5. ALEMLERİN RABBİNE HAMD VE SENÂ
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili Ak-Radyo ve Ak-Televizyon izleyicileri! Allah cümlenizden razı olsun...
Umûmî arzu üzerine, büyük istekler olduğu için, Kur’an-ı Kerim sohbetlerine başlamıştık. Kur’an-ı Kerim’in hakkında umûmî ikazlar, bilgiler, hatırlatmalar yaparak, tanıtmalar yaparak; Kur’an-ı Kerim’in ayetleriyle ilgili, sûrelerle ilgili bilgiler vererek eùzü-besmele’nin izahına geçmiş, onları izah etmiştik.
Öğrendiklerimizi uygulamak da amacımız olduğu için; yâni sadece bilgi toplamak, bilgilenmek, bilgi biriktirmek değil, öğrendiklerimizi uygulamak da amacımız olduğu için, neleri öğrendiğimizi bir hatırlatmayı uygun görüyorum:
a. Besmeleyle Başlamak
Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’inin ayetleriyle bize, her işe başlarken istiàze etmemizi emrediyor. Yâni, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmamızı emrediyor. Bu sığınmak: “Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm” demekle, veya “Estaîzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm” demekle, veyahut “El-iyâzü bi’llâh” demekle tahakkuk edebilir.
Yâni şeytanın bize müdahale edebileceği, bizi kandırabileceği, zaten görevinin, işinin o olduğu, faaliyetinin o olduğu hatırlanılacak. Görünmez ve kuvvetli bir aldatıcı, mekkâr ve hilekâr bir varlık olduğundan onun şerrinden Allah’a sığınacağız. İşte başlarken onu öğrenmiştik.
Kur’an-ı Kerim okumaya başlanırken de eùzü-besmele çekiliyor. Yâni önce: “Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm” deniliyor, ondan sonra besmele çekiliyor. Buradan anlıyoruz ki şeytan bizi aldatabilir, her işimizde ve Kur’an okurken de aklımızı karıştırabilir. Kur’an’ın mânâlarından kafamızı, düşüncemizi, tefekkürümüzü saptırabilir.
Sonra ilk inen ayetlerle, Peygamber Efendimiz’e Allah-u Teàlâ
Hazretleri’nin vahiyle ilk öğrettiği edeb, her işi Allah’ın ismiyle yapmak.
اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ (العلق:١)
(İkra’ bi’smi rabbike’llezî halak) [Yaratan Rabbinin adıyla oku!]
(Alak, 96/1) Allah’ın adını anarak yapmak, bir işe Allah’ın ismiyle başlamak; bu da besmele oluyor. Besmelenin de izahını yapmıştık. Her işi yaparken besmele çekeceğiz, “Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r- rahîm” diyeceğiz.
Bu ne demek oluyor?.. “O işi Allah rızası için yapıyoruz. Yâni, Allah o işi sevdiğinden, o işi yaptığımız zaman Allah’tan sevap kazanacağımız için yapıyoruz.” demek; bir...
İkinci de, “Allah bize yardım etsin!” demek. “Güç kuvvet sahibi odur. Biz Allah’ın adıyla başlıyoruz; bunun bereketiyle, bunun feyziyle yaptığımız işte Allah bize yardım etsin!” mânâsı oluyor. Her işe eùzü-besmele çekerek başlayacağız. Tabii, Kur’an-ı Kerim’in okunmasına da, tefsir dersine de böylece başlayacağımızı öğrenmiş olduk.
Her işimizi Allah için yapmayı, ilk ders olarak öğrenmek çok önemli... Bu tefsir dersleri, İslâm’ın doğru anlaşılmasına doğru bizi götürecekse; sonunda Kur’an’a dayalı, sağlam bir İslâm’ı öğrenip de iyi bir müslüman olacaksak, bu öğrendiklerimizi uygulamalıyız. Hatırımızda iyi tutmalıyız. “Her şey Allah için yapılıyor, Allah rızası için yapılıyor. Allah’ın adı anılıyor ve Allah’tan yardım isteniyor. Çünkü insanın gücü, kuvveti az; güç kuvvet sahibi Allah... O gücü, kuvveti veren de Allah... Onun için, Allah’tan yardım istenirse, Allah’ın lütfuyla her şey başarılır.” diye Allah’tan yardım isteyerek, onun adını anarak başlayacağız.
Bu besmele, Kur’an-ı Kerimimizi açtığımız zaman birinci sayfasında karşımıza çıkıyor. Ama bir çerçeve içinde çıkıyor:
بِسـْــــمِ اللهِ لرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
(Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm) yazılmış. Bunun üzerinde de
bilgi vermiştik. Böyle bilgileri fazla dağıtarak, dinleyicilerin aklını karıştırmayı da sevmiyorum. Açık ve seçik, anlaşılır ve anlaşıldığı zaman da uygulanabilir sözler söylemek istiyorum.
Bizim mezhebimize göre, oraya yazılmış olan besmele Fatiha’nın bir parçası, birinci ayeti değildir. Bir sûrenin başladığını gösteren bir başlangıçtır. Her sûrenin başında, sûreler birbirinden ayrılsın diye besmele konulması sonradan olmuştur. Tevbe Sûresi hariç; onun sebebi, Enfâl’in devamı olduğu hakkında görüşler olduğundan...
İbn-i Abbas RA, “Sûreler fasledilsin diye, evvelce yokken bunlar konuldu.” dediğinden, Fatiha’nın başında o gördüğümüz güzel besmele, bize Kur’an-ı Kerim’e de, “Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r- rahîm” diye başlayacağımızı gösteriyor ama, Fatiha’nın birinci ayeti değil. Bizim tâbî olduğumuz alimlerimizin görüşü bu...
“—Başka hangi görüşler var?” denirse, onların hepsini sıralayabiliriz ama, fazla görüşlerden dolayı, sonra iş darmadağın dağılır. Tabii, sorunun bir çözümü olduğundan bir tanesini seçmek lâzım. Dinleyici de onu yapamaz. Çünkü, söylenen çeşitli sözlerin en doğrusunu bulmak da alimin işidir.
O halde biz doğrudan doğruya, hiç ihtilâfa düşürmeden kesin sonucu söylüyoruz: Bizim mezhebimize göre Fatiha’nın birinci ayeti “Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-râhîm.” değildir. O, Fatiha’nın bir sûre olduğunu göstermek için başına konulmuştur.
Neml Sûresi’nde, Belkıs ile Süleyman AS arasındaki mektuplaşmada bu ibâre geçiyor. Demek ki, eski peygamberlere de Allah-u Teàlâ’nın böyle, “Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm” diye başlanmasını emretmiş olduğunu anlıyoruz. Ama Fatiha’nın birinci ayet-i kerimesi, bizim mezhebimizin alimlerinin görüşlerine göre —Mâlikîler ve Hanefîlere göre yâni, biz Hanefî’yiz— “El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn.” cümlesidir.
b. Hamd Kelimesi
O halde Kur’an-ı Kerim’in tefsirinde şimdi ilk ayete, bugünkü sohbetimizle başlamış oluyoruz, birinci ayet-i kerime:
َالْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ (الفاتحة:١)
(El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn) (Fâtiha, 1/1)
Şimdi Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin çok sevdiği bu mübarek ibareyi, çok sevap verdiği bu ibareyi; sevabı yeri göğü dolduracak kadar, mizanı ağdıracak, bastıracak kadar, insanı kurtaracak kadar çok olan bu ibareyi açıklayalım! Allah’ın en çok sevdiği kulların, böyle kendisine çok hamd eden kullar olduğunu, Peygamber Efendimiz de bildiriyor.
Bu mübarek kelimenin anlamı üzerinde derli toplu, sayfalarca, onlarca, yüzlerce sayfa bilgiler var tabii. Onları size kısaca özetlemek, yâni mümkün olduğu kadar kısaltarak anlatmak istiyorum. Demek ki bizim Kur’an-ı Kerim’imiz hamd ile başlıyor: “El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn.” Biraz şöyle bir hatırda kalsın diye, Namık Kemal’in36 bir şiirinden ilk beytini okumak istiyorum. O diyor ki, böyle heyecan dolu bir şiirinde:
Yok iştikâ-yı cevr-i felekten nisâbımız;
Ser-levhasında hamd ile başlar Kitâbımız.
Yâni mânâsı ne?.. “Şu dünya hayatında karşılaştığımız cevr ü cefâdan şikâyet gibi bir huyumuz, şikâyetten bir nasibimiz yok. Biz karşılaştığımız cevr ü cefânın karşısında şikâyet etmeyiz.” Evet, müslüman şikâyet etmez. Neden?.. “Ser-levhasında hamd ile başlar Kitâbımız.” Bu ne demek?.. Bizim Kur’an-ı Kerim’imiz, kitabımız daha başında, ser-levhasında, birinci sayfasında “El- hamdü li’llâh” diye başlar diyor. Bu da bu şiirle hatırımızda
36 Namık Kemal (1840-1888) Şair, romancı, tiyatro yazarı, gazeteci ve idare adamı. 1840 yılında Tekirdağ'da doğdu. Dedesinin terbiyesi altında özel eğitimle yetişti. Tercüme Odası'nda çalışırken Şinasi ile tanıştı. Küçük yaşta şiire başlamıştı. Şinasi'nin Tasvîr-i Efkâr adıyla çıkardığı gazetede yazarlığa başladı. Yeni Osmanlılar Cemiyeti ne girdi. 1867'de Paris'e, oradan da Londra'ya kaçtı. 1870'ten sonra İstanbul'a dönerek Gelibolu Mutasarrıfı oldu. 1888 yılında Sakız Mutasarrıfı iken öldü.
kalsın. Böyle Kur’an-ı Kerim’in, “El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn” diye başladığını gösteren bir beyit olmuş oldu söylediğim.
Şimdi bu mübarek ayetin mukaddes kelimelerini, dinleyici- lerimize anlatmaya başlayalım:
El-hamdü; belirli hamd, bütün hamd mânâsına. Biraz daha Arapça dersi vermiş gibi olalım, yavaş yavaş Arapça’ya da aşinâlığı artsın kardeşlerimizin, dinleyicilerimizin: Arapça’da kelimelerin başına el- gelebilir. Bu İngilizce’deki the gibidir. Almanca’daki der, die, das ön takıları, artikelleri gibidir. Fransızca’daki la, lö gibidir. Yâni, belirlilik bildirir.
El-hamdü demek, belirli hamd demek; veyahut bütün hamd cinsi, yâni her çeşit hamd demek olabilir.
Şimdi bu hamd ne demek?.. Hamd, hamide-yahmedü fiilinin masdarıdır; öğmek demek. Ama fiil geçişli fiil olunca, müteaddî olunca; masdar geçişli masdar da olur, geçişsiz, yâni edilgen masdar da olabilir. Yâni, öğmek mânâsına da gelebilir hamd, öğülmek mânâsına da gelebilir. Burada öğülmek mânâsı daha uygun düşüyor ibarede...
Öğülmek ama, nasıl öğülmek?.. Bunun da inceliği var. Arapça’da öğülmek sözümüzün karşılığında bazı kelimeler var, onları hatırlayalım: Meselâ, medih sözü var; medhetmek, öğmek demek Arapça’da. Medeha–yemdehu–medhan, öğmek demek. Zaten hamd ile medih, bakınız birbirine benziyor. Arapça’da bir iştikàk-ı kefir vardır. Yâni, birbirine benzeyen harfleri ihtiva eden kelimeler arasında, mânâ yakınlığı da vardır. Yâni, harflerin de bazı mânâları vardır Arapça’da.
Bir kelime medih... Medih ne demek?.. Öğmek demek; Türkçe’deki öğmenin Arapça’daki karşılığı. Bunun zıddı öğmemek veya kötülemek mânâsına zem kelimesi var. Onu da biliyorsunuz. Medih ne demek?.. Haklı veya haksız öğmek demek. Bazen hayalî, bazen gerçek... Bazen yalan, yağcılılık, dalkavukluk için; bazen gerçek, doğru... Karşı tarafı öğmek demek. O halde bu tam öğmenin karşılığı medih.
Ama hamd o değil. Hamd, medihten biraz daha dar anlamlı, yâni daha özel demek. O ne demek? Bir kemal ve hüsne, yâni bir
olgunluğa, bir güzelliğe karşı, bir ikram veya ihsan etsin veya etmesin, o hüsnün, o kemâlin sahibi ikram etmiş de olsa, etmemiş de olsa, tâzim ve takdir ile yapılan öğgüye hamd denir.
Şimdi bunu biraz açıklayalım: Bir kere hamd edilen kimse kemâl ve hüsün sahibi olacak, yâni olgun, eksiksiz ve güzel olacak. Hamd eden kişi de ona karşı tâzim, yâni onu gözünde büyütme, takdir, takdirkârâne duygular besleme duygusunda olacak. İsterse o hamd ettiği kendisine bir ihsanda, ikramda bulunmuş olsun, isterse bulunmamış olsun... Bulunmasa da, bulunsa da onu öğmeye, tazim ve takdir ile öğmeye; ama haklı bir güzellik, haklı bir kemalden dolayı öğmeye, hamd denir.
Demek ki medihten daha özel, daha asil, daha yüksek bir mânâsı var. Medih, dalkavukluk için de olabildiğinden, bazen doğru, bazen yanlış olur. Ama hamd, gerçek bir durum karşısında yapılan gerçek bir namuslu, dürüst, güzel bir öğgü demek oluyor.
Medih haksız olursa, Peygamber Efendimiz onu takdir etmiyor, yasaklıyor. Hattâ birisi size karşı sizi öğerse, siz ona yüz vermeyin mânâsına:37
أحْثُوا التُّرَابَ فِي وُجُوهِ الْمَدَّاحِينَ (عد. حل. عن ابن عمر؛ طب. عن المقداد؛ ت. عد. عن أبى هريرة)
37 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.94, no: 5684; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.258, no: 812; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.99; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.I, s.165, no:275; İbn-i Adiy, el-Kâmil, c.IV, s.186; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.106, no:355; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Müslim, Sahîh, c.IV, s.2297, no:3002; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.599, no:2393; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.669, no:4804; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1232, no:3742; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.124, no:339; Bezzâr, Müsned, c.VI, s.48, no:2113; İbn-i Ebî Şeybe, c.V, s.297, no:26259; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.158, no: 1158; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX, s.244, no:576; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.242, no:20926; Mikdâd ibn-i Esved RA’dan.
Tirmizî, Sünen, c.IV, s.600, no:2394; İbn-i Adiy, el-Kâmil, c.III, s.345; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, no:1033, no:7960. Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.56, no: 135; Câmiu’l-Ehàdîs, c.I, s.459, no:732.
RE. 18/4 (Uhsü’t-turâbe fî vücûhi’l-meddâhîn) “Böyle meddahların, dalkavukların, medih yapıcıların yüzlerine toprak saçın!” buyuruyor.
Yâni, “Aaa, teşekkür ederim filân demeyin! Koltuklarınız kabarmasın, şımarmayın, aldanmayın! Onların yalancı olduğunu bilin, yüzüne toprak saçın!” diyor. “Bu kötülüğü, dalkavukluğu yapmasın diye, ters bir davranışla engelleyin!” demek istiyor. Medih yanlış, doğru değil. Ama hamd makbul bir şey... Onun için, Allah’ın sevdiği kullar hammâd, çok hamd edici kullardır.
Hamd makbul bir şey. Onun için, (El-hamdü li’llâhi alâ külli hâl) “Her halde Allah’a hamd olsun!” diyoruz, veya “Hamd Allah’ındır.” diyoruz. Bu ne demek?.. Bir ikram ve ihsan olsun veya olmasın, zaten Allah-u Teàlâ Hazretleri kemâl ve hüsün sahibi olduğundan, hamd onundur. Yâni, isterse bize ikramı gelsin, ister gelmesin... Zaten sayısız, hadsiz, hesapsız ikramı var ama, zâtında kemal ve hüsün olduğundan, hamd aslında, daha ziyade, en çok Allah’a yapılır. Dildeki kullanış da böyledir. Çünkü her türlü olgunluğun, güzelliğin yaratıcısı, sahibi odur.
Onun için de dinî sözlerimizde, hadis-i şeriflerde, Kur’an-ı Kerim’de, hamd kelimesi tesbih kelimesiyle beraber geçer:
سُبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ
(Subhàna’llàhi ve bi-hamdihî) “Allah’ı tesbih ederim ve ona hamd ederim.” Yâni: “Her türlü noksandan münezzeh olduğunu düşünürüm, öyle överim. Zâtında övgüye layık olduğundan överim.” demek oluyor. Bu mânâsıyla özel bir medih, haklı bir medih demek oluyor.
Tabii, medih kelimesi gibi bir kelime daha var Arapça’da, onu da hatırlayalım: Senâ... Medh ü senâ etmek deriz. Birisinin böyle iyi, güzel sıfatlarını sıraladık mı karşısında, haklı veya haksız övdük mü, medh ü senâ etti denir. Senâ, yücelmek, yükseltmek mânâsına geliyor.
Hattâ, “Seniyyetü’l-Vedâ” diye bir ibare de kulağınıza gelmiştir. Medine-i Münevvere’de Seniyyetü’l-Vedâ... Seniyye,
yüksek tepe demek. Yâni, yine bu yükseltmek kelimesiyle, yüce olmak kelimesiyle ilgili. Veda tepesi demek… İki tane Seniyyetü’l- Vedâ vardır Medine’de... Bu arada cümle-i mu’tarıza diyelim, parantez dememek için; iki tane Seniyyetü’l-Vedâ vardır. Birisi Peygamber Efendimiz’in mescidinin olduğu Medine-i Münevvere’yi ziyaretten artık ayrılıp, giderken şöyle bir son defa dönüp Mescid-i Nebevî’yi görebilecekleri yüksek bir tepeydi. Orada bir mescid vardı, Seniyyetü’l-Vedâ Mescidi denirdi. Oradan göz yaşlarıyla aşık-ı sadıklar, ziyaret ettikleri Peygamber Efendimiz’e salât ü selâmlar getirerek ülkelerine dönerlerdi. Bir Seniyyetü’l-Vedâ bu... Bir de, son zamanlarda yaygınlaşmış bir ilâhi var:38
طَلَعَ الْبَدْرُ عَلَيْنَا مِنْ ثَنِيَّةِ الْوَدَاعِ
(Talea’l-bedru aleynâ min seniyyeti’l-vedâ’) diye güzel nağmeli bir ilâhi, biliyorsunuz. Peygamber SAS Efendimiz Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye hicret ettiği zaman, ahali yollara dökülmüş, tepelere çıkmış; yolları gözlemiş, ufukları gözlemiş, “Yolcular ne zaman gelecek?” diye merak içinde, aşk içinde, iştiyak içinde beklemişler. Böyle bir Seniyyetü’l-Vedâ daha var Medine-i Münevvere’de... O da Mekke tarafından gelenlerin Medine’ye gelmeden önce, ilk defa görünebildikleri taraf. Bu demin söylediğim yerin aksi tarafı... O Seniyyetü’l-Vedâ’da bekleyiciler durmuşlar, Peygamber Efendimiz’in Ebû Bekr-i Sıddîk RA Efendimiz’le geldiklerini görünce, aşk u şevk ile neşîdeler, ilâhiler söylemişler.
Senâ, yüceltmek demek oluyor, medihle beraber kullanılıyor. Ama hamd daha özel, daha haklı bir övgü demek oluyor.
Bir de şükür var biliyorsunuz. Şükür; yapılan bir iyilik ve
38 İbn-i Hibbân, es-Sıkàt, c.I, s.131; Elbânî, Silsiletü’z-Zaifiyye, c.II, s.63, no:598; İbn-i Abdi’l-ber, Temhîd, c.XIV, s.82; İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.III, s.197; İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, c.VII, s.261; İbn-i Esîr, Câmiu’l-Usùl, c.VIII, s.617.
verilen bir nimetin karşısında duygularını ifade etmek, onun karşısında övmek... Türkçe’de, “Teşekkür ederim.” diyoruz buna.
Tabii bu, bir nimetin verilmesinden sonra yapılmış oluyor. O bakımdan da hamdden farkı var. Eğer bir nimet olmasa bile, hamd yine Allah’ındır. Ama tabii sonsuz nimetleri var, ayrı. Demek ki, şükürden daha farklı bir anlamı var. Minnet dolu, takdir dolu, haklı bir övgü demek... İşte böyle bir övgü mânâsına geliyor hamd kelimesi...
Bu şükrün tariflerinde; yapılan bir iyiliğe, verilen bir nimete karşı yapılan övgü kavlen olur. Meselâ, “Çok teşekkür ederim!” demek. İçten minnettarlık duyarak olur; bu da kalbî bir şey, derûnî bir durum... Bir de fiilen olur; yâni sana o iyiliği yapan kimseye fiilen sen de iyilik yaparsın. Allah’a şükür de, Allah’ın iyiliğine, ikramına, nimetlerine karşı itaat etmekle olur. Nitekim, Cüneyd-i Bağdâdî’ye hocası sormuş:
“—Sen söyle bakalım, şükür nedir sana göre?” deyince:
“—Allah’ın nimetlerini yeyip de, ona âsî olmamak...” diye tarif eylemiş.
Bu fiilî şükür işte... Yâni nimeti alıp, nimete göre itaat etmek fiilen şükretmek oluyor.
O halde hamd, bu şükrü de ihtivâ ediyor. Allah’ın nimetlerini düşünüp, minnetli, şükürlü, teşekkürlü, haklı, hayran, takdirkâr bir öğgü demek. Böyle bir öğgü, haklı bir öğgü...
c. Li’llâhi Kelimesi
Li’llâhi ne demek?.. “Allah içindir” demek. “Allah” kelimesinin başına “li” harf-i cerri gelmiş denilir buna. Başa gelen bu “li” edatı, harf-i cerlerden bir tanesidir. “İçin” mânâsına gelir. O zaman, (El-hamdü li’llâh) “Hamd Allah içindir.” demek olur. Yâni bir hamd yapılırsa Allah için yapılır, ona yapılır demek. Bir mânâ bu.
İkinci mânâsı; bu “li” mülkiyet ifade eder. “Öğülmek Allah’ın hakkıdır, onun mülküdür, ona mahsustur, Allah’ındır.” “-ın” iyelik takısıyla bunu böyle tercüme etmek de mümkün.
Yâni, “Öğülmek Allah’ındır” ne demek olur? “Her öğgü Allah’ın hakkıdır, ona gider. Neyi öğsen, neye baksan, neyi sevsen, yaratanı Allah olduğu için, her öğgü Allah’a gider, onundur.”
Meselâ gülü seviyorsun, rengini seviyorsun. E gülün bir şeyi yok ki, gülü yaratan Allah... Kokusunu seviyorsun, o kokuyu veren Allah... Üzüme o lezzeti veren Allah... Bala o güzelliği veren Allah... Arıya o balı yaptıran Allah...
Demek ki, (El-hamdü li’llâh), “Hamd Allah içindir” demek olabilir; veya “Hamd Allah’ındır. O güzel, haklı öğgü Allah’ın hakkıdır. Her hamdin hakîkî sahibi, hakîkî muhatabı Allah’tır.” mânâsına gelebilir. Bu iki mânâ mümkün... (Küllü senâin yeûdü ileyhi) “Her medh ü senâ döner dolaşır, işte onu yaratan, o şeyi yaratan Hàlik’a, yâni Allah’a gider.” demek.
Şimdi bu, “El-hamdü li’llâh” sözünün hüküm mânâsı, ihbarî mânâsıdır. Arapça “Evet bu böyledir.” diye bir hakikati belirtmek için kullanıldığı gibi bu cümle, bu ifade, bu ibare, inşâî mânâda da kullanılmıştır. İnşâî mânâ ne demek?.. Yâni dua gibi, “Hamd olsun Allah’a...” mânâsına da gelir bu.
Nitekim Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:39
أَفْضَلُ الذِّكْرِ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ، وَأَفْضَلُ الدُّعَاءِ الْحَمْدُ لِلَّهِ (ت. ن. ه. عن جابر)
(Efdalü’z-zikri lâ ilâhe illa’llàh) “Zikrin en üstünü, en güzeli, en faziletlisi, en sevaplısı ‘Lâ ilâhe illa’llàh’tır.” diyor. Tamam, “Lâ ilâhe illa’llàh”ı çok diyelim. (Ve efdalü’d-duâi el-hamdü li’llâh) “Ve duanın da en faziletlisi, en üstünü, en güzeli ‘El-hamdü li’llâh’tır”. Yâni, El-hamdü li’llâh da duaymış. Demek ki o zaman, “Hamd olsun Allah’a...” mânâsına geldiğini gösteriyor.
39 Tirmizî, Sünen, c.V, s.462, no:3383; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1249, no:3800; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.126, no:846; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.676, no:1834; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.90, no:4371; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.208, no: 10667; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.1, s.352, no: 1414; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.612, no:1748; Keşfü’l-Hafâ, c.1, s.171, no: 452; Câmiu’l- Ehàdîs, c.V, s.206, no:3995.
Hâkim ibn-i Umeyr’den rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz yine açıkça buyurmuş ki: “El-hamdü li’llâhi rabbi’l- àlemîn dediğin zaman, sen Allah’a şükretmiş olursun; o da sana nimetini arttırır.” buyurmuş bir hadis-i şerifinde de.
Demek ki “El-hamdü li’llâh” demek, “Hamd olsun Allah’a...” demek oluyor. O zaman şükretmiş oluyor insan. Ve Allah da ayet-i kerimede:
َلئِنْ شَكَرْتُمْ َلأَزِيدَنَّـكُمْ ( إبراهيم:٤)
(Le-in şekertüm le-ezîdenneküm) “Eğer siz benim verdiğim nimetleri anlar, hamd eder, şükrederseniz; ben de sizin nimetinizi arttırırım!” (İbrâhim, 17/7) dediğinden, Peygamber Efendimiz de onu ifade ediyor:
“—El-hamdü li’llâh, dediğin zaman Allah’a şükretmiş olursun, o da senin nimetini arttırır.” buyuruyor.
“El-hamdü li’llâh” önemli bir ibâre... İnsanın nimetlerini arttırır, kesesini doldurur, bütçesini genişletir, yaşamını rahatlatır, saadetine saadet katar. O kadar önemli...
Fâtiha’yla ilgili bir başka uzun hadis-i şerifte de: “Kul ‘El- hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn’ deyince, Allah-u Teàlâ Hazretleri der ki: ‘Kulum bana şükretti.’”
Demek ki, “El-hamdü li’llâh” demek şükür demekmiş. Buradan, bu üç delille neyi söylemiş oluyorum: “El-hamdü li’llâh, hamd olsun Allah’a, şükrolsun Allah’a...” demek oluyor, Allah da bu sözü seviyor. Yâni dua mânâsına...
“Şu şöyledir” diye bir hüküm bildiren mânâsı da olabilir. Ama “Hamd olsun Allah’a...” diye böyle bir dua mânâsı da olduğu anlaşılıyor “El-hamdü li’llâh” sözünün.
Özetleyecek olursak: “El-hamdü li’llâh” demek, “Hamd Allah içindir, yâni hamd Allah’a olur. Hamd Allah’ındır, yâni ona gider. Onun hakkıdır. Başkasına hamd yaraşmaz, yakışmaz. Çünkü her nimeti veren odur.” Veyahut da, “Hamd olsun Allah’a...” demek mânâsına geliyor El-hamdü li’llâh...
d. Rab Kelimesi
Tamam, “Hamd”i biraz anlatabildim, dilimin döndüğü kadar. “Li’llâhi”yi de anlattım. Gelelim “Rab” kelimesine...
Rab kelimesi ne demek?.. Rab kelimesi aslında şeddeli, yâni Rabb; iki tane b var. Bu rebâ–yerbû–ribâ kökünden, riben fiilinden geliyor. Bu fiil de artmak demek. Ribâ kelimesini biliyorsunuz, faiz, artmak... Yâni, “Siz Allah yolunda zekât verirseniz Allah onu arttırır. Ama faize verirseniz, faiz almaya kalkarsanız o zaman malınız artmaz;
فَلاَ يَرْبوُا عِنْدَ اللهِ (الروم: ٩٠)
(Felâ yerbû inda’llàh) “Allah indinde gelişmez.” (Rum, 30/39) diye ayet-i kerimede geçiyor.
Rabâ-yerbû’dan geliyor. Yâni, rabbe-yerubbu gibi şeddeliden gelmiyor ama, ondan gelen bu isim “Rabb” olarak geliyor. “Rabyün” gibi ye’liyken, ye yerine be gelmiş; böylece “Rabb” olmuş.
Ne mânâsına geliyor?.. Artmaktan, arttırıcı mânâsına geliyor. Rabbâ-yürebbî-terbiyeten; bu da tef’il bâbından, aynı kökten bir kelime, ondan türemiş kelime. Bu da arttırmak demek, geliştirmek, yetiştirmek demek… Onun için bir çocuğu geliştiren, yetiştiren bakıcıya da mürebbiye deniliyor, biliyorsunuz.
Ama asıl mânâsı nedir? Bir şeyi geliştirmek, beslemek, büyütmek mânâsına geliyor. Hatta Türkçe’de kullanılışı çok doğru. Meselâ, paça çorbası yaparsanız, ondan sonra sirkeyle, yumurtayla bir şey hazırlanır yan tarafta, çorbanın içine sonradan katılır. Ona ne deniyor?.. Çorbanın terbiyesini yapan. Terbiyeli çorba deniliyor. Yâni, terbiyeli çorba ne demek? İçine bir şey katılmış, geliştirilmiş, güzelleştirilmiş demek oluyor. Terbiyeli köfte diyoruz. Yemek çeşitlerinden...
Demek ki, bu Rab kelimesinin mânâsı neymiş?.. Böyle bir şeyi geliştiren, kendi halinden daha güzel bir hale getiren, adım adım, derece derece, kademe kademe daha yükseğe, daha güzele götüren mânâsına geliyor. Mürebbî mânâsına.
Eski Türkçe Kur’an-ı Kerim mealleri vardır. Kur’an-ı Kerim’i yazmışlar, satırların arasını geniş bırakmışlar. Satırların üstüne
de, onun Türkçe karşılığını yazmışlar. Bunu görüp de, şimdi bu asırda böyle yapan kardeşler var. Kur’an-ı Kerim’in böyle, açıklamalı mealini yapıp neşredenler var. Öğrenmekte faydalı oluyor.
Orada Rabb’in karşılığına hatırlıyorum, 15. yüzyılda yapılmış tercümede, “besleyici” diyor, “bisleyici” diyor hattâ... “Besleyici” demiş ama, tabii yemek verip beslemek mânâsına değil de, bir şeyi takviye ede ede daha yüksek hale getirmek mânâsına...
Buradan anlaşılıyor ki, Rab kelimesi çok önemli bir kelime oluyor. Yâni çevremizde, kâinatta olan şeyleri, böyle derece derece daha basitten daha güzel hale, daha mükemmel hale getiren oluyor Rab...
Arapça’da rab kelimesinin bir başka kullanışı var. Yine bu kökten... Bu mânâdan biraz daha yana doğru, bir ikinci mânâsı, oradan gelmiş tabii: “Rabbü’l-mâl” denilir meselâ. “Rabbü’l-mâl” ne demek? Malın sahibi demek… Efendi, sahip mânâsına geliyor. “Rabbü’d-dâr” denir, evin sahibi. Hatta ev hanımına da, “rabbetü’d-dâr” denilir, evin hanımefendisi demek oluyor.
Kur’an-ı Kerim’den hatırlayacak, Kur’an-ı Kerim’le aşinâ olan dinleyicilerim: Yusuf AS zindandayken, iki arkadaşının rüyalarını te’vil ediyor. Onlardan kurtulacağını bildiği kimse giderken, Yusuf AS diyor ki:
اُذْكُرْنِي عِنْدَ رَبِّكَ (يوسف:٢٧)
(Üzkurnî inde rabbike) “Rabbinin yanında beni an!” (Yusuf, 12/42)
Yâni, ne demek istiyor?..
“—Ey arkadaşım, sen şimdi bu rüyanın tabirini bana sordun ya, hükümdarın yanında eski itibarına kavuşunca, benim mâsum olduğumu ona anlat! Haksız yere hapse girdiğimi bildir. Ben haksız yere hapiste kalmayayım!” diye arkadaşına hatırlatıyor. (Üzkurnî inde rabbike) “Efendinin, hükümdarının, rabbinin, yâni padişahının yanında beni an!” diyor.
Yâni mâlik, sahip mânâsına Kur’an-ı Kerim’de orada geçiyor. Buradaki, (Üzkurnî inde rabbike)’deki “rabbike” Allah mânâsına
değil, Yusuf AS’ın zamanındaki o hükümdar mânâsına; Kur’an-ı Kerim’de de geçiyor.
Demek ki Rab; hem böyle varlıkları veya elindeki herhangi bir varlığı derece derece olgunlaştıran, geliştiren kişi mânâsına, veyahut sahip mânâsına, veyahut efendi mânâsına geliyor.
Tabii, Allah için bu mânâların hepsi uyar. Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri kâinatı böyle derece derece mükemmelleştirmiştir. İnsanoğlunu en mükemmel tarzda yaratmıştır. Sonra her zaman da yaratıyor. Her zaman gözümüzün önünde görüyoruz, acaba demeye lüzum yok... Yere bir çekirdek ekiyoruz. O çekirdeği kocaman bir ağaç yapıyor, çiçeklendiriyor.
Burada bakıyorum, mevsim başka mevsim tabii, sizin oradaki gibi değil... Tepeden tırnağa böyle çiçekler, ağacın her tarafını sarmış. Sübhàna’llàh!.. O kadar güzel ki... Yâni o kadar güzel renkler, o kadar güzel ağaçlar, o kadar güzel çiçekler var... E bunu yaratan Allah işte. Bir tohumdan koca bir ağaç, büyük bir karpuz... Kocaman, tonlarla meyvalar veren bir ağaç. Neler oluyor? Bu işte her an gözümüzün önünde...
Kişi evleniyor, ondan sonra bakıyorsunuz aile büyüyor, çocuk oluyor. Çocuk büyüyor, koca adam oluyor. Her şeyde bir gelişme var. Çok önemli... İşte Rabb, bunları yapan demek...
Bir de sahip mânâsı da uygun. Yâni “evin sahibi, malın sahibi” dediği gibi Arapların. (Rabbü’l-àlemîn) “Alemlerin sahibi” de diyebiliriz. O da caiz, o mânâ da uygun Allah-u Teàlâ Hazretleri için. Çünkü yerin göğün sahibi Allah’tır, mâliki odur.
e. Àlemîn Kelimesi
Gelelim “àlemîn” kelimesine. Rabbü’l-àlemîn, àlemlerin Rabbi demek... Yâni: “Hamd, öğgü, ama o öyle takdirle dolu, haklı, güzel, yerli yerinde öğgü, àlemlerin rabbi olan Allah’ındır, Allah’adır veya Allah içindir veya Allah’a olsun...” Bir tamlama var burada; (rabbü’l-àlemîn) alemlerin Rabbi...
Àlemîn ne demek? Àlemîn sözü alâmet kökünden geliyor. Alâmet, bir şeyin belirtisi. Àlem, àlemîn diye çoğul oluyor. Şimdi bu, alâmetten geldiğine göre ne demek?.. Allah’ın dünyada ve
ahirette yarattığı bütün şeylere àlem derler. Çünkü birer alâmettir, birer delildir; bir yaratıcının var olduğunu isbat eden belgedir, bir şahittir. Şahit ve alâmet olduğundan yerdeki, gökteki, dünyadaki, ahiretteki bütün yaratıklara, Allah’ın yarattığı her şeye, her bir şeye àlem denir.
Fakat bu hususta çok çeşitli rivayetler var. Sayıları hakkında çeşitli rivayetlerde bulunulmuş. Alemlerin sayısını Allah bilir. Yâni yerdeki, gökteki varlıkların sayısını Allah bilir, en doğrusu bu... Fakat belli başlı, belirgin alemler olarak, rakamlar da söylenmiş, tefsir kitaplarında geçmiştir. Bunlardan “On sekiz bin àlem” sözü çok yaygındır. Ama bunun Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden bir kaynağı yoktur. Eskilerden gelme bir sözdür. On sekiz bin rakamının ortaya çıkışı da, bizim bugünkü mantığımıza uygun bir tarzda değildir. Alemlerin sayısını Allah bilir.
Fakat, burada söylemek istediğim, işaret etmek istediğim önemli bir başka nokta var: Bu àlemîn sözü çoğul ama, cem-i müzekker-i sâlim çoğulu derler buna... Yâni müzekker varlıklar için, eril varlıklar için olan bir çoğul ama, zevi’l-ukùl, akıl sahibi, can, ruh sahibi varlıklar için yapılan bir çoğul şekli bu... Memûrîn, muallimîn gibi yâni.
Niye böyle çoğul yapılmış? Arap dilinde umûmiyetle akıl, ruh sahibi varlıklar için kullanılan çoğul şekli niye kullanılmış?.. Àlem
kelimesinin meselâ, bizim edebiyattan bildiğimiz başka ibarelerde geçen avâlim diye de çoğulu vardır. Avâlim de àlemler demek ama, niye avâlim denmemiş de, àlemîn denmiş?
Tefsirlerde bir rivayete göre, bazı alimlere göre àlemîn; melekler, insanlar ve cinlerdir. Yâni, akıl ve ruhu olan, canlılığı olan varlıklar... “Rabbü’l-àlemîn” denilince bu etrafımızdaki, çevremizdeki canlı olan, hayat sahibi olan varlıkların, işte bu hayatını veren; bu cansız evrenden, yâni taştan, havadan, sudan, element dediğimiz unsurlardan, bilmem hidrojen, oksijen vs.den, topraktan onları yaratan...
İşte ayın yapısını, yıldızların yapısını araştırıyorlar, malzeme getirmeye çalışıyorlar. Kayaları inceliyorlar. Ama onlar kaya, toprak, rüzgar vs. Yâni onları biz cemâdât diye ayırıyoruz. Cemâdât olması bizi pek şaşırtmıyor. Yâni cemâdât var. Yıldızlar,
gök cisimleri var. Dünyada dağlar var, taşlar var, denizler var çeşitli... Bunlar bizi şaşırtmıyor.
Tabii cansız varlıklar nedir, canlı varlıklar nedir? Onların derinlemesine gittiği zaman insanın derin derin düşünmesinde, bilginlerin sözlerini de incelediği zaman, işler çok derinlere gider de, ben kısaca söylüyorum. Sizin de bildiğiniz şeyler üzerinden konuşmayı devam ettiriyorum.
Cemâdâttan, yâni cansız varlıklardan öte nebâtât var, yâni bitkiler var. E bitkiler bir başarı... Bir üstün halka, bir üstün sınıf... Yâni taşın üstünde bitki var. Taşın aralığına kök salmış, ağaç olmuş, meyva veriyor, büyüyor. Küçüktü, büyüdü, meyva veriyor... Taş gibi değil. Taş olduğu gibi duruyor, fakat o büyüyor. Büyümesi, yapraklanması, meyva vermesi daha şaşırtıcı, daha üstün bir şey... Yâni, cansız olan varlıkların içinde bir can oluyor bitkiler. Yâni, nebâtât bir ileri merhale... Yaradan’a karşı hayranlığımızı, kâinatın Hâlik’ına karşı hamdimizi, şükrümüzü arttıran büyük bir olay...
Ağaçlar toprağa çakılı, olduğu yerde duruyor. Bitkiler sabit, kıpırdanamıyor. Büyüyor ama hareketleri çakılı, belli bir yerde kalıyor. Çiçekleri, meyvaları hoşumuza gidiyor; o kadar... Fakat bir de hayvanlar denilen bir tabaka var etrafımızdaki varlıklardan; onlar hareket ediyor, koşturuyorlar. Kendilerini savunuyorlar, saldırıyorlar. Bir sürü olaylar...
Hayvanlar aleminde televizyonda izliyoruz; aslan geyiği nasıl parçalıyor... Yeraltına bakıyoruz; böcekler, kuşlar, kurtlar... Denizlere bakıyoruz; büyük balıklar, küçük balıklar, birbirleriyle mücadeleleri... Bu can, bu canlılık, bu böyle kendini koruyan varlıklar, beslenen varlıklar, ötekisine saldıran varlıklar... Bu hayat çok büyük bir olay! Yanî, cansız maddelerin arasından, unsurların arasından, elemanların arasından, 109 elementin arasından —artık sayısı kaça çıktıysa, fizik ilerliyor— can dediğimiz, hayat dediğimiz şey çok büyük bir olay...
f. Hamdi Çok Yapın!
Şimdi tabii, (Rabbü’l-àlemîn) denilince bu canlı varlıklara işaret edilmiş oluyor. Yâni akıllı, zevi’l-ukùl, akıl sahibi varlıklar,
insanlar, cinler... Bunlar Allah’ın mükellef kıldıkları varlıklar. Onlara işaret edilmesi, burada ayet-i kerimenin anlamını çok derinleştiriyor tabii. Yâni:
“—Ey akıl sahipleri, ey insanlar ve cinler! Ey bu Kur’an’ın indirildiği sakaleyn, ins ü cin taifesi!.. Sizi yaratan àlemlerin Rabb’i, yâni sizin gibi akıl sahiplerini yaratıp da imtihan için bu dünyaya gönderen Rabbinizindir hamd... Hamd ona mahsustur, hamd onun içindir, hamd ona layıktır. Ona hamd edin!” denilince, tabii biz muhatapların, yâni emaneti yüklenmiş olan, Allah’a karşı mükellef olan, dünyaya imtihan için gelmiş olan insanlara bir ihtar çıkıyor. Daha önemli.
Çünkü cemâdâtın, yâni cansız varlıkların, taşların kayaların bir sorumluluğu yok. Onlar muhakeme edilmeyecekler, mahkeme- i kübrâda hesaba çekilmeyecekler. Onun için Hazret-i Ömer, sorumluluk duygusunun ağırlığından ne demiş:
“—Keşke anam beni doğurmasaydı, keşke bir ot olsaydım!” demiş.
Onlara sorumluluk yok. Ama zevi’l-ukùl, akıl sahiplerine, sorumluluk var, hesap var... Sorumluluk verilmiş, dünya hayatı imtihan kılınmış onlar için. İmtihanı başarırlarsa cennet var, çok büyük bir mükâfat... İmtihanı başaramadıkları zaman da, çok büyük bir ceza var; cehennem var, ebedî azab var. İşte alemlerin Rabbi, yâni bu yaratıkları yaratıp, onlara bu sorumluluğu yükleyen Rab mânâsı, bize biraz daha heyecan veriyor.
Tabii yerin göğün sahibi Allah’tır, şek şüphe yok. Ama yerin göğün içinde insan denilen muazzez yaratığı yaratan Allah... Ona bu mükellefiyeti veren Allah... O daha önemli oluyor. “İşte bütün hamd ü senâlar onadır, alemlerin Rabbi olan Allah’adır. Yâni her şeyi yaratan, ya da özellikle bu cansız varlıkların arasından hayatı yaratan ve hayat sahibi, akıl sahibi, yüksek varlıkları yaratan, onları imtihan için bu dünyaya gönderen Allah’adır hamd...”
Yâni, “Övgünün ona olduğunu bilsinler; övgünün onun şânı olduğunu, onun hakkı olduğunu bilsinler; onun kendilerinin rabbi olduğunu bilsinler, ona yönelsinler ve ona kulluk etsinler, kulluğu ona güzel yapmaya gayret etsinler!” gibi güzel güzel anlamlar çıkıyor, (El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn) ayet-i kerimesinden.
Bu (El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn) sözü, bâkıyâtü’s-sàlihàt
denilen, Kur’an-ı Kerim’de methedilen çok önemli, çok sevaplı cümlelerdendir. Nitekim Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki... Bir iki hadis-i şerif okuyarak sözümü bitirmek istiyorum. Yâni, (El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn) ne kadar önemlidir, onu anlatmak istiyorum. Hazret-i Ömer RA’dan rivayet edildiğine göre Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:40
أَكْثِرُوا مِنَ الْحَمْدِ، فَإِنَّ لَهَا عَـيْنَيْنِ وَجَنَاحَـيْنِ، تَطِيرُ فِي الْجَنَّةِ
تَسْتَغْفِرُ لِقَائِلِهَا إِلٰى يَوْمِ الْقِيَامَةِ (الديلمي عن عمر)
RE. 80/14 (Eksirû mine’l-hamdi) “Hamdi çok yapın!” Yâni “El- hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn sözünü çok söyleyin!” Bu duygu, bu
40 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.1, s.80, no: 245, Hz. Ömer RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.470, no:6450; Câmiu’l-Ehàdîs, c.V, s.374, no:4318.
fikir, bu anlatmak istediğimiz mânâ, dinimizin çok önemli bir mânâsı ki kitabımızın başı onunla başlıyor. Yâni övgünün, bütün övülecek işlerin Allah’ın eseri olduğu, Allah’ın yaratması olduğu, bütün övgülerin Allah’a gittiği hakikati çok önemli... Bunu çok yapın. (Eksirû mine’l-hamd) “Hamdden yana faaliyetinizi arttırın, çok hamd edin!” demek yâni.
(Feinne lehâ ayneyhi) “Çünkü bu hamdden Allah bir varlık verecek. Onun iki tane gözü vardır, (ve cenâhayni) iki tane kanadı vardır, (tatîru fi’l-cenneti) cennette uçar. Hamd yâni, böyle kanatlı, iki gözlü bir varlık, cennete uçar. (Testağfiru li-kàilihâ ilâ yevmi’l-kıyâmeh) Kıyamete kadar kendisini söyleyen ağıza, o ağzın sahibi mükellef insana, El-hamdü li’llâh diyene istiğfar eder. Cennette o el-hamd sözü Allah’a istiğfar eder.”
Ne kadar önemli sonuçları var! Yeri göğü doldurur bu hamd sözü... Mizanda çok ağır gelir.
Arâbî’nin birisi —yâni bedevî, köylü diyelim, çölden gelmiş bir insan ama onlar bazen böyle çarıklı erkân-ı harb diyoruz ya, çok güzel sözler söylerler— bir söz söylemiş. Bir hamd etmiş ama kendi aklıyla, nasıl hamd etmiş:41
َالْحَمْدُ لِلَّهِ حَمْدًا كَثِيرًا طَيِّبًا مُبَارَكًا فِيهِ، كَمَا يُحِبُّ رَبُّنَا أَنْ
يُحْمَدَ وَيَنْبَغِي لَهُ (حم. عن أنس)
(El-hamdü li’llâhi hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh, kemâ yuhibbu rabbünâ en yuhmede ve yenbağî leh) demiş.
Bazı rivâyetlerde:42
41 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.158, no:12633; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.117, no:16894.
42 Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.264, no:773; Tirmizî, Sünen, c.II, s.254, no:404; Neseî, Sünen, c.II, s.145, no:931; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.125, no: 845; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.V, s.41,no:4532; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.93, no:4383; Râfi’ RA’dan.
Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.409, no: 7718, Enes RA’dan.
َالْحَمْدُ لِلَّهِ حَمْدًا كَثِيرًا طَيِّبًا مُبَارَكًا فِيهِ، كَمَا يُحِبُّ رَبُّنَا
وَيَرْضٰى
(El-hamdü li’llâhi hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh, kemâ yuhibbu rabbünâ ve yerdâ) diye de geçiyor.
Ahmed ibn-i Hanbel, Neseî ve diğer kaynaklarda Enes RA’dan rivayet edilmiş. Bu ne demek?..
“Allah’a hamd olsun.” Nasıl hamd olsun? (Hamden kesîran tayyiben mübâreken) “Çok hoş, bereketli, mübarek bir hamd ile hamd olsun. Yâni bereket kazandıran bir hamdle hamd olsun. Söyleyene bereket kazandıran hoş, çok hamd ile Allah’a hamd olsun.” Nasıl? (Kemâ yuhibbu rabbünâ en yuhmede ve yenbağî leh) “Rabbimiz nasıl hamd edilmekten hoşlanırsa, onun şanına nasıl hamd edilmek yaraşırsa, işte o tarzda Allah’a öyle mübarek, hoş, çok hamd ile hamd olsun!” demiş.
Bu bedevî zekâsı yâni. Bunu Peygamber Efendimiz öğretmemiş ama, hamd etmek istemiş Allah’a... Çok olmasını düşünmüş, hoş olmasını, güzel duygularla olmasını düşünmüş, içinde hayır ve bereket olduğunu düşünmüş ve Rabbimizin razı olacağı vech ile olmasını dilemiş.
Yâni, “Ben güzelini belki bilemem, Rabbimin razı olduğu şekilde olsun!” demiş ve onun şanına, celâline, izzetine yaraşır tarzda olur demiş. Böyle bir hamd etmiş. Bu işte yıpranmamış, fıtrî zekâ, kavmî zekâ, Arab’ın, bedevînin, böyle güzel, atasözü gibi sözleri vardır. Böyle bir hamd ile hamd etmiş.
Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:43
43 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.3, s.158, no: 12633; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.125, no: 845; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.4, s.409, no: 7718, Enes RA’dan.
Kenzü’l-Ummal, c.VII, s.716, no:19648.
وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ، لَقَدْ ابْتَدَرَهَا عَشَرَةُ أَمْلَاكٍ، كُلُّهُمْ حَرِيصٌ
عَلَى أَنْ يَكْتُبَهَا، فَمَا دَرَوْا كَيْفَ يَكْتُبُونَهَا، حَتَّى رَفَعُوهَا إِلٰى
ذِي الْعِزَّةِ، فَقَالَ: اُكْـتُبُوهَا كَمَا قَالَ عَبْدِي! (حم. ن. حب.
عن أنس)
(Vellezî nefsî biyedihî) “Nefsim, canım, kudreti elinde olan Allah’a and olsun, yemin olsun ki, (lekad ibtederehâ aşeratü emlâkin küllühüm harîsun alâ en yektübehâ femâ derev keyfe yektübûnehâ) “Canım elinde olan Allah’a and olsun, yemin olsun ki, on tane melek bu bedevî bu sözü söyleyince harekete geçti. Hepsi bunun sevabını yazmaya kalkıştılar. Ama nasıl sevap yazacaklarını, ne kadar çok sevap yazacaklarını, sevabı yazmayı nasıl yetiştireceklerini, deftere nasıl sığdıracaklarını bilemediler."
(Hattâ refeùhâ ilâ zi’l-izzeh) İzzet ve celâl sahibi Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne müracaat etmişler. Meseleyi arz etmişler, demişler ki:
"—Yâ Rabbi, böyle dedi bu kulun ama, biz ne yapacağımızı şaşırdık; yâni elimiz, kalemimiz tutuldu kaldı. Çok güzel bir hamd ile hamd etti."
Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurmuş ki: (Üktübûha kemâ kàle abdî.) "‘Siz deftere böyle dedi, diye yazın; kulum nasıl dediyse siz de öylece yazın!” demiş. Yâni, “Deftere başka sevabını yazmaya kalkışsanız bitiremezsiniz. ‘Öyle dedi.’ diye yazın! Ben onun mükâfatını o kadar büyük olarak veririm.” demek.
Demek ki, aziz ve muhterem kardeşlerim, hepimiz bu duyguyu öğreneceğiz. Bu sözleri, bu sözlerin altında yatan hamd mânâsını, sözün özünü, kökünü, ruhunu, hamdin mahiyetini anlayacağız.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamd kelimesi önemli, Rab kelimesi önemli, àlemîn kelimesi önemli... Çok önemli bir ayet... Bir kısa ayet, dört kelimeden müteşekkil bir cümle ama, bir àlem, bir kâinat, bir evren... Muazzam bir mânâ var, imanın kökü var. Onun için İmam Kurtubî gibi bazı alimler demişler ki:
“—El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn sözü çok sevaplıdır. ‘Lâ ilâhe illa’llah’tan da sevaplıdır. Çünkü bunun içinde hem tevhid mânâsı var, hem şükür mânâsı var.” diye methetmişler.
Onun için, aziz ve muhterem kardeşlerim, bu mânâyı kavramaya çalışalım!.. Yâni sözü bırakalım da, sözün özüne inmeye çalışalım! Benim kırık dökük cümlelerimden, anlatmaya çalıştıklarımdan, sizin ferasetinizle daha derinini anlayın...
Şu cansız kâinata can veren, bitkileri, hayvanları, canlıları bu kadar güzel hallerle, sûretlere yaratıp, geliştirip, her an besleyip, büyütüp gözümüzün önünde, her anda ayrı bir zuhûr ve lütufta olan Rabbimizin büyüklüğünü anlayalım!
كُل يَوْمٍ هُوَ فى شَاْنٍ (الرحمن:٩٢)
(Külle yevmin hüve fî şe’nin) [O, her an yeni bir yaratma halindedir.] (Rahmân. 55/29)
Şükür dolalım, minnet duygusu dolalım, takdir duygusu ile dolalım!.. İçimiz, dışımız Cenâb-ı Mevlâ’ya sevgi ile, takdir ile, minnet ile, şükür ile dolsun ve bundan sonra, mânâsını anlaya anlaya, “El-hamdü li’llâh; yâni haklı, gerçek, doğru, güzel sıfatlara sahip olduğundan, her türlü güzel sıfatların sahibi olduğundan hamd Allah’adır.” diyelim!
Alemlerin Rabbi, bu yeri, göğü, gördüğüm bütün güzellikleri gözümün önüne seren, bu kâinatı böyle bir müze gibi, bir sanat galerisi gibi her yanı ayrı bir güzellikte yaratan Allah’a övgüler olsun, medh ü senâlar olsun... Hamdler olsun verdiği nimetlere...
Hattâ vermese bile, hattâ kahrına uğrayan bir insan bile ne diyecek:44
44 İbn-i Mâce, Sünen, c.XI, s.248, no:3793; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.677, no:1840; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.376, no:6663; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.X, s.340, no:30170; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.91, no:4375; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.212, no:419; Taberânî, Dua, c.I, s.501, no:1769; Hz. Aişe RA’dan.
Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.III, s.131, no:1151; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
َالْحَمْدُ لِلَّهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ
(El-hamdü li’llâhi alâ külli hâl.) diyecek. Yâni, “Her hâl ü kârda hamd Allah’ın. Kulun kahra veya lütfa uğramasıyla, Allah’ın hamdi hak etmesi arasında bir ilişki yok. Allah hamde her zaman lâyık, hamd her zaman onun...”
Ama tabii sonsuz nimetlerine de mazharız. Allah-u Teàlâ Hazretleri türlü türlü nimetlerini her an bize saçıp, sunup duruyor. Biz de şükür duygusu ile dolu olalım ve bundan sonra, (El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn)’i çok derin duygularla, çok àrifâne bir şekilde telaffuz edelim! Mânâsını tefekkür edelim, yaşayalım!
Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin bu okuduğum hadis-i şeriflerde ve emsâli pek çok hadis-i şeriflerde vaad ettiği, Peygamber Efendimiz’in müjdelediği mükâfatlarına nâil olalım... Cennetiyle, cemâliyle müşerref olalım... İki cihanda aziz ve bahtiyar olalım, sevgili Ak-Radyo ve Ak-Televizyon izleyicileri!..
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
27. 10. 1998 – AVUSTRALYA
Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.139, no:18391, 18394; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XXXIX, s.417, no:42820.
6. ALLAH RAHMÂN VE RAHÎM’DİR
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili Ak-Radyo dinleyicileri ve Ak-Televizyon izleyicileri!
Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi, her türlü ihsânı, ikrâmı üzerinize olsun... Allah sizleri ve bizleri dünyada ve ahirette, süedâ, saidler, mutlular, bahtiyarlar zümresine dâhil eylesin... İki cihanda muratlarımızı, muratlarınızı ihsân eylesin...
Allah’ın lütf u keremiyle, ne mutlu bizlere, şükür Rabbimiz’e, Kur’an-ı Kerim üzere sohbetlere başladık. Kur’an-ı Kerim hakkında umûmî bilgiler sunduktan sonra, (Eùzü bi’llâhi mine’ş- şeytàni’r-racîm) demek, yâni istiàze etmek üzerinde bilgiler verdik. Sonra, (Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm) demek, besmeleyle başlamak, besmelenin mâhiyetiyle ilgili, ne olduğuyla ilgili bilgiler verdik. Sonra, (El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn) ayet-i kerîmesinin izâhını yaptık.
Tabii bu besmele olsun, istiàze olsun, hamdele dediğimiz (El- hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn) mübârek sözleri olsun; bunlar bâkıyâtü’s-sàlihàt denilen, çok kıymetli, çok değerli, çok önemli, mânâsı çok derin lâfızlar olduğunu için, mübârek lâfızlar olduğu için, bunların izahları üzerinde uzunca bilgiler vermek uygun oluyor, önemine binâen...
Bunları verdik ve Fâtiha’nın, bizim sayılarımıza, saymamıza göre, bizim mezhebimizin alimlerinin ve Türkiye’de yaygın Kur’an-ı Kerim’lerin sayılamasına göre Fâtiha’nın ikinci ayeti
olan,
اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِالفاتحة: ٢)
(Er-rahmâni’r-rahîm)’e ulaştık. Bu iki kelime, Er-rahmâni’r- rahîm, mânâca ( El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn)’e bağlı, ama müstakil bir ayet-i kerime. (El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn)’de, li’llâhi kelimesi, başında lâm olduğu için esre okunuyor. Yâni lâm, harf-i cer olduğundan lafza-i celâl mecrur oluyor. Rabbi’l-àlemîn
de, ona tâbî olarak esre oluyor. (Er-rahmâni’r-rahîm) de, yine ona
bağlı olduğu için, sonu esre okunuyor.
Biliyorsunuz, Arap dilinin özelliği, kelimenin sonundaki okunuşlar, yâni “Üstün mü okunacak, ötüre mi okunacak, esre mi okunacak?” meselesi, kelimenin cümledeki dilbilgisi görevine bağlıdır. Dilbilgisi kurallarıyla ilgilidir ve mânâ çok önemlidir, en son harfin okunuşu çok önemlidir.
Bu ayet, başka bir yerde olsa, bu siyak içinde, sözün bu akışı içinde olmasa da başka bir yerde karşımıza çıksa, tabii, (Er- rahmânü’r-rahîm) de okunabilir, (Er-rahmâne’r-rahîm) diye üstünlü de okunabilir. Ama burada sözün akışına, öndeki kelimelere bağlı olarak, (Er-rahmâni’r-rahîm) diye okunuyor.
a. Rahmân ve Rahîm Kelimeleri
Bu iki kelime, (Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm)’in izahında açıklanmıştı ki, çok önemli olan iki sıfattır. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin esmâ-i hüsnâsı arasında yer alan iki mübârek kelimedir, Rahmân ve Rahîm sözleri...
Rahmân sözünün, Arapların kullanışında, yâni Arap ülkesinde, Peygamber Efendimiz’in peygamber gönderildiği devirde, o sıralarda ayrıca bir saygınlığı ve önemi vardır. Bizim Allah lâfza-i celâlini kullandığımız gibi, Rahmân lâfzını da onlar, àlemleri yaratan yaratıcımızın ismi gibi kullanmışlar ve saymışlardır. Özel isim gibi kullanmışlardır.
Hatta Arap dil bilginlerinden bazıları, bunun Arapça’yla da sınırlı olmadığını, daha eski kökteki dillere doğru gittiğini ifade eden sözler söylemişlerdir. Biliyorsunuz Araplar da başka kavimlerin kardeşi, onların dili de Sâmî dillerinden bir grup. Tabii, İbrâhim AS’a doğru geriye gidiyor. Ondan sonra Nuh AS’a geriye gidiyor. Ondan sonra Adem AS’a varıyor. Yâni, bu Rahmân
kelimesinin tarihî derinliği de var ve Rahmân deyince, Allah-u Teàlâ Hazretleri hemen hatıra geliyor.
Herhangi bir tapındıkları varlığa, o ismi vermiyorlar. Meselâ, müşrik oldukları için, kendilerinin çeşitli düşüncelerle tapındıkları başka varlıklar var ama, onlara o ismi vermiyorlar. Yâni, Rahmân dedikleri zaman, bizim Allah lafza-i celâliyle düşündüğümüz, àlemleri yaratan Mevlâ’yı düşünüyorlar. Önemli bir kelime, saygın bir kelime... Yâni, duyanı hemen böyle kendine
getiren bir söz.
Rahmân ve Rahîm sözleri böyle, belki Arapça’yı da taşan, Arapça’dan önceki ana dillere doğru, kökleri derinlere giden bir söz olmakla beraber, Arapça’da da anlamı var... Rahime-yerhamu
kökünden geldiğini, rahmetmek, acımak, merhamet etmek mânâsından geldiğini, biz de sezinleyebiliyoruz. Rahmân fa’lân vezninde, rahîm faîl vezninde... Tabii bu vezinde Arapça’da başka sıfatlar da var. Bunların, bu vezinlerin, bu kalıpların ne mânâ ifade ettiğini de biliyoruz.
Rahmân, mübâlağâ ifade eden bir kalıptır. Yâni bir kökten o kalıba bir sıfat getirilmişse, o mübalağa ifade eder. Meselâ, Arapça’da gadıbe kızdı demek; gadıbe-yagdabu-gadab... Biz, ze’ye çevirerek okuyoruz, gazab diyoruz. Çok kızgınsa, kızgınlık doğmuşsa bir insanda, yüzü kıpkırmızı kızarmış, çok kızmış. Böyle bir insana gadbân derler; yâni çok sinirlenmiş, yüzü kıpkırmızı olmuş. Mübâlâğa ifade ediyor bu fa’lân vezni.
Rahmân, onun için çok merhametli, yâni çok lütufkâr, çok rahmedici, merhamet edici demek. Hatta o kadar rahmedici ki, mü’min olsun, kâfir olsun bütün yaratıklarına rahmediyor da, yarattığı için rızk veriyor. Hattâ kâfir olsalar, müşrik olsalar, âsî olsalar, Cenâb-ı Hakk’a karşı gelseler bile, rızıklarını veriyor. Yâni, Şeyh Sâdî rahmetlinin dediği gibi:
“—Ey kerim Allah! Sen ki gayb hazinelerinden, ateşperest olsun, putperest olsun, hristiyan olsun, sevmediğin inançtaki insanlara, sevmediğin inançtaki kimselere bile, gayb hazinelerinden lütuflar ihsan ediyorsun. Düşmanlarına bile böyle iyilik yaparken, dostlarını hiç mahrum eder misin yâ Rabbi?.. Etmezsin.” diye böyle bir zarif, lâtif, edîbâne bir mânâ işlemiş, bir şiirinde. Rahmân böyle.
Onun için eserde, yâni nakledilen rivayetlerde gelmiş ki, İsâ AS şöyle buyurmuş:45
45 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VII, s.251; İbn-i Adiy, Kâmil fi’D-Duafâ, c.I, s.304; İbn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.I, s.126; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXXVII, s.373; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.229, no:876; Ebû Saîd el- Hudrî RA’dan.
الرَّحْمٰنُ، رَحْمٰنُ الدُّنيَا وَالآخرةِ؛ وَالرَّحِيمِ، رَحِيمُ الآخرة ِ.
(Er-rahmân, rahmânü'd-dünyâ ve’l-âhireh; ve’r-rahîm, rahîmü’l-âhireh) buyurmuş. Yâni: “Rahmân, hem dünyada hem ahirette kullarına lütfeden...” Dünyada da işte görüyorsunuz, kâfir, mü’min, müşrik, münafık, dinli, dinsiz, ateist, teist... neyse veriyor rızkını, sıhhatini; yaşamı için gerekli maddeleri ihsan ediyor. Ama, (Er-rahîm, rahîmü’l-âhireh) “Rahîmliği ahirette...”
Rahîm oluşu sadece mü’minlere olacak, ahirette olacak. İmanlarından dolayı, onları azabından rahimliğiyle kurtaracak, cennetine dâhil edecek, nimetlerine gark edecek.
وَكَانَ بِالمْـُؤْمِنِينَ رَحِيمًا (الأحزاب: ٠٧)
(Ve kâne bi’l-mü’minîne rahîmâ) [Allah mü’minlere karşı çok merhametlidir.] (Ahzâb, 33/43) Ayet-i kerimede de böyle geçiyor.
Bunun Arap dilinde, öteki köklerle ilgili olarak, oradan çıktığını gösteren delil olarak, bir hadis-i şerif de rivayet ediliyor, Abdurrahman ibn-i Avf RA’dan sahih bir hadis-i şerif. O da cennet-mekân, yâni Aşere-i Mübeşşere’den, cennetlik bir sahabi; Allah şefaatine erdirsin... Onun mübarek hadisini rivayet edelim bu konuda, Peygamber Efendimiz SAS buyurmuş ki:46
46 Tirmizî, Sünen, c.IV, s.315, no:1907; Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.530, no:1694; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.191, no:1659; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.186, no:443; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.174, no:7268; Abdü’r-Rezzâk, Musannef, c.XI, s.171, no:20234; Buhàrî, el-Edebü’l-Müfred, c.1, s.33, no:53; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.2, s.355, no:2496; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VII, s.26, no:12994; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.IV, s.180, no:3057; Hàmidî, Müsned, c.I, s.35, no:65; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.1173; İbn-i Hacer, el-İsâbe, c.VII, s.137, no:9888; İbn-i Hibbân, es-Sikàt, c.IV, s.241, no:2712; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.IX, s.174, no:1900; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.165, no:4435; Abdurrahman ibn-i Avf RA’dan.
Keşfü’l-Hafâ, c.2, s.890, no:1896; Münâvî, el-Ehàdîsü’l-Kudsiyye, c.I, s.31, no:53.
قَالَ اللهُ تَعَالٰى: أَنَا الرَّحْمٰنُ خَلَقْتُ الرَّحِمَ، وَشَقَقْتُ لَهَا اسْمًا مِنْ
اِسْمِي، فَمَنْ وَصَلَهَا وَصَلْتُهُ، وَمَنْ قَـطَعَهَا قَطَعْـتُهُ (ت . عن عبد الرحمن بن عوف)
(Kàle’llàhu teàlâ) Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki: (Ene’r- rahmân) “Ben Rahmân’ım, Rahmân olan benim. Yâni, ben Rahmân’ım, ben çok merhametli olanım. (Halaktü’r-rahime) Akrabalığı, yâni insanlar arasında doğumdan dolayı olan kardeşlik, dayılık, amcalık, teyzelik gibi akrabalık bağlarını yarattım; (ve şakaktü lehâ ismen min ismî) ve ona kendi ismimden bir isim ihsân ettim. Yâni bu akrabalık bağlarına rahim dedim.”
Sıla-i rahim diyoruz ya, akrabaları ile bağları kuvvetlendirmek mânâsına. Allah, “O rahim sözünü ben verdim.” diyor, “Kendi Rahmân ismimden çıkarttım, bu akrabalığa rahim ismini ben verdim. Kendi ismimden ona isim bahşettim. (Femen vasalehâ) Kim rahimine vaslederse; yâni, akrabalarına iyilik yapar, iyilik gösterir, onlarla yakınlığını, dostluğunu devam ettirirse; onlara karşı sevgisini gösterirse, hizmetlerini yaparsa; muhtaçsa ihtiyacını giderirse, açsa doyurursa, çıplaksa giydirirse, akrabalık şartlarına riayet ederse; (vasaltühû) rahimi, akrabasını kollayanı, ben de kollarım, ben de ona ihsan ve ikramda bulunurum. (Ve men kataahâ) Kim bağları, akrabalığı keserse, rahimi koparırsa, akrabalığı koparırsa; (kata’tühû) ben de ona lütfumu keserim, onunla rahmet bağlarımı koparırım.” buyuruyor.
Demek ki, bu hadis-i şerifi delil getirmiş alimler, Rahmân
kelimesinin Arapça olduğunu ve rahime fiilinden geldiğini göstermek için ve müştak bir isim olduğunu göstermek için. Bir de böyle akrabalık bağlarına da Allah’ın rahim ismini, kendi isminden, Rahmân isminden pay çıkartarak, aynı kökten isimlendirme yaptığını, Peygamber Efendimiz’in bu hadis-i şerifte belirtmesini delil göstermişler.
Demek ki, Arapların bildiği ama çok saydıkları bir kelime… Bir kaç ayet-i kerimede geçiyor. O ayet-i kerimelerde de o saygınlığı seziyoruz. Meselâ:
قُلِ ادْعُوا اللهَأَوِ ادْعُوا الرَّحْمٰنَ، أَيـًّا مَا تَدْعُ وا فَلَهُ اْلأَسْمَاءُُ
الْحُسْنٰى (الإسراء:٣١١)
(Kuli’d’ullàhe evi’d’u’r-rahmân, eyyen mâ ted’ù felehü’l-esmâü’l- hüsnâ) “İster şu àlemleri yaratan yaratıcınıza Rahmân diye nidâ edin, Rahmân adını verin, ister Allah diye ad verin; nasıl isimlendirirseniz, onun her ismi güzeldir.” (İsrâ, 17/110) mânâsına böyle kullanılıyor.
O bakımdan, Rahmân sözü önemli. Bunu rahmet diye açıklarsam daha iyi olacağını düşünüyorum. Türkçe’de daha iyi anlaşılır. Rahmet, Allah’ın rahmeti dünyada herkese umûmî olarak geliyor. Meselâ, yağmur da şakır şakır yağıyor. Herkesi ihtiyacını karşılayacak şekilde suya kavuşturuyor. Allah’ın rahmeti yaygın, yağmur gibi şakır şakır yağıyor. Onun için bizim beldelerimizde yağmura rahmet derler, “Rahmet yağıyor.” derler.
Ama rahimliği —ayet-i kerimede kendisi beyan etmiş— mü’minlere olacak. Yâni merhamet etmesi, acıması, lütfetmesi, lütfu mü’minlere olacak, cennete sokacak.
“—E kâfirlere de lütfetse...”
Hayır! Kâfirlere dünyada rahmeti taştı, rahmetinden istifade ettirdi, nimetlerinden istifade ettirdi ama; ahirette adaleti iktizâsı, imtihanı kaybettikleri için kullar kendilerine kendileri ettikleri için, cezayı hak ettiklerinden, onları cehenneme atacak.
Demek ki, Rahmân ve Rahîm; şimdi bu iki sıfat böyle... Yâni, birisi umûmî, yaygın, şâmil; birisi husûsî, mü’minlere mahsus...
b. Korku ve Ümid
Şimdi, “(El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn) dedikten sonra, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin bunun arkasındaki bir ayet-i kerimede, bu iki kelimeyi bir ayet-i kerime yaparak (Er- rahmâni’r-rahîm) demesi nedir?” diye bazı alimler düşünmüşler. Diyorlar ki: “Bu bir müjdedir, bir iltifattır, bir tesellîdir, bir okşamadır.”
Çünkü (rabbi’l-àlemîn) deyince, —tabii mânâsını geçen sefer
izah ettim— àlemlerin Rabbi, sahibi mânâsına geliyor. Orada bir korkutma var. “Bak o sahibiniz, àlemlerin sahibi, karışmam ha!” gibi bir mânâ var. Ama “Er-rahmân, er-rahîm” deyince, orada da bir müjde var. Yâni, “Korkmayın, özellikle mü’minler korkmasın! Onlara müjdeler olsun! Allah’ın lütfu, rahmeti onlara gelecek!” mânâsına.
Kur’an-ı Kerim’de böyle korkutmayla müjdeleme, tebşir ile tehdit, tergîb ile terhîb —tergîb rağbetlendirmek, terhîb de korkutmak—ayet-i kerimelerde yan yana bulunur, dengeli olarak.
Meselâ, Kâbe-i Müşerrefe’nin şöyle Hacerü’l-Esved’den, “Bi’smi’llâhi allàhu ekber” deyip tavafa başladığınız zaman, kapısının olduğu kenarını yürüyorsunuz; yuvarlak, yarım daire şeklindeki Hatîm tarafına geliyorsunuz. Dönerken Kâbe’ye bakarak böyle yürürseniz, o Hatîm’in yukarısına doğru başınızı kaldırdınız mı, oradaki ayet-i kerimeleri görürsünüz. Kâbe-i Müşerrefe’nin örtüsü üzerinde ayet-i kerimeler var, altın sırma ile işlenmiş, pırıl pırıl parlıyor, görülüyor. Tavaf edenler görüyorlar. Paslanmıyor, yağmurdan, güneşten bozulmuyor. Çünkü hakîkî altından işlenmiş ayet-i kerimeler.
Kâbe-i Müşerrefe’nin siyah örtüsünde de yazılar var. Onu da, yakınına giderseniz görürsünüz; siyah yazı, dokunurken dokuması yazı olarak işlenmiş. Uzaktan bakarsanız, siyah bir ipek örtü olarak görürsünüz. İpektir Kâbe’nin örtüsü, siyah ipektir. O da
onun için bozulmuyor güneşten, yıpranmıyor, böyle bir sene duruyor. Her sene değiştiriyorlar, ondan sonra parça parça hediye ediyorlar. Kıymetli insanlara, o altın yaldızlı kısımlarını; öbür nasiplilere de, işte neresinden nasib olursa, bir parçasını hediye ediyorlar. El-hamdü lillâh, bizim de duvarlarımızı süslüyor.
O siyah örtüde de (Allah) yazıyor, şöyle üçgen şeklinde lâfza-i celâl var bir... Ondan sonra (Yâ hannânü yâ mennân) yazıyor bir satırında... (Sübhàna’llàhi ve bi-hamdihî) yazıyor bir satırında. Yâni bu tekerrür ediyor.
سُبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ، سُبْحَانَ اللهِ الْعَظِيمِ. يَا حَنَّانُ، يَا مَنَّانُ. َاللهُ
(Sübhàna’llàhi ve bi-hamdihî, sübhàna’llahi’l-azîm. Yâ hannânü, yâ mennân. Allah) diye, bu böyle alt alta, üst üste, yan yana, Kâbe’nin siyah örtüsü üzerinde yazılı.
Ama bir üstünde kuşak halinde, köşelerde de madalyon halinde, altın sırmayla işlenmiş ayetler var. İşte tam Hatîm’in yâni yarım dairenin hizasında, Altınoluğun altında ayet-i kerime var. Oraya baktığınız zaman, böyle tavaf ederken okuyabilirseniz, gözleriniz âşinâysa... Buyuruyor ki Allah:
نَبِّئْ عِبَادِي أَنـِّي أَنـَا الْغَفُورُ الرَّحِيمُ (الحجر: ٩٧)
(Nebbi’ ibâdî ennî ene’l-gafûru’r-rahîm) “Kullarıma müjdele ki, ben Gafûr ve Rahîm’im! Ey Rasûlüm, kullarıma benim Gafûr ve Rahîm olduğumu müjdele!” (Hicr, 15/49)
Tabii oraya o yazılmış. Ama onun arkasından, o sûreye müracaat edip de onun arkasını okuduğumuz zaman:
وَأَنَّ عَذَابِي هُوَ الْعَذَابُ الأَلِيمُ (الحجر: ٣٥)
(Ve enne azâbî hüve’l-azâbü’l-elîm) diye devam ediyor. “Evet ben Gafûr ve Rahîm’im, çok mağfiret ediciyim, çok merhamet ediciyim ama; azabım da çok elem verici, çok şiddetli, çok fecî, çok şiddetli azabdır.” diye bildiriyor. (Hicr, 15/50) Yâni hem o var, hem o var...
إِنَّ رَبَّكَ لَسَرِيعُ الْعِقَ ابِ َوإِنَّهُ لَغَفُورٌ رَحِيمٌ (الأعراف: ٤٤١)
(İnne rabbeke leserîu’l-ikàb) “Hiç şüphe yok ki seni Rabbin ey Rasûlüm, şiddetli, süratli ceza vericidir, azab vericidir. Suçun cezasını kafasına indirir, suçluyu cezalandırıcıdır. (Ve innehû legafûru’r-rahîm) O gafur ve rahîmdir aynı zamanda…” (A’raf, 7/167) Hemen arkasından gafûru’r-rahîm’liğini de bildiriyor. Yâni kâfiri tehdit veya âsîyi tehdit; mutî, edib kulu da taltif bir arada
oluyor.
Burada da öyle… Rabbü’l-àlemîn deyince, “Ay!” diyecek, korkacak. “Acaba Rabbim beni affedecek mi, affetmeyecek mi? Lütfedecek mi, yoksa kahrına gazabına uğrar mıyım?..” filân diye korkan kuluna, arkasından, (Er-rahmâni’r-rahîm) “Rahmeti çok yaygın, ondan sonra da merhameti, lütfu çok olan Allah” diye, Esmâ-i Hüsnâ’sından iki güzel sıfatı ayet olarak sıralamış.
“Er-rahmâni’r-rahîm” iki kelimelik bir ayettir. Biliyorsunuz, ayetleri anlatırken söylemiştim baştaki açıklamalarımda. Ayetler bazen harf bile olur. (Elif, lâm, mîm.) Bu bir ayettir işte. Yâni, üç tane harf... Öyle olabilir, böyle iki kelimeden de ibaret ayet olabiliyor. Cümle de olur. Bazen koca bir sayfa da, yâni kaç tane cümleden, hatta paragraftan ibaret ayet de olabilir.
Peygamber SAS Efendimiz’den Ebû Hüreyre RA rivayet etmiş. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:47
لَوْ يَعْلَمُ الْمُؤْمِنُ مَا عِنْدَ اللَّهِ مِنَ الْعُقُوبَةِ، مَا طَمِعَ فِي جَنَّتِهِ أَحَدٌ؛
وَلَوْ يَعْلَمُ الْكَافِرُ مَا عِنْدَ اللَّهِ مِنْ الرَّحْمَةِ، مَا قَنَطَ مِنْ جَنَّتِهِ أَحَدٌ (م. عن أبي هريرة)
(Lev ya’lemü’l-mü’minü mâ inda'llàhi mine’l-ukùbeh, mâ tamia fî cennetihî ehadün; ve lev ya’lemü’l-kâfiru mâ inda’llàhi mine’r- rahmeh, mâ kanata min cennetihî ehadün.)
Bu da, aynı mânâyı zihnimize artık kitâbe nakşeder gibi nakşeder. Yâni nakkaşların, kitabe yazıcıların, mermerin veya taşın üzerine böyle derin derin, artık asırlarca duracak yazıyı
47 Müslim, Sahîh, c.IV, s. 2109, no:2755; Tirmizî, Sünen, c.V, s.549, no:3542; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.334, no:8396; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.2, s.56, no:345; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.157, no:2879; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XI, s.392, no:6507; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.4, no:1000; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.265, no:5867; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.175, no:19148.
yazdıkları gibi, gönlümüze yazılması gereken bir hadis-i şerif. Hem müjde var, hem teselli var, hem tehdit var. Buyurmuş ki, Peygamber SAS Efendimiz:
(Lev ya’lemü’l-mü’min) “Eğer mü’min bilseydi, (mâ inda’llàhi mine’l-ukùbeh) Allah’ın huzurunda, yanında cezalardan neler var, neler var... Yâni, ne çeşit cezalar var, suçlulara hazırlanmış ne çeşit ikàb, azab ve ceza var; bir bilse mü’min; (mâ tamia fî cennetihî ehadün) Allah’ın cennetine, ‘Ben cennete girerim!’ diye hiç kimse ümit besleyemezdi. “Acaba ben cennete girer miyim?” diyecek hâli kalmazdı.”
Hep Allah’ın azablarını düşünse, ne kadar kahhâr olduğunu, ne kadar azîzün zü’ntikàm olduğunu okusa, sırf o bilgileri dinlese ve onları bilse ve ahirette cehennemliklere ne çeşit azabların hazırlandığını hadislerden toplasa, peygamberlerin bildirmesiyle kendisine gelen haberlerden bilse; ya da bildirilmeyen nice azablar var, onları öğrenmiş olsa; hiç kimse cennete tama’ edemezdi.
Çünkü bazı insanlar, “Ben iyi bir şey yapıyorum!” sanır da, Allah-u Teàlâ Hazretleri, o iyi bir şey yapıyorum sanan insanı cehenneme sevk edebilir. O bilemez, kendisini değerlendiremez. Kendisini iyi insan sanır ama, cezayı yiyecektir. Bazı insanlar da, kendisini çok suçlu, çok günahkâr sanır ama, Allah’ın hoşuna gidecek halleri vardır. Allah-u Teàlâ Hazretleri her şeyi en güzel değerlendiriyor, en güzel ölçüyor.
(Ve lev ya’lemü’l-kâfiru mâ inda’llàhi mine’r-rahmeh) “Eğer kâfir de, Allah’ın yanında Allah’ın rahmeti cinsinden, lütfu, keremi cinsinden neler neler olduğunu bilseydi; (mâ kataa min cennetihî ehadün) Allah’ın cennetinden hiç kimse ümidini kesmezdi.”
“—Canım, Allah’ın rahmeti çokmuş, sonsuzmuş, şu çeşit, bu çeşit rahmetleri var, şunları bunları hep affedecekmiş...” filân diye
duysa, bu bilgiler kendisine ulaşsa, ahirette Allah’ın nasıl rahmetiyle tecelli edeceğini bilse; o zaman kâfir bile Allah’ın cennetinden ümit kesmezdi, o kadar kâfirliğine rağmen.
Demek ki, bu iki tarafı iyi düşünmesi lâzım insanların: Allah’ın azabları da çok, mükâfatları da çok... Rahmeti de çok
geniş. Affedecek, mağfiret edecek, rahmet edecek, lütfedecek, ihsan edecek, ikram edecek... Bunlar da çok. Ama, “İnce ince hesap da edecek, zerre kadar şerri olanın da cezasını verecek. Azizün zü’ntikàm olduğu için, dünyada kendisine âsî olanları da cezalandıracak!” diye o kahırları, o mahkeme-i kübrânın şiddetini düşündüğü zaman da;
“—Eyvah! Böyle bir hesaba ben de tahammül edemem, ben de bir ince hesaptan geçirilirsem halim harab olur!” diye korkacak.
Zâten insanın, bu iki duyguyu beraber taşıması arzu edilen bir şey. Peygamber Efendimiz’in öğrettiği bir şey, tavsiye ettiği bir şey. İnsan korku ile ümit arasında olacak. İyi bir mü’min, hem Allah’ın rahmetinden ümidini kesmeyecek; Allah’ın rahmeti çok diye, mü’minleri affedecek diye, mü’minlere merhametli diye... Hem de, “Acaba bilmediğim bir taraftan bir büyük suçum var da, ben onu küçük sanıyorum da, anlayamıyorum da, ama o Allah indinde büyükse; oradan acaba bir yakalanırım da, suçlu çıkarım da cezaya çarpılır mıyım?” diye korkacak.
Buna ne deniliyor?.. Havf ile recâ arasında olmak, yâni korku ile ümit arasındaki bir noktada olmak. Yâni tam korkup, tir tir titreyip, feleğini şaşırmış da olmayacak bir mü’min; tam ümitli, pür neşe, gamsız, kasâvetsiz, vurdum duymaz, aldırmaz bir kimse de olmayacak. Hem korkacak, hem umacak. Ümidini de kesmeyecek, korkusunu da yitirmeyecek.
Ama, Peygamber Efendimiz tavsiye buyurmuş:
“—Ömrünün âhirine doğru ümit tarafını arttırsın!”
Çünkü artık yaşamı yaşadı, artık böyle ümit tarafını daha fazla düşünsün. Çünkü Allah hakikaten mü’minlere rahmetiyle muamele edecek. Ama gençliğinde öyle derse... Birçok kimse öyle yapıyor şimdi, duyuyoruz. Yâni Türkiye’de, yaşadığımız muhitlerde: “Allah gafuru’r-rahimdir canım, affeder canım!” filân diye öyle şeyler yapıyor ki, ben bile tüylerim diken diken oluyor, korkuyorum. “Bu ne cesaret böyle, hiç aldırmadan bu suçları nasıl işliyor?” filân diye.
Böyle pervâsız giden, korkusuz giden, Allah affeder diye suçları biriktiren, bir gün affedilmeyecek bir duruma düşüp de, tabii cezasını çekebilir. İhtiyatlı olmak lâzım!
Onun için, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin halimliği, rahimliği, mü’mini aldatmasın. Şeytan bazen bunları öne sürerek mü’mini aldatır:
“—Canım, Allah rahimdir, halimdir, afüvdür, kerimdir. Şu gençliğini yaşa, şu günahı işle; sonra tevbe edersin, hacca gidersin, sadaka verirsin, iyilik yaparsın, mektep yaparsın, ziyafet çekersin de, Allah affeder.” filân diye aldatır.
Şimdi şeytan ilk önce bu kötülükleri yaptırmak için uğraşır, aldatır. Adam da kànî olur:
“—Tamam canım, ben de duydum ki Allah’ın rahmeti gazabından daha fazlaymış, lütfedecekmiş. Allah’ın rahmetinden ümid kesmek harammış, yasakmış. Ayet-i kerimede:
لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللهِ (الزمر٠٥)
(Lâ taknetù min rahmeti'llâh) [Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!] diye de buyruluyor. (Zümer, 39/53) Gidelim bu akşam kafaları çekelim! Gidelim falanca eğlence yerine, eğlenelim, felekten bir gün çalalım! Şu fânî dünyada işte biraz zevk yapalım! Gülelim, oynayalım, kâm alalım dünyadan... Vur patlasın, çal oynasın...” der.
İşte artık şâirlerin, gazelcilerin şarkıcıların, türkücülerin gazinoların, çeşitli eğlence yerlerinin hallerini biliyorsunuz. Tarihi de biliyorsunuz. Edebiyat tarihini, eğlence edebiyatını, meyhane edebiyatını biliyorsunuz. Şarap edebiyatını, içki edebiyatını biliyorsunuz.
İşte maalesef, edebiyat kitaplarından başlıyor bu iş. Herkes bunu biraz gülerek, tebessümle, yandan çarklı tebessümle dinliyor filân. “Olur böyle şeyler!” diyor, “Gençlikte oluyor.” diyor.
Ama bu, şeytanın bir aldatması… Şeytan ilk önce kenara çekiyor, bataklığa çekiyor, ayağını çamura sokuyor. Ondan sonra çıkamıyor, boğuluyor orada... Yâni, günah küçüktür diye başlıyor insan, sonra o günah büyüyor. Kıvılcım küçükken büyük bir yangın oluyor, söndürülemiyor. “Bir şey olmaz!” derken, yürürken yürürken...
İskoçya’nın insan yutan kumsalları varmış. Deniz çekildiği zaman çamurlu bir yer. İşte yürüyor insan, yürüyor yürüyor, bir şey olmuyor derken, birden fırt diye dizine kadar bir batarmış. Çıkayım derken, öbür dizi batarmış. Çırpındıkça daha dibe inermiş. Nihayet beline kadar, nihayet göğsüne kadar, nihayet boynuna kadar... Nihayet bir gelip kurtaran olmazsa, bağıra bağıra dibe doğru çamurun içine gider ve boğulur gidermiş. İnsan yutan kumsallar deniliyor.
Şeytan da insanı o çamurlu sahaya, batak sahaya çekiyor, alıştırıyor. Ondan sonra, kişi yaptığı işin suç olduğunu bilse bile, artık kendisini toparlayıp da oradan paçayı kurtaramıyor. Çabaladıkça batıyor.
Ondan sonra da, “Olan oldu. Zâten Allah beni affetmez!” diyor. Bir de o tarafı var. Bir de o noktaya geliyor insan.
“—Allah beni artık affetmez!”
“—Neden?..”
“—Ben o kadar suç işledim, o kadar çok günah işledim ki Allah beni affetmez. Benim günahlarım affolacak günahlar değil!” diyor.
Bu da yanlış.
Halbuki, hangi noktada olursa olsun, bir insan ne kadar suç işlemiş olursa olsun, bir mücrim hatasını anlarsa, pişman olursa, tevbe-i nasuh ile, yâni samîmî, içten bir tevbe ile tevbe ederse; Allah-u Teàlâ Hazretleri affediyor, seviyor.
Bakıyorsunuz bir eşkıyâ, bir gecede evliyâ oluveriyor. Tarih kitaplarında var, hayatımızda var. Hapishaneden çıkmışken dönüyor, tevbe ediyor. Duyuyorsunuz, meşhur bir kimse bakıyorsunuz, meselâ Cat Setevens Yusuf İslâm48 oluyor.
48 Yusuf İslam: İngiliz şarkı sözü yazarı ve müzisyen. 1948 yılında Kıbrıslı bir baba ile İsveçli bir annenin oğlu olarak Steven Demetre Georgiou ismiyle Londra'da dünyaya gelen Yusuf İslam, 1960'lı ve 70'li yıllarında, Cat Stevens adlı sahne adıyla dünyanın en ünlü şarkıcılarından biri oldu.
1976 yılında bir kaza sonrası boğulmak üzere iken şunları aklından geçirir: “Oh God! If you save me I will work for you,” (Tanrım, eğer beni kurtarırsan senin için çalışacağım). Bu ölüme yakın deneyim onun ruh halini değiştirir. Kardeşi David, Kudüs'te bir camide görüp, içini rahatlattığını düşündüğü için aldığı Kur'an-ı Kerim'i Cat Stevens'a hediye eder. Böylece İslamiyet`i incelemeye başlar. 1977 yılında Müslüman olarak, Yusuf İslam adını alır.
Memleketimizde de bazı böyle sanatkârlar var; örtünüyor, kapanıyor, namaza başlıyor, hacca gidiyor.
Mısır’da böyle bir artist, meşhur, herhalde filmler filân çeviren bir kimse... Ben Mekke-i Mükerreme’de Harem-i Şerif’te, müezzin mahfelinin yanında oturuyordum. Önümde de birileri oturuyordu. Bana dediler ki:
“—Hocam, bak bu öndeki, Mısır’ın çok meşhur film artistlerinden birisi... Tevbekâr oldu, namaza niyaza başladı. Güzel bir dönüşle dönüş yaptı. İşte bak hacca gelmiş, yanındaki de
Yusuf İslam, 1978 yılında çıkardığı ‘Back to Earth’ adlı albümünden sonra müziği bırakarak kendini dine verdi. Tüm dünyada hit olan ‘Wild World’, ‘Lady D'Arbanville' ve ‘I love My Dog’ gibi parçalarıyla hafızalardan silinmeyen Yusuf İslam'ın Müslümanlığa geçişi gerek İngiltere'de gerekse dünyada büyük bir şaşkınlık yarattı.
2006 yılında oğlunun evinde eline aldığı gitar ile birlikte bu kararını 28 yıl sonra değiştirdi. Önce kendi eski şarkısı olan Father and Son şarkısını Ronan Keating ile söyledi. Ardından 2006 yılında An Other Cup albümünü çıkardı. Ardından, 5 Mayıs 2009'da son albümü Roadsinger piyasaya çıktı. Şu an, eşi Fevziye Mübarek Ali ve altı çocuğuyla birlikte Londra'da yaşamaktadır.
çocuğu...” dediler.
Evet, böyle güzel bir dönüşle dönüş yaptığı zaman, tevbe-i nasuh ile tevbe ettiği zaman, Allah eski günahlarını siler. Bu da var... Yâni, Allah’ın rahmeti geniş olduğundan, kâfir de, mücrim de, suçlu da, günahkâr da Allah’tan ümidini kesmeyecek. Dönerse, iyi kul olursa, bakarsın imtihanı kazanabilir.
Hani çocuk sınıfı tembel tembel gidiyor, gidiyor; fakat sonradan bir aklı başına geliyor:
“—Yâ yazık değil mi, benim annem babam beni okutmak için bu kadar masraf yapıyor!” filân diyor, bir çalışıyor.
Öğretmen de acıyor:
“—Hadi evlâdım çalış, ben seni bir daha imtihan ederim, bir daha sözlüye kaldırırım! Şurayı çalış, burayı çalış...” diyor.
Bakıyorsunuz, sınıfta kalacak gibiyken, geçiyor. Çalışınca, gayrete gelince, sınıfı geçebiliyor. Tembel gibi görünen bir öğrenci bile kurtulabiliyor.
Hayat da böyle, kulluk imtihanı da böyle… Yâni şeytan, bir; “Günah küçüktür!” diye, günaha düşürüyor. İkincisi; “İşlediğin günahlar çok büyüdü, artık seni Allah affetmez!” diye, tevbeyi geri bırakmaya çalışıyor.
Şeytanın oyunları bitmez. Anlatsak, anlata anlata bitmez. En iyisi tabii, etraftaki insanları nasıl aldattığını ibret gözüyle insanın temâşâ etmesi... Şöyle kenara çekilip, sanki şeref tribününden oyunu seyrediyormuş gibi, şu insanların hallerini ibretle seyrederse; şeytan onu nasıl aldatıyor, bunu nasıl oyalıyor, ötekisini nasıl cehennemlik hâle getiriyor; anlar. Etrafına ibretle bakan, olayları gayet güzel anlar. Tabii din kitaplarını okursa, hele hele Peygamber SAS Efendimiz’in mübarek hadis-i şeriflerini okursa, bir insan gayet güzel anlar ki, şeytanın bin bir türlü hilesi var.
Dinin inceliklerini anlamanın yolu nedir sevgili izleyiciler?.. Hadis-i şerifleri okumak... Yâni, dini doğru yorumlamak için, Kur’an-ı Kerim’i doğru anlamak için, en iyi çare Peygamber Efendimiz’i iyi tanımak, hadis-i şeriflerini iyi öğrenmektir.
Ben de onun için, Kur’an-ı Kerim’i, ayetleri anlatıyorum derken, hemen her vesile ile hadis-i şeriflerden istifade ediyorum,
onları size naklediyorum ki, Kur’an-ı Kerim doğru anlaşılsın. Yanlış yorumlanmasın ve insanlar da şeytanın çeşitli oyunlarına kanmasın, tuzaklarına düşmesin, helâk olmasın...
Yâni, günahkâr insan ümidini kesmeyecek. Allah Erhamü’r- râhimîn’dir, Rahmânü’r-rahîm’dir, affedebilir. Hangi noktada olursa olsun, hayatının hangi noktasında olursa olsun, dönecek, iyi kul olmaya başlayacak. Belki ondan sonraki çalışmalarıyla Allah onu affeder, eski günahlarını siler, cennete girebilir.
Ama mü’min de korkacak. Yâni, “Ben Allah’ın mü’min kuluyum. Allah beni cennetine sokmayacak da kimi sokacakmış yâni?” filân gibi, acaib sözler söyleyenleri de çok duymuşsunuzdur.
Allah’ın hiçbir şeye mecburiyeti yok! Sonra bizim ibadetlerimiz de cenneti kazanmak için yeterli değil. Bütün ömrümüzü ibadetle geçirsek, bir gözümüzün, bir kulağımızın, bir aklımızın, bir sıhhatimizin bedelini ödemeye yetmez. Bizim yaptığımız işlerin ne kıymeti var? Zâten ibadete kuvveti de o veriyor. İbadeti sevme aşkını, şevkini de o veriyor. Her şeyimiz gene ondan. Kimin malını kime satıyoruz da, kimden ne ücret istiyoruz yâni?.. Hepsi Allah’ın fazl ü kereminden.
Onun için, mü’min de şımarmayacak. Mü’min de haddini bilecek. Bilecek ki, bunlar Allah’ın kendisine bir ikramıdır. Şükrünü artıracak, edebini artıracak. Allah’a sevgisini artıracak:
“—Yâ Rabbi, ben senin yüzü kara bir kulun iken, sen bana öteki kullardan farklı şu şu şu ikramları yaptın. Yâni benim ne özelliğim var, ne üstünlüğüm var? Sırf senin lütfundan bu... Bak Bosna’daki kardeşlerimiz ne sıkıntılar çekiyorken, falanca beldedeki kardeşlerim su bulamıyorken, açlıktan, yoksulluktan kırılıyorken; Somali’deki müslümanlar şöyle iyi, Afrika’daki müslümanlar böyle temizken, şöyle yoksul... El-hamdü lillâh, benim yediğim önümde, yemediğim elimi uzattığım yerde, ardımda... Sağımda, solumda türlü türlü nimetler... Sana çok şükür yâ Rabbi!” diyecek, şükrünü artıracak, edebini artıracak.
Şımarıklığını artırmayacak, “Ben mü’minim!” diye küstahlığını artırmayacak, kabarmayacak hindi gibi. Yâni hindi kabarıyor da ne oluyor?.. Şöyle sakin dururken birden bir bakıyorsunuz, tüylerini kabartıyor, kabartıyor, kabartıyor, ooo... Boğa kadar böyle kocaman bir şey oluyor ama, onun boğasından ne olacak?
Kedi onun üstüne fırt diye bir atladı mı, veya köpek hart diye boğazından bir ısırdı mı, hindinin kabarmasının bir kıymeti kalmıyor. Kabarması boşuna...
Yâni, öyle baba hindi gibi boş yere kabarmayacak. “Allah’ın cezası olabilir.” diyecek. “Ben bunun hesabını bilmiyorum.” diyecek. “İbadetlerimin kıymeti var mı, yok mu, onu da bilmiyorum. Beş para eder mi, on para eder mi? Bunun ölçüsünü de bilmiyorum. Allah biliyor bunları...” diyecek, haddini bilecek.
Allah edebli kulu seviyor. Onun için Hocamız (Rh.A) Mehmed Zâhid Efendimiz’in misafir kabul odasında kocaman bir levha vardı, bizim evde duruyor. Orada yazıyor:
[Nice irfan meclisinde aradım, kıldım taleb;
İlim en geride imiş, illâ edeb, illâ edeb...]
İlim en geridedir; her şeyden önde, en önemli olan edebdir. Yâni, “Ben alimim!” dersen, olmaz. “Ben àbidim!” dersen, olmaz. En önemli olan edebli olmaktır. Edebli oldu mu, Allah tevfîkini refîk eder, gönlünü çevirir, aklını döndürür, gayret verir, kuvvet verir. Bakarsın, basit bir köle iken büyük bir alim olur.
Peygamber Efendimiz’in zamanında öyle oldu. Çarşıdan para ile satın alınmış köle iken, sonra herkesin el pençe divan durduğu büyük alim oldular o mübarekler. Neden?.. Allah’ın verdiği ilimle, takvâ ile, ibadetle böyle mümtaz oldular.
Yüksek bir insan da, anadan babadan soylu, zengin, varlıklı bir insan da, sonra perişan olabiliyor, fenâ durumlara düşebiliyor. En önemli olan edebdir. Büyüklerimiz bunu söylemişler.
Edeb ne demek? Edeb, hatadan sâlim hareket etmek demek. Yâni, her işin hatasız yapılmasına edeb denir. Hata olmamasına dikkat etmeye edeb denir.
O halde, biz de kulluğumuzu güzel yapmaya dikkat edeceğiz. Àlemlerin Rabbi olan Allah’a, şükran ve ta’zim duyguları dolu olarak, yâni teşekkür duygusu, minnet duygusu dolu olarak, öğgülerle, onun Rahman ve Rahîm olduğunu düşünerek, ona kulluğumuzu hatasız yapmaya çalışacağız.
Her şeyin hatasız yapılması için gerekli, şöyle yapılacak, böyle
yapılacak diye madde madde sıralanan şeylere edeb derler. Namazın hatasız olması, makbul olması için neler lâzım?.. Şu olacak, bu olacak, şu olacak bu olacak... Sıralanıyor.
Hoşuma gidiyor; bazen arkadaşların evine misafir gidiyorum, bir arkadaşın evine götürdüler bizi. Abdest almam icab etti, alt kata götürdüler. Ev güzel, iki katlı, geniş, manzaralı... Abdest alma yerinde, kapıda baktım talimatnâme:
“—Şöyle yapılacak, böyle yapılacak, içeri şöyle girilecek, içerde şöyle yapılacak, çıkarken böyle yapılacak...”
Her şey güzel! Yâni, “Su çekilecek, temiz bırakılacak, falanca yer ıslatılmayacak, havlu şöyle kullanılacak, bilmem ne böyle kullanılacak...” diye yazmış.
İşte bunlar edebdir. Yâni her şeyin hatasız olması, işlemi, düşüncesi mü’mine hakim olacak. “Ben hatasız bir kulluk yaparak, ömrümü Allah’ın sevgisini, rızasını kazanacak şekilde geçirmek istiyorum!” diye düşünecek. Böyle yaparsa Allah kuvvet verir, gayret verir, nimet verir, ikram verir, her şeyini büyültür.
Etrafınızda bir sürü insan vardır, duymuşsunuzdur. Maydanoz satmaktan başlamıştır, sonra en zengin insan olmuştur. Çobanlıktan başlamış, en büyük alim olmuştur, atom alimi olmuştur, uluslararası şöhret kazanmıştır. İşte bilmem hiç kimsenin beğenmediği fakir bir ailenin çocuğudur, çok çocuklu, barakada, gecekonduda oturan... Ama edebiyle, çalışkanlığıyla yükselmiş, yüksek haller kazanmıştır.
Onun için Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi, haddini bilen, edebini takınan, kulluğunu güzel yapan ve dünyada, ahirette Allah’ın rahmanlığından, rahimliğinden istifade eden, nimetlenen kullarından eylesin. Yolunda dâim, zikrine müdâvim eylesin...
Ümmet-i Muhammed’e hüsn-ü hizmetle hâdim olmayı, hizmetler yapmayı, arkamızda güzel eserler bırakmayı, başka insanlara bize dua etmelerini sağlayacak iyilikler yapmayı, devamlı iyilikler yapmayı nasib eylesin... Evlâtlarımızı, çocuklarımızı güzel yetiştirmeyi nasib eylesin... Dinimizin gelişmesi için, aziz ve muhterem kardeşlerim, güzel müesseseler kurmamızı nasib eylesin...
c. Hayırlarınızı Kurumlaştırın!
Biliyorsunuz, bir insanın kişisel olarak bir şeyler yapması şahsî bir iştir. Ama müessese kurması, yâni hizmeti kurumlaştırması, o müesseseyi çalıştırması dâimî bir şeydir. Bunun sevabı çok fazladır.
Bakın İsveçli bir alim kimyada bir şeyi bulmuş; bilmem trinitro toluen denilen patlayıcı madde, biraz çalkandı mı pat diye patlıyor. Hani kibritin maddesini biraz bir yere sürttüğünüz zaman, cırt diye ateş alıyor, onun gibi. Su gibi olan, sıvı olan madde, biraz sallandı mı hemen bom diye patlıyor.
Şimdi bunu şişede, damacanada götürse, sallandığı zaman patlayacak. “Ne yapalım, ne yapalım?” diye alimler bunu düşünürken, işte bu Alfred Nobel denilen kişi —Nobel mükâfatı filân diyoruz ya— bir çaresini bulmuş. Gur denilen, kiezelgur denilen, böyle bir kil gibi, toprak gibi bir maddeye bu patlayıcı maddeyi emdirmiş. Gözenekli olan bu maddenin içine sallanan sıvı emildiği zaman, sallanma diye bir şey kalmıyor. Kiezelgur da o sıvıyı emdiği zaman, hamur gibi oluyor, lokum gibi oluyor. Tamam, patlamayan bir şey...
Tabii bu buluşunu uygulamaya geçirmiş. Dinamit dediğimiz şey, dinamit lokumu oluyor. E güzel bir şey; yâni tehlikeli bir şeyi tehlikesiz hale getirmiş. Ama uygulama korkunç... Bombalara dinamitler girmiş. İnsanlar bombalardan ölmüş filân, derken insanlık çok zarar görmüş.
Şimdi bu zararına üzülmüş, pişman olmuş. Ama pişmanlık, kişisel olarak “Pişman oldum!” demek, bir küçük iş. Ama o pişmanlığını kurumlaştırmış, kazandığı serveti vakfetmiş, ortaya koymuş:
“—Bundan sonra insanlığa iyi bir şeyler yapan, hizmet eden kimselere şu servetimden şu kadar mükâfat verilsin! Her sene seçilsin bunlar, onlara bu kadar para verilsin!” demiş.
İşte bu, bir şeyin kurumlaşması; güzel...
Sevgili kardeşlerim beni affedin ama, diyâr-ı gurbetten bazı ikazlar yapmam da gerekiyor, yapmak da zorundayım. Meselâ, bakın ben camide vaaz veriyordum. Hocamız emretmişti, Mehmed
Zâhid Hocamız:
“—Gel evlâdım, çık şu kürsüye!”
“—Pekâlâ...”
El-emrü fevka’l-edeb; emrettiği için yapmak zorundayım. Vaaz ediyordum, ama caminin için küçük, hadi avlusuna da dinleyiciler geldi. Nihayet elli kişi, yüz kişi, bin kişi, iki bin kişi diyelim... İskenderpaşa Camii’nin hacmi belli. Sultan Ahmed Camii’nde de vaaz ettim, inşâallah Ayasofya’da da olur... Süleymaniye’de de vaaz ettim. Kocatepe’de de nasib oldu. Ankara’da Hacı Bayram’da da, başka camilerde de, bizim Özelif Camisi’nde de vaazlar yaptım.
Ama bu şimdi mahdut… Vaazlarımız daha çok insana ulaşsın diye ne yaptık?.. Dergileri çıkartmaya başladık kardeşler olarak, cemaat olarak, ihvan olarak. İslâm dergimiz, Kadın ve Aile
dergimiz, İlim ve Sanat dergimiz, Gül Çocuk dergimiz, Panzehir
dergimiz... Bunlar niçin oldu?.. Bu bir kurumlaşmadır. Böylece vaaz kişisel olmaktan çıkıyor, hizmet bir topluluğun güzel hizmeti haline geliyor ve kalıcı oluyor. Söz unutulur ama, yazı kalır. “İşte benim şu mecmuanın ciltleri, hiç eksiksiz kütüphanemde var. İşte bak ne güzel yazılar var, hazine gibi.” diye insan açar, bakar.
Dergileri çıkarmak bir kurumlaşmaydı. Bu güzel bir şey! Bunun desteklenmesini rica ediyorum sizlerden... Yâni alarak destekleyin, yazı yazarak destekleyin, yükün bir yerinden tutarak destekleyin! Çünkü kurumlaştığı zaman, hizmetler kolay götürülür. Ama tek başına benim götürmem zor olabilir, imkânsız olabilir. Benim hayatımla sınırlı olabilir, ben öldüğüm zaman iş bitebilir... filân. Kurumlaşmak güzel.
Sonra dergilerin yayınlanmasında sorunlar oldu. Sorunlar olunca, okunmasında sorunlar olunca kolay değil. Evet, Türkiye’nin çok basılan, çok okunan, çok sevilen dergileri oldu ama yetmedi, bu sefer ne yaptık?.. Radyo yayınlarına geçtik, çok güzel oldu. Radyo yayınları harika oldu. Allah’a sonsuz hamd ü senâlar olsun, iki yüz elli yerden, belki daha artmıştır, iki yüz altmış yerden yansıtıcılarla uzaydan yayınladığımız şeyler, kasabalara da dinlettiriliyor. Herkes yanına şöyle küçücük bir basit radyo bile alsa, en güzel konuşmaları, sohbetleri, bilgileri,
vaazları, tefsir derslerini, hadis derslerini, fıkıh derslerini dinleyebiliyor.
Bu yaygın bir hizmettir. İşte bak, camiye insan haftada bir gidebilir, iki gidebilir, hadi babayiğitse her gün gitsin. Ama bunu radyo yaptığımız zaman, bu çok güzel bir kurum... Herkes dinleyebiliyor. Camiye gelemeyen de dinleyebiliyor. Evde ev hanımı da dinleyebiliyor. Çocukları var, camiye gelemiyor; ama radyoyu açıyor, mutfakta yemeğini yaparken güzel ilimleri dinleyebiliyor. Bu bir kurumlaşmadır. Bizim Ak-Radyo’muz çok güzel bir kurumdur. Lütfen bunu da çok destekleyin! Yâni, var gücünüzle destekleyin!..
Sonra tabii, duymak güzel bir şey ve bazen sadece duymak gerekiyor. Meselâ şoför taksinin, otomobilin radyosunu açıyor, seyahat ederken dinliyor. Başka şey yapamaz... Ama görerek dinlemek daha güzel olduğundan, bir de televizyon kurduk. Televizyon muazzam masraflı bir şey... Biz de âcizâne, fakirâne, yoksul bir topluluğuz. Kimseden bir destek almıyoruz; yurt içinden, yurt dışından fazla bir gelirimiz yok... İhvânımızın, kardeşlerimizin masraflarıyla, el emekleriyle, alın teriyle bir televizyon...
Kimisi diyor ki:
“—Efendim bunu görüntüsü güzel değil!”
E görüntüsü güzel değilse, bir alet al, güzel bir görüntü çıksın. Sen de bir katkıda bulun! Biz o kadarını yaptık, sen de öbür tarafını tamamla!.. Televizyon çok büyük bir hizmet, yâni milyarlık bir hizmet, çok büyük bir başarı. El-hamdü lillâh, Allah onu da nasib etti.
Sonra gazete çıkarttık, bu da bir kurumlaşmadır. Televizyon da kurumlaşmadır, radyo da kurumlaşmadır. Gazete çıkarttık, Sağduyu, ismi güzel... Buraya geliyor bir iki gün arayla, ben buradan izliyorum; yazıları gayet doyurucu, gayet zengin... Başka gazeteleri de okuyorum. Yâni Almanya’dayken sekiz-on tane gazete alıyorduk, okuyorduk; boş... İki üç tane yazısına bakıyorsunuz; birisi ötekisinin kopyası, isimlerinin farklılığının hiç önemi yok. Bir tanesini aldın mı, hepsindeki haberleri öğreniyorsun.
Ama, bizim gazetemizin içinde zengin malzeme var... O da bir kurumlaşma. Onun da yaşaması lâzım! O da büyük masraf gerektiriyor. Lütfen bunları destekleyin, yâni İslâm’a hizmetleriniz kurumlaşsın!..
Şimdi ben size, uzak kıtalardan hitab ediyorum ama, çağdaş alet ve cihazlarla bakın bu hitaplar olabiliyor. Demek ki, bunları kullanmamız lâzım! Bunların daha iyilerini kullanmamız lâzım, en iyilerini kullanmamız lâzım!.. Bu da elbirliğiyle olacak.
Lütfen hayırlarınızı kişisellikten çıkartarak kurumsallaştırın! Yâni yaygınlaştırın, devamlılaştırın, sağlamlaştırın! Hayrınız, sevabınız dâimî olsun. Yâni siz hayatta olmasanız bile, eseriniz arkada olduğu için, o çalıştıkça sevap kazanmaya devam edersiniz. Bunlar el birliğiyle olacak.
Bakın ben bu dış ülkeleri gezdikçe, dünyayı daha iyi anlıyorum, Türkiye’dekinden çok daha iyi anlıyorum. Büyük devletler, başarı kazanan devletler bu başarılarını kurumlaşmaya, kurumsallaşmaya borçludur. Biz de ictimâî bakımdan, ticârî bakımdan, ilmî bakımdan, her yönden kurumlaşmak ve böyle kurum halinde, müessese halinde; kişisel gayretlerle değil de, kurum halinde çalışmalar yapmak zorundayız. O zaman daha güzel olur, daha yaygın olur.
Bakın böyle bir tefsir dersi, şimdi bu yapıla yapıla bir zaman gelecek, Kur’an-ı Kerim’in tefsiri tamam olacak. Süzgeçten geçirilir, ayıklanırsa, güncel bir Kur’an tefsiri olacak. Ne kadar güzel!..
Onun için lütfen iyi şeyleri destekleyin, kurumlaştırın, yardımcı olun ki, sevabınız çok olsun... Allah-u Teàlâ Hazretleri sizi iki cihanda taltif eylesin, mükâfatlandırsın... İki cihanda aziz ve bahtiyar olun...
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû, aziz ve sevgili izleyiciler!..
03. 11. 1998 - AVUSTRALYA