçük yaştan itibaren Rasûlüllah’ın sohbetinde bulunmuştur. Rasûl-ü Ekrem, Hazret-i Abdullah’ı çok sever, ona iltifat ederdi. Bilhassa onun zekâsı ve dirâyeti, Rasûl-ü Ekrem’in

ona muhabbetini kat kat arttırmıştı.


b. İbn-i Abbas’ın Rasûl-ü Ekrem’e Yakınlığı


Abdullah ibn-i Abbas son derece zeki, akl-ı selim sahibi, metin seciyeli, ince ve yüksek düşünüşlü bir zât idi. Onun Rasûl-ü Ekrem’e mülâzemeti çocukluk zamanına tesadüf eder. Kendisi çocukluğuna ait bir hatırayı şu şekilde nakleder:

“Çocuktum. Çocuklarla beraber oynuyordum. Arada bir etrafa bakındım. Rasûl-ü Ekrem’in arkamdan geldiğini gördüm. İçimden, Rasûl-ü Ekrem anlaşılan benim peşimden geliyor, dedim. Bir kapı arkasına saklanmak üzere koştum. Fakat Rasûl-ü Ekrem bana yetişerek ensemden tuttu. Beni yakaladıktan sonra:

“—Git, bana Muaviye’yi çağır!” dedi.

Çünkü Muaviye kâtipleri idi. Hemen koştum, Muaviye’yi buldum.

“—Rasûl-ü Ekrem SAS seni çağırıyor, bir işleri olacak, dedim.”


Ümmü’l-mü’minîn Hazret-i Meymûne ki, Hazret-i İbn-i Abbas’ın teyzesidir, İbn-i Abbas’ı çok sever, ona son derece kıymet verirdi. Hazret-i İbn-i Abbas, birçok defalar, Rasûl-ü Ekrem’i yakından görmek için onun hücresine gider, onun misafiri olurdu. Hazret-i Abdullah, bu hadiselerden birini şu şekilde nakleder:

“Bir gece teyzem Meymûne bint-i Hâris’in nezdinde kalmış idim. O gece Rasûl-ü Ekrem SAS onun nezdinde kalacaklardı. Geceleyin Rasûl-ü Ekrem, kıyam ile namaza durdular. Onun namaza durduklarını görünce, ben de hemen kalktım. Rasûl-ü Ekrem’in solunda namaza durdum, ona iktida ettim. Rasûl-ü Ekrem elini uzattı, başımın tepesindeki saçtan tuttu, beni sağına getirdi.”

Yine bir gece Hazret-i İbn-i Abbas, Rasûl-ü Ekrem’in hanesinde misafir olmuş. Rasûl-ü Ekrem hanelerine teşrif buyurduklarında misafirlerinin kim olduğunu sormuş, amcazâdesi Abdullah olduğunu öğrenince, ona dua etmiş: (Allàhümme fakkıh

567

fi’d-dîni ve allime’t-te’vîle) “Yâ Rabbi, onu dinde mütebahhir ve âlim kıl, ona te’vil ve tefsiri öğret!” buyurmuştu.


c. Hulefâ-yi Râşidîn Devrinde İbn-i Abbas:


Hazret-i İbn-i Abbas Rasûl-ü Ekrem’in irtihâli anında, ancak 13 yaşında bir gençti. Hazret-i Ebû Bekir devrinin yaşayan Hazret-i İbn-i Abbas, Hazret-i Ömer devrinde gençlik çağına varmış, bütün ekâbir-i ashâb ile Hazret-i Ömer’in feyz ü sohbetinden, ilm ü irfanından istifade etmiş; onların Rasûl-ü Ekrem’den telakkî ettikleri bütün maarifi ihata eylemiş, elhâsıl bütün muasırlarının bildiklerini kavramak ve anlamakla meşgul olmuştu. İmam Buhârî’nin bildirdiğine göre, Hazret-i İbn-i Abbas, Bedir muharebesine katılan sahabenin büyüklerine yetişmiş, onların telâkki ettikleri ulûm ve maarifi tahsil etmiş, devrinde bilhassa ilim ve irfanı ile temâyüz etmişti.

Onun ilim ve irfanını, vukuf ve rusûhunu en çok takdir eden zevâttan biri, Hazret-i Ömer idi. Muhaddis Kadı Abdul-Berr İstiab

ünvanlı eserinde der ki: Hazret-i Ömer, İbn-i Abbas’ı sever, onu mukarriblerinden tanırdı. Hazret-i Ömer’in meclisinde mühim ilmî meseleler konuşulur, Hazret-i İbn-i Abbas genç olduğu için meselelere karışmaktan ve fikir beyan etmekten çekinirdi. Fakat Hazret-i Ömer, onu söz söylemeye teşvik eder, onun irad edeceği mütâlaaları dikkatle dinler, birçok defalar da ona hak verirdi.


Hazret-i Osman devrinde ve Mısır’ın Abdullah ibn-i Ebî Serh tarafından idare olunduğu sırada, Hazret-i İbn-i Abbas, Afrika seferine iştirak etmiş, bu sefere Medine-i Münevvere’den iştirak eden kafile ile birlikte hareket ederek, İslâm ordusu adına elçilik görevinde bulunmuştu. O zaman Afrika’da hükümdarlık eden Cercis ile görüşmüş, zekâsının keskinliği ile, fikirlerinin kuvvetiyle, irfanının vüs’atiyle Cercis’i ve adamlarını hayrete düşürmüştü. Onlar, Hazret-i İbn-i Abbas hakkında: “Bu adam Arapların hıbrıdır, yâni en mütebahhir âlimidir.” demişlerdi.

Hicret’in 35. senesinde, Hazret-i Osman bir takım müfsidler tarafından muhasara altına alınmış, bu yüzden hacca çıkamamıştı. Bunun üzerine Hazret-i Osman, Abdullah ibn-i Abbas’ı dâvet etmiş, onun kendi tarafından hacca çıkmasını ve hac

568

emirliğini ifâ etmesini emretmişti, Hazret-i İbn-i Abbas onun emrine imtisâl ederek hareket etmiş, Mekke’ye gitmiş, bu vazifeyi ifâ etmişti. Hazret-i İbn-i Abbas, Mekke’den Medine’ye döndüğü zaman, Medine’de vaziyet son derece vahim bir hal almıştı. Hazret-i Osman, müfsidler tarafından şehid edilmiş, Hazret-i Ali hilâfet makamını kabule adeta icbar olunmuştu. Hazret-i Ali, bu sırada Hazret-i İbn-i Abbas ile istişâre etmiş, ona:

“—Hilâfete müteallik bu iş hakkında reyiniz nedir? Hazret-i Osman’ın katli gibi azim bir hadiseden sonra, bu makamı kabul etmek bir cür’et teşkil etmez mi?” İbn-i Abbas ona cevap olarak:

“—Hilâfeti kabul ettiğiniz takdirde ilk evvelâ haksız yere dökülen kanın intikamını almanız icab eder. Yoksa siz itham olunursunuz.” demişti.


Hazret-i Ali, Medine halkının bi’atiyle hilâfet makamına getirildikten sonra devlet ve ümmete müteallik işlerle meşgul olmaya başladı ve Muğire ibn-i Şube ile istişare etti. Hazret-i Ali, Hazret-i Osman tarafından tâyin olunan valileri azlederek yeni valiler tâyin etmek ve Muğire’nin buna ne diyeceğini anlamak istiyordu. Muğire, Hazret-i Ali’nin bu hattı hareketini muvafık görmemiş, Hazret-i Osman’ın bütün valilerini azletmenin doğru olmayacağını, bilhassa Muaviye’nin azil olunmamasını söylemişti. Fakat Hazret-i Ali bu fikri kabul etmeyince, daha sonra Muğire de onun fikrini kabul etmişti.

Hazret-i Ali bunu Hazret-i İbn-i Abbas’a naklettiğinde; İbn-i Abbas, Muğire’nin birinci fikrini tasvib ve te’yid etmiş, Muğire’nin evvelâ hayırhahlık gösterdiğini, iyi tavsiyelerde bulunduğunu, fakat hayırhahlık fayda vermeyince onu aldattığını; Muaviye’yi olsun yerinde bırakmasını, bu suretle Muaviye’nin de bey’atını almasını, bunu aldıktan sonra Muaviye’yi istediği zaman azlederek onun yerine bir başkasını tayin edeceğini; fakat onu hemen azledecek olursa, Muaviye’nin, Hazret-i Osman katillerinin takib ve te’dib için kıyam edeceğini söylemişti.


Hazret-i Ali, İbn-i Abbas’ın bu görüşünün isabetini takdir etmemiş, devleti kendi reyiyle idareye karar vermişti. Onun maksadı yeni bir sistem kurmak, yeni adamlarla idareyi

569

düzenlemek idi. Onun için, Hazret-i İbn-i Abbas’ın bu mütalâasını dinledikten sonra, Muaviye’ye kılıçtan başka bir şey vermeyeceğini, şayet bir gün iddiada bulunursa kılıcının her şeyi halledeceğini söylemişti.

Bu sırada Hazret-i Ali ile Hazret-i İbn-i Abbas arasında şöyle bir konuşma oldu. Hazret-i İbn-i Abbas dedi ki:

“—Dünyada sizin halifeliğe layık olduğunuzu inkâr edecek bir kimse yoktur. Herkes, hiç bir kimsenin bu hususta sizden üstün olmadığını kabul eder. Fakat burada büyük bir cinayet vuku bulmuştur. Siz tedbirli bir şekilde hareket etmezseniz, bu cinayeti size yamamak çok kolay olur.”

Hazret-i Ali cevap verdi:

“—Fakat bu cinayeti bana isnada kat’iyyen imkân yoktur.”

Daha sonra Hazret-i Ali, İbn-i Abbas’ı Muaviye’nin yerine vali tayin etmek istemiş, fakat İbn-i Abbas bu teklifi kabul etmemiş; Hazret-i Ali’nin evvelâ Muaviye’den bey’at alması üzerine ısrar etmişti. Fakat Hazret-i Ali bu fikri kabule meyletmemiş olduğundan, o da Şam valiliğini yapamayacağını söylemiş idi.

Hazret-i İbn-i Abbas’ın hedefi, Hazret-i Ali’nin devlete hâkim olmasını tam olarak sağlamak idi. Çünkü ancak bu sayede birlik sağlanır, ortaya çıkabilecek muhalefetler önlenebilirdi. Birliğin sağlanması için, Hâşimîler ile Emevîler arasında barış ve güvenliğin sağlanması zaruri olduğundan, Muaviye yerinde bırakıldığı takdirde o da Hazret-i Ali ile işbirliği yapar, neticede her ihtilâf uzlaşma ruhuyla hallolurdu. Fakat bu sağlanamadı.


Diğer taraftan Medine’de yapmadıkları rezaleti bırakmayan müfsidlerin Medine’den çıkarılmadıklarını ve te’dib olunmadıklarını gören Hazret-i Talha ile Hazret-i Zübeyr, Medine’den çıkarak Hazret-i Aişe ile birleşmiş ve Hazret-i Ali’ye karşı harekete geçmişlerdi. Basra onların eline düştüğü gibi, Muaviye de Şam’da büyük bir kuvvet hazırlamıştı.

Halbuki Hazret-i Ali, Basra’dan çok emin bulunuyor, orada kendi aleyhine bir hadisenin vukuuna ihtimal vermiyordu. Hazret-i Ali Şam’a gitmek için hazırlanmış olduğu halde, evvelâ Basra’ya uğramak mecburiyetinde kaldı, Zikar mevkiine kadar ilerledi. Hazret-i Abdullah İbn-i Abbas, Hicaz’dan hareket eden kuvvetlere kumanda ediyordu. İki taraf arasında sulh

570

akdolunmak üzere iken müfsidlerin mel’unâne tertibatı yüzünden iki taraf döğüşmüşler, Hazret-i Abdullah da vuku bulan muharebeye iştirak etmiş, neticede Cemel harbi malûm olan müessif şekilde sonuçlanmıştı.

Bu şekilde Basra şehri ve vilâyeti geri alındıktan sonra, Hazret-i Ali Abdullah ibn-i Abbas’ı buraya vali tayin etti ve Ziyad’ı ona müşavir olarak bıraktı.


d. Sıffîn Savaşı'nda İbn-i Abbas RA:


Cemel’den sonra Sıffîn muharebesi vuku buldu. Hazret-i Abdullah ibn-i Abbas, Hazret-i Ali’nin saflarını takviye etmek için Basra’dan bir kuvvet hazırlayarak onun imdadına koştu. İki taraf arasında savaş başlamış idi. Muharebe aleyhlerine dönünce, Muaviye tarafı Kur’an’ı mızraklar üzerinde taşıyarak Allah’ın hükmüne müracaatı istemişler, bu talep Hazret-i Ali’nin ordusunda ihtilâf hâsıl olmasına sebebiyet vermişti. İhtilâf bu müracaatın kabul edilmesi veya kabul edilmemesi hakkındaydı. Bir kısmı kabulü üzerinde ısrar ediyor, fakat bir kısmı da sonuna kadar savaşa devam edilmesini istiyordu. Birinci kısmın dediği olmuş ve savaş durmuş idi.

Savaş durduktan sonra iki taraf, mâlûm olduğu şekilde, hilâfet meselesinin hakem tarafından Kur’an-ı Kerim ahkâmına uygun şekilde verilecek hükme göre hallolunmasını kabul etmiş idi. Muaviye, Amr ibn-i As’ı, Hazret-i Ali de Ebû Mûsâ el-Eş’arî’yi intihab etmişti.

Hakemler Dûmetü’l-cendel’de bir araya gelmişler, konuşmuşlar, neticede bir karar verilmiş idi. Bu karara göre, Ali de, Muaviye de azil ve hal’olunacak, ümmet kimi istiyorsa onu hilâfet makamına getirecekti. Bu sûretle bütün ihtilâflar hallolunacak, vahdet yeniden tesis edilecek, ümmetin kanını dökmeye, ümmeti dahilî harpler ve mücadelelerle meşgul etmeye sevk edecek mesele kalmayacaktı.

Tarih kitaplarının beyan ve ifadesine göre, bu karar evvelâ Hazret-i Ebû Mûsâ el-Eş’arî tarafından ilân olunmuş; ondan sonra sıra Amr ibn-i As’a gelmiş, o da Ebû Mûsâ el-Eş’arî gibi hareket ederek kararı aynen ilân edeceğine, Ali’nin hal’ini ve Muaviye’nin yerinde kalmasını uygun gördüğünü söylemiş, bu yüzden

571

gürültüler kopmuş, mücadeleler hâsıl olmuştu.

Tarih kitapları bu hadiseyi zikrederken Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin son derece saf ve temiz kalpli bir adam olduğunu, halbuki Amr ibn-i As’ın dessas bir siyasî olmasından dolayı onu aldattığını söylerler.


Hazret-i İbn-i Abbas’ın bu sırada neler düşündüğünü bilmek çok işimize yarardı, fakat bu sırada onun ne düşündüğüne dair olan malûmatımız çok azdır. Bütün bildiğimiz, onun kanaatine göre; Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin Hazret-i Ali’yi temsil etmesi uygun değildi. Sonunda da aldığı görevi güzel bir şekilde yerine getiremedi. Çünkü, Hazret-i Ali bu sırada hilâfete en uygun ve en lâyık olan zâttı. Binâen aleyh, Hazret-i İbn-i Abbas kendisi bu vazifeyi deruhte etmiş olsa idi, vaziyet daha başka bir istikamet alırdı.

Hakem işi bu şekilde akàmete uğradıktan sonra, Hazret-i Ali hasmı ile mücadeleye imkân görmedi. Çünkü yepyeni bir gàile ile karşılaştı. Bu gàile Hàricîler gàilesiydi. Hazret-i İbn-i Abbas Basra valisi olmak hasebiyle, bu gàileyi Ziyad ibn-i Ebîh’i

göndererek Hàricîlerin ayaklanmasını bastırdı. Kirman, Fâris ve bütün İran’da sükûn ve âsayişi temine muvaffak oldu.


e. Hazret-i İbn-i Abbas’ın İnzivaya Çekilmesi:


Bir rivayete göre Hazret-i Abdullah ibn-i Abbas, hicretin 40. senesinde, Hazret-i Ali’nin henüz hayatta bulunduğu sırada, Basra valiliğinden istifa ederek Mekke’ye çekilmiş, orada münzeviyâne yaşamıştı. Hazret-i İbn-i Abbas’ın Basra valiliği esnasında, onun kadısı Ebül-Esved ed-Düeli idi. Rivayete göre ikisi arasında ihtilâf hâsıl olmuş, Ebül-Esved onu Hazret-i Ali’ye şikâyet etmiş, onun beytül-mâlde bir takım suistimallerde bulunduğunu söylemişti. Hazret-i Ali, bu şikâyeti İbn-i Abbas’a bildirerek ondan cevap istemişti.

İbn-i Abbas verdiği cevapta şu sözleri yazmıştı:

“—Sana benim hakkımda haber verilen her şey bâtıldır. Ben elimin altında ne varsa onu zabtetmiş bulunuyorum. Onu muhafız ve nigâhbanıyım, aleyhimde ileri sürülen şüphelere inanma!”

Buna cevap olarak, Hazret-i Ali bütün beytül-mâlin hesabını

572

istemiş. Hazret-i İbn-i Abbas, kendi aleyhinde söylenen sözlerin Hazret-i Ali tarafından kabul ile karşılandığını görerek müteessir olmuş ve şu cevabı vermişti:

“—Aleyhimde vuku bulan şikâyetleri ilzam ederek telâkki ettiğini anladım. Arzu ettiğin zâtı bu işin başına gönder, çünkü ben bu işin başından ayrılıyorum, ves-selâm!”

İkinci rivayete göre Hazret-i İbn-i Abbas, Hazret-i Ali nezdinde bir takım sözler söylendiğini duyduktan sonra, bunların iftira olduğunu haber vererek işin başından ayrılarak Mekke’ye gelmiştir.

Fakat başka bir rivayete göre, İbn-i Abbas, Hazret-i Ali’nin şehadetine kadar iş başında kalmış, Hazret-i Hasan ile Muaviye arasında sulhun akdedilmesine kadar onunla birlikte bulunmuş, ondan sonra can ve mal için emniyet temin ederek Mekke’ye çekilmiş, inzivayı ihtiyar eylemiştir.


f. Hazret-i Hüseyin ve Hazret-i İbn-i Abbas:


Hicretin 60. senesinden Muaviye’nin irtihalini müteakip, Hazret-i Ali taraftarlarından birçoğu Hazret-i Hüseyin’i bu fırsattan istifadeye davet etmişler, onun Medine’den Kûfe’ye geldiği takdirde büyük işler yapmaya muvaffak olacağını söylemişlerdi. Hazret-i Hüseyin, bu davete icabet etmek üzere, Medine’den Kûfe’ye harekete hazırlanmıştı. Hazret-i İbn-i Abbas ise Kûfelilerin gaddarlığını evvelce tecrübe etmiş bulunuyordu. Onun için Hazret-i Hüseyin’in o tarafa hareket niyetinde olduğundan haberdar olunca, onu bu hareketten ısrarla vazgeçirmeğe çalıştı:

“—Amcazâdem; oturduğun yerde huzur ve itminan içinde otur. Senin bu hareketinden son derece endişe ediyor, onda bir sürü tehlikeler görüyorum. Irak ahalisi, son derece gaddar kimselerdir. Onların sözüne ve özüne güvenilmez. Sen burada, Hicaz’da kal. Burası senin öz yurdundur. Senin Irak’ta hiçbir işin yoktur. Iraklılar kendi şahsî emelleri uğrunda seni satarlar.

Şâyet Hicaz’da kalmak istemiyorsan, kalk, Yemen’e git! Orası çok vâsî memlekettir. Orada ferih ü fahur yaşa. Sonra orada senin babanın bir çok taraftarları vardır. Düşmanın oraya varmasının, orada seninle uğraşmasının imkânı yoktur. Bu suretle de senin

573

maksadın hàsıl olur.” dedi.


Hazret-i Hüseyin ona verdiği cevapta, bu hayırhâhâne ve dostâne nasihatleri takdir etmekle beraber, Kûfe’ye gitmek için azmimin kat’î olduğunu ifade etti. Hazret-i İbn-i Abbas ona verdiği cevapta, Cenâb-ı Hakk’ın, bir insanın kendisine bile bile tehlikeye atmasını men eylediğini, ısrar ederse bu yolda kurban gideceğini; nasıl Hazret-i Osman çoluk çocuğunun önünde maktul düştü ise, onun da bu âkıbetten kurtulamayacağını söyledi. Fakat bu sözleri, hakîkaten hayırhâhâne olan bu nasihatleri Hazret-i Hüseyin’e dinletemedi.

Hazret-i İbn-i Abbas’ın ihtar ve nasihatine rağmen Hazret-i Hüseyin, çoluk çocuğunu toplayarak yola çıkmış, Kûfe yolunda Kerbelâ vak’ası vuku bulmuştu. Hazret-i İbn-i Abbas bu vak’adan haberdar olduğu zaman, son derece müteessir olmuş, fakat bu neticeyi evvelden bildiği için, bu sadmeden büsbütün sarsılmıştı. Bu vak’a onun üzerinde o kadar tesir etmişti ki, kendisi kederinden gözlerini zâyi etmiş, bütün son günlerini kat’i bir inziva içinde geçirmişti.


g. Abdullah ibn-i Zübeyr ve Hazret-i İbn-i Abbas:


Aynı yıl içinde, Abdullah ibn-i Zübeyr hilâfetini ilân etmişti. Bu sırada Irak ve Hicaz ahalisinden birçokları Hazret-i İbn-i Abbas’a bey’at için şiddetle ısrar ediyorlardı. Fakat İbn-i Abbas bütün ısrarlara, zerre kadar önem vermedi. Kûfe’de bulunan İbnü’t-Tüfeyl, ibn-i Abbas’a gönderdiği bir mektupta 4000 kahramanın onu beklediğini, onun sesini duyar duymaz ona iltihak edeceklerini söylemiş, fakat İbn-i Abbas bunlara iltifat etmemekte ısrar etmişti.

Bu sırada, Abdullah ibn-i Zübeyr Mekke’de Hareme ilticâ etmiş, orasını hareket üssü ittihaz etmişti. İbn-i Abbas ona, bu mübarek havalide kan dökmenin haram olduğunu, bu mübarek yerlerde bu gibi hareketlerden sakınmak lâzım geldiğini izah etmişti.

Abdullah İbn-i Abbas’a göre, Emevîlere nisbetle Abdullah ibn-i Zübeyr hilâfete daha lâyık idi. İbn-i Ebî Melîke der ki: Bir gün İbn-i Zübeyr meselesi hakkında konuşurken hazır bulundum.

574

Mesele onun mu, yoksa Emevîlerin mi daha haklı oldukları konusunda idi. Hazret-i İbn-i Abbas şu cevabı verdi:

“—Onun babası Zübeyr, Rasûl-ü Ekrem’in havarisi idi. Onun dedesi Hazret-i Ebû Bekir, Rasûl-ü Ekrem’in yâr-ı gàrı, yâni mağara arkadaşı idi. Onun validesi Hazret-i Esmâ’ya Peygamber SAS Efendimiz, Zâtü’n-nitakayn ismini vermişti. Teyzesi Hazret-i Aişe, Ümmü’l-mü’minîn idi. Halası Hazret-i Haticetü’l-Kübrâ, Rasûl-ü Ekrem’in harem-i muhteremi idi. Onun mürebbiyesi Safiyye, Rasûl-ü Ekrem’in halası idi. Artık bu adam hilâfete lâyık olmaz da, başkası mı lâyık olur?” Bununla beraber, Hazret-i İbn-i Abbas Abdullah ibn-i Zübeyr’e bey’at etmemiş, onun için Taif’e çekilerek son günlerini orada geçirmişti.


h. Hazret-i İbn-i Abbas’ın Vefatı:


Hicretin 68. senesinde Hazret-i İbn-i Abbas hastalandı. Onun hasta olduğunu haber alan dostları, onu ziyarete koştular. Kendisi herkesin sevdiği, herkesin tebcil ettiği bir zât idi. Hastalığı 7-8 gün devam ettikten sonra, teslim-i ruh etti. Cenaze namazını Hazret-i Ali’nin oğlu Muhammed ibnü’l-Hanefiyye kıldırdı. Kabrine indirilirken, Muhammed ibnü’l-Hanefiyye:

“—Kasem ederim ki, hàtifin sesi bu dakikada İbn-i Abbas’ın ruhuna: (Yâ eyyetühe’n-nefsü’l-mutmainneh. İrciì ilâ rabbiki râdıyeten merdıyyeh...) “Ey içi yakın ve itminan ile dolu olan ruh, sen Rabbinden hoşnut, Rabbin senden hoşnut olduğu halde onun nezdine dön!’ demektedir.” dedi.


i. İbn-i Abbas ve Tefsir İlmi:


Hazret-i İbn-i Abbas, bilhassa Kur’an-ı Kerim’in tefsir ve te’vilinde büyük bir kudret sahibi idi. Ayet-i kerimelerin esbâb-ı nüzûlünü gayet iyi bilir, nâsih ve mensuhu mükemmel bir surette anlardı. Ondan dolayı o devrin bütün büyükleri ona hürmet ederdi. Abdullah ibn-i Mes’ud RA onun ilim ve fazlını takdir eder, “Abdullah ibn-i Abbas Kur’an-ı Kerim’in tercümanıdır.” derdi.

Tâbiînden Şakîk, hac mevsimlerinin birinde Hazret-i İbn-i Abbas’ın hutbelerinden birini dinlemişti. Bu sırada Hazret, Nur

575

Sûresi’ni tefsir etmişti. Şakîk der ki: “Bu öyle bir tefsirdi ki, onu mecûsîler, Rumlar dinlemiş olsalardı, kâmilen müslüman olurlardı.”

İbn-i Abbas, Hazret-i Ömer’in ilim meclislerine iştirak ederdi. Bütün ashab onun berrak muhakemesinden, geniş mâlûmatından istifade ederdi. Hazret-i Ömer’in Hazret-i İbn-i Abbas’a itimadı o kadar ileri idi ki, onun Bedir ehli yaşlı kimselerle ile bir tutar ve onların meclislerinde hazır bulundururdu. Hatta Bedir ashabından bazıları, onun gibi genç bir adamın meclislerinde bulunmasından müteessir olurlardı. Hazret-i ibn-i Abbas’ın kendisi bu vaziyeti naklederek der ki:


“Hazret-i Ömer, beni Bedir ehli yaşlılarının meclislerine kabul ederdi. Anlaşılan bundan onların bazıları müteessir olmuş, benim niçin onların meclisinde bulunduğumu sormuşlar; hatta, ‘Bizim onun kadar oğullarımız vardır.’ demişlerdi. Hazret-i Ömer onlara: ‘Yahu, bu genç sizin zannettiğiniz gibi değil!’ demiş. Bir gün onları davet ederek, beni de onlarla beraber kabul etmişti. Onun beni, o gün onlara göstermek için dâvet ettiği besbelli idi. Hazret-i Ömer sordu:

“—Kur’an-ı Kerim’in (İzâ câe nasru’llàhi ve’l-fethu...) sûresi hakkında ne dersiniz?’ dedi.

Hazır bulunan zevâtın bazıları:

‘—Cenâb-ı Hak, nusrete nail olduğumuz zaman hamd ve istiğfarı emir buyuruyor.’ dediler.

Birçokları da sustular. Hazret-i Ömer, bana bakarak:

‘—Sen de bu fikirde misin, İbn-i Abbas?..’ dedi.

‘—Hayır!’ dedim.

Hazret-i Ömer:

‘—O halde ne diyorsun?’ dedi.

Cevap verdim ve dedim ki:

‘—Bu sûre-i şerife Rasûl-ü Ekrem’in ecelinden bahsediyor. Cenâb-ı Hak Rasûl-ü Ekrem’e ecelinin yaklaştığını bildirerek: ‘Allah’ın nusreti eriştiği ve fetih müyesser olduğu zaman, ki bu senin ecelinin yaklaştığına işarettir; sen Allah’ı tenzih, tesbih ederek ona hamd et, ondan mağfiret niyaz et! Cenâb-ı Hak tevbeleri kabul edicidir.’ buyurmuştur dedim.

Hazret-i Ömer buna karşı şu sözleri söyledi:

576

‘—Ben de senin dediğinden fazlasını bilmiyorum!’”


Hazret-i İbn-i Abbas’ın bu beyanatı, onun Kur’an-ı Kerim’i anlamaktaki kudretini pek açık bir şekilde gösterir. Ayet-i kerimenin Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in irtihalini ifade ettiğini anlamak için, çok büyük bir dirayet lâzımdır. Çünkü, sûre-i şerifenin zahirinde buna delâlet edecek bir şey yoktur. Fetih ve nusret ihraziyle Cenâb-ı Hakk’a hamd ve tesbih ile meşgul olmaktan daha tabii ne olabilir?..

Onun için ashabdan bir çokları, hâsıl olan fütûhat, vuku bulan nusretlerin nezd-i Bâride makbuliyetini düşünerek memnun ve mesrur olmuşlar; fakat mahrem-i esrar-ı nübüvvet olan zevât, bilhassa Yâr-ı gàr Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk RA, bu sure-i şerife nâzil olduktan sonra mahzun olmuş, Rasûl-ü Ekrem’in ayrılık zamanının yaklaştığına kànî olarak, gözlerinden yaşlar gelmişti.

Sûre-i şerifenin zahirinden, Rasûl-ü Ekrem’in vefatınının anlaşılmasına imkân yoktur. Fakat ayet-i kerimenin mânâsı derinden derine düşünülecek, onun tertibi nazar-ı dikkate alınacak olursa, vaziyet derhal anlaşılır. Çünkü Rasûl-ü Ekrem, din-i ilâhîyi tamamiyle tebliğ etmiş bulunuyordu. Artık onun bu dâr-ı dünyada ifâ edeceği vazife nihayet bulmuştu. Onun için, artık tahmid ve tesbih ile maşgul olmaktan, mağfiret-i ilâhiyyeyi niyaz etmekten başka yapacak şey yoktu. Nitekim Rasûl-ü Ekrem de bu şekilde hareket etmiş, Tevvâb ve Rahîm olan Zât-ı Kibriyâ’ya niyaz ile günlerini ikmal etmişti.


Hazret-i İbn-i Abbas’ın tefsirde âm ve câmî hatt-ı hareket iltizamı, sonra onun daima aklı tatmin eden yolu tutması, mümtaz olduğu ilmî özelliklerinden biridir. Sûre-i Kevser’in onun tarafından nasıl izah ve tefsir olunduğunu görürsek, bunu derhal anlarız:

Hazret-i Aişe ile ekâbir-i ashabdan bir çokları, bu sûre-i şerifenin tefsiri ile meşgul olmuşlardır. Hazret-i Enes der ki: Rasûl-ü Ekrem, Mi’rac esnasında iki kenarı inciden kubbeli bir nehir görmüştü. Kendileri Cibrîl’e bunun ne olduğunu sormuşlar, Hazret-i Cibrîl onun Kevser olduğunu söylemişti.

Hazret-i Aişe’den menkul olan rivayet şudur: Ebû Ubeyde diyor ki: Hazret-i Aişe’ye sordum: Kevser nedir? Bana şu cevabı

577

verdi: Kevser, bir nehirdir ki Cenâb-ı Hak onu Peygamberimiz’e verdi. Bunların içinde yıldız sayısınca evâni vardır.

Fakat dikkat ediniz, İbn-i Abbas ne diyor: “Kevser, Cenâb-ı Hakk’ın Hazret-i Peygambere ihsan ettiği hayırdır.” Demek ki, İbn-i Abbas’a göre Kevser, Cenâb-ı Hakk’ın bu ümmete olan ilâhi atiyyesidir.

Nitekim Kur’an-ı Kerim’in siyak ve sibâkından da bu cihet anlaşılmaktadır. Çünkü Kur’an-ı Kerim fetih ve nusreti tebşir ettikten sonra “Kul yâ eyyühe’l-kâfirûn...” sûre-i şerifesiyle kâfirlerden beraet etmiş, bu sûretle fetih ve nusret müjdesini teyid etmişti. Bunların hepsi Cenâb-ı Hakk’ın bu ümmete ihsan ettiği atâyâ-yı ilâhiyedendir.


Bütün bu misaller, Hazret-i İbn-i Abbas’ın ayet-i kerimelerin esbâb-ı nüzûlünü ne kadar dikkatle takip ettiğini, onları nasıl bir ciddiyetle aradığını ve kavradığını göstermektedir. Hazret-i Ömer gibi yüksek zevâtın onu takdir ederek birçok meseleleri hal hususunda onun ilminden istifade etmeleri, onun vukufundaki derinliğe müstenid idi. Filhakika bütün ekâbir, onun tefsirdeki iktidarını teslim ederler ve ona ittiba’ ederlerdi.

Hazret-i İbn-i Abbas, Kur’an hakkındaki bütün mâlûmatını kemâl-i semahatle herkese öğretirdi. Bir ayeti anlamayan, yahut herhangi bir müşküle uğrayan, ona müracaat eder, istediğini sorar; İbn-i Abbas da onu tatmin edecek cevaplar verirdi. Muhakkak ki, Hazret-i İbn-i Abbas Kur’an-ı Kerim’in neşrine çalışanların en ileri gelenlerinden biri idi. Bilhassa Kur’an’ı anlamak hususunda ihtilâf olmamasına gayret eder, ilminin kuvveti ile buna muvaffak olurdu.

Esasen Hazret-i Ömer’in devrinde yapılan işlerin en mühimlerinden biri, Kur’an’ın neşir ve tamimine gayret ve himmettir. Her tarafta merkezî hükûmetin tâyin ettiği hafızlar, halka Kur’an-ı Kerim sûrelerini ezberletiyor, bilhassa ahkâm-ı İslâmiye’yi muhtevi olan sûrelere ehemmiyet veriyorlardı. Bir defa Kûfe’den gelen bir adamın okuduğu ayetleri dinleyen Hazret- i İbn-i Abbas, onun kıraat itibariyle ayrıldığını görmüş, bunu derhal Hazret-i Ömer’e haber vererek, bu ihtilâf tohumunun kaldırılmasını istemişti. Hazret-i Ömer, derhal icabına tevessül ederek, bu gibi ihtilâflara mahal kalmamasını şiddetle ihtar

578

etmişti.


j. Hazret-i İbn-i Abbas’ın Hadise Hizmeti:


Hazret-i İbn-i Abbas hadis ilminde mütebahhir olan esatizi ulemadandır. Onun rivayet ettiği hadisler 1660’a varır. Bunlardan 75’i müttefekun aleyhtir, yâni İmam Buharî ile Müslim tarafından naklolunmuştur. Buharî 18 hadisi nakl ile infirad eder. Müslim de 49’unu nakl ile infirad etmektedir.

Hazret-i İbn-i Abbas, bütün bu ehadis-i şerifeyi tedkik ve taharri ile öğrenmiştir. Çünkü onun bunları doğrudan doğruya Rasûl-ü Ekrem’den telâkki etmesine imkân yoktu. Evvelce söylediğimiz gibi, Rasûl-ü Ekrem’in irtihali zamanında İbn-i Abbas 13 yaşlarında idi. Onun için bu vâsiî malûmatı sa’y ve gayretle, ciddi tetebbû ile elde etmiştir. Hazret-i İbn-i Abbas bütün ashab ile düşüp kalkarak, hepsinin bildiklerini öğrenmeye çalışarak, ensar ve muhacirînden herkesle temas ederek ilim için çalışmış, neticede muvaffak olmuştu.

Ebû Seleme der ki: Hazret-i İbn-i Abbas bir kimsenin Rasûl-ü Ekrem hakkında bir şey bildiğini haber aldı mı, o adamın bildiğini öğrenmeden rahat edemezdi. Rasûl-ü Ekrem’in kölesi Ebû Rafi’, Rasûl-ü Ekrem’in birçok ahvâl ve ef’aline vâkıf bulunuyordu. İbn-i Abbas bütün bu malûmatı ondan öğrenmiş, onun bütün bildiklerini ihata etmişti.

Filhakika Hazret-i İbn-i Abbas, Rasûl-ü Ekrem’in ahval ve ef’alini takib ve tedkik itibariyle birçok ashaba tefevvuk eder. Birçok delâil bu hali isbat eder.


Bir kere Hazret-i İbn-i Abbas ile, Misver ibn-i Mahreme arasında ihtilâf hâsıl olmuştu. İkisi de Ebvâ’da bulunuyorlardı. (Ebvâ, Haremeyn-i Şerifeyn arasında bir mevkidir.) Mesele ihrama giren bir adamın başını yıkayıp yıkamaması idi. Abdullah İbn-i Abbas’a göre ihrama giren bir adam başını yıkayabilirdi. Misvere göre ise bunun aksi idi, ihrama giren adamın başını yıkayamayacağını söylüyordu. Bunun üzerine Hazret-i İbn-i Abbas, Abdullah ibn-i Hüneyn’i Hazret-i Ebû Eyyûb el-Ensàrî’ye göndermiş, ona bu meseleyi sormasını emretmişti.

“Kalktım gittim. Hazret-i Ebû Eyyûb bir kuyunun başına

579

dikilmiş iki tahta parçası arasında yıkanıyordu. Sırtında bir elbise vardı. Ona selâm verdim. Bana dönerek: Sen kimsin? Dedi. Ben: Abdullah ibn-i Hüneyn’im, dedim ve devam ettim: Beni sana Abdullah ibn-i Abbas gönderdi. Rasûl-ü Ekrem’in ihrama girdikten sonra başını nasıl yıkadığını sormamı istedi. Bunun üzerin Hazret-i Ebû Eyyüb, başından sırtına sarkan elbisesini indirerek başını çıkarmış ve önündeki bir adama suyu dök demişti. Su dökülmüş, o da iki eliyle başını tahrik etmiş, ellerini ileri geri götürmüş, ondan sonra “Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz’in böyle yaptığını gördüm.” demişti.

Ashab-ı Kiram, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in ahval ve ef’alini tahkik hususunda ihtilâfa düştükleri takdirde, Hazret-i İbn-i Abbas’a müracaat eder, onu dinlerdi. İhtilâfa düşülen noktalardan biri de ihrama girmenin vakit ve mahalli idi. Hazret-i İbn-i Abbas bunların hepsini beyan etmiştir: Medine ahalisi, Zülhuleyfe makamında, Şam ahalisi Cuhfe, Necid ahalisi Karnü’l-menâzil, Yemen ahalisi Yelemlem’den itibaren ihrama girerler.


Umumiyetle rivayetleri çok olan zevâtın, rivayetlerinde ihtiyatlı ve dikkatli olmadıkları zannedilir ve onların rivayetlerine birçok yaş ve kuru şeyler karıştırdıkları vârid olur. Fakat bu vâdide Hazret-i İbn-i Abbas istisna teşkil eden zevât arasındadır. Kendisi bu vadide her şek ve şüphenin fevkindedir. Kendisi sikattan olduğu gibi, nakil ve rivayet ettiği her şeyi de tevsik etmek itiyadında idi. Onun için onun naklettiği hadislerde ilâve şeylere tesadüf etmeyiz. Çünkü kendisi muhakkik bir âlimdi. Bundan dolayı kendisi tamamiyle emin olmadığı bir hadis-i şeriften “Kàle rasûlüllah...” diye rivayet etmezdi.

Katade der ki: “Hazret-i Abdullah İbn-i Abbas fetva verirken gördüm. Fakat kendisi bu fetvalarda Rasûlallah Efendimiz’i zikretmiyorlardı. Nihayet Irak ahalisinden biri gelerek ondan bir fetva istediği zaman, Hazret-i İbn-i Abbas hadis-i şerifi rivayet ederek, onu Rasûl-ü Ekrem’e isnad etmişti.”


k. Hazret-i İbn-i Abbas’ın Dersleri:


Hazret-i İbn-i Abbas’ın ders halkası son derece genişti. İlim ve irfan müştakları her taraftan gelir, onun ilminden istifade

580

ederlerdi. Onun ders halkasında her ilim okunurdu. Tâbiînden Ebû Salih der ki: “İbn-i Abbas’ın ilim meclisi ile bütün Kureyş iftihar etse değer.”

Hazret-i İbn-i Abbas bu meclislerinde Kur’an hakkında dersler verir, herkesi tatmin edecek beyanatta bulunur, her meseleyi izah ve teşrih eder, sorulacak her suale cevap verir, İslâmiyet’in her meselesi hakkında en mükemmel mâlûmatı verirdi. Hazret-i İbn-i Abbas, haram ve helâl hakkında, fıkıh hakkında, ferâiz hakkında sorulacak her meseleyi en geniş şekilde anlatırdı.

Dini ilimlerden başka, onun meclisinde lisan, şiir, edebiyat, tahrir mevzuubahis olunur, Hazret-i İbn-i Abbas bütün bu fenlerde ne kadar yed-i tûla sahibi olduğunu gösterirdi. Ebû Salih Tâbiî, onun meclislerinde bulunarak bunlara işaret etmiştir.


Hazret-i İbn-i Abbas bu müstakil derslerden başka, namazlardan sonra irad ettiği hutbeler ile meclisinde hazır olanların tâlim ve terbiyesine ehemmiyet verirdi. Hazret-i İbn-i Abbas yalnız Medine’de mukim olduğu zamanlarda değil, bundan başka seferlerde bulunduğu sırada da tâlim ve tedris, vâz ve irşad ile meşgul olur, bilhassa Mekke-i Mükerreme’ye gittikleri zaman, dünyanın her tarafından gelenler onu ziyaret ederek onun derslerini dinlerlerdi.

İslâm fütuhatının genişlemesinden sonra, Hazret-i İbn-i Abbas vuku bulan seyahatlerinde Arapça bilmeyen müslümanlara, mevzilere irad ettiği zaman, tercümanlardan istifade ederler, sözlerini onlara tercüme ettirirlerdi.


l. Hazret-i İbn-i Abbas ve Fıkıh:


Abdullah ibn-i Abbas, fıkıh ilminde de önemli bir yere sahiptir. Dört Abdullah’tan (Ebâdile-i Erbaa) biri sıfatıyla devrinde Mekke’nin fıkıh otoritesi kabul edilmiştir ve fetvalarının çokluğuyla meşhurdur. Özellikle İslâm miras hukuku (ferâiz) alanındaki fetvaları müracaat kaynağı olmuştur. İbn-i Hàzım, onu fetvası en çok olan sahabi olarak kabul eder.

Hazret-i İbn-i Abbas’ın fetvâları fıkıh ilminin en kuvvetli temellerindendir. Bunlar Halife Me’mun zamanında toplatılmış ve 20 cilt teşkil etmiştir. Eser bugün elimizde mevcut değildir.

581

Mekke fukahasının bütün istinadgâhı İbn-i Abbas’tır. Orada yetişen bütün meşayihin silsilesi ibn-i Abbas’a doğrudan doğruya, yahut bilvasıta müntehi olur. Çünkü İbn-i Abbas birçok mesaili hallederek fukaha ve müctehidine mukteda olmuştur. Müctehidin vazifesi evvelâ ahkâmı mansusayı taharri etmek, mansus bir hüküm bulamayınca kıyas ile meseleyi halletmektir. Hazret-i İbn- i Abbas da böylece hareket ederdi. İlkönce Kitâbullah’a müracaat ederdi, aradığını orada bulamazsa sünnet-i seniyyeyi aradı. Şayet bu büyük menba’da da bir şey bulamazsa, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer’in verdikleri hükümlere müracaat ederdi. Meseleyi yine halledemezse, o zaman ictihad eder ve kıyasa bakardı.

Hazret-i Ali devrinde bazı mürtedler zuhur etmişti. Hazret-i Ali bunların ateşe atılmalarını emretmişti. İbn-i Abbas bundan haberdar olunca, itiraz ederek bunların ancak katline hüküm verilebileceğini söyledi. Çünkü Rasûl-ü Ekrem’in bu hükmü ifade eden hadisi: İrtidat edenin katlini emreder. Ateşte yakmak ise Zât-ı Kibriyâ’ya mahsus bir azabdır. Hazret-i Ali, İbn-i Abbas’ın bu hükmüne itiraz edememiştir.

Fıkhın en mühim erkânından biri ferâizdir. Ferâiz de mütebahhir olan birçok zevat vardı. Muaz ibn-i Cebel, Zeyd ibn-i Sâbit ve Abdullah ibn-i Mes’ud gibi. Fakat âmme-i ashâb, Hazret-i İbn-i Abbas’ın bu hususta üstünlüğünü kabul ederdi. Ubeydullah ibn-i Abdullah, Hazret-i İbn-i Abbas’ın hesap ve ferâizde mümtaz bir mevkii hâiz olduğunu beyan eyler.


m. İbn-i Abbas ve Diğer İlimler


Hazret-i İbn-i Abbas dinî ilimlerde tebahhurundan başka Araplarca şerafet lâzımesinden addolunan diğer ilimlerde de mütebahhir idi. Araplarca şiir ve edebiyatta mütebahhir olmayan adamlar, eşraftan sayılmazlardı. Bilhassa Kureyş, beyanındaki kudretiyle meşhurdu. Hazret-i İbn-i Abbas da lisan ve edebiyatta son derece kudretli idi. İbn-i Rüşeyk, Kitâb el-Umde’sinde onun çok şiirlerini nakleder. Bunlar İbn-i Abbas’ın fasih ve beliğ bir şair olduğunu isbat eder. Fakat İbn-i Abbas, bundan başka, sözü de son derece kudretle irad ederdi. Mesruk-i Tâbiî, Hazret-i İbn-i Abbas’ın söz söylediği zaman dinleyicilerini teshir ettiğini beyan eder.

582

Hazret-i Hasan’ın irtihali üzerine Emîr Muaviye ile İbn-i Abbas arasında şu konuşma kaydolunmaktadır:

Muaviye söze başlayarak İbn-i Abbas’a şu şekilde taziyette bulundu:

“—Abbas’ın babası, Hasan ibn-i Ali’nin vefatı dolayısıyla Cenâb-ı Hak ecrini arttırsın...”

İbn-i Abbas cevap verdi:

“—İnnâ illâh, ve innâ ileyhi râciùn!” Hazret-i İbn-i Abbas son derece müteessir olarak ağlamak istemiş, fakat bu hissine galebe çalarak söze şu şekilde devam etmişti:

“—Yemin ederim ki, onun yeri doldurulamaz. Onun vefatı senin ömrünü arttırmaz. Yemin ederim ki, biz daha büyük sadmelere uğradık, ne yapalım...”

Muaviye sordu:

“—Yaşı ne kadardı?”

İbn-i Abbas şu cevabı verdi:

“—Onun velâdeti ona o kadar şöhret vermiştir ki, yaşını bilmeye ve sormaya hacet kalmadı.”

Muaviye tekrar sordu:

“—Zannederim ki ufak çocuklar bıraktı.”

İbn-i Abbas cevab verdi:

“—Hepimiz de küçüktük, büyüdük. Cenâb-ı Hak, Hasan’ı kendi rahmetine kavuşturdu ise, Hüseyin’i bize bağışladı. Hüseyin, muhakkak ki onun en hayırlı halefidir.”

Hazret-i İbn-i Abbas’ın bu sözlerinden anlaşıldığı veçhile hissiyatına galebe etmiş, Muaviye’ye son derece mütecellidâne cevaplar vermiş, onu ilzam etmişti.

Filhakika Hazret-i İbn-i Abbas, sözü son derece tatlı söyler, dinleyicilerinin bütün dikkatini sözleri üzerine toplardı. İbn-i Abbas, Hac mevsiminde Nûr suresini tefsir etmiş ve bütün dinleyicilerin vecd ve istiğrake düşürmüştü. Şakîk der ki: “Bu tefsiri bütün Rum diyarı ile bütün Fars diyarı dinlemiş olsaydı, hemen müslüman olurlardı.” Bu da onun takririndeki halâvet ve kudreti göstermeğe kâfidir.


Hazret-i İbn-i Abbas, şimdiye kadar verdiğimiz bilgilerden anlaşılacağı gibi, zamanın âdeta bir ansiklopedisi idi. Kendisi

583

bütün muamelâta vâkıf ve bu muamelâtı en güzel şekilde idareye lâyık ve fikirlerinde isabeti hâiz bir zâttı. Arapların ensâbına tamamiyle vâkıftı. Kur’an tefsirinde en büyük üstaddı. Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerini ihata etmişti. Bundan başka Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer’in verdiği hükümleri de bilirdi. Şiir, edebiyat, fıkıh, hesap ve ferâizde akranına üstündü. Herkes onun meclisine devam eder, ilminden müstefid olur, her ilimde mütebahhir olduğunu görürdü.

Kendisi her bildiği fen hakkında dersler verir, feyyaz ilminden herkesi müstefid etmeyi en esaslı vazife bilirdi. Bütün dinî ilimlere vukufundan başka, Arapların bütün ahvaline, günlerine, muharebelerine, elhasıl bütün tarihlerine vâkıf olan İbn-i Abbas, ilim itibariyle kemâl ile muasırlarına tefevvuk etmiş ve bunu bütün muasırları tanımıştı.


n. Muasırlarının İbn-i Abbas’a Dair Sözleri:


Hazret-i İbn-i Abbas’ın bütün muasırları fazl ve kemâlini tanırlardı. Hazret-i Ömer, onun ciyâdet-i fikriyyesini daima takdir ederdi.

Tâbiînden Mücahid der ki: “İbn-i Abbas’ın fetvalarından daha güzel fetvâ görmedim.”

Tâvus der ki: “Bir mesele üzerinde mübahase ve ihtilâf hâsıl oldu mu İbn-i Abbas’ın sözü o ihtilâfa nihayet verirdi.”

İbn-i Abbas’ın kardeşi Ubeydullah İbn-i Abbas da ulema-yı sünnetten ve isabetli reyi, dikkati nazarı ile maruftu. Der ki: “Hazret-i Ömer, İbn-i Abbas’ta ictihad melesini inkişaf ettirmekle büyük bir hayırhahlıkta bulunmuştur. Çünkü bu sayede İbn-i Abbas bir çok müşkülâtı halletmiştir.”

Kasım ibn-i Muhammed der ki: “Bâtıl hiçbir vakit İbn-i Abbas’ın meclisine girmemiştir. Onun verdiği fetvâlar tamamiyle sünnet-i seniyyeye mutabıktır.”


Hazret-i ibn-i Abbas’a itiraz edenlerden birçokları bilâhare onun sözüne dönerlerdi. Hazret-i Ebû Hüreyre, Hazret-i Zeyd ibn-i Sâbit gibi zevât, İbn-i Abbas ile iftihar eder, Cenâb-ı Hakk’ın onunla sünneti ikàme eylediğini söylerlerdi.

Hazret-i Ubey ibn-i Kâ’b da ona, “Ümmetin Hıbrı” yâni en

584

mütebahhir âlimi derdi.

Hazret-i İbn-i Abbas muasırları tarafından o kadar hürmet ve tebcil gördüğü halde, son derece mütevaziane yaşardı. Muasırlarının ona gösterdiği hürmet son derece büyüktü. Hazret-i Zeyd ibn-i Sâbit gibi celil bir sahabi, onun maiyetinde bulunmaktan çekinmezdi. Çünkü ilim itibariyle bu yüksek mertebeyi hâiz olduktan başka, Rasûl-ü Ekrem’in amcazâdesi olmak dolayısıyla ayrıca bir hürmeti hâizdi.


o. Hazret-i İbn-i Abbas’ın Bid’atten Nefreti:


Akidelerin sağlamlığı ve sıhhati, bir dinin ruhu mesabesindedir. Sahih akidelere istinad eden bir dini hiçbir hadise yıkamaz. Fakat her dinin pek nâzik meseleleri vardır. Kaza ve kader meseleleri bunlardan birdir. Bilhassa bu mesele ifrat ve tefrite mütehammil değildir. Bu mesele üzerinde ifrat ve tefrit, sürü sürü fitnelere sebebiyet verir. Halbuki İslâmiyet’e giren bazı İranlılar, hayır ve şer, kaza ve kader meseleleri ile uzun uzadıya meşgul olmaya başlamışlardı. Bunların kimi kaza ve kaderi inkâr eder, kimisi de insanın hürriyet ve ihtiyarını inkâr ederek türlü türlü yollara sülûk etmişler, bu sûretle bid’at kapılarını açmışlar, akaidi sarsacak bir hatt-ı hareket takib etmişlerdi.

Hazret-i İbn-i Abbas’ın ihtiyarladığı ve gözlerinin âmâya uğradığı sıralarda, kendisine kaderi inkâr eden bir adamın geldiğini söylemişler. Hazret-i İbn-i Abbas:

“—Bu adamı bana gösteriniz!” demişti.

Ona:

“—Bu adamı ne yapacaksın?” demişler.

Hazret-i İbn-i Abbas, demiş ki:

“—Nefsimi yed-i kudretinde tutan Zât-ı Kibriyâ nâmına kasem ederim ki, bu adam elime düşerse onun boynunu kırıncaya kadar uğraşırım. Çünkü Rasûl-ü Ekrem SAS şu sözü söylediğini duydum: ‘Sanki Fihr karılarının, Hazrec içinde baldırlarını oynatarak ve Allah’a şerik koşarak dolaştıklarını görüyorum.’ Bu ümmetin ilk şirki budur; yâni kaderi inkârdır. Nefsimi yed-i kudretinde tutan Zât-ı Kibriyâ nâmına kasem ederim ki bunlar reylerinin kötülüğüne uğrayacaklardır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı,

585

şerri takdir etmekten çıkardıkları gibi, hayrı takdir etmekten de çıkaracaklardır.”


p. Abdullah ibn-i Abbas’ın Rasûl-ü Ekrem’e Hizmeti


Ümmü’l-mü’minîn Hazret-i Meymûne, Hazret-i İbn-i Abbas’ın teyzesi idi. Onun için Hazret-i İbn-i Abbas daima onu ziyaret eder, onun hanesinde Rasûl-ü Ekrem’i görür ve bazı geceler onun evinde kalarak Rasûl-ü Ekrem ile birlikte namaz kılar, bu suretle Rasûl-ü Ekrem’in iltifat ve duasına nâil olurdu. Bundan dolayıdır ki, Hazret-i İbn-i Abbas Rasûl-ü Ekrem’in nasıl abdest aldığını, nasıl namaz kıldığını bihakkın tarif etmiştir.

Rasûl-ü Ekrem SAS, Hazret-i İbn-i Abbas’a iki kere dua etmişler; bir defa onun ilme mazhar olması, bir kere de onun tefsir ilminden hissemend olması için dua buyurmuştur.

Hazret-i İbn-i Abbas, Rasûl-ü Ekrem’e son derece hürmet ederdi. Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Meymûne’nin hanesinde bulundukları sırada namazda Rasûl-ü Ekrem’e iktida ettiği zaman, onun solunda durmayı muvafık-ı edeb görmüş; fakat Rasûl-ü Ekrem namazlarını bozarak, onu sağ taraflarına almışlar ve ona dua etmişlerdir.


Hazret-i İbn-i Abbas, bütün Ümmehât-ı Mü’minîn’e son derece hürmet eder, onların hepsinin tâziz ve tebcil ederdi. Hazret-i Meymûne irtihal ettiği zaman, İbn-i Abbas onun cenazesine iştirak etmiş, onu kabrine götürmüştü.

Fakat onun bu hürmeti, teyzesi olan Hazret-i Meymûne’ye münhasır değildi. Bütün Ümmehât-ı Mü’minîn’e şâmildi. Bilhassa Hazret-i Aişe’ye olan tevkir ve tekrimi müstesna bir derecede idi.

Hazret-i Aişe’nin kölesi Zekvan, Hazret-i Aişe’nin son demlerini yaşamakta olduğunu İbn-i Abbas’a bildirmiş, İbn-i Abbas hemen koşmuş, onun tarafından kabul olunmak için müsaade istemişti. Hazret-i Aişe’nin yanında kardeşi Abdurrahman’ın oğlu Abdullah bulunuyordu. İbn-i Abbas müsaade isteyince, Hazret-i Aişe onu derhal kabul etmiş, İbn-i Abbas’a iltifat etmiş ve onu tatyib etmişti. Hazret-i İbn-i Abbas daima Hazret-i Aişe’nin menakıb ve fezailini yâd ederdi.

586

r. Hazret-i İbn-i Abbas’ın Başlıca Talebeleri:


Saîd ibn-i Cübeyr, Mücâhid ibn-i Cebr, İkrime, Atâ ibn-i Ebî Rebah, Amr ibn-i Dinar, Tâvus, Saîd ibn-i Müseyyeb.



BİBLİYOGRAFYA:

Muînüddin Ahmed Nedvî, Asr-ı Saadet Peygamberimiz’in Ashabı, Tercüme: Eşref Edib, c. 2, s. 177 - 223, Sebilürreşad Neşriyatı, İstanbul 1963.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Abdullah b. Abbas maddesi, c. 1, s. 76-79, İstanbul 1988.

587
27. İBN-İ KESÎR RH.A