14. HAMDÛN EL-KASSÀR (5)
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-àhirîn... Senedinâ ve mededinâ ve üsvetine’l-haseneti muhammedini’l-mustafâ, ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin zevi’s-sıdkı ve’l-vefâ... Emmâ ba’d:
Çok aziz ve muhterem kardeşlerim!
Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı dünyada, ahirette üzerinize olsun...
Ebû Abdurrahmân es-Sülemî isimli çok büyük alim bir zâtın Tabakàtü’s-Sùfiyye isimli büyük evliyaullah, meşhur mutasav- vıflar ile ilgili eserini okumağa devam ediyoruz.
Bu eser, tasavvuf tarihinde çok mühim bir eserdir. Türkçeye tercümesi de yoktur, yapılmamıştır. Birçok tasavvufî kitabın da kaynağı, membaı durumundadır, yâni onlar bundan istifade etmişlerdir. Bu zât-ı muhterem, büyük bir alim olduğundan her sözünü senedli söylemiştir. Rivâyet zinciri vardır. Kitabı da, Nureddin ibn-i Şüreybe isimli Mısırlı alim çok güzel basmıştır. Kitabı basan kimse, kendisi de tasavvufla ilgili bir mübarek zâttır. Onun için bu kitabı okuyoruz.
Tabii burada büyük zâtların, evliyaullahın hayatları ve fikirleri, ömürleri boyunca edindikleri tecrübelerden gönüllerine gelmiş olan hikmetli sözler, atasözleri gibi kıymetli sözler var. Biz, sàlihlerin anıldığı yere rahmet yağar diye, hem Allah’ın rahmetine ermek için; hem de o mübareklerin hayatları bize örnek olsun, fikirleri bize ışık tutsun diye, bu kitabı okuyoruz.
128. sayfasının 27. paragrafına gelmişiz. Şu anda Hamdûn-u Kassâr isimli Horasan Melâmet yolunun, yâni tasavvuftaki Horasan Melâmîliği denilen meşhur yolun kurucusu olan, büyük sòfînin hayatını okumaktayız, fikirlerini okumaktayız.
Bunların okunmasına başlamadan önce, evvelâ Peygamber Efendimiz’in rûh-u pâkine, sonra bütün enbiyâ ve mürselînin ervâh-ı tayyibelerine, Peygamber Efendimiz’in âlinin, ashâbının, etbâının, ahbâbının, ihvânının, hulefâsının ve veresesi olan ulemâ-ı muhakkıkîn ve meşayih-i vâsılînimiz, evliyâullah-ı mukarribînimizin ruhları için; Ebû Bekr-i Sıddîk ve Aliyy-i Murtazâ’dan, kendisinden ilim öğrenip feyz aldığımız, el aldığımız şeyhimiz, hocamız Muhammed Zâhid-i Bursevî’ye kadar turuk-u aliyyelerimizden güzerân eylemiş olan pîrân ve sâdât ü meşayih-i turuk-u aliyyemizin ruhları için;
Uzaktan yakından bu meclise, bu derse gelen siz kıymetli kardeşlerimizin de, ahirette intikal etmiş olan bütün müslüman ecdâd u ceddât, akraba u taallukàt, ahbâb u ihvân u yârânlarının ruhları için;
Bu beldeleri fetheden mübarek Fatih Sultan Mehmed Han’ın ve ordusu mensubu gazilerin, şehidlerin ve diğer fatihlerin, mücahidlerin ruhları için; şu İstanbulumuzun medâr-ı iftihârı, İstanbul’da medfun bulunan Ebû Eyyüb el-Ensârî ve sâir sahabe-i kiram, Yûşâ AS ve sair enbiyâ ve mürselîn ve cümle evliyâullah ve mukkaribînin ruhları için;
Şu camiyi binâ ettiren kimselerin ve nâmına binâ edilmiş olan zâtın ruhu için; bizim de dünya ve ahiret saadet ve selâmetine ermemize vesîle olsun diye, aziz ve bahtiyar olalım diye bir Fâtihâ, üç İhlâs-ı Şerîf okuyalım, öyle başlayalım! Buyurun:
....................
a. Fakirin Güzelliği
27. paragrafta Hamdûn-ı Kassâr Hazretleri KS buyuruyor ki:
٧١ - قال، وقال حمدون: جمال الفقير فى تواضعه، فإذا تكبَّر بفقره فقد أربى على الأغغنياء فى التكبُّر.
TS. 128/27 (Kàle, ve kàle hamdûn) Aynı râvîlerin rivâyet
ettiğine göre, Hamdûn-u Kassâr Hazretleri buyurmuş ki: (Cemâlü’l-fakîri fî tevâduihî, feizâ tekebbere bi-fakrihî fekad erbâ ale’l-ağniyâi fi’t-tekebbür.) Arapçalarını teberrüken okuyoruz. Çünkü atasözleri ve şiirler, özlü sözler tercüme edilemez. Bunların asıllarını aynen söylemek lâzım gelir ki, belki dinleyen onun mahiyetini daha iyi anlayabilir. Aslını vermek mecburiyeti vardır. Onun için Arapçalarını okuyoruz.
(Cemâlü’l-fakîri fî tevâduihî) “Fakirin güzelliği tevâzuundadır. Yâni, fakir mütevazı olduğu zaman iyi olur, güzel olur. (Feizâ tekebbere bi-fakrihî) Fakir, fakirliği ile tekebbür ederse, ululanıp kibirlenirse, (fekad erbâ ale’l-ağniyâi fi’t-tekebbüri) tekebbür konusunda zenginleri de geçmiş olur, zenginlere de fark yapmış olur, zenginlerden de ileri gitmiş olur.”
Tabii, tekebbür herkes için fena... Alim için de fena, devlet başkanı için de fena, büyükler için de fena, herkes için fena. Fakat, hele hele fakirin hiç tekebbür etmemesi lâzım! Ama
buradaki fakirlik de biraz, (feizâ tekebbere bi-fakrihî) demesinden yâni “Fakirliğiyle tekebbür ediyorsa, öğünüyorsa...” mânâsına, buradan anlaşılıyor ki buradaki fakirlikten maksat tasavvuf demek, dervişlik demek. Yâni dervişler kendilerine fakir adını vermişlerdir.
Arapça’da derviş kelimesi de kullanılır ama, derviş kelimesi Farsça’dan Arapça’ya geçmiş bir kelimedir. Farsça’da derviş de, kapı kapı dolanıp dilenen insan demektir. Yâni parası yok da kapıları çalıyor, “Allah rızası için bir şey ver.” diyor. Der; kapı demek, Farsça. Derviş de kapı kapı dolanan fakire derler yâni. Arapçası bunun fakirdir, çoğulu fukara gelir.
Meselâ, imza atarken şeyhler, meselâ kitap yazmış, diyelim ki tasavvuf konusunda çok mühim eser yazmış. Kitabının sonuna imza atacak, adını yazarken derler ki:
(Hâdimü’l-fukarâ eş-şeyh fülan ibn-i fülan) Yâni “Fakirlerin hizmetkârı, şeyh filanca...” Fakirlerin hizmetkârı demek, yâni tekkede fakirlerin yetişmesi için hizmet veren kişi demek, yâni mürşid, mürebbî, yâni şeyh. Ama unvan olarak hâdimü’l-fukarâ diyor kendisine… Yavuz Sultan Selim’in kendisine Hâdimü’l- Harameyni’ş-Şerîfeyn dediği gibi...
Hoca hutbeye çıktığı zaman, minberde demiş ki: Hâkimü’l- Harameyni’ş-Şerîfeyn... Yâni Mekke ve Medine de Osmanlı devletine katıldı, Mısır’ın fethiyle Mısır’a bağlıyken Osmanlı’nın idaresine geçti, oraların da hakimi. Sultânü’l-Berreyni ve Bahreyn, denizlerin, karalarnı sultanı, Hâkimü’l-Harameyni’ş- Şerîfeyn vs. filan deyince Yavuz Sultan Selim dayanamamış, yerinden kalkmış:
“—Hâkimü’l-Harameyn değil, Hâdimü’l-Harameyn... Hara- meynin, Mekke’nin Medine’nin hâkimi değil; Mekke’nin ve Medine’nin hizmetkârı...” demiş.
Hatta o hizmeti sembolize etmek için, kulağına kölelik alâmeti olan büyük bir halka taktığı da söylenir Yavuz Selim’in. O zamandan beri de o sevilmiş, beğenilmiş. Bu günün Suud hükümdarları da Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn diyorlar
kendilerine, o unvânı şimdi de kullanıyorlar.
Hâdimu’l-fukarâ demek, yâni tekkede dervişlerin yetişmesine elinden geldiğince gayret eden şeyh demek yâni. Fukara da, derviş demek hulâsa. Şimdi burada o mânâya da gelmiş olabilir. Çünkü fakiri bu mânâda kullanıyor müellif. Geçtiğimiz sayfalarda bu mânâya kulanıldığının numûnelerini, misallerini gördük.
Yâni derviş, dervişlik yoluna girmişken, güzel ahlâk kendisine esas olması gerekirken, yokluk ve hiçliği tercih etmişken; bu fakirliğine, bu tasavvufuna, bu yola girmiş olmasına rağmen, bir de mütekebbir olursa, kibirlenen bir insan, onu bunu beğenmeyen, herkese tepeden bakan, burnunu havaya kaldıran bir insan olursa, o zaman zenginlerden, asıl tekebbür erbâbı olan insanlar var, alışılmış, onlara fark atmış olur, tekebbürde daha ileri gitmiş olur , onlardan daha beter mütekebbir olmuş olur diyor.
Tabii zengin, parası var diye biraz burnu havada gezer. Mal mülk sahibi, mevkî makam sahibi insanlar biraz mütekebbir olabilirler. Yanına yanaşılmaz. Sağa sola emir yağdırmağa alışmıştır. Söz söylersin, söz geçmez. Ama fakir böyle tevâzûyu bırakıp da tekebbür ettiği zaman, onlardan da ileri mütekebbir olmuş olur diyor. Fakirin güzelliği, yâni dervişin güzelliği tevâzuundadır.
Bizim Ankara’daki Hacı Bayram Camii’nin imamı rahmetli Zekâî Hoca, odasının duvarına kocaman bir “Hiç” yazmış, hiç bir şey yâni.
“—Bu ne?” diyorlar; “—O benim imzam!” diyor.
“Hiç” yâni kendisinin hiç olduğunu öyle latîfe yollu söylüyordu rahmetli.
Tabii ister hakiki manasıyla malı mülkü olmayan insan olarak düşünelim, ister tasavvufa intisab etmiş derviş olarak düşünelim; fakire yakışan mütevazı olmaktır, mütekebbir olmamaktır.
E fakir de fakirse, ne yapalım Allah ona vermemiş, ötekisine vermiş, o da kibirlenmemeli... Hani affedersiniz, “Dilenciye hıyar
vermişler, eğri diye beğenmemiş!” derler bir de. Öyle bir tavır içinde olmaması mânâsına da anlaşılabilir.
b. Sırrını Kimseye Söyleme!
٨١ - قال، وقال حمدون: لاتفش على أحدٍ ماتحبَّ أن يكون مستورًا منك.
TS. 128/28 (Kàle ve kàle hamdûnu) Yine aynı râvîlerin rivâyet ettiğine göre, Hamdûn-u Kassâr Hazretleri buyurmuş ki: (Lâ tüfşi alâ ehadin mâ tühibbe en yekùne mestûren minke) “Senden etrafa yayılmamasını, gizli kalmasını istediğin varsa senin, halkın bilmemesini istediğin, kimsenin bilmemesini istediğin bir şeyin varsa; bunu hiç bir kimseye fâş etme sırrını, açma, ifşâ etme. Gizli kalmasını istediğin şeyi, dilinle yakın arkadaşına bile söyleme.” Çünkü büyüklerin bir sözü vardır:
كلُّ سرٍّ جاوز اثنين شايع.
(Küllü sırrın câveze’sneyni şâyea) “Her bir sır ki ikinci kişiye geçmişse, yayılır.” Bir kişide kalırsa yayılmayabilir. Senin içinde kalırsa yayılmaz ama, ikinci kişiye geçti mi sır olmaktan çıkar, oradan yayılır. O yakınına söyler, o yakınına söyler, o yakınına söyler, bakarsın, senin kulağına bile gelir sonunda.
“—Vay, güya ben bunu sır olarak filancaya söylemiştim, bak şimdi görüyor musun ne oldu?” diye insan da hayret eder.
Hazret-i Ömer RA’dan rivâyet edilir, Allah şefaatine erdirsin... Birisini çağırmış, demiş ki:
“—Seni falanca yere vâli tayin ettim ama, ağzını sıkı tut, buradan gidinceye kadar hiç kimseye bir şey söyleme ve belli etme! Gizli kalsın. Sana nâmeyi, mektubu vereceğim.”
“Bunu vali tayin ettim.” diye yazacak; imza, mühür: Hazret-i Ömer... Verecek, gidecek sessizce. Yâni bilinmemesini istemiş.
Adamcağız da:
“—Pekiyi efendim!” demiş.
Halife, Emîrü’l-mü’minîn Hazret-i Ömer. Hazret-i Ebû Bekir’den sonraki ikinci halife.
Gitmiş eve:
“—Hanım, evi derle topla hazırlık yap!” demiş.
“—Hoppala!.. Efendi, nereden çıktı bu hazırlık?”
“—Sen karıştırma ortalığı. Derle topla sefere gidiyoruz.”
“—Yâ efendi nereye gidiyoruz?”
“—Söyleyemem.”
“—Niye söyleyemezsin? Yâ ben senin can yoldaşın değil miyim, hayat arkadaşın değil miyim, hayat müşterek değil mi?..” vs.
“—Tamam, hiç kimseye söyleme ama, Emîrü’l-mü’minîn bizi vâli yaptı filanca yere, toparlan, oraya gideceğiz.”
Tabii o toparlanırken, hanımın akrabası gelmiş eve:
“—Hayrola abla, teyze, niye toplanıyorsunuz, nereye
gidiyorsunuz?”
“—Hiç kimseye söyleme ama, Emîrü’l-mü’minîn benim kocamı vali tayin etti, gideceğiz.”
O da:
“—Hiç kimseye söyleme ama, bizim teyzemizin kocası vali olmuş, filanca yere gidecekmiş.”
O ötekisine:
“—Hiç kimseye söyleme ama, şu şöyle olmuş.” filan derken, söz Hazret-i Ömer’in kulağına gelmiş. Birisi gelmiş demiş ki:
“—Yâ Ömer!”
“—Evet...”
“—Sen filancayı filanca yere vali tayin ediyormuşsun öyle mi?” “—Hayır! Hayır tayin etmiyorum.”
Hemen o adamı çağırmış,
“—‘Ben seni vali olarak tayin edeceğim.’ demiştim ama, ne demiştim: ‘Sırrı fâş etme, kimseye söyleme!’ demiştim. Kime söyledin sen?”
“—İşte karıma söyledim sadece...”
“—İşte karından filancaya, filancadan falancaya benim kulağıma kadar geldi. Şimdi seni valilikten azlettim, göndermiyorum.” demiş.
Burada da o mânâ var. Yâni, “Bir sırrın saklı kalmasını istiyorsan, ağzını açıp da kimseye söyleme!” Söyledin mi; dostunun da dostu vardır, o da söyler dostuna... Sen dostuna söylersin, dostunun da dostu vardır, o da söyler dostuna... O da ötekisine söyler, o da ötekisine... Sır olmaktan çıkar. Onun için söylememek lâzım.
Tabii burada bir ikinci mânâ ihtimali de var gibi geliyor bana. Yâni şöyle bir mânâ da belki çıkartılabilir bu cümleden, bu kelimelerden: (Lâ tüfşi alâ ehadin mâ tühibbe en yekûne mestûren minke) “Sen, senin hakkında bir yerlerde bir şeyler söylendiği zaman, söylenmesini istemediğin bir şeyi, başkası için de söyleme. Yâni bu sırrın sahibi sen olsaydın, söylenmesini istemezdin ya, işte o sırrı söyleme de, o da senin gibi üzülmesin. Hani senin
olsaydı sır, sen duyulduğu zaman üzülecektin ya; işte o sırrı sen başkasının sırrı bile olsa, başkasına söyleme!” mânâsını da çıkartabiliriz belki.
Bu da doğru bir mânâdır. Yâni, sana birisi sır verdiyse, o sırrı sen kendin düşün:
“—Bu benim sırrım olsaydı, yayılmasını ister miydim?..”
“—İstemezdim.’
O zaman, sen de başkasına yayma! O zaman, onun sırrını sen de başkasına söyleme! Çünkü, kendinin olsaydı hoşlanmayacaktın, o da hoşlanmaz. Onun için söyleme!
İmam Şâfî Hazretleri’ne birisi bir sır söylemiş de;
“—Aman bunu kimseye söyleme!” demiş.
“—Yok. Neyi söylemeyeceğim? Ben o sırrı gömdüm bile. Kabre gömer gibi, kalbime gömdüm. Yâni, gömülen bir şey bir daha çıkar mı, tamam gömüldü. Gömdüm, unuttum bile.” demiş.
İnsan bazı şeyleri söylememeğe, sır saklamağa alışmalı!
Bir de tasavvufta ne vardır?.. İnsan, mânevî hallerini, mükâşefetlerini, Allah’ın lütuflarını, keremlerini, ikrâmâtını, kerâmetlerini de fâş etmemesi lâzım! Yâni, tasavvuf yolunda yürüyen insan, mânevî hallerini ve mükâfâtlarını da söylememeli... O da vardır.
Hàsılı, tasavvufta sır saklamak önemli bir şey oluyor, bir emanet oluyor; sır saklamağa kendimizi alıştıralım! Gerek kendi görgülerimizi, müşahedelerimizi, gerek başkasının sırlarını saklayalım! Eğer bir sırrın yayılmamasını istiyorsak, en iyisi hiç kimseye söylemeyelim!
c. Hayırlı Kimseden Ayrılma!
٤١ - قال، وقال حمدون: من رأيت فيه خصلةً من الخير، فلا تفارقه فأنه يصيبك من بركاته.
TS. 128/29 (Kàle, ve kàle hamdûnu: Men raeyte fîhi hasleten
mine’l-hayr, felâ tüfârikhu, feinnehû yusîbüke min berekâtihî.) Diyor ki: “Bir kimsede hayırdan bir parça, bir haslet, bir güzel sıfat müşahede etmişsen, o kimseden ayrılma!” Meselâ, diyelim ki çok dürüst... Meselâ, diyelim ki çok cömert... Meselâ, diyelim ki çok temiz kalpli... Meselâ, diyelim ki çok takvâ ehli... Yâni, “Bir kimsede böyle bir güzel sıfat, bir güzel haslet gördün mü, vasıf gördün mü; (felâ tüfârikhu) kendisinde hayırdan bir haslet gördüğün kimseden ayrılma, yapış ona! (Yusîbüke min berekâtihî) Çünkü, onun o güzel hayrından, onun bereketinden sana da bir şey isabet eder. Yâni onunla beraber olunca, sen de onları alırsın. Böyle insanı buldun mu, yapış ve ondan ayrılma!”
Tabii bizim, etrafımızdaki insanları seçerken bir seçme zevkimizin olması lâzım! İyi insanlarla ahbaplık etmek lâzım, salih kimselerle dost olmamız lâzım; fasık, facir, haram yiyen, içen, Allah’tan korkmayan kimselerden uzaklaşmamız lâzım!..
Eskiden tanıştığımız kimse bile olsa, kötü huylulardan kaçmalıyız, kaçınmalıyız, uzak durmalıyız. Ancak onlara nasihat etmek için, hakkı söylemek için yanlarına gidilebilir? Emr-i ma’ruf, nehy-i münker için... İyi huylu bir kimse de gördüğümüz zaman, onun da dostluğunu ganimet bilmeli, yapışmalıyız; onunla dostluğu geliştirmeğe, pekiştirmeğe çalışmayız.
Eğer, hele hele genç olan kardeşlerimiz böyle bir prensiple hareket ederlerse; yâni, “Ben iyi kimseleri seçeceğim, seçkin bir arkadaş çevrem olacak; kötü insanlardan ayrılacağım!” derlerse, sonunda güzel bir arkadaş grubuna sahip olurlar. Kendileri de dünyada da, ahirette de rahat ederler. Çünkü iyi bir mü’min, iyi bir insan, ahbâbı olan kimseye de her bakımdan faydalı olur.
d. Melâmet Yolu Nedir?
٥٥- سمعت محمد بن أحمد التَّميمىَّ، يقول: سمـعـت أحمد بن
حمدون يقول: سمعت أبى وسئل عن طريق الملامة، يقول: خوف
القدريَّة ورجاء المرجئة.
TS. 128/30 (Semi’tü muhammede’bne ahmede’t-temîmiyye, yekùlü: Semi’tü ahmede’bne hamdûne, yukùlü: Semi’tü ebî ve süile an tarîki’l-melâmeh, yekùlü: Havfu’l-kaderiyyeh, ve recâu’l- mürcieh.)
Bu Hamdûn-u Kassâr’ın oğlu babasından nakletmiş, Muhammed ibn-i Ahmed et-Temîmî isimli zâta... Mısırlıymış, Bağdat’a gelmiş bir zâtmış bu râvî. Orada hadis rivâyet etmiş Mısır’dan... (Ve kânet sikaten hâfızan) Yâni, “Hafızası kuvvetli, hadiste hafızlık vasfını almış, güvenilir bir kimseydi.” diyor.
Hamdûn-u Kassâr’a sormuşlar. (Suile an tarîki’l-melâmeh) “Melâmet yolu denilen şey nedir üstad, efendim?” diye sormuşlar. Hani kendisi melâmet yolunu açan kimse olarak tanınıyor ya, ona melâmet nedir diye sormuşlar.
Tabii aslında melâmet ne demek? İnsanın kendisini kınaması demek... Meziyetlerini, sevaplarını göstermeğe değil saklamağa çalışması demek. Kusuru varsa kusurundan kurtulmağa çalışması, ama hak beni beğenmeyecek diye onu gizlemek değil de, aşikâre etmesi demek. Horasan Melâmet Ekolü deniyor buna tasavvufta, meşhur bir ekol. Tasavvufta bir yol yâni bu.
Kendisine sormuşlar,
“—Nedir Efendim bu (tarîku’l-melâmeh) melâmet yolu dediğiniz, ekolü dediğiniz, sizin mümessili bulunduğunuz bu yol nedir?” diye sormuşlar.
Kısaca tarif eylemiş. Diyor ki: (Havfu’l-kaderiyyeh ve recâul’l- mürcieh)
Şimdi Kaderiyye ve Mürcie diye fırkalar var Mezhepler Tarihinde. Kaderiyye, insanın hür olduğunu ifade eder, inanır. Çünkü hür olmasa günahları Allah mı işlettiriyor ona diye, o bakımdan suçu günahı Allah’a yüklememek kaygısından böyle hareket ettiklerini söyleyen kimse. Mürcie de Allah ne takdir etmişse, günah insana zarar vermez diye, biraz böyle geniş
davranan bir zümre. Tabii Ehl-i Sünnet yolunun dışındaki, sivri tarafı olan mezhepler bunlar.
Sormuşlar:
“—Nedir melâmet yolu?..”
Demiş ki:
“—Kaderiyye’nin korkması, Mürcie’nin de ummasına sahip olan mezhep.”
Yâni ne demek istiyor? Hem Allah’tan bütün sorumluluk bana ait diye korkarak, bir ceza belâ gelmesin diye havf üzere bulunup, günahlardan sakınmak; hem de eh ne yapalım, ne kadar sakınırsak sakınalım beşeriz, eksiksiz, kusursuz olamayız, Allah’tan ümidi kesmeyip öyle bir ümit ferahlığı içinde olma yolu demiş, böyle tarif etmiş. (Havfu’l-kaderiyyeh ve recâul’l-mürcieh) diye tarif etmiş.
e. İnsan Kendi Kusurunu Görmeli!
٤٥ - قال، وقال حمدون: من استطاع منكم ألاَّ يعمى عن نقصان
نفسه فليفعل.
TS. 129/31 (Kàle ve kàle hamdûn) Yine aynı râvîler, yâni bu Muhammed ibn-i Ahmed et-Temîmî, o Hamdûn’un oğlu Ahmed’den, o da Hamdûn-u Kassâr Hazretleri’nden rivâyet ediyor. (Men istetâa minküm ellâ ya’mâ an nuksâni nefsihî felyef’al) Şöyle buyurmuş Hamdûn-u Kassâr Hazretleri:
“Sizden biriniz nefsinin noksanını görmeğe güç yetirebiliyorsa, yâni görmezlikten gelmekten kendisini kurtarma iktidârına sahipse, yapsın. Yâni kendi nefsinin ayıbını görmekten insanlar a’mâdır, yâni kendi nefsinin ayıbını görmezler. Herkesin ayıbını görürler de ‘Falanca şu kusurlu...’ Yâ sen bırak falancayı, senin kendi kusurlarına bak... Kendisinin kusurlarını görmez.”
Hani kendisinin gözündeki merteği görmez, karşısındakinin gözündeki çöpü görür derler. Mertek büyük bir şeymiş galiba, sopa demekmiş. Hani cop gibi bir şey galiba… Yâni kendisininkini
görmüyor da başkasınınkini görüyor. İnsanoğlunun tabiatı bu…
Bu da diyor ki:
“—Kendi nefsinin kusuruna karşı kör olmamak elindeyse, kör olma, yâni gör kusurlarını...”
Yâni demek istiyor ki: “İnsanların çoğu kendi kusurlarını görmez, sen bu genel eğilimden kendisini kurtarabilecek kadar kuvvetli bir insansan, tamam, iyi, böyle yapmağa çalış, nefsinin kusurlarını görmeğe çalış.
Çok kimse göremez... Herkes kendisinin az çok hayranıdır ve herkes de kendisinin beğenilmesini ister ve herkes de kendisinin kusurunu söylediğin zaman kızarır, bozarır ve memnun olmaz. Asabı bozulur, terslenir böyle, tahammül edemez yâni, kaldıramaz yâni. E kim kaldıracak? Olgun insan kaldırır. Nefsinin ayıplarını görmeğe gücü yeten insan, iyi bir insan demektir, kuvvetli bir insan demektir.
Mehmed Akif’in bir şiiri var... Tecrübeli bir insan Mehmed Akif. Tabii İslâm’ı da bilen bir insan. Ulûm-u Şer’iyyede çok bilgisi var. Arap Edebiyâtını çok iyi bilirmiş. Arap dilinin inceliklerine vâkıf. Bir şiiri var, diyor ki:
Tek hakikat var bellediğim dünyadan
Elli-altmış sene gezdimse de şaşkın şaşkın
Hepimiz kendimizin bağrı yanık aşıkıyız
Sade ilânı çekilmez bu acaip aşkın
Böyle demiş. Ne demek istiyor?
Tek hakikat var bellediğim dünyadan
Elli-altmış sene gezdimse de şaşkın şaşkın
Mısır’a gitti, oraya geldi, buraya gitti, “Elli-altmış sene dünyada şaşkın şaşkın gezdimse de, bir hakikati anladım şu dünyada...” diyor. Altmış yıllık hayat tecrübesini söylüyor yâni bize. “Hepimiz kendimizin bağrı yanık aşıkıyız” Hepimiz,
kendimizi sevmek değil, kusursuz görmek değil, bağrı yanık aşıkıyız. Bayağı aşıklısıyız kendimizin... Ama hepimizde bu kusur var... Kimisi saklar, söylemez; kimisi de belli etmeğe çalışır, o zaman tahammül edilmez insan olur. “Amma kendisini beğenmiş...” der, herkes yaka silker.
Hepimiz kendimizin bağrı yanık aşıkıyız
Sade ilânı çekilmez bu acayip aşkın
Bu aşkı ilan etti mi tahammül edilmez, kimse tahammül edemez diyor.
Tabii burada bizi ilgilendiren taraf nedir? Bizi ilgilendiren taraf: Nefsimizin kendisini beğenme damarı var, tarafı var. Herkes kendisini az çok beğenir. Herkes kendisinin yoğurdunun ekşi olmadığını söyler. Herkes kendi fikrinin doğru olduğunu sanır. Herkes alkıştan hoşlanır, methedilmekten gevşer, mayışır, yayılır, bayılır, tebessüm eder. Tenkit edilmekten hoşlanmaz, kızar, doğru söylerse karşısındaki azarlar, “Doğru söyleyeni kimse
sevmez, dokuz köyden kovarlar.” demişler... Ha, bu bir durum...
Buna karşı Hamdûn-u Kassâr Hazretleri diyor ki: “Sizden biriniz nefsinizin ayıplarına karşı kör olmamağa güç yetirebiliyorsa kör olmasın, görsün, yapsın bu işi... Bu önemli bir şey, bunu yapabilmek iyi bir şey...”
Tabii bu sözden bizim çıkartacağımız ders nedir? İnsanın kendisini beğenme temâyülü vardır, bu bir içgüdüdür, vardır insanoğlunun içinde... Bunun oyununa gelmeyelim! Biz kendimizi beğensek de, nefsimizin içinde kusurları vardır. Kusurları bulmağa çalışalım ve düzeltmeğe çalışalım!
Tabii insanın kendi kusurunu düzeltmesi zor olduğundan, en iyi çare; şeyh efendinin, tarikatta terbiyesini üzerine almış olan insanın ona kusurlarını münasib şekilde anlatmasıdır. Fakat şeyhi de olsa, müridler kusurun söylenmesinden memnun olmazlar. Bir de işin bu tarafı var. Evet, şeyh onu terbiye edecek, söyleyecek filan ama, o kadar, göründüğü kadar kolay değildir. Kazın ayağı öyle değildir. Şeyh de söylese, mürid de olsa, ötekisi el öpüp de, “Efendim, üstâdım, cânım!” dese de, şeyhi tarafından söylense bile, pek çok kimse ayıbının söylenmesine tahammül edemez; bakarsın tekkeyi bırakır gider. Şeyh efendi bir kusuruna işaret etti, bir ters muamele yaptı, bir kaş çattı diye, “Bugün bana şeyh efendi iltifat etmedi.” diye, tekkeyi bırakır gider. Mahvolur yâni. Tabii bırakır giderse, mahvolur. Bırakmaması lâzım! Yâni kusur söylemeğe tahammül edemez.
Onun için büyükler, mürşid-i kâmiller kusurları remiz yoluyla, telmih yoluyla, îmâ yoluyla, temsil yoluyla anlatmağa çalışmışlardır. Doğrudan doğruya bir şey söylememişlerdir. Hutbeye çıkmıştır, bir şey anlatmıştır, vaaza çıkmıştır bir fıkra söylemiştir, bir münasebet düşürmüş, bir hadis nakletmiştir, bir ayet nakletmiştir, o sana nasihattır aslında. Direkt sana söylemediği için sen üzülmezsin, gocunmazsın ama şeyhin söylediği her sözün sana ait olabilme ihtimalini düşünüp ona göre bu kusur bende var mı diye deyip, düşünüp onu düzeltmeğe
çalışmalısın. Yâni, tasavvufta bile öyle kolayca kusurlar söylenmiyor, söylenemiyor.
Onun için, Hazret-i Ömer söylemiş: “Bu devirde artık kusurumu doğrudan doğruya yüzüme söyleyecek bir samimi arkadaş kalmadı.” gibi bir söz söylemiş, yakınmış yâni. Söylemek samimiyetten dolayıdır ama, samimiyet bozulur. Ahbaplık kopar. Yâni söylesin dersin, tamam söylesin dersin ama tahammül edemez. Tamam efendim söylesin, elbette söyleyecek ama tahammül edemez. Ahbaplık bozulur, soğukluk başlar, ziyaretler azalır, seyrekleşir bilmem ne filan...
Onun için îmâ yoluyla, temsil yoluyla filan yapmışlardır bu işleri. Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî’de yaptığı gibi. Nasıl ney bir sembol olarak ortaya konuluyor, o yanık yanık çalması, kamışlıktan ayrılığın yanışı gibi gösteriliyor. Kamış bile bu kadar ayrılıktan, yanıp yakılıyorsa ey insanoğlu, sen seni yaratanını bulamamışsın, o ayrılıktan yanmıyor musun, yakılmıyor musun diye temsili oraya getiriyor. Diyor ki:
آتشست اين بانگ نای و نيست باد
هر که اين آتش ندارد، نيست باد
Âteşest in bank-i nâyu nîst bâd, Her ki in âteş nedâred, nist bâd.
Yâni, “Bu neyin sesi ateştir, üfürük değil, rüzgâr değil, yel değil... Kimde bu ateş yoksa, yok olsun o!” diyor. “Herkesin içinde o hasret ateşinin, o şevkin, o iştiyâkın, yâni aşk-ı ilâhînin, şevk-i ilâhînin olması lâzım!” demiş oluyor. Telmihan söylemiş oluyorlar yâni. Îmâ yoluyla, benzetme yoluyla, teşbih yoluyla, temsil yoluyla söylüyorlar.
Tabii işin bize taallûk eden tarafı: Bize birisi nasihat etti mi, kusurumuzu söyledi mi, kızmamaya kendimizi alıştıralım! O kimseyi de gözümüzde büyütelim:
“—Aferin ki, kusurumu söyleyebildi. Kusurumu söyleyen kimseyle ilgimi kopartmamağa, azaltmamağa dikkat etmeliyim!” diye düşünmeliyiz.
Ben de şahsen kendim, bazen bazı kusurlar görüyorum. Benim görebildiğim kusurlar oluyor. Ama, söylemek kolay olmuyor. Yâni kusurun söylenmesi de zor. Ya biz alışmamışız, kızarıyoruz, bozarıyoruz... Kusuru işleyen kusuru işlemekten utanmıyor, biz onu söylemekten utanıyoruz. Yâni şu şöyle yanlıştır demeğe. Kur’an-ı Kerim’i bile yanlış okuyor da bazen, zamanı geliyor, insan, “Şurası yanlış!” diyemiyor.
Ankara’da birisi bana dedi ki:
“—Hocam amma sertsin yâ!” dedi.
Ayeti yanlış okuyor, ben de düzelttim bir-iki defa... Cemaate karşı mukabele olarak okuyor, ben de düzelttim. Hıncım, kinim olduğundan değil, seviyorum çocuğu da.
“—Hocam, amma sertsin, hatayı düzeltmekte amma da şahin gibi atılıyorsun!” filan gibi, o mânâya bir söz söyledi.
Adapazarı’nda âmâ birisi vardı, yâni gözleri iyi görmüyor. Camide mukabele okuyor. E yanlış okudu bir-iki; ben de doğrusunu söyledim. Çıkarken yakama yapıştı:
“—Sana ne! Niye söylüyorsun?” dedi.
“—E Kur’an-ı Kerim’i okuyorsun. Kur’an-ı Kerim’i cemaate karşı yanlış okumağa göz yumulmaz ki, düzeltilir. Yanlış okuma!” dedim.
Ama kızdı. Adam yaşlı, “Ne karışıyorsun!” diyor. E sen kendi başına olsan, hadi karışmayalım ama, cemaate karşı okuyor. Tahammül edemedi yâni. Ben de onun bu sözüne tahammül edemedim, hâlâ içimde bir yara... Ben de onun o çıkışını hazmedemedim.