19. EBÜ'L-HÜSEYN-İ NÛRÎ HZ. (5)
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smil’lâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Kemâ yenbagî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultànih... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîne’t- tayyibîne’t-tàhirîn... Emmâ ba’d:
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun...
Burada evliyaullahın hayatını, sözlerini ihtivâ eden Tabakàtü’s-Sùfiyye’yi okuyoruz. Çok mühim şahıslar, çok alim, çok değerli kimseleri tanımış oluyoruz. Allah onların şefaatlerine cümlemizi erdirsin, onlarla beraber cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin cümlemizi...
Bu gün Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî Hazretleri’nin bölümü bitecek, yeni bir bölüme geçeceğiz.
Bunları okumağa başlamadan önce, Peygamber SAS Efendimiz’e bizlerden hediye olsun diye âline, ashâbını, etbaına; evliyaullah ve sàlihlerin ruhlarına; bu beldeleri fetheden fâtihlerin, şehidlerin, gâzilerin, mücahidlerin ruhlarına; cümle hayır, hasenât sahiplerinin ruhlarına;
Uzaktan yakından bu dersi dinlemeğe toplanmış olan siz kardeşlerimin ahirete göçmüş bütün müslüman geçmişlerinin ruhlarına bizlerden hediye olsun, ruhları şâd olsun, kabirleri nur dolsun, memnun ve mesrûr olsunlar diye;
Rabbimiz de bizi hem dünya, hem ahirette rahmetine erdirsin, cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin, iki cihan saadetine mazhar eylesin diye, bir Fâtiha, üç İhlâs-ı Şerîf okuyup öyle başlayalım! Buyurun:
.................................
a. Allah’a Dayan, Allah’a Tevekkül Et!
٧٠ - قال، وقال النورىُّ: من عقل الأشياء بالله، فرجوعه
فى كلِّ شئٍ إلى الله.
TS. 169/13 (Kàle, ve kàle’n-nûriyyü: Men akale’l-eşyâe bi’llâh, ferucûuhû fî külli şey’in ila’llàh.) Daha önceki rivayetlerin râvîlerinden gelen bu yeni rivayete göre, ki kimmiş o râvîler?.. Ebü'l-Hüseyn el-Fârisî müellife anlatmış, o İbrâhim ibn-i Fatik’ten duymuş, o da Ebü'l-Hüseyn-i Nûrî Hazretleri’nden duymuş. Aynı râvîlerden gelen bilgiye göre Ebü'l-Hüseyn-i Nûrî Hazretleri bu sözlerinde şöyle buyuruyorlar:
(Men akale’l-eşyâe bi’llâh) “Kim varlıkları Allah’la akleder, anlar, tanırsa; (ferucûuhû fî külli şey’in ilâ’llah) her şeyde rucûu, dönüşü Allah’a olur, Allah’a döner.”
Şimdi, biliyorsunuz söyledik geçtiğimiz derslerde de: Lâ ilàhe illa’llàh, aşikâre tevhiddir, Allah’tan başka ilah olmadığını söylemiş oluyoruz Lâ ilàhe illa’llàh deyince. Tamam. Yâni Lât’a, Uzza’ya, Ay’a, Güneş’e, puta, taşa, ağaca tapmıyoruz, onları ilâh değil diye biliyoruz. İlâh olmadıklarını, mâbud olmadıklarını biliyoruz. “Sadece Allah var. Mâbud olarak ibadete layık olan sadece Allah-u Teàlâ Hazretleri’dir.” diyoruz. Lâ ilàhe illa’llàh
diyoruz; Allah var, Allah’tan gayrı mâbud, ilah yok diyoruz.
Tamam, bu kâinâtı yaratan alemlerin Rabbini tanımaktır, birlemektir, tevhiddir, güzel. Buna aşikâre, görünen tevhid deniliyor.
Bir de, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llàh var. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llàh, bize başka bir şeyi söylüyor: “Bütün güç ve kuvvet Allah’ladır, Allah’tadır, Allah’tandır. Her şey gücünü onun vergisinden alıyor, Allah dilemezse hiç bir şey olmaz, Allah müsaade edince bir şeyler olabiliyor. Güç ve kuvvet ancak Allah’tadır, Allah’ın elindedir, Allah’ın kudretidir, onun tezahürüdür.” gibi bir mânâ ifade ediyor.
Bu da Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni gizli tevhiddir bu. Yâni kâinâtta başka bir söz sahibi, kuvvet sahibi, rey sahibi, fikir sahibi, hüküm sahibi yok... Hüküm, egemenlik, hakimiyet, güç, kuvvet, saltanat sadece Allah’tadır. Onun dediği olur. O müsaade etmezse, hiç bir şey olmaz.
Cümle işler Hàlik’ındır, kul eliyle işlenir;
Hakk’ın emrin olmaz ise, sanma bir çöp deprenir.
Bir yaprak kıpırdamaz, bir saman çöpü oynamaz yerinden. Her şey onunla oluyor, onun bilgisi altında oluyor. O bir şeyin olmasını istediği zaman, (Kün) “Ol!” diye emir buyurunca oluyor. Yaratan o, öldüren o, olduran o, hareketin sahibi o, gücün kuvvetin sahibi o...
Onun için, Allah’ın varlığının delillerinden birisi de: “Varlıklarda aslolan durgunluktur, sükûnettir; hareket bir tesirden dolayıdır. Madem kâinâtta birçok hareket var, o halde ilk muharrik Allah-u Teàlâ Hazretleri’dir.” diye, Allah’ın varlığını buradan da kavrayabiliyor, Allah’ın varlığına delil arayanlar.
Bu gizli tevhide, derin, anlamı çok derinlerde olan, ancak yüksek insanların, àriflerin sezip, benimseyip kavrayabileceği bu tevhide biz de ulaşmalıyız. Bunu da kavramalıyız tam tevhid ehli, tam muvahhid olmak için... Başına bir hal geliyorsa, kaderinden geliyor. Bir olayla karşılaşıyorsan, Allah nasib etmiş, ondan oluyor. Bir şey olacaksa Allah’tan istemeli; veren odur, olduran odur diye, o hakikatleri kavramalıyız.
Şimdi bütün varlıkları böyle Allah ile bilen, Allah’ın varlığı olduğunu, yaratığı olduğunu; onun emri olmadan hiç bir şey olmadığını, güç kuvvetin Allah’ta olduğunu anlarsa bir insan; varlıkları Allah ile bilirse, aklederse, kavrarsa, varlıkların Allah’la alâkasını anlarsa, olan her şeyin Allah’tan olduğunu kavrarsa; (ferücûuhû fî külli şey’in ila’llàh) o zaman, her şeyde Allah’a iltica eder, Allah’a rücû eder. “Aman yâ Rabbi!” der, “Sen bilirsin, senden istiyorum. Sen beni koru, sen bana yardım et!” der. Her şeyde Allah’a döner, gerçeği bulmuş olur. Gerçek de odur.
Allah’tan başkasından insan bir şey istese, istesin; istediği olmaz. Umduğu dağlara kar yağar, istediği olmaz. Allah, kendisinin muradı olmadan bir şeyin olmadığını ona anlattırır. Birisinden bir şey umar, umduğu boşa çıkar. Birisinden bir şey bekler, beklediği boşuna çıkar. Bu da nedendir? Allah, gene onun yanlışını düzeltmek istiyor, gene ona bir hayır murad ediyor da ondandır.
Bu şuuru kazandı mı insan, tabii irfânın, tevhidin çok yüksek bir noktasına ulaşmış oluyor.
Burada demek istiyor ki müellif:
“—Madem her şeyin Allah’tan olduğunu biliyorsun, Allah’a bağlan, Allah’a dayan, Allah’a tevekkül et!” demek istiyor. “Her şeyin Allah’tan olduğunu bilen, eşyayı Allah’la akleden kimsenin rücûu Allah’a olur. Binâen aleyh, sen de öyle yap!” diye, burada gizli bir nasihat var bize.
Sözün altında, kuru bir mâlûmat vermek tarzında değil; “Sen de öyle olduğunu bil de, Allah’a dayan, Allah’a tevekkül et!” demek yâni. “Rücûun Allah’a olsun, ilticân Allah’a olsun!” demek. Bize de lâzım olan bu söz zaten.
Onun için, bunu nasihat olarak algılayın ve Allah’a tam tevekkül edin, Allah’tan isteyin, Allah’a dayanın!
Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol!
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol...
diyor Mehmed Akif rahmetli. “Allah’a dayan, Allah’a tevekkül et, sa’ye sarıl, yâni çalış, çabala, tembel durma! Hikmete râm ol; güzel bir bilgi, malumat, bir şey gördün mü, ona teslim ol; ilme, irfâna teslim ol! Başka yol bilmiyorum.” diyor.
Yâni biz ne yapacağız? Başarı için ne lâzım?.. Allah’a tevekkül edeceğiz, gayret edeceğiz, ilme irfâna sarılacağız. İlme irfâna sarılmadan tembellikle iş olmaz. Allah’a dayanmazsan, nereden ne umarsan, Allah onların boşluğunu sana gösterir, elin havada kalır, bir şey geçiremezsin eline...
Bir de gayret edeceksin. İmtihan dünyasındasın, çalışacaksın. Çalışmadan, çabalamadan yan gelip yatmak olmaz.
Dedelerimiz güzel söylemişler, hoşuma gidiyor... Tatlı söylüyorlar, onlar sözün tatlı olmasına çok dikkat etmişler:
“—Armut piş, ağzıma düş.”
Pişmek, olgunlaşmak demek. Armut ağacının altına yatacak, ağzını da havaya açacak, armut pat diye ağzına düşecek... Be adam kalk da ağaca çık biraz, beğendiğin bir armudu kopar. Yok, çalışmayacak, aşağıya yatacak, ağzını da havaya açacak, pat diye armut ağzına düşecek... “Armut piş, ağzıma düş!”
Böyle mantık mı olur?.. Gülüyoruz ama, çok kere çalışmadan bir şeyler gelsin diye temennî ediyoruz. Çalışacaksın. Çalışmak Allah’ın emri olduğundan, çalışacaksın.
وَأَنْ لَيْسَ لِلإِنسَانِ إِ مَا سَعَى (النجم:٩٧)
(Ve en leyse li’l-insâni illâ mâ saà.) [Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.] (Necm, 53/39) Sen gayretini göstereceksin, kulluğunu yapacaksın; Allah da rubûbiyetini, Rabliğini gösterecek, ihsan edecek.
Ne kadar güzel, àrifâne söz söylemiş İbrâhim-i Edhem Hazretleri. İbrâhim-i Edhem, Edhem’in oğlu İbrahim demek. İ oldu mu babalık, oğulluk münâsebeti olduğu görülüyor. İbrâhim-i Edhem Hazretleri ne güzel söylemiş.
Demişler ki:
“—Aylardır yağmur yağmıyor, topraklar çatladı, otlar sarardı, soldu, kurudu, bitti. Hayvanlar yiyecek bulamıyorlar, zayıfladılar... Yağmur duasına çıkacağız, sen de gel!”
Şöyle bakmış kendisini yağmur duasına çağıranlara... Çok hoşuma gidiyor:
أَقِيمُوا عُبُوديَّتِكُمْ، فَإِنَّهُ أَعْلَمُ بِرُبُوبِيَّتِهِ .
(Ekîmû ubûdiyyetiküm, feinnehû a’lemü bi-rubûbiyyetihî.) “Siz kulluğunu güzel yapın, doğrultun işinizi, halinizi doğrultun; o Rabliğini bilir.” demiş.
Ne demek istiyor?.. Sen Allah’ın sevgili kulu ol, sana Allah geceleyin yağmur yağdırır, gündüzleyin güneş çıkartır, her şeyini rast getirir. Sen kulluğunu güzel yap. Güzel yapmakta gayretli olacağız. Kulluğu güzel yapmağa çalışacağız. Allah sa’yi emrettiği için çalışacağız. Pür dikkat ve çalışkan kulları olacağız. Hakki müslümanlık bu, dervişlik bu, tarikat bu, tasavvuf bu, àriflik bu...
Yâni, sadece bu sözü söyleseydik de, “Tamam, Allah’a ısmarladık ben gidiyorum, vaazım bitti.” deseydim yeterdi bu akşam size… Neden? Çok mühim hakikat bu… Bu kadarı yeter. Çok sözü ne yapacaksın? Bir tanesinden istifade etsen, kurtulursun. Ama okuyalım:
b. Hakîkî Derviş Kimdir?
٤٠ - قال، وسئل النورىُّ عن الفقير الصادق، فقال: الذى لا يتَّهم الله تعالى فى الأسباب، ويسكن إليه فى كلِّ حالٍ.
TS. 169/14 (Kàle, ve süile’n-nûriyye ani’l-fakîri’s-sàdık) Bu Ebü'l-Hüseyn-i Nûrî Hazretleri’ne, “Fakîr-i sàdık kimdir?” diye sormuşlar.
Fakîr muhtaç demek, sâdık da doğru. Doğru fakir kimdir? Neyi kasdediyor?.. Doğru sùfî, doğru derviş, doğru mutasavvıf. Fakir dediği burada, derviş demek istiyor. Fukarâ, fakirler, yâni dervişler demek. Yâni tasavvufa girmiş, irfanı elde etmek isteyen, Allah’ın sevgili kulu olmak isteyen, “Àrif kul olacağım, Allah’ın evliyası olacağım, sevgili kulu olacağım, iki cihanın hayrına ereyim!” diye yola giren, tarikata giren, tasavvufa intisab eden kimse demek.
Kimdir hakikî fakir, hakikî sùfî kimdir diye sormuşlar. Fakîr-i sàdıktan maksat bu. Sàdık, doğru; sahte değil yâni, hakikî…
(Fekàle) Cevap olarak buyurmuş ki: (Ellezî lâ yettehimu’llàhe
teàlâ fî’l-esbâb, ve yeskünü ileyhi fî külli hâl.) “Hakiki derviş, sàdık derviş, doğru, hakîkî derviş, Allah-u Teàlâ’yı sebepler konusunda suçlamayan, itham etmeyendir. Her halde Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne gönlü uyumlu, gönlü sakin, gönlü iltica edip gönlü memnun olandır.”
Esbâb, sebepler demek. Birtakım olaylar oluyor. Kibriti çakıyorsun, ateşi yakıyor... Bir sebep bir sonuç doğuruyor. Sebepler, sonuçlar... Her olayın sebebi var, sonucu var. “Sen şöyle yaptın da, böyle oldu.” diyoruz. Sebepler vardır, insan o sebeplerle bazı şeyler elde ediyor dünyada. İşte dükkân vardır meselâ. Dükkân bir kazanç sebebidir, Allah-u Teàlâ Hazretleri rızkını oradan veriyor. Sebepler var, tamam.
Bir de sebepleri sevk eden, kullanan, yaratan, gönderen, düzenleyen Allah var. O nedir? Allah-u Teàlâ Hazretleri müsebbibü’l-esbâbdır, sebepleri sebep yapıp da sana gönderendir. Sebeplerin müsebbibidir Allah-u Teàlâ Hazretleri.
İnsanın rızkı, kazancı, başarısı, dünyada elde ettiği varlıklar ve başına gelen olaylar sebeplerle oluyor ama, o sebeplerin kendisi canlı bir şey değil. O sebepleri sana gönderen kim? Allah... Müsebbibü’l-esbâb kim?.. Allah…
Sebepleri ön plana alırsan, sebepleri esas sanırsan, yanılırsın. Yâni, zenginin birisi hizmetçisini gönderse, veyahut postayla bir zarfın içinde sana diyelim ki on bin mark gönderse; meselâ, zarfın içine konulacak bir para gönderse, büyük bir para zarfın içinde, postacı getirdi. Zarfı bir açtın, ooo, içinden on bin mark, şu kadar milyon para ediyor filan... Sevindin değil mi?..
Teşekkürü postacıya mı yaparsın, yoksa zarfın içine paraları koyup da sana gönderene mi? Kime teşekkür edilir?.. Postacı nedir? Sebep. Naklediyor, getiriyor. Asıl zarfın içine parayı koyandır, sana ikramı yapan. Postacı değildir. O aracıdır. Bu bir benzetme.
İşte sana gelen olayları senin alnına yazan, sana gönderen; senin yediğin nimetleri sana veren, senin sıhhatini sana sağlayan;
senin hayatında şükretmene sebep olacak her şeyi sana veren kimdir? Allah... E neyle veriyor? Dükkandan veriyor, oradan veriyor, buradan veriyor... Şimdi aşağıda başka bir bölüm de gelecek, oradan da göreceğiz, bir yerlerden geliyor yâni bu. Birtakım sebeplerle senin rızıkların geliyor. Ama asıl gönderen, yapan, eden Allah...
Bir şey gelmezse, bazı insanlar ne yapar?.. Aç kaldı, dükkana müşteri gelmedi, işi biraz ters gitti filan... Bu sefer ayarı bozulur, kafası bozulur, dili bozulur, sözü bozulur, imanı, ilticâsı, teslimiyeti ve sâiresi sarsılır filan... Bu nedir? Zayıflıktandır. Nasıl olacak?.. Allah-u Teàlâ Hazretleri verse de, vermese de, ona karşı kulluğu güzel olacak.
Hakikî derviş kimdir? Sebepler konusunda Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni suçlamayan, itham etmeyendir. İşte bana rızık gelmedi, demek ki Allah bana vermedi filan diye, sebepler olmadığı zaman; başına, eline umduğu şeyler gelmediği zaman, Allah’a karşı kulluğunda kafası karışmayandır.
(Ve yeskünü ileyhi fî külli hâl) “Her halde Allah’a karşı sevgisi, saygısı, bağlılığı, kalbinin durumu tatlı, sevgili, bağlı, sakin olandır.” Dervişlik bu. Hakiki derviş, hakiki sòfî bu. Yâni,
الحمد لله على كل حال.
(El-hamdü li’llâhi alâ külli hàl) “Her halde Allah’a hamd ü senâlar olsun...” demek bu, onun anlatmış gibi bir şey yâni. “Hoştur bana senden gelen” meselesi. Geçen hafta da söylediğimiz mesele.
Sebepler oldu, olmadı, geldi gelmedi, para aldım almadım, kazancım az oldu çok oldu, şu oldu bu oldu... Allah’ı itham etmeyip, Allah’a olan sevgisi, saygısı, bağlılığı sapasağlam devam edendir. Yâni ne durum olursa olsun... Sevinçli günlerinde Allah’a güzel güzel ibadet ediyorsun; kederli günlerinde gene abdest alıp
gene ibadet edeceksin. Genişlik zamanında, oh sofranın üstünde çeşit çeşit nimetler var, çok şükür yâ Rabbi diyorsun, neşenden, keyfinden yanına gelinmiyor... E aç kaldığın zaman?.. O zaman suratın asılıyor, yüzün buruşuyor... Olmaz!
Her halde, her hâl ü kârda Allah’a karşı sevgin, saygın, bağlılığın, kulluğun sapasağlam devam ediyor mu? Ediyor. Tamam, hakiki derviş sensin. Hakiki dervişlik böyle olur. İyi hal olunca iyisin de, kötü hal olunca kötüleşmişsin. Demek ki sahtesin, bozuluyorsun; demek ki hakiki derviş değilsin.
Buradan neyi öğreneceğiz?.. Kadere rızayı ve başımıza dünyada ne hal gelirse gelsin Allah’a karşı kulluk edebimizde bir değişme olmamasını öğreneceğiz. Olayları hazmetmeyi öğreneceğiz. Mihneti, meşakkati görünce bozulmamayı öğreneceğiz, öyle olacak yâni.
Bir kimse hakiki derviş olmak istiyorsa, yâni iyi kul olmak istiyorsa; başına gelen olayları Allah yazıyor, kazancını Allah gönderiyor… O durumlardaki grafiğin aşağıya inmesi, çıkması, iyi-kötü şeyler onu sarsmayacak, değiştirmeyecek. Bu hale gelmeli…
Güzel şeyler olduğu zaman, herkes tabii sevinir. İyilikle muamele gördüğü zaman, iyilikle karşılık verir. Ama asıl güzel ahlâk nedir diyor Peygamber Efendimiz: Kötüye karşı iyilik yapmak. Er kişinin işi budur işte…
“—Kötülüğe kötülükle mukabele etmek, her kişinin kârıdır; kötülüğe iyilikle mukabele etmek, er kişinin kârıdır.”
Demek ki ahlâkî, ictimâî davranışlarımızda da bu akıl, bu mantık, bu zihniyet olması lâzım!
“—Birisi bana iyilik yaparsa ben iyilik yaparım da o bana kötülük yaparsa elime girmesin, ciğerini sökerim, postunu yere sererim, etini kıyma yaparım, canına okurum.”
E olmadı. Kötülüğe de iyilikle mukabele etmeyi öğrenecek hakiki derviş. Böyle feleğin çemberinden geçmiş olacak, her halde halini korumasını, güzel halini bozmamasını bilecek.
c. Allah’ın Takdirinde Hayır Vardır
٥٠- قال، وأنشد النورىُّ : وكم رُمْتُ أمراً خرْتَ لي في انصرافِه فلا زلتَ بي مِنًى أبرَّ و أرْحَما عَزَمْتُ على أَلا أُحِسَّ بخاطرٍ
على القَلْب إلا كُنتَ أنتَ المُقَدَّمَا
و أَلاَّ تراني عند ما قد كَرهْتَه لأَنَّك في قلبي كبيرًا مُعَظَّمَا
TS. 169/15 (Kàle, ve enşedene’n-nûriyyü) Geldi şimdi bir şiiri.
Dedim ya geçen hafta: Bu mübarekler duyguların güzel bir ifade vasıtası olan şiiri kullanmışlardır, şair ruhlulardır. Şair ruhluluk da zaten duyguların coşkunluğundan gelen bir şey. Şiiri kullanırlar. Bazen muradlarını, meramlarını, zevklerini, arzularını, aşklarını, şevklerini şiirle ifade ederler.
Bu Ebü'l-Hüseyn-i Nûrî Hazretleri’nin hayatını okurken de bir sürü şiirle karşılaştık bu bölümde. Şimdi son şiirini okuyoruz,
çünkü bölüm bitiyor.
وكم رُمْتُ أمرً ا خِرْتَ لي في انصرافِه
فلا زلتَ بي مِنًى أبرَّ و أرْحَما
Ve kem rumtü emren hırte lî fî’nsırâfihî
Felâ zilte bî minnî eberre ve erhamâ
Şimdi burada bir matbaa hatası var, elinde kitabı bulunanlar bunu da düzeltsinler. Minen yazmış, minnî olması lâzım onun, düzeltiyoruz kitabı. Geliyoruz mânâsına:
(Ve kem rumtü emren hırte lî fî’nsırâfihî) “Nice işten ben ayrılıp gitmek istiyorum, sen de bana, ona varmayı yaptırtıyorsun. Ben ayrılıp gitmek istiyorum; sen oraya gelmeyi tercih ediyorsun, bana onu yaptırtıyorsun. (Felâ zilte) Dâimâ, (bî minnî eberre ve erhamâ) bana benden daha iyilik yapıcısın, daha merhametlisin!”
“Aslında ben bir şeyden ayrılıp gitmek istiyorum; sen oraya gitme, gel diyorsun, aksini bana yaptırtıyorsun. Bana benden daha iyilik yapıcı, daha merhametlisin yâ Rabbi!”
Evet, bazen insan nefsinin arzusu olarak, gönlünün isteği olarak bir şeyi yapmak ister, Allah a o şeyi yaptırmaz. Ama nedendir?.. Aslında o senin yapmak istediğin işte şer vardır, Allah’ın yaptırdığı işte hayır vardır. Hayırlısını yaptırıyor Allah ama, senin keyfine ters gelir. “Hay Allah, bu iş niye olmadı?” filan diye üzülürsün.
Meselâ bir arabaya, bir vasıtaya bineceksin, pür telaş kan ter
içinde yetişeceğim diye gidiyorsun, vasıta kalkıyor, yetişemiyorsun. Eyvaaah! Filan... Üzülüyorsun kaçırdım vasıtayı filan diye. Neydi maksadın?.. Yetişmekti, binmekti işine. Fakat biraz sonra duyuyorsun ki, o vasıta kaza yapmış, yanmış, içindeki 17 kişi ölmüş. O zaman ne diyorsun? Aman, iyi ki binmemişim ya, binmememde hayır varmış demek ki. Allah beni yaşatacakmış da, ondan bindirtmemiş, ondan kaçırtmış vasıtayı diyorsun. Aklımıza gelen bir misal.
Ebü'l-Hüseyn-i Nûrî Hazretleri şiiriyle diyor ki: “Ben nice işten ayrılmak istiyorum, sen oraya gelmeyi bana nasib ediyorsun, onu tercih ediyorsun, yaptırıyorsun, gitmek istediğim yere getirtiyorsun. Görüyorum ki bana benden daha iyilik sever ve daha merhametlisin yâ Rabbi!”
Öyledir. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin yaptığı her şey, senin hakkında mutlaka daha hayırlıdır.
الخير فيما اختاره ا
(El-hayru fî ma’htarehu’llah) “Allah’ın sana seçtiğinde hayır vardır.” Sen ne olmak istiyordun, Allah sana hangi mesleği nasib etti?.. Sen kimle evlenmek istiyordun, Allah seni kiminle evlendirdi?.. Sen hangi işi tutmak istiyordun Allah sana hangi işi nasib etti?.. Bazen böyle insanın arzusuyla olanlar farklı olur. Bil ki onda bir hayır vardır.
عَزَمْتُ على أَلا أُحِسَّ بخاطرٍ على القَلْب إلا كُنتَ أنتَ المُقَدَّمَا
Azemtü alâ ellâ uhisse bihàtırin
Ale’l-kalbi illâ künte ente’l-mukaddemâ
“Yemin ederim ki; karar verdim ki kesin olarak, hatırıma bir
hayal, bir hatıra, bir düşünce geldiği zaman, ilk önce seni düşünmeye azmettim, karar verdim, yemin ediyorum, öyle yapacağım.”
Veyahut bu mazi sîgasıyla yâni “Yemin ederim ki; hatırıma, gönlüme bir hatıra, bir hayal, bir düşünce gelmiş, onu hissetmişsem sen ilk önce olmalısın, seni ilk önce düşünmeliyim, senden önce başka bir şey düşünmemeğe karar verdim, azmettim.” demek oluyor.
و أَلاَّ تراني عند ما قد كَرهْتَه لأَنَّك في قلبي كبيرًا مُعَظَّمَا
Ve ellâ terânî inde mâ kad kerihtehû
Li-enneke fî kalbî kebîran muazzaman
[Sevmediğin şeyin yanında beni görmemen, kalbimde muazzam büyük bir yerin olması sebebiyledir.]
Tabii, bir insan bir işin başında, her şeyden önce Allah’ı
düşünürse ne yapmış olur? Çok isabetli bir şey yapmış olur. Allah’ın rızasını düşünmüş olur, o işte sevap kazanır. Onun için, biz her işin başında ne yapıyoruz?.. Besmele çekiyoruz. Bu Allah’ı hatırlamaktır.
Bir de müslümanın her işe niyet etmesi vardır. Namazda niyet ediyoruz, oruçta niyet ediyoruz, her şeyde niyet ediyoruz. Niyet de başında bir hatırlamadır. Hem besmele, hem de niyet, o işin bize sevaplı olmasını sağlıyor. Ahiret bakımından kazançlı olmasını sağlıyor. Her işimizin başında besmeleyi çekeceğiz, Allah’ın hayrını, rızasını düşüneceğiz ve iyi şey yapmağa niyet edeceğiz. O zaman her işimiz bize sevap kaynağı olur. Uyusak bile sevap olur.
Bu da ikinci beyitte yemin ediyor ki; “İlk önce seni düşüneceğim diye azmettim, böyle bir şeye yemin ediyorum, kararlaştırdım.” diyor.
Bizde inşâallah her işimizde önce Allah’ı düşünelim CC, ondan
sonra işimizi yapalım. İşimizi Allah’ın rızasına göre yapalım.
d. Rızkımızı Allah Veriyor
Sonuncu paragrafa geldik, bitiyor bu bölüm, Ebü’l-Hüseyn-i Nûrî Hazretleri ki, mutasavvıfların en alimlerinden, çok kıymetli bir kimse idi, okumuştuk hayatını.
٢٠ - قال، وأحضر النوريٌ مجلسًا للسلطان؛ فقال له: من أين تأكلون؟ فقال: لسنا تعـرف الأسـباب، الـتى تـسـتـجلـب بها الارزاق، نحن قومٌٍ مدبَّرون.
TS. 169/16 (Kàle, ve uhdira’n-nûriyyü meclisen li sultân, fekàle lehû: Min eyne te’külûn? Fekàle: Lesnâ na’rifü’l-esbâb, elletî tüsteclebü bihe’l-erzâk, nahnü kavmün müdebberûn.)
Ebü'l-Hüseyn-i Nûrî Hazretleri, sultanın bulunduğu bir meclise götürülmüş. Sultan, padişah, zamanın halifesi, hükümdarının yanına götürmüşler Ebü'l-Hüseyn-i Nûrî Hazretleri’ni. (Fekàle lehû) Sultan, Ebü'l-Hüseyn-i Nûrî Hazretleri’ne sormuş:
(Min eyne te’külûn?) “Nereden yiyorsunuz? Yâni, maişetinizi nereden sağlıyorsunuz, kazancınız nereden geliyor, yeme içmenizi sağlayan gelirler nereden geliyor?” (Fekàle) Demiş ki ona cevaben:
(Lesnâ na’rifü’l-esbâb) “Biz sebepleri bilmeyiz. Sebepleri gören, bilen insan değiliz. Bilmem, işte geliyor bir yerden el-hamdü lillah, oluyor. (Elletî tüsteclebü bihe’l-erzâk) Rızıkların onlar aracılıyla kazanıldığı sebepleri biz bilmeyiz, bilmiyoruz, bilmem.” Bilmiyoruz dediği, bilmem demek istiyor yâni. “Biz rızıkların kazanılmasına sebep olan araçları, sebepleri bilmeyiz.
(Nahnü kavmün müdebberûn) Biz işleri görülüp kayırılan
insanlarız. Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri veriyor işte. Biz bir sebep peşinde koşup da rızık arayacağız diye çırpınmadan, Allah
bize veriyor.” Yuvadaki kuşa nasıl annesi getirip ağızına koyuyorsa, uçmadan, çalışmadan... “Biz işi görülüveren insanlardanız. Allah tarafından görülüveren insanlardanız.” demiş.
Evet, tasavvufta insanın kendisinin elinin emeğiyle yemesi var. Onun için, birçokları bir meslek tutmuşlardır, çalışmışlardır, elinin emeğiyle kazanmışlardır, ondan yemişlerdir ve başkasına da yedirmişlerdir. Kimisi de tamamen Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne teslim olmuştur. Allah-u Teàlâ Hazretleri onlar ihsân ediyor. Hatta kerâmet yoluyla da ihsân ediliyor. İstediği yerde sofra kuruluyor, yiyorlar, içiyorlar. Belki öyle demek istiyor.
Burada Ebü’l-Hüseyn-i Nûrî Hazretleri hakkındaki bölüm bitti. Gelelim bundan sonraki mübarek zâtın, Ebû Osmân el-Hîrî Hazretleri’nin hayatına doğru bir sayfa açarak onu okumağa... Onun hayatından şöyle bir başlayalım!..