7. HESAP VE CEZÂ GÜNÜNÜN SAHİBİ
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili Ak-Radyo dinleyicileri ve Ak-Televizyon izleyicileri, seyircileri!
Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı dünyada ahirette üzerinize olsun... İki cihanda Mevlâm cümlenizi mes’ud ve bahtiyar eylesin...
Fâtiha-i Şerife Sûresi’nin tefsirine devam ediyoruz. Bugün,
مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ( الفاتحة:٠)
(Mâliki yevmi’d-dîn) ayet-i kerimesine geldik. Bizim saymamıza, sıralamamıza göre, numaralamamıza göre 3. ayet-i kerime.
(Mâliki yevmi’d-dîn), bir zincirleme tamlamadır, isim tamlamasıdır. Eski tâbirle, burada bir tetâbü-i izâfât var. İzâfetler peş peşe geliyor. Yâni, isim tamlaması var. Mânâsı, “Din gününün mâliki.” demek. “Din gününün mâliki” tamlaması bir ayet oluyor, üç kelimeden ibaret bir ayet-i kerime oluyor. Sûredeki yeri nedir, Durumu, sözün akışında, siyaktaki yeri nedir?..
Birinci ayet-i kerimede, besmelenin arkasından “El-hamdü li’llâh” denildikten sonra, “El-hamdü li’llâh”ın ikinci kelimesi Allah lafza-i celâlinin, yâni Allah kelimesinin sıfatları arkasından sıralanıyor. Önemini dinleyenler, duyanlar anlasınlar diye, sıfatların üstüne böyle önem verilerek bastırılmış, vurgulanmış oluyor: Allah, Rabbü’l-àlemîn, er-Rahmâni’r-Rahîm, yâni alemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, mâliki yevmi’d-dîn Allah, öyle olan Allah...
Tabii, “olan” sözü de doğru değil. Çünkü olmak, değilken sonradan oluşmak mânâsına da geliyor. O mânâya kullanılmaz, Allah-u Teàlâ Hazretleri için öyle değildir.
Onun için, her birinin mânâsını düşünerek: “Àlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, din günün mâliki Allah’a hamd olsun!” veya “Hamd, àlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, din gününün mâliki Allah’ındır.” mânâsına böylece hepsi birden, bu üç ayet-i kerime
mânâca bütünleşiyorlar. Ama öneminden dolayı, (Mâliki yevmi’d- dîn) bir ayet-i kerime; geçen hafta izah ettiğimiz, (Er-rahmâni’r- rahîm) iki sıfattan ibaret bir ayet-i kerime...
a. Mâlik Kelimesi
Şimdi (Mâliki yevmi’d-dîn) ayet-i kerimesinin kelimelerini, sözcüklerini açıklayalım:
Mâlik; üstünlü mim'den sonra elif ile yazılıyor. Mim
uzatılarak, (Mâliki yevmi’d-dîn) okunuyor. Bizim kabul ettiğimiz, ülkemizdeki Kur’an-ı Kerimlerde yazılı olan şekliyle Âsım, Kisâî, Ya’kub, Halef kıraatidir bu “mâlik” okunması... Kıraat-i Aşere'den bizim kabul ettiğimiz kıraat budur.
Nâfi’, İbn-i Kesir, Ebû Amr, İbn-i Âmir, Hamza, Ebû Ca’fer isimli alimler de kıraat alimleri. Biliyorsunuz, on kıraat var; Kur’an-ı Kerim’in kelimelerinin okunuşlarıyla ilgili, değerli alimlerin ortaya koydukları görüşlere Kıraat-i Aşere diyoruz. El- kıraatü’l-aşr, on kıraat... Bunlardan üç tanesini daha eleyerek, yedi tanesini kuvvetli bularak, Kıraâtü's-Seb’a da var, bunun da öğretildiğini biliyoruz. Kıraat-i Seb’a var, Kıraat-i Aşere var.
Demek ki bazı alimler mâlik kelimesini, “mâlik” okumuşlar. Biz de ona tâbîyiz, öyle okuyoruz. “Mâliki yevmi’d-dîn” diye okuyoruz. Bazı alimler de —bilelim, bilginiz olsun— “melik” diye okuyorlar bu kelimeyi. “Meliki yevmi’d-dîn” diye okuyorlar.
Çeşitli yollarla, senedlerle, turuk-u müteaddide ile, yâni, kendisine kimlerin rivâyet ettiğini çeşitli senedlerle anlata anlata İbn-i Merdeveyh —veyahut Merdûye diye de okunur bu kelime— isimli alim bildirmiş ki:49
49 Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.433, no:40001; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.302, no:26625; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.356, no:848; Dâre Kutnî, Sünen, c.I, s.307, no:21; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XII, s.451, no:7022; Beyhakî, Şuabü’l- İman, c.II, s.435, no:2319; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.44, no:2212; Hz. Ümm-ü Seleme RA’dan.
Tirmizî, Sünen, c.V, s.185, no:2928; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VII, s.180, no:4159; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.288, no:26513; Hz. Hafsa RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.X, s.95, no:10067; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan. Hàkim, Müstedrek, c.II, s.252, no:2911; Ebû Hüreyre RA’dan.
أَنَّ رَسُولُ الله صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، كَانَ يَقْرَؤُهَا: مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ.
(Enne rasûla’llah SAS, kâne yakraühâ: Mâliki yevmi'd-dîn.) “Peygamber SAS Efendimiz Fâtiha-i Şerife’yi okurken, ‘Mâliki yevmi’d-dîn’ şeklinde okurlardı.”
Bu da, bizim okuyuşumuzun kuvvetli olduğunu gösteriyor. Ama “Meliki yevmi'd-dîn” okunuşu hakkında da, alimler uygun bir kıraattir diyorlar. Şimdi ikisini biraz açıklayalım:
Mâlik kelimesi, yâni sahip olmak, mâlik olmak, bunun masdarı, meleke-yemlikü-milk geliyor. Bu mânâdan geldiğine göre mâlik okuyoruz. Bu mânâ sahih. Tabii Allah-u Teàlâ Hazretleri her şeyin mâlikidir. (Rabbü'n-nâs, rabbü külli şey’in ve melîkühû) “Her şeyin sahibidir, her şey onundur. Bütün varlıklar, yaratıklar onundur, insanlar da onundur, yerler gökler de onundur.”
Onun için, mâlikiyet mânâsı Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayet-i kerimelerde sabit. Meselâ:
إِنَّا نَحْنُ نَرِثُ الأَرْضَ وَمَنْ عَلَيْهَا وَ إِلَيْنَا يُرْجَعُونَ (مريم٣٧)
(İnnâ nahnü nerisü’l-arda ve men aleyhâ ve ileynâ yürceùn) ayet-i kerimesini söyleyelim, bu mânâyı ifade etmek üzere, buyuruyor ki Allah-u Teàlâ Hazretleri ayet-i kerimede: “Yere ve yerin üstündeki bütün yaratıklara biz vâris olacağız ve hepsi bize döndürülecek.” (Meryem, 19/40) Yâni, insanların hayatlarından sonra dönecekleri yer Mevlâları, her şey Allah’ın. Yer gök bütün varlıklar Allah’ın. Onun için, mâlik kelimesi sahih; tabii, Peygamber Efendimiz de öyle okumuş.
Melik kelimesi de, hükümdarlık etmek mânâsından geliyor. Bu hükümdarlık masdarı da mülk olarak geliyor, hükümran olmak, yâni hüküm sürmek, hâkim olmak mânâsına. Bu da ayet-i kerimelerde ifade edilmiştir. Bu mânâyı ifade eden bir kaç ayet-i kerimeyi hatırlayalım:
لمِــَنِ المْــُلْكُ الْيَوْمَ، ِللهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ (المؤمن: ٤١)
(Li-meni’l-mülkü’l-yevm) “Bugün egemenlik, hüküm verme hakkı, hükmetme işi kimindir? (Li’llâhi’l-vâhidi’l-kahhâr) Vâhid ve Kahhâr olan Allah’ındır.” (Mü’min, 40/16)
قَوْلُهُ الْحَقُّ، وَلـَهُ الْمــُلْكُ (الأنعام: ٠٤)
(Kavlühü’l-hak, ve lehü’l-mülk) “Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin kavli, sözü haktır ve hükümranlık onundur.” (En’am, 6/73)
Hükümranlık ne demek?.. Rân kelimesi nereden geliyor? Farsça’da sürmekten geliyor. Hükümranlık, hüküm sürmek demek. Yâni, bir şeye hâkim olup, hükmünü geçirmek, hükmünü sürdürmek. Hükümdarlık, hükme sâhip olmak. Dâr takısı, dâşten’den geliyor. Rân da rânden’den geliyor. Farsça’daki kökleri ayrı. Hükümdarlık, hüküm sürmek demek. Meselâ:
اَلمْــُلْكُ يَوْمَئِذٍ الْحَقُّ لِلرَّحْمٰنِ، وَكَانَ يَوْمًا عَلىَ الْكَافِرِينَ
عَسِيرًا (الفرقان:٤٢)
(El-mülkü yevme izini’l-hakku li’r-rahmân, ve kâne yevmen ale’l-kâfirîne asîrâ.) “O gün egemenlik, hüküm sürmek, hüküm vermek Rahmân’ındır ve kâfirlere çok zor bir gün olacaktır, zorlu bir gün olacaktır o. Çünkü o zaman ceza görecekler.” (Furkan, 25/26) diye ayet-i kerimelerde bu mânâ da ifade ediliyor.
Şimdi, tabii o gün hüküm Allah’ındır, hükümranlık Allah’ındır da, şimdi hüküm Allah’ın değil midir? Her zaman Allah’ındır. Ama o gün, kimse kendi bildiğine kalkıp hareket edemeyecek, konuşamayacak. Çünkü, dünyadayken Allah-u Teàlâ Hazretleri, insanlara bir irade-i cüz’iye vermiş ve bir istediğini yapma hürriyeti vermiş. İyiyi veya kötüyü göstermiş. İyiyi tercih ederse, mükâfatlandırılacak; kötüyü tercih ederse, cezalanacak. O gün artık kimse kalkıp da, bir söz söyleyemeyecek. Nasıl geçiyor ayet-i kerimelerde:
يَوْمَ َيقُومُ الرُّوحُ وَالْمـَلٰئِكَةُ صَفًّا، لاَ يَتَكَـلَّمُونَ إِلاَّ مَنْ أَذِنَ لَهُ
الرَّحْمٰنَ َوقَالَ صَوَابًا (النبإ:١٠)
(Yevme yekùmu’r-rûhu ve’l-melâiketü saffâ) “Melekler ve rûh-u a’zam Cebrâil, Ruh adlı melek, saf saf kalkarlar. (Lâ yetekellemûne illâ men ezine lehü’r-rahmân) Rahmân’ın müsâade ettiğinden, izin verdiğinden başkası kalkıp konuşamaz, herkes susacak. (Ve kàle savâbâ) [Konuşan da doğruyu söyler.]” (Nebe’, 78/38)
Başka bir ayet-i kerimede:
وَخَشَعَتِ اْلأَصْوَاتُ لِلرَّحْمٰنِ فَلاَ تَسْمَعُ إِلاَّ هَمْسًا (طه١٣١)
(Ve haşeati’l-asvâtü li’r-rahmâni felâ tesmeù illâ hemsâ.) “Rahmân’ın huzurunda, Rahmân’a karşı bütün sesler kısılacak ve ancak böyle fısıltıdan başka bir şey işitilmeyecek. Herkes korkudan, dehşetten Allah’ın hükmünü bekleyecekler.” (Tàhâ, 20/108)
يَوْمَ يَأْتِ لاَ تَكَلَّمَ نَفْسٌ إِلاَّ بِإِذْنِهِ (هود٥٣١)
(Yevme ye’ti lâ tekellemü nefsün illâ bi-iznîhî) “O gün
geldiğinde kimse konuşamayacak, ancak Allah’ın izniyle konuşacak.” (Hud, 11/105) gibi ayet-i kerimeler...
Yâni o günde Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin mâlik olduğu, mâliki olduğu o günde kimse artık hüküm ve söz söyleme —onun izni olmadan— hakkına sahip olmayacak. Dünyadaki imtihan için verilmiş hürriyetler bitmiş oluyor.
(Mâliki yevmi’d-din)’i bazı alimler, “Allah-u Teàlâ Hazretleri, din gününü kurmaya, yaratmaya, yapmaya kàdirdir. Onun yapılması, kudreti, onun meşiyyetindedir, onun emrindedir.” mânâsına anlamışlar.
Bazı hadis-i şerifleri okumak istiyorum, Ebû Hüreyre RA’dan
Sahîhayn’de rivâyet edilmiş ki; yâni Sahîhayn nedir? İki sahih kitap; İmam Buhârî’nin ve İmam Müslim’in sahih hadis kitapları... O mübârek kitaplarda kaydedilmiş ki, Peygamber Efendimiz buyurmuş:50
أَخْنَعُ اسْمٍ عِنْدَ اللَّهِ رَجُلٌ تَسَمَّى بِمَلِكِ اْلأَمْلاَكِ، ِوَلاَ مَالِكَ إِلاَّ اللَّهُ (خ. م. عن أبي هريرة)
(Ahneu’smin inda’llàhi racülün tesemmâ bi-meliki’l-emlâk, ve lâ mâlike illa’llàh) Bu hadis-i şerifte ne buyurmuş oluyor:
(Ahneu’smin) İsm kelimesinin ilk harfi hemze-i vasıl olduğu için, bitişik okunuyor. “En aşağı, en alçak, en zelil, en hakir isim nedir Allah indinde?.. Yâni, Allah’ın sevmediği en alçak isim nedir? Melikü’l-emlâk, demişse, kendisine böyle bir unvan vermişse... Yâni, şahlar şâhı gibi, melikler melîki gibi, böyle bir isim vermişse; Allah’ın en sevmediği, en aşağı sıfat budur. (Ve lâ mâlike illa’llàh) “Çünkü Allah’tan başka mâlik yoktur.” buyurmuş Peygamber Efendimiz.
Yine aynı iki mübarek hadis kitabında Peygamber Efendimiz’den rivayet olunmuş ki; bu hadis-i şerifi okuduğu zaman insan, mânâsına muttalî olduğu zaman tüyleri diken diken oluyor: 51
50 Buhàrî, Sahîh, c.V, s.2292, no:5853; Müslim, Sahîh, c.III, s.1688, no:2143; Tirmizî, Sünen, c.5, s.134, no:2837; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.708, no:4961; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.2, s.244, no:7325; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IX, s.306, no:19790; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VII, s.312; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XVI s.425 No:45242; Câmiu’l-Ehàdîs, c.II, s.71, no:931.
51 Buhàrî, Sahîh, c.IV, s.1812, no: 4534; Müslim, Sahîh, c.IV, s.2148, no:2787; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.68, no:192; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.374, no:8850; Dârimî, Sünen, c.II, s.418, no:2799; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.207, no:667; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.232, no:5850; Bezzâr, Müsned, c.II, s.381, no:7751; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.401, no:7692; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.IV, s.168, no:3020; Abdullah ibn-i Mübârik, Müsned, c.I, s.95; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XIV, s.420, no:38936; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XXIV, s.175.
يَقْبِضُ اللهُ الأَرْضَ، وَيَطْوِي السَّمَاءَ بَيَمِينِهِ، ثُمَّ يَقُولُ: أَنَا الْمَلِكُ،
أَيْنَ مُلُوكُ اْلأَرْضِ؟ (خ. م. ن. ه. حم. عن أبي هريرة)
(Yakbedu’llàhü’l-arda ve yatvis-semâe bi-yemînihî, sümme yekùl: Ene’l-melikü, eyne mülûkü’l-ard?)
Bu hadis-i şerifin mânâsı ne?..
“Allah-u Teàlâ Hazretleri, dünyanın sonu geldiği zaman yer yüzünü kabza-i kudretine alır, semâvâtı dürer, katlar, yâni yer gök bir hiç olur. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin kudretinin avucunda, elinde. Ve Allah-u Teàlâ Hazretleri, böyle yeri göğü kabza-i kudretiyle tuttuktan, avucuna aldıktan sonra...” diyelim, herhangi bir teşbih mânâsı düşünmeden. Çünkü (yemînihî), “sağ eli” mânâsına da geliyor. Ama, teşbih mânâsını düşünmeden anlamak lâzım bu hadis-i şerifleri.
“O günde buyurur ki Allah-u Teàlâ Hazretleri: (Ene’l-melik) ‘Hükümran, hükümdar olan benim! (Eyne mülûkü’l-ard?) Nerede şimdi o yeryüzünün şahları, hükümdarları, padişahları, melikleri?..”
أَيْنَ الْجَبَّارُونَ؟ أَيْنَ الْمُتَكَبِّرُونَ؟
(Eyne’l-cebbârûn?)52 “’Nerede o cebbar herifler, zalimler?.. (Eyne’l-mütekebbirûn?) Nerede o öyle saltanattan burnunu havaya kaldıran, tekebbür eden kimseler?..’ buyurur.”
Tabii o zaman mahşer gününün, yâni kıyametin dehşetinden, herkes tir tir titreyecek. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin böyle yeri
52 Müslim, Sahîh, c.IV, s.2148, no: 2788; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.647, no:4732; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.71, no:198; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.355, no:13327; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.IX, s.410, no:5558; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.472, no:2436; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.400, no:7689; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.III, s.277; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.241; Abdullah ibn- i Ömer RA’dan.
göğü dürdüğü zamanın dehşetinden hiç kimse kalmayacak. Zâten mâlik-i hakîkî, her işi yapan, yaratan, çeviren Allah-u Teàlâ Hazretleri olduğundan...
لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللَّهِ
(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llâh)53 Ne demek?.. “Güç kuvvet Allah’ındır.” Yâni Allah birisine izin vermese, kimse kılını kıpırdatamaz, yaprak kıpırdamaz, rüzgâr esmez, dünya dönmez; hiç bir şey olmaz. Hep Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin kudretiyle, izniyle, müsaadesiyle, onun fiiliyle olduğundan, her şey Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin fiiliyle olduğundan asıl melik, hükümran o...
بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَئٍْ (يٰسٓ٠١)
(Bi-yedihî melekûtü külli şey’) “Her şeyin melekûtu elinde olan Allah’tır.” (Yâsin, 36/83)
“—Pekiyi dünyadaki insanlara melik deniliyor; neden deniliyor?..”
O hakikat değil, o mecaz. Mecâzen, mecaz yoluyla onlara da denilmiş. Tabii Kur’an-ı Kerim’de onlara, dünyanın cüz’î hüküm sürme hakkına sahip insancıklarına melik denilmesi de var. Çünkü halk kullanıyor böyle bir şeyi. Kur’an-ı Kerim’de böyle mânâya gelen ayet-i kerimelerin içinde melik kelimesi, dünya hükümdarlarını ifade eder şekilde geçen ayetler var.
Hatırlayacaksınız, meselâ:
إِنَّ اللهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكًا (البقرة٤٧٢)
53 İbn-i Mâce, Sünen, c.2, s.1276, Dua 34/16, no:3878, Ubâde ibn-i Sâmit RA’dan. İbn-i Hibbân, Sahîh, c.3, s.226, no:946, Sa’d ibn-i Ebî Vakkas RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.1, s.299, no:1003, Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.5, s.33, Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
(İnna’llàhe kad bease leküm tàlûte melikâ) “Ey Benî İsrâil, Allah-u Teàlâ Hazretleri size Tàlût’u, Tàlut isimli kahramanı melik olarak tayin etti; hadi bakalım ona tâbi olun!” (Bakara, 2/247)
Sonra, Kehf Sûresi’ni cuma günleri okuyorsunuzdur inşâallah, çok sevap... Çünkü, Kehf Sûresi’ni okuyunca, yedi günlük günahı affoluyor insanın, üç ziyadesiyle, ediyor on gün... Orada da hani, Hızır AS bir gemiyi delmiş. Neden delmiş:
وَكَانَ وَرَاءَهُمْ مَلِكٌ يَاأْخُذُ كُلَّ سَفِينَةٍ غَسْـبًا (الكهف٩٤)
(Ve kâne verâehüm melikün ye’huzü külle sefînetin gasbâ) “O gemi biraz arızalansın, gidemesin, o zalim hükümdarın eline geçmesin. Çünkü ileride bir melik vardı, hükümdar vardı, gasb ediyordu bütün gemileri.” (Kehf, 18/79) Aslında, o gemiyi kurtarmak için arızalandırmış oluyor. Orada, melik kelimesi kullanılıyor ayet-i kerimede.
Demek ki, insanlara melik denmesi, işin aslına, köküne bakarsak, doğru değil... Çünkü nesi var insanın?.. Aciz nâçiz bir mahlûk ama, mecaz yoluyla işte, insancıkların bazen böyle başkan olanlarına da, melik sözü kullanıla gelmiş. Ayet-i kerimelerde de, böyle bu kullanım görünüyor. Ama asıl melik, Allah-u Teàlâ Hazretleri’dir. Sonra tabii o ihtişamlı kıyamet gününde:
“—Nerede o dünyanın melikleri, nerede o cebbarlar, nerede o mütekebbirler?..” diye sorduğu zaman, kaçacak delik arayacaklar o zalimler, cebbarlar, mütekebbirler.
Sadece, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin hükmü orada geçerli olacak.
Şimdi, demek ki, bu ayet-i kerimenin (mâlik) kelimesi, melik
de okunabiliyor, mâlik de okunabiliyor. Biz mâlik kıraatine tâbi olmuşsuz, Peygamber Efendimiz de öyle okurmuş SAS. Bu, sahip mânâsına geliyor. Sahip mânâsı doğru... Melik de okunursa hükümran mânâsına geliyor; o da doğru... İkisi de ayet-i kerimelerle gördüğünüz gibi kullanılmış, vârid olmuş, Kur’an-ı Kerim’de geçmiş.
b. Yevm Kelimesi
Gelelim (Mâliki yevmi’d-dîn)’in ikinci kelimesine, yevm
kelimesine. Yevm, Arapça’da gün demek... Ama lügat açılırsa, gün kelimesinin daha çeşit çeşit, nice mânâları olduğu, onların da kullanıldığı görülür. Burada bizim o çeşitli mânâlardan sarf-ı nazar ederek, teferruatı anlatmadan, işaret etmemiz gereken önemli nokta nedir? Ahiretin o günü, yâni din günü, yevmü’d-dîn... Farsça’da biliyorsunuz, yevm kelimesinin karşılığı rûzdur. Rûz-i cezâ, diyoruz. Peygamber Efendimiz’in de bir sıfatı olarak, hani dualarda kulağınıza gelmiştir, “Şefî-i rûz-i cezâ Muhammedini’l- Mustafâ SAS” diyoruz.
Yevm, bizim bu dünyada anladığımız gündüz mânâsına, veyahut gece ve gündüzün toplamı gün mânâsına değil tabii. Yâni zaten biraz ilm-i hey’eti, astronomiyi okuyanlar bilirler ki; gün dediğimiz şey dünyada başka türlüdür, öteki seyyarelerde başka türlüdür. Yâni hepsinin gününün saat olarak, zaman olarak miktarı farklıdır. Hani çeşit çeşit seyyareler var, Merkür, Venüs, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün, Plüton diye Lâtince isimlerini şimdi öğretiyorlar. Eskiden Zühre diye, Utarit diye, Merih diye geçerdi eski kitaplarda... Ben böyle ikisini de söylüyorum ki, eski medeniyetimize biraz âşinâlık olsun, dinleyicilerin onları da duymuş olsunlar. Tamamen unutulmasın eski medeniyetimizin kelimeleri diye.
Dünyada bir gün 24 saat, veyahut gün dediğimiz zaman gündüzü anlarız. Gün ışığı diyoruz. Güneş kelimesinin sonundaki eş’i atılmış şekli de gün.
Ây u gün, hem nüh felek
“Ay ve güneş ve dokuz gök” diye Mevlid’de geçiyor. Demek ki, gün kelimesi Türkçe’mizde Güneş mânâsına da geliyor; sadece Güneş’in olduğu gündüz mânâsına da geliyor. Bir de, gündüzle gecenin toplamı olan 24 saat mânâsına geliyor. Ama tabii bu ayet- i kerimede bu mânâya değil. Ale’l-ıtlak vakit demek, zaman demek. (Mâliki yevmi’d-dîn) ne demek? “Din vaktinin, din zamanın mâliki.” Çünkü o gün 24 saat olmayacağı belli. Zâten
ayet-i kerimelerde geçiyor, bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:
وَإِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ (الحج٤٧)
(Ve inne yevmen inde rabbike keelfi senetin mimmâ teuddûn) “Rabbinin indinde bir gün, sizin saydıklarınızla kıyaslanırsa bin yılınız gibidir.” diye buyruluyor bir âyet-i kerimede. (Hac, 22/47) Demek ki orada bin yıl, bir gün gibi olacak. Ahiretin günü dünyanın gününden farklı olacak.
Sonra bir başka ayet-i kerime var. Orada da bazı farklılıklar olduğunu böylece keşfetmiş, anlamış oluyoruz, Kur’an-ı Kerim bize çok şeyler öğretiyor:
تَعْرُجُ المْــَلٰئِكَةتُ وَالرُّوحُ إِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ
أَلْفَ سَنَةٍ (المعارج:٧)
(Ta’rucü’l-melâiketü ve’r-rûhu ileyhi fî yevmin kâne mikdâruhû hamsîne elfe seneh) “Elli bin yıl miktarı olan bir günde, melekler Cenâb-ı Mevlâ’nın huzur-u izzetine doğru urûc ederler, yükselirler.” (Meàric, 70/4) Demek ki, huzur-u izzete giderken, orada gün de elli bin yılımıza benzer gibi uzun oluyor.
Demek ki, yevm sözünü de böyle zaman mânâsına, vakit mânâsına alacağız, yoksa yirmi dört saat mânâsına almayacağız.
Onu da öylece açıklamış olduktan sonra, gelelim ayet-i kerimenin sonuncu kelimesi, üçüncü kelimesi din kelimesine.
c. Dîn Kelimesi
Dîn kelimesi de, dâne-yedînü-dînen ve diyâneten kökünden, masdarından, fiilinden geliyor. Çok anlamları var dîn kelimesinin Arapça’da. Peygamber Efendimiz’in zamanında da çok anlamları vardı.
Bizim şimdi din deyince anladığımız nedir? Türkçe’deki din kelimesinin kullanılışı; dindarlık, diyanet, bir insanın inançlarının bütünü, şeriat mânâsına kullanıyoruz. Bilmem ilkel
dinler, beşerî dinler, semâvî dinler diye, dinler tarihi diye ilimler var dinleri inceleyen. Her kavmin bir inanç teşkilâtı oluyor, inançlarının toplamı olan bir inanç bütünü oluyor. Ona din deniliyor. Batı dillerinde, İngilizce religion diyorlar, Almanca religion deniliyor... Bizim bildiğimiz mânâ bu.
Ama buradaki (Mâliki yevmi’d-dîn)’de, acaba buradaki din o mânâya mı? Peygamber Efendimiz’in zamanında din kelimesi hangi mânâya kullanılıyordu?.. Onlara bakacak olursak, Peygamber SAS Efendimiz’in zamanında ve Arapça’da din sözü, tabii çeşitli mânâlara gelir, onları sıralayabilirim lügata bakarak, birçok mânâsı arasında: Âdet, hâl, hesap, mükâfat, cezâ, karşılık, hüküm, kazâ, tedbir, ibadet, ivaz...
Bunun dışında da çeşitli mânâları var. Ama, “Peygamber Efendimiz, acaba hadis-i şeriflerde bunu nasıl kullanmış?” diye bakacak olursak, bir kaç ayetten, hadisten misallerle onun ne mânâya geldiğini açıklayabiliriz. Arapça’sında o devirde din kelimesi daha ziyade karşılık, hesap, ivaz mânâsına geliyor, cezâ mânâsına geliyor diyorlar.
اَلدِّينُ َالْجَزَاءُ
(Ed-dînü el-cezâu) [Din cezadır, karşılıktır.]
Tabii, cezâ deyince, biz Arapça’dan farklı olarak, cezâyı sadece kötü yapılan bir işin karşılığı olarak düşünüyoruz. Halbuki Arapça’da cezâ, sadece karşılık demektir. Hatta dua vardır, mer’î, cârî, böyle hâlen kullanılıyor. Arabistan’a gitseniz, birisine bir iyilik yapsanız hemen der ki:
جَزَاكَ اللهُ خَيْرًا كَثِيرًا
(Cezâke’llàhu hayran kesîrâ) “Seni Allah çok hayırlarla cezâlandırsın!” Yâni burada, mükâfatlandırsın mânâsına geliyor.
(E’d-dînü el-cezâu) demek, yâni ne demek?.. Din karşılık demek. Bir şeyin, yapılan bir işin karşılığı, ivazı, bedeli, hesabı mânâsına. Kur’an-ı Kerim’den bir iki misal düşünelim:
يَوْمَئِذٍ يُوَفِّيهِمُ اللهُ دِينَهُمُ الْحَقَّ (النور٥٢)
(Yevmeizin yüveffîhimu’llàhu dînehümü’l-hak) “O günde, Allah kulların hesaplarını görecek, hak olan mükâfatlarını, amellerinin karşılıklarını, hesaplarının sonucunda neyi hak etmişlerse onun karşılığını verecek.” (Nur, 24/25)
İnsanlar rûz-i mahşerde soracaklar:
ءَ إِنَّا لَمـَدِينُونَ (الصافات٠٥)
(E innâ lemedînûn) “Bize, yaptıklarımızdan dolayı bir karşılık verilecek mi?” (Sàffât: 37/53) diye soracaklar. Kur’an-ı Kerim’de demek ki karşılık mânâsına geçiyor. Yâni, “Hesaba çekilecek miyiz?” mânâsına.
Hadis-i şeriften misal düşünecek olursak, sahih bir hadis-i şerif, hatırlayacaksınız, zaman zaman hadis sohbetlerimizde de konu edinmişizdir, söylemişizdir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:54
54 Tirmizî, Sünen, c.IV, s.638, no:2459; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1423, no:4260; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.124, no:17164; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.125, no:191; Tayâlisî, Müsned, c.1, s.153, no:1122; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.VII, s.284, no:7143; Taberânî, Mu’cemü’s-Sağîr, c.II, s.107, no:863; Bezzâr, Müsned, c.II, s.18, no:3489; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.350, no:10546; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.3, s.369, no:6306; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.I, s.267; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.I, s.266, no:463; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.140, no:185; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.56, no:171; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.310, no:4930; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.184, no:354; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Muhàsebetü’n-Nefs, c.I, s.19, no:1; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XII, s.50, no:6430; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.II, s.39; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LXI, s.186, no:7741; Şeddâd ibn-i Evs RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.379, no:7036; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.1024, no:2029; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XV, s.458, no:15935.
َالْكَيِّسُ مَنْ دَانَ نَفْسَهُ، وَعَمِلَ لِمَا بَعْدَ الْمَوْتِ؛ وَ الْـعَاجِزُ مَنْ أَتْبَعَ نَفْسَهُ هَوَاهَا، وَتَمَنَّى عَلَى اللهِ (ط. حم. ت. ه. حل. ق. ك. عن شداد بن أوس)
RE. 229/7 (El-keyyisü) “Akıllı insan (men) o kimsedir ki, (dâne nefsehû) nefsine mâlik oldu, sahip oldu; (ve amile limâ ba’de’l- mevt) ölümden sonrası için sàlih amelleri işledi. Akıllı insan budur.” (Ve’l-àcizü men etbea nefsehû hevâha) [Aciz kul da, nefsinin arzusu peşine kendisini takıp, sürüklettiren, (ve temennâ ale’llàh) ‘Allah gafurdur rahimdir, beni affeder, onun rahmeti çoktur!’ diye Allah’a temenni besleyen kimsedir.]
Evet yâni, dâne nefsehû ne demek?.. Nefsini hesaba çekti ve ona hakim oldu, sahip oldu demek. Halk arasında da yine bir söz, yaygın olarak geçiyor:55
كَمَا تَدِينُ تُدَان
(Kemâ tedînü tüdân) “Sen nasıl muamele edersen, onun karşılığında da sana öyle muamele olunur.” mânâsına.
Demek ki bu misallerden, hadis-i şeriflerden, ayet-i kerimelerdeki kullanışlardan anlıyoruz ki, din kelimesi karşılık demek oluyor, hesap demek oluyor. O zaman yevmi’d-dîn; hesap günü insanların hesaplarının görülüp de amellerinin karşılığı olan ne ise onun verildiği gün. Yâni iyi bir insansa, sàlih bir kimseyse, ibadet etmişse, hayır hasenat işlemişse, Allah’a itaat eylemişse; onun karşılığı ne olacak, cezâsı ne olacak, yâni mükâfatı ne
55 Abdü’r-Rezzâk, Musannef, c.XI, s.178, no:20262; Ahmed ibn-i Hanbel, ez- Zühd, c.I, s.142; Ebû Kılâbe Rh.A’ten.
Hilyetü’l-Evliyâ, c.IV, s.48; Vehb ibn-i Münebbih Rh.A’ten.
İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.III, s.44, no:172, Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
İbn-i Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, c.VI, s.158, Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.991, no:1996.
olacak?.. Cennet olacak. Güzel, iyi olan cezâya, mükâfat diyoruz.
E kötü iş yapmışsa, Allah’a âsi olmuşsa, zulmetmişse, başkalarının hakkını yemişse, gadretmişse; o zaman onun cezası ne olacak? Yâni ikàbı, ukùbeti, (İngilizce’si punishment) karşılığı ne olacak?.. Onun da karşılığı, cehennem olacak. O da cehennemde ettiğini bulacak; ne tür zulmettiyse, o tür muameleye mâruz olacak.
Demek ki sevgili izleyiciler, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini okurken, bizim Türkçe’den de âşinâ olduğumuz, Türkçe’de de kullanılmış kelimeler olabilir. O kelimeleri kendi aklımızla, kendi aklımızda olan mânâları vererek kullanırsak, bazen sonuçlar yanlış çıkabilir.
Ne yapacağız?.. Rivâyetleri inceleyeceğiz. Başka ayetlere bakacağız. Kur’an-ı Kerim’i Kur’an-ı Kerim’le anlamaya çalışacağız. Öbür ayetlere bakarak anlamaya çalışacağız. Peygamber Efendimiz’den bir rivayet varsa; sahabe-i kiramdan, Peygamber Efendimiz’i tanıyan, dini iyi bilen insanlar olarak, onlardan rivayet varsa, onlara kulak vereceğiz.
Yoksa, insanın kendi başına, Kur’an-ı Kerim’i kendi aklıyla açıklamaya çalışması, çok yanlış noktalara götürür. Zâten böyle insanın çok hata edeceği ve ondan dolayı cezalandırılıp cehenneme gideceğine dair de tehditli rivayetler, hadis-i şerifler var. Öyle kendi bildiğine, bir insan kalkıp da yarım yamalak bilgiyle Kur’an-ı Kerim’i açıklamaya kalkmamalı!..
Bunu niçin söylüyorum?.. Bazıları kalkışıyorlar Kur’an-ı Kerim tercümesine... Tabii, Kur’an-ı Kerim’i sevdiği için, anlamak için, insan uğraşabilir ama; “Kur’an-ı Kerim’in mealini yazacağım, tefsirini yazacağım!” diye kalkışmak, müktesebât ister, çalışma ister. O çalışması yok!.. Meselâ, Arapça bilmiyor.
“—Sen Arapça bilmiyorsun, niye Kur’an-ı Kerim meali hazırlıyorsun? Neye dayanarak hazırlıyorsun?..”
“—E ben, Lügat-ı Nâcî’yi alırım, oradan kelimelere bakarım, Kur’an-ı Kerim’i tercüme ederim.”
Lügat-ı Nâci Osmanlıca lügatı... Çok yanılırsın, çok hata edersin! Çünkü bir kelime Türkçe’ye, Osmanlıca’ya Arapça’dan geçmiş bile olsa, mânâsı kaymış, değişmiş olabilir. Bu dilcilerin
çok iyi bildiği bir konudur. Zamanla kelimelerin mânâları çeşitlenir, değişir, kayar, farklılaşır. Öyle Osmanlıca lügatıyla Arapça meal, Arapça metin, Kur’an-ı Kerim çözümlenemez, anlaşılamaz. O zaman yanlış olur.
Nitekim ben, Kur’an-ı Kerim meallerini toplamağa çalışıyorum, okumağa çalışıyorum, nasıl Türkçe karşılık verdiklerine bakıyorum.... Yâni, çok yanılmalar var. Çok yanılmalar olabiliyor. Bunun çaresi nedir?.. Sağlam kaynaklara dayanmak, sağlam kitaplardan, büyük alimlerin izahlarından faydalanmaktır.
Görüyorsunuz işte, din kelimesinin bizim Türkçe’deki anladığımız mânâdan başka bir anlamda olduğu, bu ayet-i kerimede sezinleniyor. Yâni, “Kulların amellerinin karşılığı neyse, onun verildiği o gün, rûz-i cezânın mâliki, onu kurmaya, onu yaratmaya, o işi yapmaya kàdir olan Allah; o gün herkesin susup, diz çöküp, sesini kısıp, boynunu büküp, tir tir titrediği zaman hükmünü sürecek olan Allah; o günün hükümranı, o günün mâliki, o hesap ve cezâ günün sahibi Allah.” demek oluyor.
Tabii, çok önemli bir konu bu... Yâni, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin Fâtiha-i Şerife’de nelerini öğrenmiş oluyoruz?.. Àlemlerin Rabbi olduğunu, sahibi olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Rahmanlığını öğrenmiş oluyoruz, Rahimliğini öğrenmiş oluyoruz. Önemine binâen, her birisi bir ayet-i kerime olmuş. Bir de kulların hesaplarının görüldüğü o ilerideki, ahiretteki o günün yegâne mâliki olduğunu, meliki olduğunu, sahibi olduğunu; onu halk etmeye, onu yapmaya kàdir olduğunu, kullarını hesaba çekmeye kàdir olduğunu anlamış oluyoruz.
Tir tir titrer insan... Yâni, bu ayet-i kerimeyi okurken, Fâtiha’yı okurken insanın renkten renge girmesi lâzım, mum gibi erimesi lâzım!.. (Mâliki yevmi’d-dîn) dediği zaman, gözlerinden yaşlar boşanması lâzım! Çok önemli...
d. Ahirete İman Önemli
Demek ki Fâtiha-i Şerife’mizde, imanın en mühim rükünlerinden olan ahirete iman, çok güzel bir şekilde işaret edilmiş oluyor ve oradan anlıyoruz ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri bu
dünyayı abes yere, boş yere yaratmamıştır; gàyesi vardır, hilkatın amacı vardır. İnsanların bu dünyada bulunuşunun sebebi vardır, hikmeti vardır. İnsanlar bu dünyaya muvakkaten geldiler, gidecekler. Bir kere fâni, burada duruşları muvakkat, bir gelip bir gidecekler. İmtihan için gelecekler, geliyorlar. Ondan sonra da zorunlu olarak gidecekler. Herkes fânî...
İşte hepsine Cenâb-ı Mevlâ sahip olacak, varis olacak diye demin ayet-i kerimeyi okuduk. Herkes Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna istesin, istemesin, eski tâbirimizle, Osmanlıca tabirimizle, Farsça’dan alınma, (hâh me hâh) “istesin istemesin” gidecek, çırpına çırpına gidecek veya koşa koşa, isteye isteye gidecek.
Ne mutlu Allah’ı sevip, Allah tarafından sevilip, Allah’ın sevgili kulu olup, can atarak, isteye isteye gidenlere!.. Ne mutlu, Allah’ın da severek, “Gel kulum, sàlih kullarımın arasına gir de, onlarla beraber cennetime dahil ol!“ diye iltifat ettiği kullardan olanlara!..
Ne yazık, Allah’ın kulu olduğunu anlayamayıp, şu fâni dünya hayatının aldatıcı olaylarına, meselelerine, unvanlarına, mevkilerine, makamlarına, menfaatlerine aldanıp, takılıp, ahireti unutup, günah işleyen, zulmeden, haksızlık yapanlara!.. Ne yazık, ne kadar cahilce, ne kadar gâfilce, ne kadar yanlış bir şey!.. İşte onlar da istemeye istemeye de olsa, sürüklene sürüklene Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna gidecekler. Orada herkes bu dünyada ettiklerinin karşılığını görürken, onlar da cezalarını belâlarını, ikablarını, ukùbetlerini, azablarını bulacaklar, görecekler, bin pişman olacaklar, milyon, milyar pişman olacaklar, ah edecekler, vah edecekler...
“—Keşke peygamberleri dinleseymişiz! Keşke Kur’an-ı Kerim’e tâbî olsaymışız!.. Vah bizi yoldan çıkaran arkadaşlara!.. Vah bizi yoldan çıkaran, kötü fikirler aşılayan kimselere, yöneticilere, sürükleyicilere, liderlere!..” diye diye, cehenneme atılınca da birbirleriyle kavga edecekler tabii:
“—Sen bizi azdırdın!”
“—Sen aklını kullansaydın, azmasaydın.”
Saç saça, baş başa cehennemde de birbirlerinden davacı olacaklar:
“—Yâ Rabbi, bu bizi azdırdı! Bu olmasaydı, biz iyi kul
olacaktık...” filân diyecekler, ama fayda vermeyecek.
Onun için, aziz ve sevgili kardeşlerim, Kur’an-ı Kerim bizim için çok büyük nimettir, çok büyük bir devlettir, çok büyük bir fırsattır, çok büyük bir ikazdır, çok büyük bir uyarıdır, çok büyük bir ihtardır!.. Elhamdü lillâh, Allah-u Teàlâ da bize nasib etti, söylüyoruz Kur’an-ı Kerim’in anlamlarını, ayet-i kerimelerin mânâlarını; size de nasib etmiş, siz de dinliyorsunuz. Ne mutlu! Dinlemek de bir nimet, söylemek de bir nimet... Ne kadar güzel şey!..
E bunların tabii sonucu, bunların asıl sonucu, bu ayet-i kerimelerin gereği neyse onu yapmak, mûcebince amel etmek esas... Dinleyip dinleyip de, ondan sonra dağılıp gitmek, bir filim seyretmiş de etkilenmiş, ondan sonra kalkıp evine giden insanlar gibi olmak değil. Madem ki Allah-u Teàlâ Hazretleri àlemlerin Rabbidir, Rahmandır, Rahimdir, cezâların, mükâfatların verileceği, hesapların görüleceği günün mâlikidir, sahibidir, hükümrânıdır, hükümdarıdır; o halde o Melik ü Cebbâr’ın, o hakîkî melikin, o àlemlerin Rabbinin huzuruna gideceğini bilip, ona göre tedbirini alıp, öyle yaşayıp; Allah’ın huzuruna güzel amellerle gitmek lâzım!..
Akıllı insanın işi budur. Şaşkın insanlar da, zavallı insanlar da, şaşılacak insanlar da tabii, bunun aksini yapanlardır. Çünkü bu fâni dünya hayatı ne kadar uzasa kısadır, çok sayılmaz. Sonunda herkes ölüp gidecek. Yaşlanacak veya yaşlanmayacak. Yâni genç veya yaşlı, ecel bir gün gelecek.
Yunus Emre (Rh.A)’in dediği gibi:
Ecel büke belimizi,
Söyletmeye dilimizi...56
56 Şiirin tamamı:
Biz dünyadan gider olduk,
Kalanlara selâm olsun!
Bizim için hayır dua,
Kılanlara selâm olsun!
Bir gün ecel herkesin belini, boynunu bükecek. Sonra insanlar, buradaki imtihanı bittiği için hesap gününün sahibi Allah’ın huzuruna döndürülecek.
Allah, bu mânâları anladıktan sonra hayatını buna göre uyarlayan, ayarlayan zeki insanlardan olmayı cümlenize nasib eylesin. O rûz-i cezâda, yâni yevm-i hisabda, yevmi’d-din’de bizi Rabbimiz hesaba dahi çekmesin... Ben öyle dua ediyorum ama, liyâkatim de değil. Yâni:
“—İyi kullar hesaba çekilmeden, doğrudan doğruya cennete gidecek. Ondan değil yâ Rabbi, bizim hesaba tahammülümüz yok! Hesaba çekilirsek halimiz harap! Sen de duaları kabul edicisin, Erhamü’r-râhimîn’sin, Rahmânü’r-rahîm’sin... El açıyoruz, senden istiyoruz. Bizden dua etmek; sen de lütfedersen, kabul edersen ne mutlu bize...” diye, “Yâ Rabbi, cennetine bi-gayri hisâb dahil eyle!” diyoruz.
Çünkü hesaptan korkmamak mümkün değil. Bu (Mâliki yevmi’d-dîn) zincirleme tamlamasında yevm-i din var ya, o hesap günü, rûz-i cezâ, ondan korkmamak mümkün değil. Peygamber
Ecel büke belimizi,
Söyletmeye dilimizi,
Hasta iken halimizi, Soranlara selam olsun!
Tenim ortaya açıla, Yakasız gömlek biçile, Bizi bir asân vech ile,
Yuyanlara selam olsun!
Selâ verin kasdımıza, Gider olduk dostumuza,
Namaz için üstümüze, Duranlara selam olsun!
Miskin Yunus söyler sözü, Yaş doludur iki gözü, Bilmeyen ne bilsin bizi,
Bilenlere selam olsun!
SAS Efendimiz:57 شَيَّبَتْنِي هُودٌ وَأَخَوَاتُهَا (طب. عن أبي جحيفة)
(Şeyyebetnî hûdün ve ehavâtihâ) “Beni Hûd Sûresi ve emsâli sûreler ihtiyarlattı, saçımı sakalımı ağarttı.” buyurmuş.
Bu kelime de, insanın saçını sakalını ağartır muhterem kardeşlerim! (Mâliki yevmi’d-dîn) Rûz-i cezâ, rûz-i hesâb, hesap günü, mükâfatların cezaların verildiği gün...
O günün sahibi olan, mâliki olan Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemize lütfeylesin, rahmeylesin, tevfîkini refîk eylesin... Hak yolu görüp, bilip, tanıyıp, o yolda sebat edip, yürümeyi nasib etsin...
Bir hususu söyleyerek sözlerimi tamamlamak istiyorum:
Sevgili kardeşlerim! Bu dünya hayatı imtihan olduğundan, yeri gelince —ayet-i kerimelerde de göreceğiz— Allah-u Teàlâ Hazretleri imtihan gönderiyor insanların başına... İmtihan ile sıdk u sadâkati ölçüyor. Yâni;
“—Bakalım bu kulum, bu imtihanın cevabını nasıl verecek? Bakalım gevşeyecek mi, bakalım dönecek mi, bakalım cayacak mı, bakalım samîmî mi, bakalım ihlâslı mı, bakalım vefâlı mı?..” diye Allah-u Teàlâ Hazretleri, insanları daima imtihan ediyor.
Sevgili izleyiciler, o halde ne yapmamız lâzım? Uyanık
57 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VI, s.148, no:5804; Sehl ibn-i Sa’d RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXII, s.123, no:318; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.II, s.184, no:880; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.VII, s.294; Musannef, Abdü’r-Rezzak, c.III, s.368, no:5997; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IV, s.350; Tirmizî, Şemâil-i Muhammediyye, c.I, s.58, no:42; Ebû Cuhayfe RA’dan.
Bezzâr, Müsned, c.I, s.19, no:92; İbn-i Sa’d, Tabakàtü’l-Kübrâ, c.I, s.436; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.IV, s.172, no:988; Hz. Ebû Bekir RA’dan.
İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.IV, s.175, no:993; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.III, s.145; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.IV, s.175, no:995; İmran ibn-i Husayn RA’dan.
Mecmaü’z-Zevâid, c.VII, s.117, no:11073, 11075; Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.902, no:2586; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.558, no:1572; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XIII, s.423, no:13448, 13449.
olmamız lâzım! Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin yoluna sımsıkı sarılmamız lâzım! Çeşitli imtihanlarda, zorluklarda Allah’ın yolundan kaymamamız, sapmamamız lâzım! Cazibeli, boyalı, allı pullu, dallı güllü dünya zinetlerine aldanıp günahlara kaymamak lâzım!..
Günahlara kaymanın çok kolay olduğu ortadadır. Zâten günahlar için korkunç bir sanayi var; eğlence sanayi, ışıklı reklamlar, paralar, muazzam masraflar, büyük mekânlar... Çok göz alıcı yerlere, en manzaralı yerlere, Boğaz’ın kenarına, dağların tepesine, en güzel yerlere tırlarla paralar dökülüp, eğlence yerleri yapılıyor. Zevk ü sefâ yerleri, günah yerleri, haram yerleri yapılıyor. Bunların hepsi imtihan... İnsanın karşısına böyle câzibeli günahlar gelince, insan kendisini tutacak; câzibesine kapılıp da kendisini mahvetmeyecek, yakmayacak. Yâni, cereyana kapılır gibi kapılıp da, yanıp perişan olmayacak, kül olmayacak.
Mihnet ü meşakkatle karşılaştığı zaman veya hastalıkla karşılaştığı zaman... O da olabilir. Meselâ, Eyyûb AS Allah’ın peygamberi, ne kadar azılı, ne kadar uzun, ne kadar zorlu hastalıklara tutulmuş, ne kadar sıkıntılara uğramış; o da bir imtihan. Hastalık imtihan, mihnet ü meşakkat imtihan... Dinine karşı yapılan baskılar imtihan... Bunların karşısında ne yapacağız?.. Ne olursa olsun vefâmızdan, sıdk u sadâkatimizden ayrılmayacağız. Cenâb-ı Hakk’ın mü’min kullarıyız, müslüman kullarıyız. El-hamdü lillâh dönmeyiz.
Kur’an-ı Kerim, Kur’an Kursu Marşı gibi bir güzel şiir var:
Biz Kur’an’ın hàdimleri,
Pür imanlı ve zindeyiz.
Bu yoldan dönmeyiz asla
Peygamber’in izindeyiz!..
Ne kadar güzel!58 Çocuklar bunu söyledikçe çok hoşuma
58 Şiirin tamamı:
Biz Kur’an’ın hadimleri,
gidiyor. İlâhî gibi, marş gibi okudukça çok hoşuma gidiyor.
Yoldan dönmemek lâzım! İmtihandan kaybetmeden çıkmak lâzım! Sabretmek lâzım, sebat etmek lâzım! Cenâb-ı Hakk’ın yolunda mihnet ü meşakkate tahammül etmek lâzım! Allah’tan dua edip hayırları istemek lâzım, aziz ve sevgili izleyiciler!
Allah-u Teàlâ Hazretleri, zorlu imtihanlara uğratmasın... Çok baskı yapıp da, tahammül edemeyeceğimiz yüklerin altında bizi ezmesin... Lütfuyla, keremiyle imtihanları başarma kuvveti
Pür imanlı ve zindeyiz;
Bu yoldan dönmeyiz asla,
Peygamber’in izindeyiz!
İslâm’ın nurlu gür sesi,
Kaldırdı zulmeti ye’si,
Alemlerim Efendisi,
Peygamber’in izindeyiz!
Hayra koşan şerden kaçan,
Bize nurlu yolu açan,
Alemlere rahmet saçan,
Peygamber’in izindeyiz!
Hak Habîbim dedi ona,
Bizden feda can uğruna,
Alem şahit olsun buna,
Peygamber’in izindeyiz!
Onu sev sen, onu tanı,
Odur tende canlar canı,
Gönüllerin tek sultanı,
Peygamber’in izindeyiz!
Odur ahir hak peygamber,
Ona selâm salât gönder,
Cihanda en büyük önder,
Peygamber’in izindeyiz!
Tende kalan bir can ile,
Aşk ile, pür iman ile,
Biz Hazret-i. Kur’an ile,
Peygamber’in izindeyiz
versin, imtihanları da kolay eylesin... Sımsıkı dinimize sarılıp, Peygamber Efendimiz’in, Kur’an-ı Kerim’in yolundan yürüyelim. Aldatmak isteyenlerin aldatmasına aldanmayalım!
Kütüphanemde bana yeni gelen kitaplar var, arkamda... İnşâallah, onları da okuyup bir vesile ile sizlere naklederiz. İslâm’ın çok düşmanları var! Yâni yurt içinden, yurt dışından; dünyada, dünya üzerinde İslâm’ın çok düşmanları var... Dolayısıyla, müslümanların düşmanları var. Onlara çok cevr ü cefâ etmek isteyen insanlar var. Bütün cevr ü cefâya rağmen doğru yoldan, hak yoldan, İslâm’dan ayrılmamak lâzım!..
Nâmık Kemal’in59 o şiiri hatırıma geliyor:
Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin,
Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azîmetten!..
Millet tabii bir bakıma, (millete ibrâhîme hanîfen), yâni din mânâsına da gelir. Tabii milletimizi de seviyoruz. Yâni, “Millet yolunda, din yolunda azimetten dönersem olmaz!” dediği gibi Nâmık Kemal’in, biz de sebatlı olalım!.. Allah-u Teàlâ Hazretleri hepinizin yârı, yâveri, yardımcısı olsun... Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi hepinizin üzerine olsun... Allah cümlenizi iki cihanda sevdiği kullardan eyleyip, aziz ve bahtiyar eylesin...
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
10. 11. 1998 - AVUSTRALYA
59 Namık Kemal (1840-1888) Şair, romancı, tiyatro yazarı, gazeteci ve idare adamı. 1840 yılında Tekirdağ'da doğdu. Dedesinin terbiyesi altında özel eğitimle yetişti. Tercüme Odası'nda çalışırken Şinasi ile tanıştı. Küçük yaşta şiire başlamıştı. Şinasi'nin Tasvîr-i Efkâr adıyla çıkardığı gazetede yazarlığa başladı. Yeni Osmanlılar Cemiyeti ne girdi. 1867'de Paris'e, oradan da Londra'ya kaçtı. 1870'ten sonra İstanbul'a dönerek Gelibolu Mutasarrıfı oldu. 1888 yılında Sakız Mutasarrıfı iken öldü.