İÇİNDEKİLER
Takdim, Prof. Dr. M. Es'ad Coşan
Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri'nin Kısa Terceme-i Hâli, Halil Necâtioğlu.
a. Ailesi
b. Tahsili, Askerliği
c. Tasavvufî Yetişmesi ve Dînî Hizmetleri.
d. Vefâtı
e. Ahlâk ve Şemâili
Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin Eserleri
Kanâat
Tokluğun Afetleri ve Açlığın Kerametleri
Tokluğun Zararı, Açlığın Faydaları
Çok Yemenin Zararları
Az Yemenin Faydaları
Az Yemenin Fazîletleri
Az Uyumak
1. Az Uyuyanların Medhedilmesi
2. Geceyarısından Sonra Hak Teàlâ'nın Seslenmesi
3. Gece İbadeti ve Gàfillerin Uyuması.
4. Gece İbadetinin Faydaları ve Fazîletleri
5. Az Uyku Kerimlerin Huyudur
6. Çok Uykunun Zararları
7. Az Uyku Kalblerin Cilâsıdır
8. Uykunun Esrârı ve Faydaları
9. Uykunun Hakîkati
10. Uykusuzluğun Kısımları
Rızâ
Şükür
Sadâkat
1. Sözde Sadâkat
2. İrâde ve Niyette Sadâkat
3. Azminde Sadâkat
4. Ahdine Vefâda Sadâkat
5. Amellerinde Sadâkat
6. Muàmelât-ı Dîniyyenin Hepsinde Sadâkat
Ahde Vefâ
Emânete Riâyet ve Hıyâneti Terk.
Komşuluk Haklarının Muhafazası
Komşu Hakları Üzerine İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin Beyanları
Yedirmek, İçirmek ve Selâm Vermek
Ahiret Sevgisi ve Dünyaya Buğz
Dünyanın Keyfiyeti
a. Dünya nedir?
b. Dünya ve Ahiret
c. Dünyanın Kandırması
d. Dünya Mü'minin Düşmanıdır
e. Dünyadan Uzak Olmak
İnsanın Kalbi
Hasenâttan Kaçmamak ve Etrafını Muhafaza Etmek
Ezâlardan Uzak Kalmak ve Belâlara Tahammül.
Hakk'ı Gözlemek, Hak'tan Gayriden Kesilmek ve Kalbin Sükûneti
a. Kalbin Künhü ve Mâhiyeti.
b. Kalbin Ahvâl ve Husûsiyeti
c. Kalbin Cevheri Akıl
d. Akl-ı Kâmilin Azamet ve Şânı
Kalbin Büyüklüğü ve Kemâli
a. Kalbin Yeri
b. Kalbin Azamet ve Genişliği
c İnsan Kalbinin Şerefi
d. Kalbin Yedi Tavrı
e. Kalbin Tasarrufâtı.
f. Kalbin İlhamlar Alması
g. Ruhun Tedennî ve Terakkîsi
Nefisleri Şehvet ve Lezzetlerinden Men ve Arzularına Muhalefet
Allah'tan Korku ve Recâ
a. Korku Nasıl Elde Edilir?
b. Sahabe-i Kiram ve Selef-i Sàlihînin Korkuları
Recâ ve Ümid
Sehà
Bazı Sahîlerin Halleri
Îsâr
Cömertliğin Hududu
Nasîhat
İmâm-ı A'zam (Rh.A)'in Nasîhatleri
İffet
İhsân
Teslîmiyet
Sükût ve Az Konuşma
a. Sükût Hakkında Ayet ve Hadisler.
b. Sükût İnsanı Günahlardan Korur.
c. Sırları Saklamak
d. Az Konuşmanın Faydaları
e. Gönüllerin Muhafazası
f. Sükûtun Kısımları
Tevekkül
Şecâat
Himmet
Fütüvvet
Mürüvvet
Şeyhül-İslâm İmâdeddîn el-Vâsıtî KS
Hazretleri'nden İktibaslar
a. Günde Bir Saat Zikir İçin Ayırmak
b. Halvetin Lüzumu
Ek: Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Efendi Hazretleri'nin Tavsiyeleri
KISALTMALAR
SAS: Sallallàhu aleyhi ve sellem.
AS: Aleyhis-selâm.
RA: Radıyallàhu anh.
KV: Kerremallàhu vecheh
Rh.A: Rahmetullàhi aleyh.
KS: Kaddesallàhu sirrahû.
vs: ve sâire
TAKDİM
..................
Elinizdeki bu eser, ahlâk eğitiminin ciddî bir şekilde mevzuubahs edildiği, mekteplere ahlâk dersleri konulduğu bir zamanda te'lif edilmiş, çok büyük bir rağbete mazhar olmuştur.
Üstadımız, babamız müellif Rahmetullàhi Aleyh Hazretleri, eserini tekellüften, tasannûdan, tefennünden âzâde, samîmî bir üslûb ile kaleme almıştır. Öyle ki, onu tanıyanlar kitabı okurken onu görüyor, konuşmasını duyuyor gibi olurlar.
Bu eser, nazârî olarak bir kitap yazmış olmak için kaleme sarılıp, masa başına oturup, kaynakları karıştırıp derlenmemiştir. Daha ziyade, kıymetli müellifinin müşâhedelerini, hayat tecrübelerini, engin irfanının meyvalarını aksettirir. Bahisler, hatıra düştükçe zaman zaman yazılmıştır; gâh gelen bir ziyaretçi, gâh bir şikayet, gâh görülen bir kusur ve hatâ, gâh bir haber, ilham ve hareket kaynağı olmuştur. Onun için, içinde hayata bağlılıktan doğan müstesna bir canlılık, tabiîlik ve samîmiyet vardır.
Eserde iddia değil, faydalı olma gayesi esas olduğundan, uygun ve faydalı bulunan yerlerden uzun iktibaslar yapılmakta bir beis görülmemiştir.
Merhum, eserini büyük boy, çizgisiz, kalın, beyaz defterlere eski yazıyla yazardı. Bunlar sonra başkaları tarafından daktilo edilirdi. Yazdığı yeni bahisleri gelen ziyaretçilere okurdu. Toplantılarda basılan eserlerinden okutur, kendisi de dinler, bazan da "Şöyle ilâve edin!" diye buyurur idi.
Üstâdımızın bu mühim eserinin, okuyanlara feyz bahşetmesini; günahları ve ahlâk-ı rezîleyi terke, mânevî kemâlâtı ve güzel ahlâkı kesbe rehber olmasını candan temennî ederiz.
Mevlâ, müellifinin ruhunu şâd ve mesrûr, merkàd-ı pâkini pür-nûr, mânevî makàmını a'lâ eylesin...
Âmîn, bi-hürmeti seyyidil-mürselîn sallallàhu aleyhi ve sellem.
Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN
MEHMED ZÂHİD KOTKU (RH.A) HAZRETLERİ'NİN KISA TERCEME-İ HÂLİ
Müellif Rahmetullàhi Aleyh'in adı Mehmed Zâhid, soyadı Kotku idi. Kendisinin naklettiğine göre babası ona: "Oğlum Mehemmed!" diye hitap edermiş. Soyadının "mütevâzi" mânâsına geldiği nüfus cüzdanının başına not edilmiş idi.
Tevellüdü 1315 hicrî kamerî (rûmî 1313, milâdî 1897) yılında Bursa şehrinde, kale içinde Türkmenzâde Çıkmazı'ndaki baba evinde vâki olmuştur.
a. Ailesi
Baba ve annesi Kafkasya'dan 1297'de göç eden müslümanlardandır. Dedeleri Kafkasya'da Şirvan'a bağlı eski bir hanlık merkezi olan Nuha'dandır ki burası dağ eteğinde, ipekçilikle meşhur, ahalisi müslüman, hâlen Azerî Türkçesi konuşulan bir yerdir.
Babası İbrahim Efendi Bursa'ya 16 yaşlarında iken gelmiş, Hamza Bey Medresesi'nde tahsil görmüş, muhtelif yerlerde imamlık yapmış, Hazret-i Peygamber SAS sülâlesinden bir seyyid'dir. 1929'larda 76 yaşlarında iken Bursa ovasındaki İzvat Köyü'nde vefat etmiş ve oraya defnolunmuş, ehl-i tarîk bir kimsedir.
Annesi Sabîre Hanım, Mehmed Zâhid Efendi 3 yaşlarında iken vefat etmiş, Pınarbaşı Kabristanı'na gömülmüştür.
Bu anne ve babadan doğma ağabeyi Ahmed Şâkir (1308 - 1335) subaylık yapmış, Kudüs'te Çanakkale'de bulunmuş, siperlerde hastalanmış ve 28 yaşlarında iken vefat edip Söğütlüçeşme'ye defn olunmuştur. Aynı anneden bir küçük kardeşi daha olmuşsa da çok yaşamamış birkaç aylık iken vefat etmiştir.
Babasının ikinci evliliği yine Dağıstan muhacirlerinden, Fatma Hanım'la olmuştur. Ondan doğma üç kız kardeş halen hayattadırlar. [1981] Bunlardan Pakize Hanım'ın efendisi de, Bursa Ulu Cami imamlarından ve İsmail Hakkı Tekkesi şeyhlerinden merhum Ahmet Efendi (K.S)'dir.
b. Tahsili, Askerliği
Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A) ilk mektebi Oruç Bey İbtidâîsi'nde okudu, Maksem'deki idâdîye devam etti. Sonra Bursa Sanat Mektebi'ne girdi. Bu esnada Birinci Cihan Harbi dolayısıyla 18 yaşlarında askere celb olundu. 14 Nisan 1332'de asker oldu, senelerce askerlik yaptı, çok tehlikeli günler geçirdi, hastalıklar atlattı. Ordunun Suriye'den çekilmesinden sonra, binbir güçlükle İstanbul'a döndü.
10 Temmuz 1335'de Cuma gününden itibaren de 25 K. 30 şubede yazıcı olarak vazifeye devam etti. Kendi hatıra defteri kayıtlarından 1338 Martlarında henüz bu vazifede olduğu görülüyor.
c. Tasavvufî Yetişmesi ve Dinî Hizmetleri
İstanbul'da bulunduğu esnada çeşitli dini toplantılara, derslere, camilerdeki vaazlara devam etti. Bilhassa Seydişehirli Abdullah Feyzi Efendi'yi çok sevdiği anlaşılıyor. Bu arada 16 Temmuz 1336 Cuma günü namazı Ayasofya Camii'nde edadan sonra Vilayet önünde bulunan Fatma Sultan Camii yanındaki Gümüşhâneli Tekkesi'ne giderek Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi'ye intisâb eyledi. Günden güne ahvâlini terakki ettirdi.
Bu zât-ı şerifin, 18 Kasım 1337 Cuma günü vefatından sonra postnişin-i irşâd olan Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi'nin yanında tahsil-i kemâlâta devam etmiş, müteaddit defalar halvete girmiş, 27 yaşlarında hilâfetnâmeyi aldıktan sonra ondan Râmuzü'l-Ehadis, Hizb-i A'zam ve Delâilü'l-hayrât icâzetnâmelerini de almış, Bayezit, Fatih ve Ayasofya Camii ve medrese-lerinde derslere devam etmiş, bu esnada hafızlığını da tamamlamıştır. Bu aralarda hocasının işareti üzere muhtelif kasaba ve köylerde dini hizmet ifâ etmiştir.
Tekkelerin kapatılmasından sonra Bursa'ya dönmüş, evlenmiş, 1929'da vefat eden babası yerine Bursa ovasındaki İzvat Köyü'nde 15-16 sene kadar imamlık ettikten sonra Üftade Cami-i Şerifi'nin imam-hatipliğine tayin edilerek şehirde hisar içindeki baba evine yerleşti. Burada 1945-46'dan 1952'ye kadar hizmet eyledi.
1952 Aralığında Gümüşhaneli Dergâhı postnişini ve eski tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine'nin vefatı üzerine, İstanbul'a nakl olarak Fatih'te bulvara nazır Ümmügülsüm Mescidi'nde vazife gördü.
1.10.1958 tarihinde Fatih İskenderpaşa Camii Şerifi'ne nakloldu ve vefatına kadar bu vazifede kaldı.
d. Vefatı
Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A), ömrünün son yıllarında rahatsız idi; ayakta gezmesine rağmen; şiddetli ağrılarından muzdaribdi. 1979 yazında uzun zaman kalmak üzere gittiği Hicaz'dan, ağır hasta olarak 1980 Şubatı'nda dönmek zorunda kalmıştı. 7 Mart 1980'de ameliyata girdi ve midesinin üçte ikisi alındı.
Ameliyattan sonra tedricen düzeldi, hatta 1980 Ramazanı'nda hiç aksatmadan oruç tuttu. Hatimle teravih kıldı, vaaz etti, yazın Balıkesir Ilıca'ya, Çanakkale Ayvacık sahiline ağrıyan ayakları için götürüldü, hac mevsimi gelince de Hicaz'a gitti. Fakat ameliyata sebep olan rahatsızlığı nüks etmiş ve ağrılar tekrar başlamıştı. Haccı güçlükle ifadan sonra, 6 Kasım 1980'de çok ağır hasta olarak İstanbul'a döndü. Tam bir hafta sonra 13 Kasım 1980'de (5 Muharrem 1401), Perşembe günü öğleye yakın, dualar, Yâsin'ler, tesbih ve gözyaşları ile uyur gibi bir halde iken ahirete irtihal eyledi.
Cenaze namazı 14 Kasım 1980 Cuma günü İstanbul Süleymaniye Camii'nde muhteşem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafir tarafından kılınarak, mübarek vücudu, Kanûnî Süleyman Türbesi arkasında, kendisinden feyz aldığı hocaları ve üstadlarının yanındaki istirahatgâhına defnolundu.
Bu esnada Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih ve çevrelerinde trafik durmuş, Süleymaniye'nin içi ve avlusu kâmilen dolduğu gibi, cemaat sokaklara taşarak Esnaf Hastahanesi'nin yanına kadar uzanmıştı. Vefatını duyanlar içinde Anadolu'nun en uzak şehirlerinden olduğu kadar Avrupa'dan gelenler de vardı. Uzakta bulunan muhiblerinden çoğu da vaktinde haber alamama yüzünden cenazesine yetişememişlerdi.
Vefatı İslâm Alemi'nde de büyük üzüntüye yol açmış, Suudi Arabistan'da, Kâbe'de, Kuveyt'te ve daha başka şehirlerde gıyabında cenaze namazı kılınıp, dualar edilmiş, ajanslar bu elim vefat haberini yayınlamışlardı.
Vefat tarihi olan 13 Kasım 1980 tarihli takvim yapraklarında tevâfukan çok mânidar ibareler yer alıyordu. Meselâ bunların birindeki şu parça ne kadar şâyân-ı taaccübdür:
Arkamdan Ağlama
Öldüğüm gün tabutum yürüyünce
Bende bu dünya derdi var sanma!
Bana ağlama, "Yazık, yazık!" "Vah, vah!" deme!
Şeytanın tuzağına düşersen vah vahın sırası o zamandır.
Yazık yazık asıl o zaman denir.
Cenâzemi gördüğün zaman "Elfirak, elfirak!" deme!
Benim buluşmam asıl o zamandır.
Beni mezara koyunca elvedâ demeğe kalkışma!
Mezar cennet topluluğunun perdesidir.
Mezar hapis görünür amma,
Aslında canın hapisten kurtuluşudur.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret!
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir ki?
Sana batma görünür amma
Aslında o doğmadır, parlamadır.
Yere hangi tohum ekildi de yetişmedi?
Neden insan tohumu için
Bitmeyecek, yetişmeyecek zannına düşüyorsun?
Hangi kova suya salında da dolu olarak çekilmedi?
Can Yusuf'un kuyuya düşünce niye ağlarsın?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç!
Çünkü artık hay-huy'un,
Mekânsızlık aleminin boşluğundadır.
e. Ahlâk ve Şemâili
Merhum uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca ak sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse idi. Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içivererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı. İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Tanıdığına tanımadığına selâm verir, güleryüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestane renkli görünen, fakat dikkatle bakılması imkânsız, esrarlı ve derin mânâlı gözleri vardı. Gözü içinde kırmızılık, sırtında ve karnında ise avuç içi kadar iri bir ben mevcuttu.
Hafızası çok kuvvetli idi, konuşması tatlı ve safiyâne idi. Çok kere halk telâffuzu kullanır, karşısındakine söz fırsatı tanır; kesinlikle bildiği bir şeyi bile sanki ilk duyuyormuş gibi yumuşak bir tavırla dinler, mânâlı ve nükteli cevap verirdi. Sohbetleri hoş, hutbeleri fevkalâde celâlli olurdu. Hutbe esnasında sesini yükseltir, ordu önündeki bir komutan gibi celâdetle ve irticâlen konuşurdu.
Özel hayatında ev halkına karşı müşfik ve latîfeci davranır, kimseye doğrudan doğruya birşey emretmez, telmih ve remiz ile söyler, anlaşılmazsa sabrederdi.
Fevkalâde mütevâzi idi. Kerametleri zâhir ve şöhreti àlemgir olduğu halde, talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ihvânı arasında lâlettayin bir fert gibi görür, makamını ve kemâlini büyük bir maharetle gizlerdi.
Kendi üstadlarına fevkalâde saygılı ve bağlı idi. Tekke arkadaşları olan yaşlılar, üstadının meclisine gittiğinde diz üstü oturup, baş eğip hiç ayak değiştirmeden edeple oturduğunu anlatırlar.
Çok uzun ve derin düşünürdü, sohbetlerindeki buluşlara, teşbihlere hayran kalmamak mümkün olmazdı. Bir ayetin, bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca durup konuştuğu olurdu.
Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışırdı. İlk zamanlarda kusurlarına müsamaha ederdi. Yıllarca çalışır, yarı yolda bıkıp bırakmazdı.
Dostlarına vefâsı emsalsiz idi; onları ziyaret eder, arar sorardı. Akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez ve onlara her türlü yardımı esirgemezdi.
Çok açık elli idi, verdiği zaman şaşılacak miktarda verir, geriye kalmamasından korkmaz, verdiğini doyururdu. Sofrasında ekseriya misafir bulunurdu. Hizmet edenleri bir vesile ile memnun eder, ziyaretçilere güleryüz gösterir, kapısını her zaman açık tutmağa çalışırdı.
Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en hücrâ, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri derecâtını ulyâ eyleyip, biz âciz ü nâcizleri de füyûzat ve şefaatından feyzyab u nasibdâr buyursun...
Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn SAS ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahüm biihsânin ilâ yevmid-dîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.
Halil Necâtioğlu
MEHMED ZÂHİD KOTKU
HAZRETLERİ'NİN ESERLERİ
1. Tasavvufî Ahlâk (5 Cild)
2. Cennet Yolları
3. Mü'minlere Vaazlar (2 Cild)
4. Ehl-i Sünnet Akaidi
5. Ana Baba Hakları
6. Hadislerle Nasihatlar (2 Cild)
7. Nefsin Terbiyesi
8. Tezkiretül-Evliyâ Tercümesi
9. Risâle-i Hàlidiyye Tercümesi
10. Evrâd-ı Şerif
11. Faydalı Dualar ve 32 Farz Mecmuası
12. Yemek Âdâbı
Konuşmalarından Hazırlanan Kitaplar
1. Zikrullahın Faydaları
2. Özel Sohbetler
3. Peygamber Efendimiz
4. Tenbihler
KANAAT
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Elhamdü lillâhi Rabbil-àlemîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn...
Kanaat tükenmez bir hazinedir. Kanaatsız insanlar her zaman çok zahmet çekerler. Büyüklerimiz dünyaya iltifat etmeyip dâimâ kanaatle, güzel ve hoş vakit geçirmişlerdir. Hele o İbrâhim Edhem Hazretleri'nin, sayısız saray nîmetlerini ve saltanatını terk edip, ehl-i kanaatın arasına girdikten sonra aldığı zevk-i mâneviyi anlatabilmek mümkün değildir.
Bâhusus Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri'nin ve ehl-i beytinin kanaatleri bütün ümmete büyük bir ders-i ibrettir. Hane-i saadetlerinde çok kereler ocak yanmaz ve yemek pişmezdi, su ve hurma ile iktifa ederlerdi. Arpa ekmeği ile dahi, birbiri üzerine her gün mübarek karınlarını doyurmazlardı. Bir kaç gün aç olup Hakk'a tazarru ve niyaz etmeyi, bir gün de bir miktar yiyip Hakk'a şükretmeyi severlerdi. Bazan aç oldukları halde bile oruç tutarlardı. Dâimâ ümmetini de böylece, kanaatkârlığa teşvik ederlerdi.
"Şeref-i nimet tevazda; izzet takvâda, hürriyet de kanaatte bulunur." buyurmuşlardır. (3/1)
Ve yine Efendimiz SAS buyurmuşlar ki:
"Cenab-ı Hak beş şeyi, yine beş şey üzerine koymuştur: İzzet taatte; zillet ma'siyyette; heybet, gece namazlarında; hikmet, boş midede; zenginlik de kanaattedir." demişlerdir.
Ey sâlik! Tamaı ve tûl-i emeli kökünden kes, at! Ancak büyüklerden biri:
"--Tilki olup da kendini arslana besletmektense, arslan olup tilki gibileri beslemek daha iyidir." demiştir.
Bunlardan da anlaşılıyor ki, kanaat tenbellik demek değildir. Bu ders, hakikate güzel bir misâl teşkil eder.
Abdülvehhab namındaki bir zat diyor ki:
Ben Cüneyd KS'in yanında oturuyordum, bir çok da misafirleri vardı. O arada bir zat beşyüz dinar getirip:
"--Bunu lütfen kabul buyurun!" dedi.
Cüneyd Hazretleri de:
"--Daha başka paranız var mı?" dedi.
O da:
"--Evet, var." dedi.
Cüneyd KS:
"--Paranızın daha fazla olmasını ister misiniz?" diye bir sual daha sordu.
O zat da:
"--Evet isterim." deyince;
"--Öyle ise, sen bunlara daha ziyade muhtaçmışsın!" diyerek, parayı kabul etmemişlerdir.
Bayezıd-i Bestâmî KS Hazretleri'ne sormuşlar:
"--Sen bu mertebeye nasıl vasıl oldun?"
Cevâben:
"--Esbâb-ı dünyayı cem edip, kanaat ipine bağlandım." buyurmuş.
Kanaata münâfi huylardan biri de hırs ve israftır. Bilhassa yeme, içme ve giyimde israfı mutlaka bertaraf etmek lazım gelir. Nitekim mühim tasavvufî eserlerden olan Ma'rifet-nâme'nin, en çok üzerinde durduğu şeylerden biri de açlıktır. Ona çok önem vermiş olması, insanlarda matlub olan kemâlin tahsili, her şeyden evvel açlığa vâbeste olduğundandır. Açlıktan muradı, az yemeyi tavsiyedir.
Hakîkaten bugünün insanı, bütün gücünü ve ömrünü yemek, içmek için feda etmektedir. Bu hal bizlere tabii gibi görünürse de, hakîkat-i insaniye sahipleri, zeki ve akl-ı kâmil insanlar için adeta şaşılacak kadar gayr-i tabiidir. Zira bu hayattan murat, ancak Allahu Celle ve A'lâ'yı tanıyıp, lazım gelen kulluğu yapabilmektir. Bunun için de fazla bir şeye ihtiyaç yoktur. Ev ve sâir eşyalar da buna göredir.
Onlar dünyaya ve dünya ziynetlerine kat'iyyen iltifat etmezler. Çünkü onların gönüllerinde bunların en iyisi ve en güzelleri vardır; hem de külfetsiz olarak, her mevsimde her çeşidi bulunur. Lakin onlar, bunlara da iltifat etmezler. Gayeleri, Hak Sübhànehû ve Teàlâ ve onun rızasıdır.
Gönül alemine erişen bahtiyarlar, Cenab-ı Hakk'ın nâmütenâhi nimetlerine mazhariyetlerinden nâşi, fâni olan bu dünyanın alâyişine kapılmazlar ve fâni olacak olan bu kıymetli hayatlarını hiçbir zaman boşa geçirmek istemezler. Olana kanaat edip, hemen Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın zikrine dalarlar. Bu esnada her şeyi de unuturlar.
Şimdi sen, bizim gibi dünyaya mübtelâ olanları görüp, herkesi de öyle zannetme. Ma'rifetnâme sahibinin sözleri bize göre değil, o ehlullah olan hak yolun yolcularına, o bahtiyarlara göre söylenmektedir. Eserin 304. sahifesinde, irfan yolcularının az yemesi hususunda geniş ma'lûmat vardır ve bu mevzuyu altı fasılda izah etmektedir.
Birinci fasıl sekiz bölüme ayrılmıştır. Onun da birinci bölümünde, az yemenin fayda ve hassaları beyan olunur.
"Yiyiniz, içiniz ve lakin israf etmeyiniz; muhakkak Allah-u Celle ve A'lâ müsrifleri sevmez." fermân-ı ilâhisinde ne güzel buyrulmuştur.
İsraf her şeyde mezmum olduğu gibi, yemek ve içmekte de câiz olmadığı bildirilmektedir. Tabii bu israflar, bizim dünya için fazla çalışmamıza, fazla kazanmamıza ve dolayısıyle fazla yorulmamıza sebep olmaktadır. Bu ise, en kıymetli metâımız olan ömrümüzü ve daha doğrusu ahiretimizi elimizden almaktadır. Bu yol akıllıların yolu değil, ancak cahillerin yoludur. Akıllı insan, o baha biçilmez kıymetli ömrünü fâni dünyanın fâni lezzetlerine elbette feda edemez.
Bir hadis-i kudsîde, Cenâb-ı Hak:
"--Ey Ademoğlu! Ben izzet denilen devleti, bana yapılacak tâatin içine koyduğum halde, insanlar o izzeti, sultanların kapısında (yâni memuriyetlerde) arıyorlar. Halbuki ona orada kat'iyyen bulamıyacaklardır." diyerek, gayet açık bir lisanla hakîkatleri beyan buyurması ne kadar şâyân-ı dikkattir.
Bugün ise iş tam tersinedir. Zira bugün bütün gençlerimizin yaptıkları tahsillerin gayesi, hep birer memur olabilmek ve bu suretle istikballerini temine çalışmaktır. Bu ise, çok yanlış bir harekettir. İnsan okumalı; okumalı amma devlete memur olmak ve milletin başına yük olmak için değil, başka sahalarda memlekete faydalı olabilmek için okumalıdır. Bu, daha çok mümkündür. Baksana, bugün memlekette ticaret sahası üç-buçuk yahudinin elinde; bu bizim için ne kadar acıdır. Gençlerimiz bu hususta acaba ne düşünüyorlar? Bunun için okumalı, fakat memlekete daha faydalı olmağa çalışmalıdır.
Hem de ne olacak memur olup da, nihayet muayyen bir maaş sahibi olacaksın. Halbuki ticaret ve sanayi, Hak kapısıdır. Kul kapısına iltica edip sığınacağına, Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın kapısına sığınmak elbette evlâdır. Onun vereceği rızık az bile olsa, herhalde memuriyetten alacağın çok maaştan daha hayırlıdır.
Bir kere Hakk'a dayanmak yeter. Sonra bugün servet sahiplerinin çoğu hep erbab-ı ticaretten olduğu hepimizin gözü önündedir. Ben bildiğim bir kardeşten bahsedeyim: Şimdi merhum olan bu zat, kafasını çalıştırıp ufak çapta bir kaba kağıt fabrikası kurdu. Fakat çok borçlanmıştı. Ömrü vefa etmeyerek --sizlere ömür-- dünyasını terkedip ahirete gitti.
Geride kalan üç evladı fabrikaya sahip çıktılar. Az zamanda babalarının bıraktığı bir milyonun üstündeki borcu ödediler. Hem de bugün çok müreffeh bir hayata sahiptirler. Mütemâdiyen de fabrikalarını tevsi' etmektedirler.
Şunu da yazmadan geçemiyeceğim, hepimize bir ibret levhası olsa gerek; bu fabrikanın katibi bir Ermeni vatandaştır. Tabii her gün pahalılık biraz daha artmaktadır. Çocuklar bu Ermeninin maaşını artırmak istedikleri vakit, bu Ermeni bakın ne demiş:
"--Efendiler, sizin fabrikanızın çok borcu var, şimdi benim maaşımın artırılacak zamanı değil! Siz ne zaman borçtan kurtulur ve para kazanmaya başlarsanız, zammı da o zaman yaparsınız."
Ben, bunları duyunca tüylerim ürperdi. Böyle bir fedakârlığı, maalesef bizler gösteremiyoruz. Bugün milletimizin hali ma'lûm, maaş alan memurlar hiçbir türlü kanaat edip yeter diyemiyorlar. Her sene zam, her sene zam. Yalnız bu sene 22 milyar, bütçedeki memur maaşlarının karşılığı... Bu ne demek? Onun için bizim memleketimiz bir türlü kalkınamıyor. "İşden artmaz, dişten artar." dediklerini unutmamalıyız.
İnsan ne kadar çok kazansa, harcadıktan sonra bir şey artmaz. Onun için "Kanaat tükenmez bir hazinedir." demişlerdir. Şimdi israfın neden haram olduğunu bilmem anlayabiliyor muyuz?..
Saadet ve selamet, çok kazanıp israf ile harcamakta değil, belki kanaat ile iktisad edip, devlet ve milletin kalkınmasına hizmet etmektedir. Bu, her vatandaşın başlıca vazifelerinden biridir. Biz, Avrupalının yaşadığı gibi yaşamaya özenirsek, hiçbir zaman kölelikten kurtulup hakiki hürriyetimize kavuşamayız.
Allah-u Teàlâ dünyanın hemen en güzel yerini bizlere ihsan etmiş. Elhamdü lillah her şeyi ne kadar bol; bol amma biz yine yiyeceğimiz ekmeğin ununu vesair bir çok ihtiyaçlarımızı hep dışarıdan, dış yardımlardan temin etmeye çalışıyoruz.
Halbuki gözümüzün önünde iki devlet var ki, bunların ne arazileri var ne de bağ ve bahçeleri; her şeylerini ticaretleri vasıtasıyla dışarıdan bol bol getirip yaşıyorlar. Eğer bizim bu arazilerimiz onların elinde olsa, emin olun ki, dışarıdan bir şey almadan çok müreffeh geçinirler, belki de dışarıya çok da ekin ve sâir hubûbat satarlar; keselerini ve hazinelerini altınla doldururlar. Bunun yerine bizim köylü kardeş, köyünü, tarlasını, işini, gücünü bırakır, okuyup nihayet memur olmaya çalışır.
Evvelce de arz ettiğim gibi, bizim kendi tarlamızdan aldığımız velev az da olsa, kanaat ettiğimiz takdirde bizim için daha çok iyidir. Bir kere israftan korkar ve kaçarız. İkincisi, bol paralar İslami bakımdan iyi yetişmemiş insanları haram yerlere ve haram işlere sürükler. Allahü Zülcelâl'e, artık boyun bükmesi ve ibadet etmesi zor gelir. Biraz da şöhretlerin verdiği azamet, kibir ve gururu buna eklerseniz, israfın neden haram olduğunu daha güzel anlamış olursunuz. Netice olarak, mevzuumuz olan izzet, memuriyetlerde değil, belki Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne yapılan taatlerdedir. Sen bu izzeti bırakıp da, izzeti memuriyette ararsan çok aldanırsın!