21. ABDULLAH B. HUBEYK EL-ANTÀKÎ (2)

22. ABDULLAH B. HUBEYK EL-ANTÀKÎ (3)



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ ve üsvetine’l- haseneti muhammedini’l-mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin zevi’s-sıdki ve’l-vefâ’... Emmâ ba’d:


Çok aziz, kıymetli kardeşlerim!

Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin selâmı, rahmeti, bereketi, ihsân ve ikramları dünyada ahirette üzerinize olsun... Allah-u Teàlâ Hazretleri iki cihanın saadetine cümlenizi sahib eylesin, nâil eylesin, mazhar eylesin...

Burada evliyâullah, sàlih, müttakî, muhsin, velî, mahbub kulların hayatlarını, menâkıblarını okuyorduk. Tabakàtü’s- Sùfiyye isimli, mutasavvıfların terâcüm-i ahvâlini tabaka tabaka, nesil nesil anlatan çok kıymetli bir eseri okuyorduk. Abdullah ibn- i Hubeyk el-Antàkî isimli, Antakyalı bir velî zâtın hayatını okuyorduk. Sonra araya tatiller girdi, Kurban Bayramı girdi. Şimdi bugün aynı kitabın 144. sayfasından, 5. paragraftan, kaldığımız yerden devam edeceğiz.


Bu sàlihlerin hayatını niçin okuyoruz?.. Bir: Sàlihlerin anıldığı yerlere Allah’ın rahmeti iner diye, meclisimiz rahmetin yağdığı bir yer olsun diye okuyoruz. İkincisi: Bu mübarek zâtlar Allah’ın sevdiği kullar, velî kullar, Allah’ı seven kullar, Allah’a güzel kulluk yapmak isteyen kullar... Bakalım bunlar neler düşünmüşler, nasıl yaşamışlar, nasıl insanlarmış?.. Onların zamanında .....

Bu kitap bu sahada menba’ kitap, yâni ana kaynaklardan birisi... Eserin yazarı Ebû Abdurrahman es-Sülemî, her sözünün senedini, delilini, kaynağını gösteriyor. Kılı kırka yararak, inceden inceye düşünen, her sözün aslını doğruluk derecesini araştıran bir ciddî alimin eseriyle karşı karşıyayız. Onun o ilim metodunu, genç kardeşlerimiz buradan kapmış olsunlar, öğrenmiş

632

olsunlar diye, bazen eserin dipnotlarını okuyoruz, bazen içindeki hassas, ilmî birtakım kelimelerle ilgili izahlar yapıyoruz. Gramer tahlilleri yapıyoruz.

Bu eseri yazan bir alim, neşre hazırlayan da başka bir alim... Eserin kendisi kıymetli, neşri de kıymetli... Bazan kıymetli bir eser kötü neşredilir, kıymeti kalmaz. İstifade edemezsiniz. Böyle neşreden kimse de alim olursa, notlar koyarsa, araştırma yaparsa; o zaman güzel bir eserin kıymeti kat kat artar. Bu eser böyle bir eser. O bakımdan okuyoruz.


Okumaya başlamadan önce, Peygamber SAS Efendimiz’in ruh- u pâkine bizlerden birer hediyye-i Kur’âniyye olsun diye ve diğer enbiyâ ve mürselîn ve cümle evliyâullah u mukarrabînin ve hâssaten Peygamber Efendimiz’in âlinin, ashâbının, ezvâc-ı tâhirâtının, evlâdının, zürriyet-i tayyibesinin, hulefâsının; ve mânevî makamının varisleri evliyaullah ve sâlihînin, mürşidîn-i kâmilînin, sâdât ve meşâyih-ı turuk-u aliyyemizin ruhlarına;

Uzaktan yakından buraya gelmiş olan, siz değerli kardeşlerimin ahirete göçmüş olan müslüman ecdâdının, ceddâtının, akrabasının, evlâdının, yakınlarının, dostlarının ruhlarına bizlerden hediye olsun diye; onların kabirleri nur dolsun, ruhları şâd olsun, makamları yüksek olsun diye;

Bizleri de Allah CC sevdiği kullarından eylesin; ömrümüzü rızasına uygun, sevdiği işleri yaparak geçirmemizi cümlemize nasib eylesin; bu büyüklerin halleri, sözleri bizlere tesir etsin, bizi de Allah’ın sevdiği kullarının yoluna çeksin diye; okuduklarımızdan istifade edelim, faydalanalım, feyz alalım da, Allah’ın sevdiği işleri yapalım, sevdiği huylara sahip olarak yolumuzda öyle yürüyelim diye; sonunda Rabbimizin rızasına vâsıl olup cennetiyle, cemâliyle müşerref olalım diye, buyurun bir Fâtiha, on bir İhlâs-ı Şerif okuyalım, öyle başlayalım!..

......................


a. Gönüller Zikrullah’ın Yeridir


Şimdi geldik 144. sayfaya... Antakya’da yaşamış olan Abdullah ibn-i Hubeyk büyük alim, fâzıl, kâmil, Allah’ın güzel kullarından bir kul... Onun sözleri faslına gelmişiz.

633

٣- قال وسمعـته، يقول: خلـق الله القلـوب مساكن للذكر، فصارت مساكن الشهوات؛ ولا يمحو الشهوات من القلوب إلا خوفٌ مزعجٌ

او شوقٌ مقلق.


TS. 144/5 (Ve kàle semi’tühû yekùlü) Râvî yine Abdullah ibn-i Hubeyk el-Antàkî’yi duydum, şöyle söylüyordu:

(Haleka’llàhu’l-kulûbe mesâkine li’z-zikri, fesàret mesâkine li’ş- şehevâti; ve lâ yemhu’ş-şehevâti mine’l-kulûbi illâ havfun müz’icün, ev şevkun muklikun.) Ne demiş, ne buyurmuş: “Allah CC insanların gönüllerini kendi yâdı, kendi zikri, kendisinin bilinmesi, hatırlanması yeri olarak yaratmıştır.” İnsanın gönlü nedir? Allah’ın tecellîgâhıdır. İnsan Allah’ı nasıl bilir?.. Gönlüyle bilir. Allah’ı nasıl sever?.. Gönlüyle sever.

Yunus Emre ne diyor:


Gönül Çalab’ın tahtı,

Çalab gönüle baktı.


Yâni, Allah insanın gönlüne nazar eder. İnsanın gönlü temiz mi, değil mi?.. Gönlünde iyi duygular var mı?.. Niyeti pak mı, değil mi diye...

Allah insanın elbisesine bakmaz! Kumaşı Hereke kumaşı mı, İngiliz kumaşı mı; terzisi 1. sınıf mı, 2. sınıf mı, ona bakmaz... Sûretine bakmaz; boyu fidan boylu veya kambur, küçük veya büyük; ona bakmaz. Yüzü güzel veya çirkin, cildi parlak veya gül tenli, çopur veya kara, veya kıvırcık saçlı... Ona bakmaz.

Neye bakar?.. Gönüllere bakar, içine bakar. Çünkü yaradan kendisi, insana o sureti veren kendisi... Kul bakalım, Allah’a lâyık ne yapmış?.. Gönlünde belli olacak o… Gönlüne bakar.


Gönülleri kendi ma’rifetinin aleti olarak verdi insanoğluna. İnsan gönlü nedir?.. Allah’ı bilmek için, Allah’ın verdiği bir imkândır kendisine... Gönlü olmasa insan, iç alemi olmasa, hayvan gibi olur.

634

İnsanın gönlü var. İnsanı insan yapan, insanı sultan yapan, insanı Allah’ın sevgili kulu yapan, işte o gönüldür.

Gönlü Allah, zikri için mesken olarak yaptı diyor. Zikrinin meskeni... Zikir ne demek?.. Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni anmak demek ama, tabii, bir dille anmak var, bir de hatırında olmak var. Asıl zikir, sözünü etmek değil; gönlüne bir insanın Allah bilgisinin, Allah şuurunun, Allah’ı tanıma, bilme duygusunun, Allah’la aşinâlık durumunun yerleşmesi demek.

Asıl zikir o, yoksa söz değil.. Allah Allah diyor, aklı başka yerde... Televizyon seyrediyor, Allah diyor... Gözü birisini takip ediyor, Allah diyor... Kulağı bir şeyi dinliyor, Allah diyor... Mekaniklenmiş, tesbih elinde oyuncak olmuş, eğlence olmuş, oyun aleti olmuş. Zikir o değil aslında...

Asıl mühim olan gönlünde Allah var mı?.. Gönlünde Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin zikri, fikri, sevgisi, saygısı var mı?.. Mühim olan o...


[Yukarıya ses gidiyormuş ama, boğuk gittiği için ne söylediğim anlaşılmıyormuş. Ne diyeyim? Allah yardımcımız olsun… Bu ses aletlerinden ve sesimizi duyuramamaktan, anlatamamaktan el- amân… Her yerde böyle oluyor. Kadınlar kısmında sesimiz tam olarak anlaşılamıyor. Sesle ilgili kaç kâğıt geldi… Altı tane kâğıt geldi.

Bizim sözümüzü bizden söylemek, sizden taşımak, ötekilerin kulaklarına varması...]


“Gönüller, kalpler Allah zikrinin, yadının, Allah bilincinin, Allah şuurunun yeri ama, (fesàret mesâkine li’ş-şehevât) öyle olmamış, şehvetlerin meskenleri olmuş. Şehvetlerin meskeni olmuş gönüller...” Şehvetler ne demek? İnsanın şiddetli arzuları demek. İnsanın içindeki her şiddetli arzu şehvettir.

“—Canı öyle yemek istiyor ki, kıvranıyor.”

İşte o taam şehveti…

“—Canı öyle su istiyor ki, dudakları kurumuş.”

İşte o suya karşı aşırı istek.

Canı neyi istiyorsa, ona karşı şiddetli arzu... Şehvet bu.

Midenin şehveti var, fercin şehveti var, çeşit çeşit şehvetler

635

var; bunları biliyoruz. Gönül Allah’ın yâdının yeri olması gerekirken, maalesef şehvetlerin, arzuların yeri olmuş gönüller. İnsanın gönlünün asıl sevilecek Allah’ı arayıp, bulup, onunla meşgul olması gerekirken, gönüller asıl meşgul olmaları gereken şeyi bırakmışlar da nelerle meşgul oluyorlar! İki paralık, beş para etmez, boş, yalan, yanlış, günah olan şeylerle uğraşıyorlar.


E ne olacak?.. Gönülden bu duyguların silinmesi lâzım!.. Bu kötü duyguların, şehevâtın gönülden silinmesi lâzım!.. Nasıl silinecek?.. (Ve lâ yemhu’ş-şehevâti mine’l-kulûb) “Gönüllerden bu arzuları söküp çıkartmaz, silip atmaz, yok etmez; (illâ havfun müz’icün) ancak insanlara musallat olmuş, iyice böyle derinden hissettiği bir korku ile, bir havf duygusu ile olur.

Korkacak... Nerden korkacak?.. Allahtan korkacak.

Bak ne diyor?.. Yunus Emre öyle söylüyor, Ahmed-i Yesevî Hazretleri öyle söylüyor:

“—Yarın Rabbimin huzuruna çıkınca, Rabbim bana ben sana dünyada bir şeyler buyurmuştum, niye yapmadın?” derse, benim halim nice olur?.. Ben ona nasıl cevap veririm?


Ben buyurdum, buyruğumu tutmadın,

Derse Mevlâm, ben ne cevap vereyim?


Korkuyor, ileriden korkuyor. İleride sorgu suale tâbî olacağım diye korkuyor. Tamam, böyle insanın içine iyice, onu böyle rahatsız edecek, bıçak gibi saplanan bir korku gelirse; tamam, o bu şehvetleri söküp atar.

Yoksa bu şehvetler, bu arzular insanın gönlünden kolayca çıkmaz ve insanı sürükler bunlar… Hayatı boyunca sürükler götürür. Her birisi, her bir insanı bir tarafa götürür. Her bir insana olmadık günahları yaptırtır, yalan yanlış şeyleri yaptırtır.

İçindeki duygu, başkası değil. İnsanoğlunun kendisine yaptığı zararı, cümle cihan halkı birleşse yapamaz. Kendisi en büyük zararı yapıyor.


“Bunlardan kurtulmak için, ya havf olacak, Allah korkusu olacak, Allah korkusundan titreyecek; (ev şevkun muklikun) ya da

636

huzurunu kaçırmış, aklını başından almış olan bir aşkı, şevki olacak.” Ya aşk olacak, ya korku olacak... Ya Allah’ın sevgisinden, onu aramaktan uykusu kaçacak; “Aman Mevlâm, aman Rabbim!” diyecek…

Yunus Emre’nin dediği gibi:


Şem’a yanan pervâneler.

Gelsin beraber yanalım!

Aşka düşen divâneler,

Gelsin beraber yanalım!


Seviyor adam, aşık… Ateşe düşmeye razı, yanmaya razı, her şeye razı…

Yunus Emre diyoruz, Taptuk Emre diyoruz. Emre ne demek?.. Eski Türkçe’de emremek, aşık olmak demek. Emre sözü aşık demek, aşık olmuş demek.

Konfrans vereceğim diye Ahmed-i Yesevî’nin eserlerini okuyorum, hep aşkullahtan bahsediyor, Allah sevgisinden bahsediyor. Allah sevgisi yakmış içini, boyna onun feryadını basıyor. Çok sevdiğini, yanıp yakıldığını, her şeye razı olduğunu; üstüne bassalar, çiğneseler geçseler, düşse, ölse, kalsa, hiç bir şeyden korkmuyor. Her şeye razı... Neden? Şevki var, aşkı var

içinde…

İşte bu gönüller Allah için, Allah’ı bilmek için yaratılmış. Allah’ı yad etmek için gönlüne Allah’ın yerleşmesi lâzım! Ama gelmiş arzular yerleşmiş. Adam parayı seviyor, adam mevkii, makamı seviyor, adam şöhreti seviyor, adam alkışı seviyor…


Profesörler vardı bizim üniversitede… Kibirli, gururlu, havalı, kravatlı, sinekkaydı tıraşlı… Jilet gibi keskin ütülü pantolonlu… Adam profesör… Kürsüde edalı konuşur. Çocuklar da profesörlerin zayıf taraflarını yakalar. Bir şey söyler.

“—Yaşa hocam!” diye çocuklar bağırır, alkışlarlar.

Adam şişer. Halbuki talebe kendisiyle alay ediyor.

Bazı insanlar böyle şeyleri seviyor. Alkışı seviyor, parayı seviyor, kadını seviyor, rahatı seviyor, eğlenceyi seviyor… Avı seviyor.

“—Efendi nereye gidiyorsun, çoluk var, çocuk var, iş var, güç

637

var?..”

“—Arkadaşlarla sözleştik, ava gideceğiz.”

Cumartesiden gidiyor, gece oralarda yatıyor, Pazar günü de kalıyor. Av aşıklısı…

Denize çıkıyor, motora biniyor; sabahtan akşama, akşamdan sabaha oltayla balık avlamaya çalışıyor.


Amerika’da gördüm: Üniversitenin ortasındaki havuzda, kamışın ucunda ip, havuza ipi sarkıtmış, balık tutuyor birisi...

Şaşırdım, dedim ki:

“—Yâhu, üniversitenin havuzunda balık tutulur mu? Yasak bir şey yapmıyor mu bu adam?..” “—Hocam, oltanın ucunda kanca yok, ip boş.” dediler.

“—Ne yapıyor bu salak?” dedim.

“—Stres atıyor.” dediler, şaşırdım.

Delilikler çeşit, çeşit… Ucunda kanca olmayan iple havuzun kenarında sabahtan akşama duruyor. Bir şey tutmayacağını da biliyor, akşama kadar orada… Bak, şeytan insanların nelere gönlünü bağlıyor, neleri sevdirtiyor.


Sen kimseyi ayıplama, sen de futbolu seviyorsun!

Kimisi sinemayı seviyordu eskiden... Televizyonlar şimdi sinemayı eve getirdi. Fırt, okuldan kaçıp sinemaya gitmiyor muydu öğrenciler? Sinemaya kaçıyorlardı.

Kimisi futbolu seviyor. Futbol maçında kuyruğa giriyor, geceleyin ayazda orada yatıyor. Ne imiş? Galatasaray’la bilmem kim karşılaşacakmış da…

Şampiyon olduğu zaman, sabaha kadar bize de uyku haram… Otomobillere biniyorlar, bir gürültü, bir şamata… Ne olmuş?.. Birisi şampiyon olmuş, ötekisi yenilmiş.

Artık polisler de bir şey demiyor. Suç işliyorlar, bir şey demiyor. Kırmızı ışıkta geçiyor, bir şey demiyor. Otomobilin camından çıkmış, bir şey demiyor. Neden?.. Galatasaray galip gelmiş, Fener galip gelmiş, Beşiktaş galip gelmiş…


Bak, Allah gönlü bunun için mi yarattı?.. Allah insana şuuru bunun için mi verdi?.. Hayır!

İnsanın vazifesi bu mu?.. İnsanoğlu dünyaya futbol için mi

638

geldi, keyif için mi geldi?.. Balık tutmak için mi geldi, oyun için mi geldi?.. Düşünün siz!

Sigara içmek için mi geldi?.. Bir sigarayı yenemiyor. Adam derviş, adam müslüman, adam hoca, adam bir tarikatın bilmem nesi; sigaradan vaz geçemiyor. Kahramana bak, şu kadarcık çubuğa yeniliyor. Şu kadarcık sigara, bizim koca pehlivanı tuşa getiriyor, sigaradan vaz geçemiyor.

“—Günahtır, yazıktır, zararlıdır, haramdır, kerahat-ı tahrimiye ile mekruhtur.” diyorsun; o zaman da kızıyor:

“—Benim sigarama karışma!” diyor, bir sürü laflar söylüyor.


Hàsılı, aziz ve sevgili ve muhterem kardeşlerim, şu bizim gönüllerimiz Allah’a bağlanmak gerekirken, Allah’a bağlanmıyor da, olmadık şeylere bağlanıyor; mâsivallaha bağlanıyor. Senin gönlün de öyle, onun gönlü de öyle, ötekisinin gönlü de öyle... Herkes bir şeyi seviyor, herkes bir şeyin aşıklısı...

Bir edebiyatçının hikâye kitabında okumuştum. Güvercin aşıklısı imiş, evinde güvercin besliyormuş. Yunanlılar gelmiş. Yunanlı gelir de, elin gâvuru senin keyfine bakar mı?.. Bunun canım güvercinlerini almışlar, kesmişler, kebap yapmışlar, yiyorlar. Yunan gâvuru gelmiş, orayı istilâ etmiş. Güvercinleri de yağlı, palazlanmış görünce, kebap yapmışlar.

Adam, “Güvercinlerim gitti, güvercinleri gitti...” diye oynatmış. Ne olacak, bir daha yetiştirirsin.


Almanya’da birisinin köpeği ölmüş, yas tutuyormuş, mâtem tutuyormuş. Bizim Türk’ün aklı almamış. Alman’ın köpek öldü diye mâtem tutmasını aklı almamış. Demiş ki:

“—Yâhu ne olacak, alt tarafı bir köpek... Bir başkasını alırsın, köpek edinirsin, olur biter.” deyince, bir kızmış:

“—Seni insafsız, seni vicdansız, seni sevgiden anlamaz mahlûk!..” bilmem ne diye bizim Türk’e bağırmış, çağırmış. Bir müddet de küsmüş, konuşmamış. “Benim ölen köpeğime nasıl hakaret edersin?” diye.

Nereye takmış kafayı? Nereye bağlamış zavallı gönlünü?.. O Allah’ın ma’rifetullahının yeri olması gereken gönül, nelerle dolmuş?.. Çirkefle, pislikle, mâsivâ ile dolmuş. Herkes ömrünü hebâ edip gidiyor. Sen veya ben, veya o...

639

Sen bak bakalım, bu hastalık sende var mı, yok mu? Gönlünü bir yokla bakalım, gönlünü nereye bağlamışsın?.. Bakalım gönlün ma’rifetullah mahalli mi, mahabbetillah mahalli mi; gönlün aşkullah, muhabbetullahla mı, ma’rifettulahla mı dolu?.. Allah bilgisi, Allah sevgisi, Allah şuurunu yakalamış, kavramış, bulmuş musun; yoksa, boş şeylerle mi uğraşıyorsun?.. Cıncık boncukla, çocukların oynadığı oyuncak gibi şeylerle mi uğraşıyorsun?..

“—Hocam, işte maalesef aklımı ben de bir yere takmışım,

gönlüm bir yere bağlı, gönlümü kaptırmışımbir şeye...” Haa, nasıl kurtulacaksın bu durumdan?..

İki şey var: Ya ahirette başına gelecek felaketleri düşünüp korkarsın, (havfun müz’icün) seni böyle iğne gibi batıp rahatsız eden bir korkun olur. “Vay be, ben böyle gidiyorum ama, bu gidişin sonu ne olacak?” dersin, uyanırsın.

Ya da içinde bir şevk olur, aşk olur. “Bütün güzellikleri yaratan Allah... Şu çiçekleri yaratan Allah... Şu kuşları, bülbülleri, baharı, bulutu, yazı, güneşi, mevsimi, meyvayı, tatlıyı, kuşları, çocukları, her şeyi yaratan Allah... Tebâreke’llàhu ahsenü’l-hàlikîn...

“—Aman yâ Rabbi, sen bu güzellikleri yarattığına göre, her güzelliğin sahibi sen olduğuna göre, başka şeye insan gönlünü bağlar mı?..” diye ya şevki olacak, aşık olacak, Yunus Emre gibi olacak... Aklını kaybedecek, şeydâ olacak, mecnun olup çöllere düşecek, dağlara çıkacak, Ferhad olup dağları delecek... Sevgi olacak içinde.

İkisinden birisi... Ya korku olacak, ya şevk olacak.


O da yok, öbürü de yok... O zaman çok fena... Kalbi emelsiz, arzusuz, isteksiz; içi duygusuz, kaygısız bir insan ölmüş demektir. Dürtüyorsun, dürtüyorsun, “Yâhu kalk!” diyorsun, iğne batırıyorsun; kıpırdamıyor, felç olmuş. Hiç hareket yok…

İnsan ya üzülür ağlar, ya sevinir oynar.

Yarin yok ise, niçin taleb etmiyorsun?.. Yarini bulduysan, niçin tarab etmiyorsun, coşup oynamıyorsun?.. Kavuşmuşsun, bayram etsene!.. Bulamadıysan niye aramıyorsun, bulduysan niye bayram etmiyorsun?..

Ne güzel sözler söylemişler. Anlatmağa çalıştık. İnşaallah anlaşılmıştır.

640

b. Doğruluk Ehl-i Hadisin Sermayesidir


١- سمعت محمد بن على بن الخليل، يقول: سمعت جعفر بن محمد بن سوَّار، يقول: سمعت عبد الله بن خبيق، يقول: لكل تاجر رأس مال، ورأس مال صاحب الحديث الصدق.


TS. 144/6 (Semi’tü muhammede’bne aliyyi’bni’l-halîl, yekùlü: Semi’tü ca’fere’bne muhammedi’bni sevvâr, yekùlü: Semi’tü abda’llàhi’bne hubeykın, yekùl:) Bu adamlar —o ondan duymuş, o ondan duymuş— terceme-i hàli anlatılan Abdullah ibn-i Hubeyk Hazretleri’nin şöyle dediğini anlatıyorlar.

Tabii, adı geçen şahısların kim olduğu ve hayatı hakkında aşağıda bilgi verilmiş:

Ca’fer ibn-i Muhammed ibn-i Sevvâr Nişapurlu imiş. Güvenilen bir insanmış, hadis alimi imiş. Ondan bazı alimler hadis rivayet etmişler. Zilkàde ayının on birinci gecesi ölmüş, 288 senesinde. Tarih-i Bağdat’ta bu bilgi varmış.

Bu zât, Abdullah ibn-i Hubeyk’den rivayet ediyor sözünü:

(Li-külli tâcirin re’sü mâl, ve re’sü mâli sàhibi’l-hadîs, es-sıdk.) Ne buyurmuş: “Her tüccarın, ticaretle uğraşan kimsenin...” Araplar tâcir diyor, biz tüccar diyoruz. Tâcir tekil, tüccâr çoğul... Biz tüccar kelimesini kullanıyoruz:

“—Sen nesin?” “—Ben tüccarım.” diyor.

Tâcirim demesi lâzım aslında... Tüccar, tacirler demek ama, öyle kullanıyoruz.

Talebe de, tàlibler, öğrenciler demek.

“—Sen nesin?” “—Ben talebeyim.” diyor.

Yanlış... Tàlibim demesi lâzım ama, galat-ı meşhur derler, böyle bir lisana yanlış olarak yerleşir bazı kelimeler.

“Her tüccarın bir sermayesi vardır.” Dükkân açacak, ticaret yapacak, sermaye lâzım!

“Her tüccarın bir sermayesi vardır. (Ve re’sü mâli sàhibü’l-

641

hadîs, es-sıdku) Hadis erbabının sermayesi nedir? Doğruluktur.”

Hadis ehliyse bir insan, ilk başta doğru sözlü bir insan olacak. Kelimesi kelimesine her sözü doğru olacak. Yalan olmayacak, fazla olmayacak, eksik olmayacak, yanlış olmayacak, karışıklık olmayacak, sapasağlam olacak... Hadis erbabının sermayesi de dürüstlüktür, doğruluktur.

Doğruluk işin aslında, hepimizin sermayesidir muhterem kardeşlerim! Sen de doğru olursan, beş parasız da olsan, fakir bir ailenin çocuğu da olsan, doğru olduğun zaman, zenginin birisi seni yanına alır:

“—Sen doğru bir insansın, gel! Benden sermaye, senden çalışma... Gel beraber ortaklık yapalım!” der, zengin olursun.

Sen ne koydun ortaya?.. Senin dürüstlüğün, güzel ahlâkın, doğru sözlülüğün, doğru özlülüğün seni yükseltti.


Doğruluk, güzel huy hepimizin sermayesidir aslında. Ama, husûsiyle, özellikle hadisçinin, hadis sahibinin, hadis erbâbının sermayesi doğruluktur.

Demişler ki:

“—Falanca yerde bir hadis alimi varmış, hadi gel gidelim de ondan hadis öğrenelim, yazalım, rivayet alalım!”

Gitmişler, sormuşlar:

“—Nerede?..” “—Falanca yerde...” Alimin yanına gidecekler. Bakmışlar ki, hayvanı kaçmış alimin... Hayvanına gel diyor. Yerden ot almış, otu göstermiş, hayvana geh geh demiş. Hayvan ota gelip onu yemek isteyince, yularından tutmuş, otu da vermemiş. Ötekiler de bu manzarayı görmüşler.

Hayvanı kandırdı, otu gösterdi, ama otu yedirmedi, vermedi. Gelenler hadis yazacaklardı ondan, alim diye geldiler. Gelenlerin başındaki şahıs demiş ki:

“—Kalkın gidelim!”

“—Niye?..” “—Hayvanı aldattı bu şahıs... Hayvana otu gösterdi, yedirmedi. Hayvanı aldatan, insanı da aldatabilir. Aldatmayı yapıyor, binâen aleyh insanı da aldatabilir. Belki söylediği söz doğru değildir.” demiş, dönmüşler geriye...

642

Yâni insan, aslında çocuğuna doğru sözlü olmalı, hanımına doğru olmalı; hanımsa beyine doğru olmalı, kardeş kardeşe doğru olmalı... Dosdoğru olmalı, dosdoğru konuşmalı, dürüstlük sermaye olmalı!.. Çünkü, Allah doğru olanları seviyor, doğru olanlarla, doğru sözlülerle beraber olmayı da Kur’an-ı Kerim’de emrediyor:


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ (التوبة:٤٤٤)


(Yâ eyyühe’llezîne âmenü’tteku’llàhe ve kûnû mea’s-sàdıkîn.) “Ey iman edenler Allah’tan korkun ve sàdıklarla, doğru sözlü insanlarla beraber olun!” (Tevbe, 9/119) buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri...


c. Her Halde Doğruluk


٧- قال، وقال عبد الله: لايستغنى حالٌ من الأحوال عن الصدق، و الصدق مستغنٍ عن الأحوال كلها. ولو صدق الـعـبد فيما بينه و

بين الله، حـقـيـقـة الصدق، لاطّلـع على خزائن من خزائن الـغـيـب، و لكان أمينًا فى السموات والأرض.


TS. 144/7 (Kàle, ve kàle abdu’llàh) Aynı râvi rivayet etmiş, Abdullah ibn-i Hubeyk el-Antàkî şöyle buyurmuş: (Lâ yestağnî hàlün mine’l-ahvâli ani’s-sıdk, ve’s-sıdku müstağnin ani’l-ahvâli küllihâ. Ve lev sadaka’l-abdü fîmâ beynehû ve beyne’llàh, hakîkate’s-sıdkı lettalea alâ hazâini min hazâini’l-gayb, ve lekâne

emînen fi’s-semâvâti ve’l-ard.) Bunu da yine aynı şahıs söylemiş, aynı râvî rivayet etmiş. Yine doğruluk üzerine konuşuyor. Buyuruyor ki Abdullah ibn-i Hubeyk el-Antàkî Hazretleri:

(Lâ yestağnî hàlün mine’l-ahvâli ani’s-sıdk) “İnsanın hallerinden hiç bir hali, doğruluktan, sıdk u sadakatten ayrı değildir.” Yâni, her halinde, her konuştuğunda, her yerde, her zamanda, her durumda doğru olması lâzım! Hiç bir halinde, “Doğruluğa lüzum yok, olmasa da olur.” denemez. Her halde

643

doğruluk şart... Hallerden hiç birisi doğruluktan müstağni değildir, doğruluk her halde lâzımdır.

(Ve’s-sıdku müstağnin ani’l-ahvâli küllihâ) “Doğruluğun kendisi her hallerden müstağnidir.” Doğruluğun hale bağımlılığı yoktur, doğruluk hallere tâbî değildir; müstakil, kendi başına vardır. Hiç bir halde insan doğruluktan ayrılamaz. Her zaman doğru olması lâzım gelir. Mü’minin ana vasfı, kale gibi doğru olmaktır.


Ve bir söz söylüyor bunun arkasından:

(Ve lev sadaka’l-abdü fîmâ beynehû ve beyne’llàh, hakîkate’s- sıdkı) “Eğer kul Mevlâsıyla arasındaki kulluk vazifelerini yapmakta tam bir doğruluk ile doğru olsa, yâni Rabbine karşı kulluğunu tam yapsa, tam sadakat üzere yapsa; sözü doğru, özü doğru, hàlis, tertemiz bir kulluk yapsa; Mevlâsıyla olan muamelesinde hiç yalan söylemeyerek, hiç eğrilik karışmayan bir şekilde, sadakate, sıdka, doğruluğa tam riayet etse, ne olurdu?.. (Lettalea alâ hazâini min hazâini’l-gayb) Gaybın hazinelerinden hazinelere vâkıf olurdu, haberdar olurdu, muttalî olurdu. Kulluğunu tam sadakatle yapsaydı, gaybın hazinelerini Allah onun gözünün önüne sererdi, hepsinden haberdar olurdu, hepsine müttalî olurdu.”

Evliyaullah öyle olmuş. Sıdk u sadakat sahibi evliyalar bu sûretle bu makama ermiştir. Zâten erildiğini bilmese, eğer kendisi yaşamasa, söylemez bu mübarekler.

(Ve lekâne emînen fi’s-semâvâti ve’l-ard) “Semâlarda ve yerde Allah’ın güvenilir, itimadlı kulu olurdu. Her şeyi kendisine emanet ettiği kulu olurdu.”


Demek ki, sevgili kardeşlerim, tabii bu sözlerden bizim anladığımız ve bize düşen, bizim yapmamız gereken, tam doğru olacağız. Bilhassa, Allah’a karşı kulluğumuzda tam sadakat üzere olacağız. Kulluğumuzu tam güzel, doğru yapabildik mi, o zaman çok mükâfatlara nâil oluruz.

Sadakat üzere olacağız. Sadakat ne demek, sadıklık demek... Sadıklık ne demek, doğruluk demek... Kul doğru oldu mu, sapasağlam, pırıl pırıl, hiç kalleşlik yok, eğrilik yok, lafı eğip bükmek yok... Her halde böyle dosdoğru olmak lâzım!

644

d. Kalbinden Tamahı Çıkarmak


٨ - قال، وقال عبد الله: من أراد أن يعيش غنيًّا فى حياته، فلا يسكن الطمع قلبه.


TS. 144/8 (Kàle, ve kàle abdu’llàh) Aynı râvî rivayet etmiş ki, Abdullah ibn-i Hubeyk el-Antàkî şöyle buyurmuş: (Men erâde en yaîşe ganiyyen fî hayâtihî, felâ yüskinü’t-tamaa kalbehû)

“Bir insan hayatı boyunca zengin yaşamak istiyorsa, ganî olarak yaşamak istiyorsa, (felâ yüskinü’t-tamaa kalbehû) kalbine tamahkârlık duygusunu düşürmesin!” Birisinden bir şey tamah edip istemesin, ummasın; ummayı kessin! Birisinden bir şey tamah edip, şundan şu gelir mi, bundan bu gelir mi diye tamahı kessin, kalbinden çıkarsın. Kalbine tamahı iskân etmesin, yerleştirmesin! Kim?.. Hayatı boyunca zengin yaşamak istiyorsa bir insan…

Zengin yaşamak istiyorum. Tamam, o zaman kimseden bir şey umma! O adamdan para umma, bu adamdan iltifat bekleme! Filanca adam seni falanca yere tayin edecek diye bekleme!

“—Beğenmeyen beğenmesin, seven sevsin, sevmeyen sevmesin, aman!” de.

Hiç kimseye tamahın olmasın, bak nasıl zengin olursun! Nasıl efe olursun, nasıl yürüyüşün değişir, nasıl için rahatlar. Eğer böyle zengin yaşamak istiyorsan, hiç kimseden bir şey umma!..

Bu zâtlar kendileri bunu yapmışlar, kuldan bir şey istemeyi doğru görmemişler, Allah’tan istemişler. Kuldan ümitlerini kesmişler, kuldan bir şey beklememişler. Verse de almamışlar. Verdi mi birisi, istemem, senin olsun demişler.

Ben gözümle gördüm Medine’de... Zenci kadın, perişan... Sokağın kenarına oturmuş. Arkadaşlardan birisi acıdı, çıkarttı bir miktar para vermek istedi.

“—İstemem!” dedi, almadı. “Az önce aldım. Bugünlük yetecek yiyeceğim var!” dedi. Almadı, fukara...

Fukara ama istemiyor, kanaat ediyor.


e. Allah Yolunda Gayretli Ol!

645

٤ - أخبرنا علىُّ بن محمدٍ، لؤلؤ الورَّاق البغدادىُّ، إجازةً، قال: حدثـچنـا عمر بن عـبد الله الـبـحـرانىُّ، قـال: سـمـعـت عبد الله بن

خبـيق، يقول: إن اسـتطــعـت ألا يسـبقك أحدٌ الى مولاك فافعل، ولا تؤثر على مولاك شيئا.


TS. 144/9 (Ahberanâ aliyyü’bnü muhammed, lü’lüü’l-verrâku’l- bağdâdiyyü, icâzeten, kàle: Haddesenâ umeru’bnü abdu’llàhi’l- bahrâniyyü, kàle: Semi’tü abda’llàhi’bne hubeykın yekùlü: İni’steta’te ellâ yesbekuke ehadün ilâ mevlâke fe’f’al, ve lâ tü’sir alâ mevlâke şey’en.) Birinci adam, râvî icazet yoluyla müellifimize bu mâlûmatı vermiş. (Aliyyü’bnü muhammed, lü’lüü’l-verrâku’l-bağdâdiyyü) Bağdatlı, kâğıtçılık işiyle de meşgul olan, Lü’lü’ lakablı Muhammed’in oğlu, Ali isimli şahıs. Aşağıda bilgi var, uzun ismi var.

Verrak, kâğıtçı. Eskiden yazı yazmak için, kâğıtçılık mühim bir meslekti, kâğıtçılar vardı.

“—E böyle bir sùfî niye kâğıtçılık yapıyor?” Bu adamların her birisi helâl lokma yemeyi esas edindikleri için, her birisi bir işte çalışmışlar, para kazanmışlar. Ticaret sevap diye, elinin emeğini yemek sevap diye, kimseye yük olmayalım diye çalışmışlardır. Onun için her birisinin bir mesleği vardır.

(Yu’rafü bi’bni lü’lü’) Lü’lü’ oğlu diye tanınırmış bu zât. Benî Sakif’tenmiş. Şevval ayının ortasında, 281 senesinde doğmuş. Enteresan bir adammış, dünyalık bakımından durumu iyi olduğu halde, rivayet ettiği her hadis için iki dânik ücret alırmış. (Ve kâne sikaten, sadûkan alâ teşyi’) Sağlam, güvenilir, çok doğru sözlü bir kimseymiş. (Tüveffiye fi’l-muharrami senete seb’in ve seb’îne selâse mieh) 377 Yılı Muharreminde vefat etmiş.

O kimden almış?.. Ömer ibn-i Abdullah el-Bahrânî’den almış.

O da Abdullah ibn-i Hubeyk’ten rivayet ediyor:


Diyor ki bu sùfî, bu zât-ı muhterem:

646

(İni’steta’te) “Eğer bir şeye takat getirebilirsen, yapabilirsen yap!.. Neyi? (Ellâ yesbekuke ehadün ilâ mevlâke fe’f’al) Seni Mevlâ’na giden yolda, hiç kimsenin geçmemesini sağlayabilirsen, yap!” Hepsinden önce sen koşacaksın, Mevlâ’ya hepsinden önce sen varacaksın, hiç kimse seni bu konuda geçemeyecek; bunu yapmağa güç yetirebilirsen, ne mutlu!..

Bu Allah sevgisi ile olur, burada yarışılır. Hayırda yarışılır. Hiç kimsenin kendisini geçmesine müsaadesi olmayacak, çok çalışacak. Çünkü, yolun nihayetinde Allah’a kavuşmak var! Orada tembellik yakışmaz dervişe, orada koşturur.


(Ve lâ tü’sir alâ mevlâke şey’en) “Mevlâna hiç bir şeyi tercih etme!” Dünya işi, para, pul, mevki, makam... vs.

Bugün Ahmed Yesevî Hazretleri’nin hayatını anlatan toplantılarımız oldu karşı tarafta, güzel şeyler dinledik doğrusu.

Budist, putperest, Buda’ya tapan kâfir kavimler Maveraünnehr’e, Türkistan’a saldırmışlar, hakim olmuşlar oraya... Halkı zorlamışlar:

“—Budist olun, İslâm’ı bırakın!” diye.

Her eve bir asker yerleştirmişler. Kâfir hükümdar, “Bu askere bakacaksınız, ne isterse yapacaksınız!” diye dellallara ilan ettirmiş. “İstediğini yapmayanı da öldürecek!” demek.

Her eve bir düşman askeri… Kâfir bir asker bir eve geldiği zaman ne ister? Her şeyi ister. İnsan evine başkasını alır mı? Ölmeye razı olur, yine almaz. Neler yapmışlar.


Sonra, kendi yolunun müslümanlıktan üstün olduğunu göstermek için bir toplantı tertiplemiş. Müslüman alimler çıkmışlar. Onların rahipleri de karşı tarafta... Konuşmuşlar, müslüman alimleri onları yenmiş. Çünkü akıl var, mantık var, ilim var, irfan var... Ötekisi putperest, kâfir; bu mü’min, Allah’ın mü’min kulu…

Sonunda hükümdar ağzını bozmuş, dine imana, Kur’an’a, Peygamber’e kötü sözler söylemiş. Bizim mübarek alimlerimiz de cevap vermişler. Sonra o alimleri alnından, ayaklarından şehrin kapısına çivileyerek şehid etmişler. Ne zulümler oluyor. İnsan dini imanı uğrunda nelerle karşılaşıyor.

647

“—İslâm’ı bırak, budist ol, kurtul!” diye baskı yapmışlar.

Ya dediğini yapacaksın, iman gidecek; ya da öleceksin, canın gidecek.


Ne diyor: (Ve lâ tü’sir alâ mevlâke şey’en) “Mevlâna hiç bir şeyi tercih etme!” diyor. Yâni, “Hayat bitsin, canım feda olsun... Malım feda olsun… Öyle zilletle yaşamaktansa, ölmek daha iyi! Böyle zilletle yaşamaktansa, ölmeyi tercih ederim.” demek gerekir diyor.

Bizim mürşidlerimizden, şeyhlerimizden, Kübreviyye Tarikatımızın piri Harezm’li Necmeddin-i Kübrâ Hazretleri var.

[1221 (H.618) yılında Harezm’e Moğollar hücûm edince, talebelerine; “Memleketinize gidin! Şarktan fitne ateşi geliyor, her tarafı yakacak.” demiş. Talebeleri Horasan’a gitmiş. Kâfirler şehre girince, o da cihada çıkmış, şehid olmuş.]


Eski kavimlerde de böyle olmuş. Eski kavimlerde de müslüman oldun diye, müslüman olanlara başlarındaki kâfirler çok zulümler yapmışlar. Çok…

Medine’de bir mübarek zatla karşılaştık. Mescid-i Nebevî’de

648

namaz kıldık, çıktık. Baki Kabristanı’nın yanından yürüyoruz. İhtiyar, nur yüzlü, aksakallı bir insan yürüyor. Şöyle tipine baktım, Türkistanlı…

“—Selâmün aleyküm!” dedim.

“—Ve aleyküm selâm…” dedi.

Konuştuk, Ferganalıymış.

Fergana Vadisi Özbekistan’da… Çok büyük alimlerin yetiştiği, çok takvâ ehli insanların olduğu bir yer… Çok dindar bir bölge, geniş bir bölge…

Evlâdı varmış, hafız; Ruslar şehid etmiş.

“—Ruslar geldikleri zaman, Fergana Vadisinde çok müslümanları şehid ettiler.” dedi.

Eh, Allah şehidlere yüksek makamlar veriyor; geriye annesine, babasına üzüntüleri kalıyor. Babasına da nasib olmuş, Medine-i Münevvere’de ikàmet ediyor.


Şimdi biz garip bir şeyle de karşılaştık. Biraz yürüdük, arabamızın yanına geldik, arabamıza bindik. Arabamızla ileriye doğru gittik, sola saptık, birkaç kilometre gittik. Sonra sağa saptık, daha ilerilere gittik. Bir arkadaşın evine gidiyoruz. Tam

649

arkadaşın evine yaklaştık. Baktım, sokakta yine aynı adam yürüyor. Allahu a’lem, evliyâdan keramet sahibi bir kimse idi.

Biz arabayla geldik oraya… Bizim geldiğimiz kaç kilometre mesafe… Yine yanımızda gördük adamı…

O makamlara nasıl eriyor insan?.. Allah’a hiçbir şeyi tercih etmeyerek… Can, mal, mülk, çoluk, çocuk... Allah-u Teàlâ Hazretleri hepsinden kıymetli olacak.


Eşkiyanın birisi bir kervanı durdurmuş, soyuyor. Başlamış bir alimin çocuklarını kesmeğe... Yedi sekiz tane, kaç tane çocuğu varsa, kesmeğe başlamış.

Adamcağız böyle, Allah’ın takdiri diye bir kenarda duruyor. Ne yapsın, eşkıyaya güç yetiremiyor, eli kolu bağlı... Çocukları kesiliyor önünde...

Eşkiya reisinin garibine gitmiş. Yanına gelmiş:

“—Yâhu, sen ne biçim adamsın be? Çocukların kesiyorum, gık demiyorsun!” demiş.

“—Ne yapalım, yaşatan öldüren Allah; kaderi öyleymiş... Sen nesin ki, sen bir vasıtasın. Allah istemeseydi, elini kıpırdatamazdın!” Alim öyle deyince, eşkıya reisi sararmış, solmuş:

“—Yâhu bu sözü baştan söyleseydin, çocuklarının hiç birini

kesmezdim.” demiş.

“—O da Allah’ın bir kaderi, bu kadarı ölecekmiş demek ki…” demiş.


Allah’a hamd ü senalar olsun… Biz Allah’ın çok büyük nimetleri içindeyiz muhterem kardeşlerim ama, dünyanın pek çok yerinde bizim gibi müslüman, Lâ ilâhe illallah diyen, imanı olan kardeşlerimiz ne büyük sıkıntılar çekiyorlar. Düşman kurşunu altında, düşman muhasarası altında; aç, susuz, hayat tehlikesi var… İstikbale ait bir ümidi yok, yarına çıkacağına bir garantisi yok… Ne sıkıntı çeken kardeşlerimiz var…

Allah onların yardımcısı olsun... Bizlere de onlara hizmet etmeyi nasib ve müyesser eylesin…


f. Ancak Ahiret İçin Tasalan!

650

٥٤ - قال، وسمعته يقول: لا تغتمَّ إلا من شئٍ يضرُّك غدًا؛ ولا

تفرح بشئٍ إلا بشئٍ يسرُّك غدًا.


TS. 145/10 (Kàle, ve semi’tühû yekùl) Aynı râvî diyor ki Abdullah ibn-i Hubeyk’in şöyle dediğini işittim: (Lâ tağtemme illâ min şey’in yedurruke gaden; ve lâ tefrah bi-şey’in illâ bi-şey’in yesürruke gaden.)

(Lâ tağtemme) “Gamlanma, kederlenme, tasa çekme, üzülme; (illâ min şey’in yedurruke gaden) ancak sana yarın ahirette zarar verecek bir şeyden tasalanırsan tasalan! Başka bir şeyden tasalanma!”

Ama, baktın ki bu iş böyle olmuyor; bundan yarın ahirette sana zarar gelir, cehenneme düşersin, ceza görürsün, azab

görürsün; tamam, ondan tasalan, onun tasasına düş, tedbirini al!.. Ama öyle değilse, tasalanma... Ancak sana ahirette zararlı olan bir şey için tasalan ve ancak ahirette seni sevindirecek bir şeyden sevin!..

“—El-hamdü lillâh ki Allah’ın yolunda yürümek nasib oldu bugün, ömrüm öyle geçti.” Tamam, sevin buna... Yarın bundan mükâfât alacağın için, bundan sevin! Ahirette seni üzecek, sana zarar verecek şeyden kederlen, tasalan! Ahirette seni sevindirecek olacağını bildiğin şeyden sevin!


“—Param gitti... Kurban kestim, şu kadar param gitti. Bu sene de kurbanlar çok pahalı...” Gitti ama, olsun, ne yapalım!..

İmam Efendi hutbede söylüyordu Mekke-i Mükerreme’de: “—Şu hacıların kesmemek için, ifrad haccına niyet edip de bucak bucak kaçtıkları bu kurbanların ne sevapları var, biliyor musunuz?” diyor.

Çok hoşuma gitti. Adam biliyor, hacıları tanıyor.

“—Hacı, neye niyet ettin?..” “—Hacc-ı ifrada...” “—Neden?..”

“—Kurban kesmek yok da ondan...”

651

“—Be adam, kurban kesmek çok sevap, niye onu kesmiyorsun?.. Niye sevabı bırakıyorsun? Nesine seviniyorsun bu işin?”

“—Oh işte, tamam kurban kesmek de yok, param da gitmedi.”

“—Ne olacak, paran Allah yolunda gitseydi, daha iyiydi. Paranın cebinde kaldığına niye seviniyorsun? Allah yolunda harcanmadığına üzül!.. Mantıkları ters çalışıyor insanların… Ver be adam, sevap kazanmağa gitmişsin oraya, ver de sevap kazan!..” Yok, hangisi ucuz, hangisi beleş, hangisi başkasının sırtından?.. Böyle hacılık mı olur?


Onun için Hocamız ne demiş en son hac seyahatlerinde:

“—Bundan sonra sizden biriniz nafile hacca gelmesin! Gelirse, cebine bir tomar para koysun, öyle gelsin!” demiş.

Bu ne demek?.. “Başkasına yük olmayın!” demek.

Git, başkasının sırtına bin, şöyle yap, böyle yap... Sonra da hacı ol... Başkasının evinde kal, başkasının evine yük ol... Başkasını ezalandır, üz, beleş sırtından geçin... Olur mu? Olmaz!

652

Allah yolunda vereceksin, Allah için fedâkârlık yapacaksın; ahirete sana fayda verecek, sevinç verecek şeyden kaçınmayacaksın!


g. İnsanların Allah’tan Kaçması


٤٤ - قال، وسمعته يقول: ما بقى على وجه الأرض أحدٌ

إلا مستوحشٌ منه، أولهم أنا.


TS. 145/11 (Kàle, ve semi’tühû yekùl) Aynı râvî söyledi ki, şöyle buyuruyor Abdullah ibn-i Hubeyk el-Antàkî: Mâ bakıye alâ vechi’l- ardı ehadün illâ müstevhişün minhü, evvelühüm ene.) Tabii bu mübarekler doğru sözlüdürler, mütevazi insanlardır. İçindekini saklamaz. Kusuru varsa, kendi kusurunu evvelâ kendisi söyler. Bu zatların halleri bu... Neden?.. Sıdk önemli, doğru sözlülük önemli… Onun için, içi başka, dışı başka olmazlar, tam doğru söylerler. Bakın, ne söylemiş:

(Mâ bakıye alâ vechi’l-ardı ehadün) “Yeryüzünün üzerinde hiç bir kişi kalmadı, (illâ müstevhişün minhü) hepsi Allah’tan bucak bucak kaçıyor. Geri geri kaçıyor hepsi... Yâni Allah’ı seven, aşk ile, şevk ile Allah’a koşan insan kalmadı. Hepsi Allah’tan kaçıyor.

Nereye kaçıyorsun, bu ne mantık, bu ne biçim müslümanlık?..


(Mâ bakıye alâ vechi’l-ardı ehadün illâ müstevhişün minhü) “Hepsi Allah’tan uzak, Allah’a yakın değil, Allah’la beraber değil, Allah dostu değil, Allah’tan kaçıyor.” Arkasından da bir cümle ekliyor:

(Evvelühüm ene) “En başta ben...” diyor. Kusurlu görüyor kendisini… “İyi kulluk yapamıyorum, tam sevemiyorum.” diye Allah’a dostluğunu, kulluğunu tam yapamadığını düşünüyor, böyle söylüyor.

Bir de bunlar şu bakımdan böyle söylerler: Karşısındaki darılmasın diye... “Sen söylesin, sen böylesin...” dese, karşısındaki adamın nefsi kabarır, sinirlenmeğe başlar, yüzü kızarmağa başlar:

“—Eeeh, bir daha senin vaazına gelmeyeceğim!” der.

Kızdı, damarına dokundu, tenkit etti, canı sıkıldı.

653

“—Bir daha senin vaazına gelmiyorum. Ne bu yâ, Allah Allah... Boyna beni tenkid ettin, bana laf sokuşturdun.” der, hoşlanmaz.

Bunlar onun için ne yaparlar?..

“—Evvelâ ben, en başta ben, en kötüsü ben... Şu ben àciz, nâçiz kardeşiniz, ben günahkâr kardeşiniz...” derler, böyle konuşurlar.

Neden? Herkes şöyle düşünsün diye: “—Bu hoca efendi, bu mübarek zât, gece gündüz Allah’a güzel ibadet etmesiyle böyle diyor, ben de kim oluyorum?” diye, biraz insanlar düşünsün diye.

Çıkar şu minbere, vaaz verir:

(Ûsîküm ve nefsiye’l-àsiyete bi-takva’llàh) “Ey cemaat sizlere ve şu benim àsî nefsime takvâyı tavsiye ediyorum!” der. “Allah’tan korkmayı ve Allah’a itaat etmeyi tavsiye ediyorum, sizlere ve benim àsî nefsime...” Böyle der.

Diyor ki: “Yeryüzünde Allah’ı seven, Allah’a dost, onunla ahbap, ondan kaçmayan hiç kimse kalmadı, hepsi kaçıyor; en başta ben...”

654

Karşı tarafı darıltmamak için öyle söylüyor. Halbuki, bu işleri bilen bir insan… Hayatında onu uygulamasa, söyler mi? Neler yapıyordur mübarek de, belli etmiyor. Tevazuundan, bir de karşı tarafı insafa davet etmek için böyle söylüyor.


h. Ülfetin Alâmeti


١٤ - قال، وسمعته يقول: علامة الألفة: قلَّة الخلاف، وبذل

المعروف.


TS. 145/12 (Kàle ve semi’tühû yekùlü) Aynı râvî rivayet etmiş ki, Abdullah ibn-i Hubeyk el-Antàkî Hazretleri şöyle buyurmuş: (Alâmetü’l-ülfeti: Kılletü’l-hilâfi, ve bezlü’l-ma’rufi) “Ülfetin alâmeti az muhalefet etmektir ve iyiliği çok yapmaktır.”

Bunu izah edelim:

Ülfet ne demek? Bir insanın öteki insanla haşır neşir olması, sevişmesi, ahbaplık yapması demek. “Bu benim arkadaşım!” diyor, “Gel benim canım!” diyor, koluna giriyor vs. Ne bunlar? Bunlar iyi arkadaş, ülfet ediyorlar birbirleriyle… Ülfet; düşüp kalkmak,

beraber olmak, ahbaplık etmek, sevişmek, muhabbet eylemek, dostluk eylemek mânâsına geliyor.

Bu ülfet çok sevaplıdır. Ülfet müslümanın şiârıdır. Müslüman, kendisi başkasıyla ülfet edebilen tabiatta bir insandır; başkasının da kendisine yanaşıp, ülfet edebildiği bir yumuşak insandır. Müslüman geçimsiz değildir, çatık kaşlı değildir, soğuk değildir, kokmaz bulaşmaz değildir. Sokulmaz, konuşulmaz, sarp insan değildir.

Nedir?.. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:40



40 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.400, no:9187; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.73, no:59; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.236, no:21627; Bezzâr, Müsned, c.II, s.474, no:8919; Ebü’ş-Şeyh, Emsâl fi’l-Hadîs, c.I, s.217, no:178, 180; Mecmaü’z- Zevâid, c.VIII, s.165, no:13096; Ebû Hüreyre RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.58, no:5787; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.108, no:129; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VI, s.117, no:7658; Deylemî, Müsnedü’l- Firdevs, c.IV, s.177, no:6549; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.

655

الْمُؤْمِنُيَأْلَفُ، وَلاَ خَيْرَ فِي مَنْ لاَ يَأْلَفُ، وَلاَ يُؤْلَفُ (حم . عن سهل بن سعد؛ طس. ض . عن جابر؛ ك . ق. خط. عن أبي هريرة ؛ تمام، طب . عن ابن مسعود موقوفًا)


RE. 230/9 (El-mü’minü ye’lefü) “Müslüman geçimlidir, tatlı dillidir, sokulgandır, cana yakındır, ahbap olunabilen bir insandır.

(Ve lâ hayra fî men lâ ye’lefu ve lâ yü’lefü) Kendisi başkasıyla geçinemeyen, başkasının da yanına sokulamadığı, sert mizaclı, geçimsiz, ünsiyet etmeyen, sıcak ve sokulgan olmayan, yanına sokulunamayan insanda hiç bir hayır yoktur.”

Tamam böyle olacak, anladık da ülfetin, arkadaşlığın alâmeti nedir? Nasıl tam iyi arkadaş olunur? Abdullah ibn-i Hubeyk Hazretleri şöyle buyurmuş:

(Alâmetü’l-ülfeti) “Ülfetin alâmeti, (kılletü’l-hilâf) arkadaşına muhalefet etmeyecek, zıt çıkmayacak.” Hilâf, muhalefet demek.

(Ve bezlü’l-ma’rufi) Bezletmek, çok vermek demek. Ma’ruf, iyilik demek. “Kardeşine, arkadaşına yapabildiği kadar her çeşit hizmet, iyilik, mâlî destek, hediye, bedenen hizmet; hep iyilik yapacak.” İyiliği bezl edecek; ihtilaf çıkartmayacak, sözüne karşı gelmeyecek. Ülfetin alâmeti budur.

Onun için, Hocamız Cennet-mekân, ne buyurmuş... Yazmışlar, duvarlara da asmışlar bazıları:


Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.335, no:22891; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c .VI, s.131, no:5744; Ebü’ş-Şeyh, Emsâl fi’l-Hadîs, c.I, s.218, no:179; Ebû Nuaym, Ahbâr-ı Isfahan, c.6, s.385, no:40400; Beyhakî, Âdâb, c.I, s197, no:159; Ruyânî, Müsned, c.III, s.193, no:1031; Mecmaü’z-Zevâid, c.VIII, s.165, no:13097; Sehl ibn-i Sa’d RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c . IX, s.200, no:8976; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.XIII, s.293, no:35686; Temmâmü’r-Râzî, el-Fevâid, c.I, s.370, no:944; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.141, no:678; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.295, no:2698; Câmiü’l- Ehàdîs, c.XXII, s.108, no:24434.

656

“—Arkadaşlık, pekiyi demekle kàimdir.”

Mâdem arkadaşsın, pekiyi de bakayım! Niye ihtilaf ediyorsun, niye itiraz ediyorsun? Her şeye bir itiraz…

“—Haydi gel şuraya gidelim!”

“—Yok, olmaz, oraya gitmeyelim.

“—Haydi gel şunu yapalım!”

“—Yok, o olmaz.”

“—Haydi gel, şunu içelim!”

“—Hayır…”

“—Haydi gel, şunu yiyelim!”

“—Hayır…”

“—Şu programı yapalım!”

“—Hayır…”

Eh be yâhu, bir çuval şekerle yenmezsin be adam! Nedir bu ihtilaf, nedir bu muhalefet? Böyle ülfet mi olur, böyle ahbaplık mı olur?

Ne olacak? Hilaf olmayacak, ihtilaf olmayacak; bir… Bir de elinden geldiğince arkadaşına iyilik yapacak.

657

Tasavvufu tarif ederken, büyüklerimiz demişler ki:


Tasavvuf yâr olup, bâr olmamaktır.

Gül-i gülzâr olup hâr olmamaktır.


Tasavvuf ahbap olmaktır ama yük olmamaktır. Onun kesesine yük olmamaktır, omuzuna yük olmamaktır. Külfet vermemektir, ağırlık vermemektir. Yar olmak, bar olmamaktır. [Gül bahçesinin gülü olup, diken olmamaktır.]

Tasavvuf ne imiş?.. Dost olacak ama kimseye sinek kadar bir ağırlığı, yükü, zararı olmayacak. Hiç kimseyi incitmeyecek, zarar vermeyecek. Tasavvuf bu…

Ondan istifade, bundan faydalanma, ondan geçinme… Tufeylîlik, parazitlik, asalaklık… Böyle olmayacak.


Ülfetin alâmeti; muhalefetin azlığı, iyiliğin bol bol sunulmasıdır. Arkadaş olacaksan böyle ol! Muhalefet etme, arkadaşına bol iyilik yap, sevap kazan! Arkadaşlığın tam böyle tasavvufî mânâsıyla güzel bir arkadaşlık olsun…

Çok uzatmayalım, bir saat oldu galiba?.. O zaman burada

keselim! Çünkü, sözün fazlası bıkkınlık verir. Böyle güzel şeyden bıkkınlık hissetti mi insan günaha girer. Biz de günaha sokmuş oluruz. Bu kadar yeter.

Fâtiha-i Şerife mea’l-besmele!..


27. 05. 1995 - İstanbul

658
23. ABDULLAH B. HUBEYK EL-ANTÂKÎ (4)