14. HAMDÛN EL-KASSÀR (5)

MANSUR İBN-İ AMMÂR (1)



Geldik yeni bir muhterem zâtın terceme-i hâline: Mansûru’bnü Ammâr, Ammâr oğlu Mansûr yâni. 17. terceme-i hâle gelmişiz. 16 tane okumuşuz, epeyce bir şey. Tamamı 100 tane… 100 terceme-i hâlden 16 tanesini yavaş yavaş, okuya okuya tamamlamışız.

Bir zaman gelir, bu kitaplar biter, daha nice kitaplar biter... Bizim ömürlerimizin kitapları biter, defterlerimiz dürülür, bizler gelir geçeriz, neler olur... Allah cümlemize hayırlı uzun ömür versin...


a. Mansur ibn-i Ammâr Hakkında Bilgi


٧٤- منصور بن عمَّار ومنهم منصور بن عمَّار، وكنيته أبو السَّرىِّ. من اهل مرو؛

وأصله منها، من قرية يقال لها دندانقان، كذلك سمعت أبا

العبَّاس، أحمد بن سعيد المعدانىَّ بذكر ذلك.


(Mansûru’bnü ammârin) Ammâr oğlu Mansûr isimli zât, rahmetu’llàhi aleyh.

(Ve minhüm mansùru’bnü ammâr) “Bu evliyâullahtan, bu sòfîlerden, Tabakàtü’s-Sùfiyye’de ismi yazılacak olan büyüklerden bir tanesi de Mansûru’bnü Ammâr’dır.”

(Ve künyetühû ebu’s-seriy) Biliyorsunuz Arapça’da isim var, künye var, lakab var, nisbe var. Künyesi Ebü’s-Serî imiş. Belki çocuğunun ismi Serî olduğundan, Seriyyi’s-Sakatî Hazretleri de vardı biliyorsunuz. Künyesine Ebü’s-Serî’dir diyor.

(Min ehli merv) Merv şehrinden, Merv ahâlisinden bu Mansûr. (Ve asluhû minhâ) Kökü de o şehirden. Asıl, kök demek. Yâni

418

ailesinin, kökü, aslı o şehirden. (Min karyetin yukàlü lehâ dandenakan) Merv şehrinin Dandenakan26 denilen köyünden. Dandenakan, biliyorsunuz meşhur bir harbin cereyan ettiği yerdir. 1040 Yılında Gaznelilerle Selçuklular arasında olan bir harp… Harbi Selçuklular kazandı.

(Kezâlike semi’tü ebe’l-abbâs ahmede’bne saîdin el-ma’deniyye yezkürü zâlike) İşte bu Ahmed ibn-i Saîd el-Ma’denî’den böyle dediğini de böylece duymuştum. Yâni Merv’in Dandenakan şehriden bu Mansûru’bnu Ammâr diye duymuş müellif. Kimden duyduğunu filan böyle güzelce zikrediyor görüyorsunuz.


ويقال: إنه من أهل أبيورد، كذلك ذكره لى أبوالفضل الشافعى الأخبارىُّ.


(Ve yukàlü) Bir de şu rivâyet var, şöyle de denildi ki: (İnnehüm min ehli ebî verd) Merv’den değilmiş de Ebî Verd şehrindenmiş diye de bir rivâyet var. Denildi ki, “O Ebî Verd ahalisindendi.” (Kezâlike zekerehû lî ebu’l-fadl eş-şâfiiyyü el-ahbâriyyü) Yâni, “Ebû Fadl eş-Şâfî el-Ahbârî isimli şahıs da bana bu rivayeti nakletti.” Yâni bir o rivâyet var, bir bu rivâyet var, iki. Ya Mervli, Dandanakan’dan; ya da Ebî Verd’den.


ويقال: إنه من أهل بوشنج، كذلك ذكره لى محمد بن العبَّاس



26 Dandenakan şehri bugünkü Türkmenistan’da, Merv yakınlarında, Taşrâbâd şehrinin olduğu yerde bulunuyordu. Bir tepe üzerine kurulmuştu, etrafı surlarla çevriliydi. Şehrin su ve kanalizasyon şebekesi mevcuttu. Ortaçağın önemli ticaret ve sanat merkezlerinden biriydi. Dandenakan Meydan Savaşı 1040 yılında (hicrî 431), Selçuklularla Gazneliler arasında burada yapıldı. Gazneli ordusunu Sultan Mes’ud, Selçuklu ordusunu Çağrı Bey komuta etti. Savaşı Selçuklular kazandı. Zaferden sonra Selçuklu beyleri toplantılar, Büyük Selçuklu Devleti’ni kurdular. Tuğrul Bey’i yeni devletin ilk sultanı olarak ilan ettiler. (TDV İslâm Ans. c. VIII, s. 456)

419

العُصْمِى.


(Ve yukàlû innehû min ehli bûşenc, kezâlike zekerehû lî muhammedü’bnü’l-abbâs el-usmî) “Bu Muhammed ibn-i Abbas el- Usmî, —Harekesi böyle, ayın-sad-mim, Usmî— onun bana rivâyet ettiğine göre de Buşenc şehrindendir.” diye de bir rivâyet varmış.

Bunların tabii hepsi aslında gene Horasan’da birbirine yakın yerlerdir. Buşenc hakkında bilgi var burada:

(Fî vâdi’l-meşcer) Ağaçlık bir vâdideymiş, (min nevâhi herat) Herat’a yakınmış şu şimdi Afganistan’da olan Herat’a yakın bir yermiş. Puşenc diye de geçermiş. (Ve kad tuarrabü ve yukàlü fûşenc) Arapçaya pe harfi olmadan Fûşenc şeklinde de geçmiş. Pûşenc denilen veya Bûşenc denilen yerden olduğu da rivâyet ediliyor.

Bunlar mekanik bilgiler. Yâni bu Mansûru’bnü Ammâr isimli zât Horasanlı. Ya Belh şehrinden, ya Ebî Verd, ya Pûşenc veya Bûşenc’ten.


أقام بالبصرة، وكان من أحسن الناس كلامًا فى الموعظة، وكان من حكماء المشايخ.


(Ekàme bi’l-basra) Irak’a gelmiş, Basra’da ikàmet etmiş. Basra, biliyorsunuz Irak’ın güneyinde Körfez’in kıyısında bir liman.

(Ve kâne min ahseni’n-nâsi kelâmen fi’l-mev’izah) Vaaz konusunda insanların en güzel sözlüsü idi bu Mansûru’bnü Ammâr. Çok güzel vaaz veren bir kimseymiş.

(Ve kâne min hükemâi’l-meşâyih) Şeyhlerin hakîmlerinden idi, yâni hikmetli söz söyleyen, güzel söz söyleyenlerinden idi bu Mansûru’bnu Ammâr Hazretleri.


وأسند الحديث.

420

Şimdi hayatıyla ilgili bilgiler bunlar. Tabii doğum ve ölüm tarihleri geçmedi burada. Bilgi yoktur da onun için yazmamıştır. Öteki terceme-i hallerde, rivâyet varsa yazıyordu şu senede doğmuştur diye. Bunun hakkında bilgi yok. Onun için şeye bakıyorum yâni 291 senesinde doğmuş râvîlerden bir tanesi, ona bakıyorum. Yâni buna haberi veren şahıs. Ötekisi de 378’de vefat etmiş. Demek ki râvîlerin hayatları böyle olduğuna göre o rivayetin kaynağı olan şahıs onlardan biraz daha evvel yaşamış bir kimse olmuş oluyor.

Mansûr-u Ammâr, Mansûru’bnü Ammâr. Şimdi bu ibn kelimesini İranlılar kullanmazlar. Yâni Mansûr ibn-i Ammâr demek, Ammâr’ın oğlu Mansûr demek ama, ibn kelimesini Araplar kullanır. İki kelime arasında, babayla oğul orasında ibn kelimesini kullanırlar. Meselâ, diyelim ki Fatih Sultan Mehmed. Adı Muhammed değil mi, babasının adı Murad. Ne diyecek?.. Muhammed ibn-i Murad diyecek. Orhan ibn-i Osman diyecek. Yâni Araplar böyle kullanır.

İranlılar bunu kullanmazlar. Bunun yerine izafet kesresi kullanırlar, i harfi kullanırlar. Ne derler? Mansûr-u Ammâr derler. Mansûr-ı Ammâr, yâni Ammâr’ın oğlu Mansûr demek bu da. Rüstem-i Zal derler. Ne demek? Zal oğlu Rüstem demek. Yâni İranlıların kullanışı böyledir.

Onun için, İranlı telaffuzuyla olan isimlerde iki tane isim görünce şaşırmamak lâzım, ikinci ismin baba ismi olduğunu bilmek lâzım. Yâni İlâhiyata filan devam eden kardeşlerimiz, hakkında bir kulak dolgunluğu olsun diye onlara söylediğim bir malûmat olmuş oldu şimdi bu.


b. Salebe ibn-i Abdurrahman Hadisesi


وأسند الحديث.


(Ve esnede’l-hadîs) Hadis de rivâyet etmiştir bu Mansûru’bnu Ammâr Hazretleri.

Tabii bu müellif ne yapıyordu? Hadisle meşgul olmuşsa

421

terceme-i hâli yazılan kişi, onun rivâyet ettiği bir hadisi yazıyordu buraya, usûlü buydu. Bir tane yazıyor, fazla yazmıyor. Bir hadis yazıyor ama nümûne oluyor. Bu sefer uzun bir hadis yazmış, bu Mansûru’bnu Ammâr Hazretlerinden. Bir, iki, üç sayfalık bir hadis yazmış. Rivâyet senedi şöyle:


٤ - أخبرنا جَدِّي، اسماعيلُ بنُ نُجَيد، السُّلَميُّ، قال : حدثنا

أبو عبد الله، محمدُ بن إبرهيمَ بنِ سعيد، العَبْدِيُّ؛ حدثنا سُلَيْم

بنُ منصورِ بنِ عمَّار، ببغدادَ - في رَحْبَة أبيه - ؛ حدثنا أبي؛

عن المُنْكَدِر بنِ محمد بن المُنْكَدِر؛ عن أبيه؛


TS. 131/1 (Ahberenâ ceddî) “Bize dedem haber verdi.” Yâni bize dediği Ebû Abdurrahmân es-Sülemî, şu kitabı yazan. Ona kim haber vermiş? Dedesi. Dedesi büyük alim. Kendisi de âlim, dedesi de büyük âlim. (İsmâilü’bnü nüceyd) Yâni Nüceyd oğlu İsmâil dedesinin adı. Bu müellife dedesi nakletmiş. Dedesinden rivâyet alıyor bir kere, bir.

(Kàle haddesenâ ebû abdi’llâh muhammedü’bnü ibrâhime’bni saîd el-abdî) Dedesine bu ismini okuduğum Ebû Abdullah Muhammed ibn-i İbrâhim ibn-i Saîd el-Abdi rivâyet etmiş. Bu kimmiş? Bu şahıs Buşencli imiş. Demin geçen o Buşenc veya Puşenc denilen yerde, Şafiîmiş. (Şeyhü ehli ilm bi-niysâbûr) Nisabur’daki ehl-i ilmin üstadı imiş, şeyhi, başkanı, önderi imiş. (Tavvafe’l-bilâd) Beldeleri çok çok dolaştı diyor, çok gezmiş. Bu eski insanlar ilim öğrenmek için gezerlerdi. Nerede bir âlim varsa onun adını duyunca oraya giderlerdi, ondan okurlardı, onun imzasını alırlardı, bilgiyi öylece çoğaltırlardı. Diyar diyar gezerlerdi.

Bu da, Ebû Abdullah Muhammed ibn-i Ebî İbrâhim el-Abdî isimli bu şahıs da çok gezmiş. (Tavvafe’l-bilâd) tavvafe demek, çok tavaf etti, yâni çok gezdi demek. Irak, Horasan, Hicaz, Mısır, Şam, el-Cezîre... (Ve kâne fakîhen müftiyen) Fakihti, müftü idi. Yâni

422

Fıkıh bilgisinin de kuvvetli olduğunu anlıyoruz, müftülük yapacak kuvvette bir kimseymiş. (Mâte senete tis’îne ve mieteyn) 290 hicrî senesinde ölmüş. (Ve düfine senete ihdâ ve tıs’îne ve mieteyn an sittin ve semânîne seneh) 86 yaş yaşadıktan sonra vefat etmiş.

Bundan dedesi duymuş. Bu alimi anmış olduk. Ruhu şâd olsun... Allah şefaatlerine erdirsin... Fakih, âlim bir kimseymiş, diyar diyar ilim öğrenmek için gezen bir kimseymiş.

Peygamber Efendimiz’in hadis-i şerifi var:

“—İlmi öğrenmek için ayağına gidiniz!” buyurmuş.

Şimdi bu devirde bakıyorum, gülüyorum ben: Filanca hocayı Ankara’ya çağırıyorlar, filanca hocayı Adana’ya çağırıyorlar: “—Aman hocam konferans...”

Yâni, hocaları çağırıyorlar şimdi ayaklarına... Eskiden ilim öğrenmek için hoca neredeyse köyde olsa, dağda olsa oraya gidip ilim öğrenirlermiş. Bu tabii güzel bir an’ane ve sevaplı bir şey. Oraya attığı her adım için büyük sevaplar yazılıyor.


(Haddesenâ süleymü’bnü mansûri’bni ammâr) Bu zâta da Mansûr-u Ammâr’ın oğlu Süleym rivâyet etmiş. (Ebu’l-hasen el- mervezî, sekene bi-bağdâd) Bağdat’ta oturmuş, (ve haddese bihâ) orada hadis rivâyet etmiş. (Ve kâne ehlü bağdâde yetekellemûne

fîhi) Ehl-i Bağdat onun ilmî yönden bazı hususlarda tenkidini yaparlarmış.

(Bi-bağdâde) Bağdat’ta o dedesine rivâyet veren şahsa o söylemiş. Yâni babasının yerinde. (Haddesenâ ebî) Bana da babam rivâyet etti demiş. Yâni babası terceme-i hâli yapılan Mansûr ibn-i Ammâr Hazretleri.

(Haddesenâ ebî ani’l-mükediri’bni muhammedi’bni’l-münkedir) Münkedir oğlu Muhammed oğlu Münkedir’den duymuş o da.

Bu kimmiş?..


(Et-teymî el-medenî yervî an ebîhi) Babasından hadis rivâyet eden bir kimseymiş ve ibn-i Şihâb’dan. (Vesekahû ba’duhum ve daafaû aharun) Bazıları buna kuvvetli râvî demişler, sağlam demişler; bazıları da zayıf demişler. (Kàlû anhu kâne racülen

423

sâlihan) Hakkında demişler ki: “Salih bir insandı.” (Kesîre’l-hata’) Yalnız rivayetlerinde hata çok idi. (Kataathü’l-ibâdetü an mürââti’l-hıfz) “İbadete düşkün olması, hadis hafızlığı konusunda çalışmaktan onu biraz alıkoymuştur. İbadeti çok yaptığından rivayetlerinde biraz hıfz hataları, rivâyet hataları olurdu.” demişler. (Mâte senete semânin ve mieh) 180 senesinde ölmüş.

Babası ona, o da (ebîhi) diyor, o da Muhammed ibni’l- Münkedir. Bu da Benî Tehîm’den, Medineli, (ehadü’l-eimmeti’l- a’lâm) çok yüksek, önder âlimlerden birisiydi. (Kâne lâ yetemâlekü nefsehû en yemkiye izâ karaa hadîse rasûli’llah sallallahu aleyhi ve sellem) Peygamber Efendimiz’in hadisini rivâyet ederken, okurken kendisini tutamaz, hüngür hüngür ağlarmış Muhammed ibni’l-Münkedir. Öyle duygulanırdı yâni. (Mâte senete selâsîne ve mieh) 130 senesinde vefat etmiş. 130 senesi nedir? Emevilerin son yılları filan olmuş oluyor.


عن جابر، رضي الله عنه: أن فتًى من الأنصار، يقالُ له: ثعلبةُ

ابنُ عبد الرحمن، كان يحفُّ برسولِ الله صلى الله عليه وسلم،

ويخدمه. ثم إنه مرَّ بباب رجل من الأنصار، فاطَّلعَ فيه، فوجد

امرأَة الأنصاريِّ تغتسلُ . فكرر النظر؛ فخاف أن ينزل الوحيُ

على رسول الله صلى الله عليه و سلم، بما صنعَ؛ فخرج هاربًا من المدينة، استحياءً من رسول اللهِ صلى الله عليه و سلم، حتى أتى جبالاً بين مكة والمدينة، فولجها،


(An câbirin radıya’llàhu anh) Babası da, yâni Muhammed ibn-i Münkedir de, Câbir RA’dan işitmiş ki:

(Enne feten mine’l-ensàr, yukàlü lehû: Sa’lebetü) Ensârdan bir yiğin delikanlı ki, adı Sa’lebe’ydi, Sa’lebe denilirdi kendisine. (Sa’lebetü’bnü abdi’r-rahmân) Abdurrahman oğlu Sa’lebe denilen ensârdan bir yiğit, delikanlı kişi. (Kâne yahiffu bi-rasûli’llâh

424

salla’llàhu aleyhi ve sellem, ve yahdümühû) Rasûlüllah SAS Efendimiz’in hizmetinde bulunan bir genç, ona hizmet veren bir kimse, etrafında bulunan bir kimseydi. (Sümme innehû merre bi- bâbi racülin mine’l-ensâr) Günün birinde bu delikanlı, yâni Sa’lebe ensârdan bir kimsenin kapısının önünden geçiyordu. (Fa’ttalea fîhi) Şöyle uzandı, kapıdan içeriye baktı.

Muhterem kardeşlerim! Hadis-i şeriflerde okumuştum, “Açık kapıdan, pencereden bakmak bile içeriye girmek gibidir.” diyor Peygamber Efendimiz. Bakmayacak.

“—Niye açmış perdeyi, kapıyı, pencereyi?..”

E canım, açmak onun hatası, bakmak senin hatan. O açmış da sen de niye baktın? Sen de bakmayacaktın. Evin içine girmek olur mu meselâ, izinsiz birisinin evine girilir mi? Girilmez. O halde camına da bakılmaz, kapısına da bakılmaz, bahçesine de bakılmaz o halde. İslâmî terbiye budur. Çünkü hadis-i şerifte böyle buyuruyor Peygamber SAS.


Şimdi bu Peygamber Efendimiz’e hizmet eden Sa’lebe ibn-i Abdurrahman isimli genç ne yapmış? Ensârdan birisinin evinin önünden geçerken şöyle uzanmış, kapıdan içeriye bakmış. Hadis-i şerif vardır:27


النظْرَةُ سَهْمٌ مِنْ سِهَامِ إِبْلِيسَ مَسْمُومَةً (ك. عن حذيفة)


RE. 238/16 (En-nazratü sehmün min sihâmi iblîse mesmûmeten) “Nazar, bakış şeytanın oklarından zehirli bir oktur.” Bakarsan belânı bulursun!

Sen misin bakan, gözün bir haram şeye takılır, belânı


27Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.349, no:7875; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.195, no:292; Huzeyfe RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.X, s.173, no:10362; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.329, no:13075; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.328, no:2864; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.310, no:24971.

425

bulursun. Bakmamak lâzım geliyor.

Hani, Hazret-i Osman Efendimiz’in de kerameti var, biliyorsunuz. Kendisi halifeyken yanına bir zât geliyor da Hazret-i Osman Efendimiz o zâtın yüzüne bakıyor, ismini söylemeyelim:

“—Senin gözünde zinâ emâreleri, alâmetleri görüyorum.” diyor.

Adam şöyle bir sarsılmış, şöyle bir afallamış, demiş ki:

“—Peygamberlik kesilmedi mi yâ emîre’l-mü’minîn? Yoksa sana da mı vahiy geliyor? Kesilmedi mi peygamberlik?” demiş, onun o sözü üzerine… Meğer, Hazret-i Osman’ın yanına gelirken, yolda yürürken açık bir kapıdan veya pencereden bir eve bakmış da, bir tam örtünmemiş kadın görmüş. Bakmak da zina sayıldığından, Hazret-i Osman onun o bakışından gözünde alâmeti görüyor da, “Senin gözünde zina emâresi seziyorum!” diyor.

Bunu nasıl izah edersiniz? Yâni bir bakmaktan insanın gözünde ne oluyor yâni? Ne oluyor? Bir şey oluyor işte. Erbâb-ı kemâl ve erbâb-ı kerâmât böyle pat diye söyleyiveriyorlar. “Gözünde zinâ izi görüyorum, gözün günah işlemiş.” Günahını gözüne bakınca anlıyor.


Şimdi gelelim Sa’lebe’ye… Ensârdan birisinin evinin önünden geçerken kapıdan içeriye boynunu uzatmış —veya döndürmüş diyelim— bakmış. (Fa’ttalea fîhi fe vecede’mreeteni’l-ensâriyyi tağtesilû) Bakmış orada ensârdan bir kadın yıkanıyor, gusül abdesti alıyor. Öyle görmüş.

Tabii (tağtesilû) yıkanıyor, belki abdest alıyordu, bilmiyoruz. Belki tamamen soyunmuştu, belki bir miktar çömelmişti... Detayını bilmiyoruz. Yıkanırken, gusül abdesti veya namaz abdesti. Namaz abdesti olsaydı (tetevaddau) derdi. (Tağtesilû) dediğine göre şöyle yıkanıyor demek ki. Yıkanırken görmüş kadını.

“—Yâ bu insanlar nasıldı?” diyecek olursanız... O devirde evlerin şimdiki gibi kapısı, penceresi, camı yok. Sadece örtüsü var. Yâni bir örtü var. Nereden kereste bulacak, nereden biçecek,

426

nerede kapı haline getirecek, nerede çivi bulacak, nerede kapacak?.. Cam yok zaten o devirde. Herhalde rüzgâr esmiştir, kadın orada yıkanırken, açılmıştır veya düşmüştür tam o yıkandığı sırada. Neyse... Netice itibariyle bu yıkanan kadını görmüş.


(Fekerre’n-nazar) Bir bakmış, bir daha bakmış, bir daha bakmış... Tekrar tekrar bakmış. Yâni nazarı tekrarladı, bakışı tekrarladı. Baktı ama, (fehâfe en yenzile’l-vahyü alâ rasûli’llah sallallahu aleyhi ve sellem min mâ sanaah) işlediğinden dolayı Rasûlüllah’a vahiy inecek diye korktu bu sefer de. Günah işledi ya, bakmak haram. Yâni insan yolda giden kadına bile gözü şöyle bir takıldı, neyse ne... Bir daha dönüp baktı mı ikinci bakış şeytandandır, bakmayacak. Hani gözü bir defa takıldı, neyse ne ama ikinci bakış şeytandandır deniliyor. Şimdi bu (kerre’n-nazar) tekrar tekrar baktı, ne yaptı? Yaptığı işten dolayı Rasûlüllah’a vahiy iner diye korktu.

Yaa... İşte Peygamber Efendimiz’in zamanındaki insanların durumunu görün!.. Yâni Rasûlüllah Efendimiz’in hak peygamber olduğunu gösteren şeyler. Etrafta bir şey oldu mu pat, vahiy iniyor. Biliyorlar, hepsi yüreğini tutuyor. Çünkü görmediği şeyleri, Allah’ın bildirmesiyle Rasûlüllah haber veriyor Allah’ın gerçek rasûlü olduğundan.

Korktu, ne yaptı?.. (Feharace hâriben mine’l-medîneh) Medine’den kaçarcasına çıktı gitti, kaçtı yâni. Kaçarak Medine’den gitti.


(Hattâ etâ cibâlen beyne mekkete fevelecehâ) Mekke ile Medine arasındaki dağlara kadar kaçtı gitti. Orası dağlık bir mıntıka... Şöyle Medine’den Mekke’ye doğru giderken görüyor insan. Çatır çatır kayalık, yüksek dağlar. Hatta bazen dolu filan düşüyor üstüne, hava soğuduğu zaman üstleri beyazlaşıyor, yüksek dağlar yâni. Oralara kaçtı.

(İstihyâen min rasûli’llah salla’llahu aleyhi ve sellem) Yaptığı günahtan dolayı, Rasûlüllah’tan utandığı için oralara kaçtı.

427

فسأل عنه رسول الله صلى الله عليه وسلم أربعين يومًا، وهى

الأيام التى قالوا: ودَّعه ربه وقلاه.


(Feseele anhu rasûlü’llàh salla’llàhu aleyhi ve sellem erbaîne yevmen) Kırk gün Peygamber Efendimiz sordu: “Nerede Sa’lebe, nerede Sa’lebe?..” diye onu sordu. Kırk gün. Çünkü hizmetindeydi, etrafındaydı, görüyordu zaman zaman, ‘Ne oldu Sa’lebe’ye?” diye sordu.

(Ve hiye’l-eyyâmü’lletî kàlû: Veddeahû rabbühû ve kalâhu) Hani Ve’d-duhâ Sûresi’nin inmesine sebep olan bir fetretü’l-vahiy zamanı vardı Peygamber Efendimiz’in. İşte o zamanlara rastlıyordu bu olaylar. Kâfirlerin, müşriklerin, münafıkların, “Rabbi darıldı Muhammed’e, onu terk etti.” diye dedikodu yaptıkları zamanlarda.


فنزل جبريل عليه السلام، فقال: إن ربك يقرئك السلام، ويخبرك

أن الهارب من أمتك بين هذه الجبال، يعوذ بى من نارى.


(Fenezele cibrîlü aleyhis’s-selâm) Cebrâil AS nâzil oldu, indi, (kàle: İnne rabbeke yukrieke’s-selâm ve yuhbirke enne’hâribe min ümmetike beyne hâzihi’l-cibâl) “Ey Rasûlüllah! Rabbin sana selâm gönderdi, sana bildiriyor ki: ‘Kaçan kişi, o kaçak, ümmetinden o kaçak şu dağların arasındadır. (Yeùzü bî min nârin) Yâni benim cehennemimden bana sığınıp duruyor o kaçak, o dağlardadır.’ diye bildiriyor Rabbin.” dedi Cebrâil AS.


فبعث رسول الله صلى الله عليه وسلم، عمر بن الخطاب وسلمان،

وقال: إنطلقا فأتيانى بثعلبة بن عبد الرحمن. فخرجا فى أنقاب

المدينة، فلقـيهما راعٍ من رعاة المدينـة، يقال لـه ذفافة. فقال لـه

428

عمر: ياذفافة! هل لك علمٌ بشابٍ بين هذه الجبال؟ فقال ذفافة:

لعلك تريد الهارب من جهنم؟ فقال له عمر: ما علَّمك أنه هاربٌ

من جهنم؟ قال: إنه إذا كان نصف الليل، خرج علينا من هذا

الِّعب، واضعًا يده على أمِّ رأسه، يبكى وينادى: يا ليتك قبضت

روحى فى الأرواح، وجسدى فى الأجساد، ولا تجرُّدنى لفصل

القضاء! فقال عمر: إياه نريد.


(Ve bease rasûlü’llàh salla’llàhu aleyhi ve sellem, umerebne’l- hattâbe ve selmâne radiya’llahu anhümâ) Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ömer’le Selmân-ı Fârisî RA’yı gönderdi o dağlara o kaçağı görsünler diye.


Tabii Hazret-i Ömer’i, Selmân-ı Fârisî’yi anlatmağa lüzum yok ama aşağıya dipnot düşmüş. Hazret-i Ömer’in künyesi Ebû Hafs idi. (Ehadü fukahâi’s-sahâbeh) Sahabenin fakihlerinden birisiydi, hulefâ-i râşidinin ikincisi. Cennetle müjdelenen on kişiden biri. Emîrü’l-mü’minîn diye adlandırılan ilk şahıs. Bedir harbine iştirak etti. Ve diğer bütün savaşlara Tebük hariç katıldı. Ve Ebûbekr-i Sıddîk’tan sonra halife oldu. 23 senesinde 63 yaşındayken vefat etti. Evet, burada (mâte)yi yazmamış ama Hazret-i Ömer bu.

Selmân-ı Fârisî: Ebû Abdullah künyesindeydi. Peygamber Efendimiz’in Medine’ye geldiği zaman, zaten onu bulmak için Medine’ye gelmiş bir kişiydi, müslüman oldu. Hendek harbine katıldı, Hendek’deki hendek kazma fikri ondandır. Medâin şehrinde Hazret-i Osman’ın hilafeti zamanında vefat etti. (Senete sittin ve selâsîn) 36 senesinde.

Onun kabrini ziyaret ettik. Medâin denilen yer, eski Sasani İmparatorlarının başşehridir. Orada Kisrâ’nın meşhur sarayı vardır. Duvarları yıkılmış, sadece altmış metre kadar yüksekliğindeki kemeri olan duvar duruyor. Tâk-i Kisrâ deniliyor,

429

hani Kisrâ’nın tâkı Peygamber Efendimiz doğduğu zaman çatlamış, yıkılmış. O tâk... İşte orayı gördük. Orada bir Cuma namazı kılmak nasib oldu. Bağdat’ın güneyinde bir yer, Medâin.

Medâin iki tanedir. Birisi: Medâin-i Sâlih AS, Tebük’le Şam arasındadır. Bu Medâin de Bağdat’ın güneyindedir. Medâin, yâni medineler, şehirler, şehircikler demek.

Selmân Hazretleri çok uzun yıllar yaşamış. Yaşı hakkında çok çeşitli rivayetler var.


(Ve kàle intelika fe’tiyânî bi-sa’lebete’bni abdi’r-rahmân) “Gidin, Abdurrahman oğlu Sa’lebe’yi bana getirin.” dedi Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ömer’le Selman’ı gönderdi. (Feharace fî enkàbi’l-medîneh) Medine’nin —enkàb tünel demek ama— çıkış yerlerinden çıktılar, (felakiyehümâ râin min ruâti’l-medîneh) Medine’nin çobanlarından bir çoban karşılarına geldi; (yukàlü lehû zükàka) Zukâka isimli çoban.

(Fekàle lehû umer: Yâ zukàkatü hel leke ilmün bi-şâbbin beyne hâzihi’l-cibâl) “Şu dağların arasında bir delikanlıdan bir haberin var mı? Buralarda böyle bir delikanlı var mı?” diye Zükâka’ya

430

sordu.

(Fekàle zükàkatü) Zükàka isimli çoban dedi ki: (Lealleke türîdü’l-hâribe min cehennem?) “Sen cehennemden kaçağı mı soruyorsun yoksa?” dedi Hazret-i Ömer’e.

(Fekàle lehû umer: Mâ allemeke ennhû hâribün min cehennem?) “Nereden bildin, kim bildirdi sana bunun cehennemden kaçan bir insan olduğunu?..” diye sordu Hazret-i Ömer.


(Kàle: İnnehû izâ kâne nısfe’l-leyl) “Gecenin yarısı olduğu zaman o (harace aleynâ min hâze’ş-şi’b) şu dağın vadisinden bize doğru çıkar da (vâdian yedû alâ ümmi re’sihî) elini başının tepesine koyup...” Ümmü re’s, başının anası demek, yâni tepesi mânâsına. (Ve yebkî) Ağlayarak der ki, (ve yünâdî) bağırır, seslenir: (Yâ leyteke kabadte rûhî fî’l-ervâh) ‘Ne olaydı ruhumu öteki ruhlarla beraber alsaydın yâ Rabbi canımı! (Ve cesedî fi’l- ecsâd) Öteki ölen insanların vücutlarıyla beraber beni de öldürseydin yâ Rabbi; (ve lâ tücerridnî lifasli’l-kadâ’) yok etseydin de benim ruhumu, cesedimi, mahkeme-i kübrâda bu işlerin şeyinde beni böyle çıkartmasaydın.”

(Fekàle’l-umer: İyyâhu nerîd) “Tamam tamam aradığımız genç o, o olmalı.” dedi çoban böyle söyleyince.


قال: فانطلق بهما ذفافة، حتىإذا كان فى بعـض الليل، خرج

عليهم وهو ينادى: يا ليتك قبضت روحى فى الأرواح وجسدى فى الأجساد! فـعدا علـيـه عمر فأخذه؛ فلما سمع حسَّه، قال: الأمان، الأمان! متى الخلاص من النار؟ قال له: أنا عمر بن الخطاب. فقال له ثعلبة: أعلم رسول الله صلى الله عليه و سلم بذنبى؟ قال: لاعلم لى! إلا أنه ذكرك بالأمس فينا، و أرسلنى اليك. فقال: يا عمر، لاتدخلنى عليه الا وهو يصلى، أو بلالٌ

431

يقول: قد قامت الصلاة! قال: افعل.


(Kàle: Fe’ntalika bihâ zükâka hattâ izâ kâne fî ba’di’l-leyl) Çoban Zükâka onları götürdü, gecenin bir bölümü geçtikten sonra, (harace aleyhim ve hüve yünâdî) o Sa’lebe, kaçmış olan kaçak çıktı gene, her zaman, her akşam yaptığı gibi: (Yâ leyteke kabadtü rûhî fi’l-ervâh ve cesedî fi’l-escâd) “Nolaydı ruhumu alsaydın, vücudumu parçalasaydın, yok etseydin.” diye böyle bağırarak. (Feadâ aleyhi umeru feehazehû) Hazret-i Ömer fırladı, koştu ve yakadı onu, kaçamadan yakaladı. (Felemmâ semia hissehû fekàle: El-emân! El-emân!) Onun böyle nefesini hissedince dedi ki: “Aman, aman tamam teslim oluyorum.” dedi.

(Mete’l-halâsü mine’n-nâr?) “Ne zaman cehennemden kurtulunacak?”

(Kàle lehû ene umerü’bnü’l-hattâb) Hazret-i ömer ona dedi ki: “Ben Hattab oğlu Ömer’im.”

(Fekàle lehû sa’lebeh ealime rasûlü’llàh salla’llàhu aleyhi ve sellem bi-zenbî) “Rasûlüllah SAS benim günahımı bildi mi? Veya, (ullime) günahım kendisine bildirildi mi Rasûlüllah’a?”

(Kàle lâ ilme lî) “Bilmiyorum.” dedi Hazret-i Ömer. (İllâ ennehû zekereke bi’l-emsi fînâ) Yalnız dün gece bize seni anlattı, bahsetti, seni sordu, senden bahis açtı. (Ve erselenî ileyke) Ve beni sana gönderdi.

(Fekàle yâ umeru) Sa’lebe onun üzerine dedi ki: “Ey Ömer! (Lâ tedhilnî aleyhi illâ ve hüve yusallî) Beni yakaladın madem, götüreceksin Medine’ye, yalnız namazdayken götür! Namazda olduğu zamandan başka bir zamanda yanına sokma beni Rasûlüllah’ın. (Ev bilâli yekùlü kad kàmeti’s-salâh) Yahut da, Bilal (kad kàmeti’s-salâh) dediği zaman yanına sok!” Yâni böyle konuşacak bir zaman istemiyor, namaza filan durulduğu zaman yanına götürülmesini istiyor. (Kàle ef’alü) “Tamam, öyle yapacağım.” dedi Hazret-i Ömer.


قال: فلما أتى به عمر المدينة، وافى به المسجد ورسول الله صلى

432

الله عليه وسلم يصلى؛ فلما سمع قراءة رسول الله حرَّ مغشيًا عليه؛

فدخل عمر وسلمان فى صلاةٍ وهو صريعٌ.


(Kàle: Felemmâ etâ bihî umerü el-medîneh) Bu genci Hazret-i Ömer Medine’ye getirince (vâfâ bihî mescide) ve onu mescide götürdü, ve Rasûlüllah SAS (yusallî) namaz kılıyorken... (Felemmâ semia kırâete rasûli’llah) Rasûlüllah’ın Kur’an-ı Kerim’i okuyuşunu, namazda cehren okuyuşunu işitince o Sa’lebe isimli genç, (harra mağşiyyen aleyh) baygın yere düştü ayeti okuyuşundan. (Fedehale umaru ve selmânü fî’s-slâti ve hüve sarî’) O yere yıkılmışken, Hazret-i Ömer ve Selmân-ı Fârisî namaza durdular.


فلما سلم رسول الله صلى الله عليه و سلم، قال: يا عمر أو يا سلمان! ما فعل ثعلبة بن عبد الرحمن؟ قالا: هو ذا يا رسول

الله. فأتاه رسول الله صلى الله عليه وسلم فحرَّكه ونبَّهه؛ ثم قال: ما الذى غيَّبك عنى؟ قال: ذنبى. قال: أفلا أعلمك اۤية تمحو الذنوب والخطايا؟ قال: بلى يا رسول الله! قال: قل اللهم اۤتنا

فى الدنيا حسنةً، و فى الآخرة حسنةً وقنا عزاب النار. قال:

إن ذنبى أعظم من ذاك! قال رسول الله صلى الله عليه و سلم:

بل كلام الله تعالى أعظم!


(Felemmâ selleme rasûlü’llah salla’llàhu aleyhi ve sellem) Rasûlüllah SAS Efendimiz namazdan selâm verince, (kàle: Yâ umaru ve yâ selmânu mâ feale sa’lebetü’bnü abdi’r-rahmân) “Yâ Ömer, yâ Selmân! Abdurrahman oğlu Sa’lebe ne yaptı?” diye sordu.

(Kàlâ: Hüve zâ yâ rasû’llah) “İşte burada o yâ Rasûlüllah!”

433

dediler. (Feetâu rasûlü’llah salla’llàhu aleyhi ve sellem) Rasûlüllah SAS onun yanına vardı, (feharrekehû ve nebbehehû) sarstı, baygınlığından uyardı, (sümme kàle: Me’llezî gayyebeke annî?) “Benden seni kaybettiren, uzaklaştıran nedir yâ Sa’lebe?” dedi. (Kàle: Zenbî) “Günahım. Günahım kaybettirdi beni senden. Günahımdan dolayı kaçtım.” dedi.


(Kàle: Efelâ uallimüke âyeten temhû’z-zünûbe ve’l-hatâyâ?) “Ben sana günahları, hataları silen, insanı temizleyen bir ayet öğreteyim mi?” dedi Peygamber Efendimiz. (Kàle: Belâ yâ rasûla’llàh!) “Öğret yâ Rasûlüllah!” dedi.

(Kàle: Kul) Peygamber Efendimiz öğretiyor ona. (Kul) De ki: (Allàhümme âtinâ fî’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneten ve kınâ azâben’n-nâr) ayetini okumasını tavsiye etti Peygamber Efendimiz ona.

(Kàle: İnne zenbî a’zamü min zâke) Demiş ki: “Benim günahım bu ayetten daha büyük. Yâni, bu ayetle affolacak gibi değil, benim günahım çok.” demek istemiş.

(Kàle rasûlü’lah salla’llàhu aleyhi ve sellem: Bel kelâmu’llàhi teàlâ a’zam) “Hayır, Allah’ın kelâmı daha yücedir, sözü haktır, günahları afv u mağfiret eder.” dedi Peygamber Efendimiz.


وأمره بالانصراف إلى منزله، فانصرف، ومرض ثلاثة أيَّامٍ، وأتى

سلمان رسول الله صلى الله عليه و سلم، فقال: إن ثعلبة مرض

لما به. فقال رسول الله صلى الله عليه وسلم: قوموا بنا إليه!


(Ve emerehû bi’l-insirâfi ilâ menzilihî) Evine götürülmesini emretti. (Fe’nsarafe) Evine gitti Sa’lebeti’bni Abdirrahmân. (Ve marada selâsete eyyâm) Üç gün hasta yattı.

(Ve etâ selmânu rasûla’llàh salla’llàhu aleyhi ve sellem, fekàle) Selman-ı Fârisî Peygamber Efendimiz’e, o üç gün hasta yattıktan sonra geldi, dedi ki: (İnne sa’lebete marida limâ bihî) “İşte mâlum sebepten dolayı Sa’lebe yatağa düştü, hasta oldu yâ Rasûlüllah!”

434

dedi.

(Fekàle rasûlü’llàh salla’llàhu aleyhi ve sellem: Kùmû binâ ileyhi) “Bizi ona alın, götürün!” dedi.


فدخل رسول الله، فأخذ برأسه، فوضعه فى حجره، فأزال رأسه عن حجر رسول الله؛ فقال رسول الله صلى الله عليه وسلم: لم أزلت

رأسك عن حجرى؟ قال: لأنه ملان من الذنـوب؛ فقال لـه رسول الله: ما تجد؟ قال: أجد مثل دبيب النمل بين جلدى وعظمى.

قال: فما تشتهى؟ قال: مغفرة ربى !


(Fedehale rasûlü’llàh feehaze bire’sihî fevadaahû fî hacrihî) Rasûlüllah Efendimiz hasta Sa’lebe’nin yanına girdi ve başını kucağına aldı. Yâni dizine alıyor şöyle, kucağına alıyor hastanın başını. (Feezâle re’sühû an hacri rasûli’llâh) O, başını Rasûlüllah’ın kucağından çekti yere.

(Fekàle rasûlü’llàh salla’llàhu aleyhi ve sellem) Peygamber Efendimiz buyurdu ki: (Lime ezelte re’seke an hacrî?) “Niye kucağımdan başını çektin yâ Sa’lebe?” (Kàle: Li-ennehû meleânü mine’z-zünûb) “Çünkü bu başım günahlarla dolu yâ Rasûlüllah, senin kucağına lâyık değil de ondan çektim.” dedi.


(Fekàle lehû rasûlü’llàh: Mâ tecidü) “Ne hissediyorsun?” dedi Peygamber Efendimiz ona. (Kàle ecidü misle debîbi’n-nemli beyne cildî ve azmî) “Kemiğimle derim arasında karınca yürüyormuş gibi hissediyorum.” dedi.

(Kàle: Femâ teştehî) “Canın ne çekiyor? Ne istiyorsun?..” dedi. (Kàle mağfirete rabbî) “Rabbimin mağfiretini canım çekiyor.” dedi.

Hani hastaya sorarlar, “Ne canın çekiyor? Yoğurt mu istiyorsun, tatlı mı istiyorsun?” filan diye. Bu bir adettir. (Mâ teştehî) diye ondan soruyor Peygamber Efendimiz. Yâni canın bir şey istiyorsa getirelim, ye... Hastaya bir şey vermek, böyle ikram

etmek vardır. O diyor ki, yâni maddî bir şey istemiyor, yemek

435

istemiyor, “Canım (mağfirete rabbî) Rabbimin beni affetmesini çekiyor, onu istiyorum.” diyor.


قال: فنزل جبريل عليه السلام على رسول الله، فقال: يا أخى !

إنَّ ربِّ يـقـرأ علـيك الـسـلام، و يـقـول: لـو لـقـيـنى عـبدى بقـراب الأرض خطيئةً للفيته بقرابها مغفرةً!


(Kàle: Fenezele cibrîlü aleyhi’s-selâm alâ rasûli’llah) Cibrîl AS Peygamber Efendimiz’e o anda geldi. (Kàle: Yâ ahî inne rabbî yukriu aleyke’s-selâm ve yekùlü: Lev lakiyenî abdî bi-kırâbi’l-ardi hatîeten lelakìtühû bi-karâbihâ mağfireten) “Ey kardeşim!” diyor. Diyen Cebrâil. Kime söylüyor? Peygamber Efendimiz’e... Peygamber Efendimiz’e Cebrâil diyor ki: “Ey kardeşim! (Yâ ahî) Rabbim sana selâm gönderiyor. Diyor ki:

‘Eğer kulum yeryüzü dolusu günahla benim huzuruma gelir, benim karşıma çıkarsa (lelakìtühû bi-karâbihâ mağfireten) ben de yeryüzü dolusu mağfiretle onu karşılarım.’ buyuruyor.” diye haber getirdi.


قال: فأعلمه رسول الله ذلك؛ فصاح صيححة فمات؛ فقام رسول

الله فغسَّله وكفَّنه، وصلى عليه؛ ثم احتمل إلى قبره؛ فأقبل رسول

الله صلى الله علـيـه و سـلـم، يمشى على أطراف أنـاملــه. قـالـوا: يا

رسول الله! رأيناك تمشى على أطراف أناملك؟ قال: لم أستطع أن

أضع رجلى على الأرض، من كثرة من شيِّعه من الملائكة.


(Kàle: Fea’lemehü rasûlü’llàh zâlike) Hasta Sa’lebe’ye Cebrâil’in böyle dediğini Peygamber Efendimiz nakleyledi, bildirdi. (Fesâha sayhaten, femâte) Onun üzerine bir feryâd etti Sa’lebe ve ruhunu teslim etti, vefat etti.

436

(Fekàme rasûlü’llah) Rasûlüllah kalktı, (fegasselehû ve keffenehû) yıkadı, kefenledi, (ve sallâ aleyhi) cenaze namazını kıldı, (sümme’htumile ilâ kabrihî) sonra kabrine gönderildi, defnedildi. (Feakbele rasûlü’llah salla’llahu aleyhi ve sellem yemşî alâ etrâfi enâmilihî) Peygamber Efendimiz, ayak parmaklarının ucunda yürüyerek gelmeğe başladı Peygamber SAS.

(Kàlû yâ rasûla’llàhi raeynâke temşî alâ etrâfi enâmilike) “Yâ Rasûlüllah! Parmaklarının ucunda böyle yürüyorken görüyoruz seni, bu neye alâmet?” (Kàle: Lem estati’ en edaa riclî ale’l-ardi min kesreti men şeyyiahû mine’l-melâikeh) “Meleklerden bunun cenazesine iştirak edip, onu teşyî edenlerin çokluğundan, ayağımı yere koyacak yer bulamıyorum da, ondan böyle gidiyorum.” dedi.

Bu hadis-i şerîf uzun olduğu için, dersimiz biraz uzamış oldu ve burada bitiyor rivâyet ettiği hadis. Yâni, “Mansûr ibn-i Ammâr hadis de rivâyet eden bir kimsedir, işte rivâyet ettiği hadislerden birisi budur.” denmiş oluyor.

437

Allah-u Teàlâ Hazretleri Erhamü’r-râhimîndir, merhametli- lerin en merhametlisidir; Gaffâru’z-zünûb’dur, günahları afv u mağfiret edicidir. Kuddûsi Hazretleri ne güzel söylemiştir:


Adın senin Gaffâr iken,

Ayb örtücü Settâr iken,

Kime varam sen var iken?

Cürmüm ile geldim sana.


Allah-u Teàlâ Hazretleri Gaffârü’z-zünûb olduğundan, ondan

başka varacak neremiz var, neyimiz var ki?.. Rabbimizin huzuruna varıp tevbe edeceğiz, affımızı dileyeceğiz.


رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي اْلآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

(البقرة:٤٥١)


(Rabbenâ âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneten, ve kınâ azâbe’n-nâr) “Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver, bizi ateşin azabından koru!” (Bakara, 2/201)

diyeceğiz, başka çaremiz yoktur.

Allah-u Teàlâ Hazretleri günahlarımızı afv u mağfiret eylesin... Bizi günah zilletinden ibadet izzetine döndürsün, erdirsin... Ömrümüzü rızasına uygun geçirmemizi nasib eylesin... Huzuruna sevdiği, râzı olduğu kullar olarak varmayı, cennetiyle cemâliyle müşerref olmayı nasîb ü müyesser eylesin...

Fâtiha-i Şerîfe mea’l-besmele!..


22. 10. 1994 - İstanbul

438
5. MANSÙR İBN-İ AMMÂR (2)