22. ABDULLAH B. HUBEYK EL-ANTÀKÎ (3)

23. ABDULLAH B. HUBEYK EL-ANTÂKÎ (4)



Eùzü bi’llâhi mine'ş-şeytàni'r-racîm.

Bi’smi'llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ ve üsvetine’l- haseneti muhammedini’l-mustafâ... Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ... Emmâ ba’d:

Aziz ve sevgili kardeşlerim!

Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin rızası, rahmeti, bereketi, selâmı, ihsânı, ikramı üzerinize olsun... Allah-u Teàlâ Hazretleri iki cihanın saadetine cümlenizi nâil eylesin... Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin...


Tabakàtü’s-Sùfiyye, Ebû Abdurrahmân es-Sülemî’nin eseri. Buradaki 19. terceme-i hâl sahibi Abdullah ibn-i Hubeykıni’l- Antàkî Hazretleri’nin sözlerini okuyup izaha devam ettik geçtiğimiz hafta. Bugün 145. sayfanın 13. paragrafından başlıyoruz.

Okumaya başlamadan önce, Peygamber SAS Efendimiz’in ruh- u pâkine bizlerden birer hediyye-i Kur’âniyye olsun diye ve diğer enbiyâ ve mürselîn ve cümle evliyâullah u mukarrabînin ve hâssaten Peygamber Efendimiz’in âlinin, ashâbının, ezvâc-ı tâhirâtının, evlâdının, zürriyet-i tayyibesinin, hulefâsının; ve mânevî makamının varisleri evliyaullah ve sâlihînin, mürşidîn-i kâmilînin, sâdât ve meşâyih-ı turuk-u aliyyemizin ruhlarına;

Uzaktan yakından buraya gelmiş olan, siz değerli kardeşlerimin ahirete göçmüş olan müslüman ecdâdının, ceddâtının, akrabasının, evlâdının, yakınlarının, dostlarının ruhlarına bizlerden hediye olsun diye; onların kabirleri nur dolsun, ruhları şâd olsun, makamları yüksek olsun diye;

Bizleri de Allah CC sevdiği kullarından eylesin; ömrümüzü rızasına uygun, sevdiği işleri yaparak geçirmemizi cümlemize nasib eylesin; bu büyüklerin halleri, sözleri bizlere tesir etsin, bizi de Allah’ın sevdiği kullarının yoluna çeksin diye; okuduklarımızdan istifade edelim, faydalanalım, feyz alalım da,

659

Allah’ın sevdiği işleri yapalım, sevdiği huylara sahip olarak yolumuzda öyle yürüyelim diye; sonunda Rabbimizin rızasına vâsıl olup cennetiyle, cemâliyle müşerref olalım diye, buyurun bir Fâtihâ, on bir İhlâs-ı Şerîf okuyalım, öyle başlayalım:

......................


a. Korkunun En Faydalısı


Abdullah ibn-i Hubeyk, Antakyalı büyük sòfî, buyurmuş ki:


٥٤- قال، و قال عبد الله: أنفع الخوف ما حجزك عن المعاصى،

وأطال منك الحزن على ما فاتك، وألزمك الفكرة فى بقية عمرك.


TS. 145/13 (Kàle, ve kàle abdu’llàh) Ravi kim?.. Ömer ibn-i Abdillàhi’l-Bahrâî. Bu diyor ki: Abdullah ibn-i Hubeyk el-Antâkî şöyle dedi: (Enfau’l-havfi mâ hacezeke ani’l-meàsî, ve etàle minke’l -

huzne alâ mâ fâtek, ve elzemeke’l-fikrete fî bakıyyeti umrik.)

Ne buyurmuş bu mübarek zât?.. Havftan bahsediyor. Biliyorsunuz, insanın dinî duygularından iki mühim duygu var; birbiriyle irtibatlı ve birbiriyle dengeli olması gereken iki duygu:

Havf ve recâ, yâni korku ve ümit... Havf nedir?.. Havfullah, Allah’tan korkmak. Recâ nedir?.. Allah’ın rahmetinin kendisine geleceğine ait ümidinin kuvvetli olması... Ümitleniyor, ümitli, iyimser.

Havf, korkmak demek; “Acaba vaziyet fena olabilir mi?” diye endişe etmek demek. Recâ da, “Olur inşâallah!” diye ümitli olmak demek.


Bu iki duygunun dengeli olması lâzım bir müslümanın içinde... Birisi fazla oldu mu, gàlip oldu mu, denge bozulur. Havf galip olursa, korkmak, Allah korkusu galip olursa, hiç bir şey yapamaz. Feleğini şaşırır, meczub gibi olur, gece gündüz ağlar. Hiç bir iş yapamaz dediğim, yâni eli bir işe varmaz, çalışamaz, her şeyi mahvolur. Olmaz.

Recâ... Çok da ümitli olursa, “Tamam canım inşâallah biz de cennete gireceğiz. Yâni ümid ediyorum. Biz müslümanız ya, Lâ

660

ilàhe illa’llàh dedik ya, gireriz herhalde...” filan gibi öyle iyimser, ümitli, müsbet olacağını düşünüyor kendisinin… Bu da kuvvetli olursa, tehlikeli... Çünkü gevşer, ihmale düşer, nasıl olsa cennetlik olacağım diye güvenir. Tavşanla kaplumbağanın yarışında, kaplumbağa tavşanı geçebilir mi?.. Geçemez ama tavşan tembellik yaparsa kaplumbağa geçer. Çalışmaz, yan yatar, nasıl olsa ben onu geçeceğim der, kendi kendini aldatır.

Halbuki hayat bir imtihandır ve devamlı bir imtihandır. Devamlı Allah’a güzel kulluk etmek şuurunda olmamız lâzım! Dikkat etmemiz lâzım, müteyakkız olmamız lâzım! Gevşemememiz lâzım, ihmalkâr olmamamız lâzım! Fazla heveslenip de, tamam, iyi canım, olacak inşâallah filan diye, sonunda kötü bir durumla karşılaşmamak için recânın da çok fazla olmaması lâzım, aşırı olmaması lâzım!


Havf ile recâ arasında olması lâzım insanın. (Beyne’l-havfi ve’r- recâ') Allah korkusuyla, Allah’ın rahmetinden ümitlenmek arasında sağlam bir orta yoldan yürümek lâzım.

Nasıl yürümek lâzım?.. Bir mutasavvıf diyor ki: İki bağlı aslan arasındaki tilki gibi olmak lâzım. Şu direğe bir aslan bağlanmış, bir zinciri var, şuraya kadar geliyor. Şu direğe bir aslan bağlanmış, bir zinciri var, buraya kadar geliyor. Tilki de burada ama, bu aslanın yanına biraz fazla yaklaşsa, aslan üstüne atılacak, parçalayacak yiyecek onu. Zincirle ulaşabildiği sahaya gelirse, aslan parçalar. Ondan korkup bu tarafa fazla kaçsa, bu sefer bu aslan parçalar.

Nasıl yapması lâzım?.. İkisinden uzak mesafede, eşit mesafede durması lâzım ki, o aslan da ona yanaşıp tehlikeye girmesin, bunun yanına da yanaşıp tehlikeye girmesin. Öyle tarif etmiş, hoşuma gidiyor. Yâni ister istemez tilki nerede durur?.. En uygun yerde durur. Biraz fazla korkup bu tarafa gitti mi oradaki aslan saldırır, bu tarafa gelir. Bu tarafa biraz fazla geldi mi buradaki aslan saldırır, o tarafa gider. Sonunda ikisinin de tam ortasında durur. Ne yapsın can pazarı, ödü patlıyor, ortada durur.

Müslüman ne yapacak?.. Müslüman da, (beyne’l-havfi ve’r-recâ) korku ve ümit arasında öyle bir yerde duracak. Bir tarafa fazla yanaştı mı, neme lâzım tehlikeli, ölebilir.

661

Şimdi burada havfullahı anlatıyor. Havfullaha mehâfetu’llah

da derler. İkisi de aynı kökten. Birisi masdar-ı mîmi, mahâfet masdar-ı mîmi, o da masdar. Havf da masdar. İkisi de korkmak demek. Mehàfet kelimesi nerede geçiyor:41


رَأْسُ الْحِكْمَةِ مَخَافَةُ الله (الحكيم، وابن لال عن ابن مسعود)


(Re’sü’l-hikmeti mehàfetu’llàh) “Hikmetin başı Allah korkusudur.” sözünde geçiyor. Havfullah da çok kere karşımıza gelir kelime olarak, tabir olarak.



41 İbn-i Ebî Şeybe Musannef, c.VII, s.106, no:34552; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.470, no:742-744; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.270, no:3258; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.267, no:5873; Süyûtî, Câmiu’l-Ehàdîs, c.XIII, s.56, no:12550.

662

Şimdi burada diyor ki Abdullah Hazretleri: (Enfau’l-havf) “Havfın en faydalısı...” Korkacak tabii, korku da lâzım insana... Allah’tan korkmadan olur mu?.. Korkmazsa bir insan günaha dalar. Yapışır herkes yakasına, “Utanmıyor musun sen, Allah’tan korkmuyor musun, bunu nasıl yaptın?” der. Allah’tan korkulur tabii. Ama korkunun faydalısı var, zararlısı var, çok daha faydalısı var.

(Enfau’l-havfi) “Korkunun en faydalısı nedir? (Mâ hacezeke ani’l-meàsî) Seni günahlardan men edendir.” Kesen, engelleyen, sana günah yaptırtmayan, günaha bırakmayan korku, günaha salıvermeyen, günahla aranı kesip engelleyen korku.

(Ve etâle minke’l-huzne alâ mâ fâtek) “Senin elinden kaçırdığın eski kıymetli zamanların, yapacakken yapamadığın güzel ibadetlerinin hakkındaki mahzunluğunu arttıran korkudur güzel olanı, en faydalısı.”


Demek ki, insanın korkusu iki işlem yapacak, iki vazife görecek insan üzerinde. Bir: Korku onu meàsîden, yâni isyanlardan alıkoyacak, isyan ettirtmeyecek. Meàsî, ma’siyet kelimesinin çoğuludur, ma’siyet de mastar-ı mîmidir. Ne demek?.. İsyan demek. Ma’siyet veya isyan. Birisi masdar, ötekisi masdar-ı mîmi. Çoğulu meàsi, isyanlar, ma’siyetler yâni, günahlar demek.

Korku ne yapacak?..

Bir: Seni Allah’a isyanlardan alıkoyacak.

İki: Eskiden elinden kaçırdıklarına karşı duyduğun üzüntüyü, mahzunluğu arttıracak. Çırpınacaksın, üzüleceksin, diz döveceksin, ah diyeceksin, vah diyeceksin, “Geçen ömrümü boşa geçirdim, geçen senemi boşa geçirdim, geçen yılımı boşa geçirdim... Bu günümün sabahını boşa geçirdim...” diye geçmişteki yapamadığın güzel şeylere, değerlendiremediğin zamanlara içinde hüzün olacak, üzüleceksin, mahzunluk olacak. Korku da bu mahzunluğu kat kat arttıracak.


Demek ki eskiyi kaçırdığını düşünüp de düşünmek hoşuna gidiyor Abdullah Efendi’nin. Teşvik ediyor, olsun diyor. Hakikaten de olması lâzım tabii. Biz onu tasdik edecek makamda değiliz ama, doğru olduğunu anlıyoruz. Çünkü insan eskiden kaçırdığına çok hayıflanınca, çok üzülünce, şimdi kaçırmaz, şimdi dikkat eder.

663

E şimdi 1415 hicrî yılı geçen salı bitti. Salı günü akşam ezanıyla beraber 1415 bitti, 1416 yılının, Muharrem ayının biri başladı. Çarşamba bir, Perşembe 2, Cuma 3, Cumartesi 4 Dört gün geçmiş eski yıl gideli, yeni yıl geleli. Hicrî yeni sene...

“—Eee, geçen sene ne yaptın sen?.. Hayır işledin mi, ömrünü güzel geçirdin mi?.. Allah’ın iyi kulu oldun mu, yüksek mertebelere yüceldin m?.. İyi bir hale kavuştun mu, ahlâkını düzelttin mi?.. A’mâl-i sâliha, hayrât ü hasenât, ibadet ü taat işledin mi?.. Ramazan’da orucunu tuttun muydu?.. Son on gününde i’tikâfa girmiş miydin?” vs. vs.

“—Ah yapamadım, vah edemedim...”

Haa, yapamadığına üzül, çünkü o zamanı iyi geçirememişsin, belki onun cezasını çekeceksin. Belki yapmadığın sevaplardan dolayı kritik olan durumun fenâya gidecek de, belki cezaya uğrayacaksın... Allah sizi uğratmasın ama cezaya uğrayabilir bir insan... Yapması gereken iyiliği yapmadı, eksik kaldı iyilikleri, cennete gidecekti, gidemez; cehenneme düşer, yanar. Fırsatı değerlendiremedi, sevapları işleyemedi, kendisini düzeltemedi, ahlâkını güzelleştiremedi. Üzülecek ona... Diz döğecek, ah edecek, vah edecek...


Tamam, eskiye üzüldün, başka ne yapabilirsin?.. Tevbe edersin, “Tevbe yâ Rabbi!” dersin. Tevbenin içinde ne var:

“—Yâ Rabbi! Ben yaptığıma pişmanım.” bir. Yaptığına pişmanlık var. İki:

“—Bir daha yapmamağa niyetliyim. Bir daha o günahı yapmamak istiyorum, kararım o... Bir daha işlememeğe azm ü cezm ü kasd ettim yâ Rabbi! Niyetim böyle, yapmayacağım.” Bir de bu var.

İşte o eskinin hüznünü, mahzunluğunu, üzüntüsünü arttıran, seni günahlardan alıkoyan korku, en faydalı korkudur. İşe yarıyor çünkü... Hiç olmazsa seni günahlara daltırtmıyor, eskinin pişmanlığını, yüreğinin ateşini arttırıyor. Sen o ateşi içinde hissettikçe, “Bu sefer kaçırmayayım bari!” diye ibadete, taate, hayra yöneliyorsun. Tamam.

Sonra üçüncü bir sıfat, korkunun üçüncü bir işlevi:

(Ve elzemeke’l-fikreke fî bakiyyeti umrik) “Senin geriye kalan ömrün üzerinde düşünmeğe seni sevk eden korku… Geriye kalan

664

ömrün konusunda tefekkürü senin kafana sokan, senin kaybettiklerinden dolayı duyduğun üzüntüyü arttıran ve seni günahlardan alıkoyan korku en hayırlı korkudur.”

Çünkü tamam. İşte bunları yaptın mı üç güzel şeyi yapmış oluyorsun. Günahları bırakmış oluyorsun, eskiye pişmanlık duymuş oluyorsun, gelecek hayatını düşünüyorsun. Tamam. İşte iyi insan olmanın üç güzel şartını toparladık. Artık iyi insan olabiliriz. İşte böyle bir korku, en faydalı korkudur.


b. Hak’la Ünsiyetin Faydası


١٤ - قال، وقال عبد الله: وحشة العباد عن الحقِّ، أوحشت منهم القلوب؛ ولو أنسوا بربهم، ولزموا الحقَّ، لاستأنس بهم كلُّ أحدٍ.


TS. 145/14 (Kàle, ve kàle abdu’llàh) Yine aynı ravi rivâyet etmiş ki, bu Abdullah-ı Antâkî şöyle de buyurmuş: (Vahşetü’l- ibâdi ani’l-hakki, evhaşet minhümü’l-kulûb; ve lev enisû bi- rabbihim, ve lezimü’l-hakka, le’ste’nese bihim küllü ehad.) (Vahşetü’l-ibâdi ani’l-hakk) “Kulların haktan bucak bucak kaçmaları, Hak’tan ürkmeleri, Hakk’a yanaşmak istememeleri, Hakk’a karşı soğukluk duymaları, (evhaşet minhümü’l-kulûb) gönülleri onlardan soğutur.”

Sen ey kişi Hakk’a karşı soğuk olursan, gönüller de sana karşı soğuk olur. Gönüllerin, başka insanların, sana karşı soğuk olmasının sebebi nedir? Senin Hakk’a karşı soğukluğundur. Duyduğun vahşet duygusu, yâni ürkeklik, istememen, kaçınmak duygusu. Bucak bucak kaçınmak, kaçmak… İşte senin Hak’tan, Cenâb-ı Hak’tan, gerçeklerden böyle çekinmen, sakınman, istememen, yanına yanaşmamak arzun, başka insanların gönüllerini senden kaçmağa, senin yanına yanaşmamayı istemeğe sevk ediyor. Onun için sevmiyorlar seni, yanına yanaşmıyorlar.


(Ve lev enisû bi-rabbihim) “Eğer kullar böyle Hak’tan bucak bucak kaçmasaydı da, Rableriyle dostluk kursalardı, ünsiyet etselerdi, beraberliği sevselerdi, beraber olmayı isteselerdi; (ve lezimü’l-hakk) hakka sarılsalardı, hakkı tutsalardı, (le’ste’nese

665

bihim küllü ehad) her kişi onlarla ünsiyet etmek isterdi, severdi onu.”

Demek ki, insanların Hak’tan kaçmaları, Cenâb-ı Hakk’a yanaşmak istememeleri, ürkmeleri, uzak durmaları; başka insanların ona karşı soğuk durmalarına, onu sevmemelerine, onun yanına yanaşmama duygusuna sebep olur.


Eğer insanlar Hak’la ünsiyet etseler, Hak ehli olsalar, Hakk’ı sevseler, Hakk’ın kendilerini müşahede ettiğini bilseler, Allah’a yakın olsalar ve Hakk’a tutunsalar, herkes, her şey onu sever, herkes, her şey yanına yanaşır. Kuşlar yanına gelir, ürkmez, geyikler gelir yanına, insanlar gelir, dostluk etmek ister, yanından ayrılmak istemez, sohbetine doyamaz filan...

Onun aslı ne?.. “O Allah’a dost olursa insanlar da ona dost olur. O Allah’ın dostluğundan soğuk durursa, uzak durursa bütün insanlar da onu sevmezler.” diyor.

Evet, hakikaten Allah’ın sevgili kullarını insanlar seviyor. Üzerinden asırlar geçtiği halde unutmuyor. Yunus Emre’yi unutmuyor, Mevlânâ’yı unutmuyor, Gazâlî’yi unutmuyor, Ahmed-i Yesevî Hazretleri’ni unutmuyor, Eşrefoğlu Rûmî’yi unutmuyor, Hacı Bayram-ı Velî’yi unutmuyor, İbrâhim Hakkı-yi Erzurûmî Hazretleri’ni unutmuyor. Niye?..

Onlar hayatlarında Allah dostuydular, Allah’ı seviyorlardı, hem hayatlarında herkes onları sevdi, hem de hayatlarından sonra, vefatlarından sonra herkes yine seviyor onları.


Eserlerinden seviyor, eserlerini sevmese bile seviyor. İçinizden kaç kişi Ahmed-i Yesevî Hazretleri’nin ilâhilerini, hikmetlerini okudu?.. Okumamışsınızdır ama, seversiniz. Kaç kişi Gazâlî’nin eserlerini okudu?.. Kaç kişi Yunus’u tam okudu?.. Yâni okumasa bile, Allah sevdi mi kullar da seviyor.

Çünkü hadis var hakkında:

“Eğer bir kulu Allah severse, gök ehline buyururmuş ki:

‘—Ben filanca kulumu seviyorum, siz de sevin!’

Gök ehli, yer ehline derlermiş ki:

‘—Allah filanca kulu seviyormuş, biz de seviyoruz, siz de sevin!’

Onun için, Allah dostu olanları yerdekiler, yeryüzündekiler de sever, göktekiler de sever; herkes sever.

666

c. Ümid’in Faydası ve Zararı


٣٤ - قال، وقال عبد الله: أنفع الرجاء ما سهَّل عليك العمل،

لأدراك ما ترجو.


TS. 145/15 (Kàle, ve kàle abdu’llàh) Aynı ravi yine dedi ki: (Enfau’r-recâi ma sehhele aleyke’l-amele, li-edrâki mâ tercû.)

Recâyı söylemiştik. Recâ, ummak demekti, havfın mukabili. Recânın en faydalısı; yâni Allah’a karşı ümitli olmak, Allah’ın rahmetine ereceğine dair insanın içindeki hüsn-ü zan, ümitlilik, iyimserlik; bunun en faydalısı hangisidir?.. (Ma sehhele aleyke’l- amele li-edrâki mâ tercû) “Bildiğin şeye nail olmak, bildiğin şeyi elde etmek, kazanmak için çalışmayı, amel-i salih işlemeyi sana kolaylaştıran ümit en faydalı ümittir.”

Ne anladık?.. İnsanı amel-i salih işlemeğe teşvik eden ümit en hayırlı ümittir. Amel-i salihten koparan ümit, gevşeten ümit zararlı ümittir.

Eğer sen, “Allah bana rahmet eder.” diye ümitle gevşiyorsan, o ümit zararlı... “Allah bana rahmet eder inşâallah!” diye ümit edip de, aşk ile şevk ile daha güzel namaz kılıyorsan, daha çok ibadet ediyorsan, daha çok zikrediyorsan, daha çok hayır yapıyorsan; umduğuna, Allah’ın vereceğini tahmin ettiğine nail olmak için, daha çok çalışıp, “Benim gibi cennete girecek insana böyle gevşeklik yakışır mı?..” filan diye daha çok çalışıyorsan, bu ümit en faydalı ümittir.


Seni, amel-i sàlihi işlemeğe itiyor, teşvik ediyorsa; ümit faydalı... Amel-i sàlihten gevşetiyorsa, yaptırtmıyorsa; ümit zararlı. Neden?.. Amel-i sàlihi terk etmek felâket de ondan. Asıl mühim olan senin kulluk etmen, amel-i sàlih önemli. Onu yaptırtan ümit güzel, onu yapmakta gevşeten ümit kötü... Yâni ümit iyidir veya ümit kötüdür değil, ümidin sonucuna göre... Ümit sende hangi duyguyu uyandırıyor?..”

“—Daha çok ibadet etmeyi uyandırıyor.

Haa, iyi,

“—Gevşekliği uyandırıyor.”

667

O zaman fena...

Birisi geldi, sana dedi ki:

“—Bak şu Harem-i Şerif’te, şu gördüğün Kâbe-i Müşerrefe’de Ramazan’da bir sürü insan namaz kılıyor, ibadet ediyor, i’tikâf ediyor... Bak, bunların içinde sen en iyisin.”

“—Çok şükür yâ Rabbi, el-hamdü lillah deyip secde ediyorsan, şükrediyorsan; madem bana böyle bir iltifat oldu, ben de Rabbime daha candan ibadet edeyim!” diyorsan, güzel. Ama bir de, “Tamam öyleymiş ama, tamam artık boş ver filan.” diyorsa insan, gevşiyorsa, o zararlı.

Ne yapacak insan? Amel-i sàlihi hiç bırakmayacak, sonuna kadar... Mühim olan o olduğu anlaşılıyor.


d. Hakkı Elde Tutmanın Çaresi


١٤- قال، وسئل عبد الله: بماذا ألزم الحقَّ فى أحوالى؟ فقال:

بإنصاف الناس من نفسك، وقبول الحقِّ ممَّن هو دونك.


TS. 145/16 (Kàle, ve süile abdu’llàh) Aynı ravi anlatmış gene, rivâyet etmiş. Bu Abdullah-ı Antâkî’ye sormuşlar: (Bimâzâ elzemü’l-hakka fî ahvâlî? Fekàle: Bi-insâfi’n-nâsi min nefsik, ve

kabûli’l-hakki mimmen hüve dûnek)

Tabii bu kitabın vaazımın dinlenmesinin zevki, Arapçayı bilmeye bağlı biraz da… Arapça bildi mi insan, bu sözlerin güzelliğini Arapçasını okuduğu zaman da anladığı için, daha çok hoşlanır bu vaazdan. Arapça bilmiyorsa, biraz zorlanabilir. Sormuşlar Abdullah’a:

(Bimâzâ elzemü’l-hakka fî ahvâlî?) “Her halimde, tasavvufî hallerimin her birinde, hakkı neyle tutabilirim? Hakkı elden bırakmamayı nasıl başarabilirim? Her halimde hakkı tutmam neyle mümkün olur? Daima hakla beraber olmak, hakkı tutmak, haktan ayrılmamak, hakkın tarafında olmak nasıl olacak?..” diye sordular.

Buyurdu ki:

(Bi-insâfi’n-nâsi min nefsike, va kabûli’l-hakki mimmen hüve dûneke) “İnsanlara kendi nefsinden hakları neyse onları tamamen

668

vermen; bencillik edip de onlara insafsızlık yapmaman, senden yana insanlara yapabileceğin her türlü hakkı vermendir. Hakkını vermen, senden yana bir kusur olmaması, senin bencilliğinden ve sâireden dolayı onların hakkının bir kısmını vermekten geri durmaman. İnsanlara karşı hakkını verici olmandır.


Etrafındaki insanlara karşı... Sana hizmet edene, sana arkadaşlık edene, senin çevrende durana, seninle merhabası olana, komşuluğu olana... Herkese verebildiğin kadar, senden yana ona verilebilecek kadar her şeyi vermekle; bir de senden mertebesi, yaşı, tecrübesi, mevkii, makamı az da olsa, senden aşağıdaki insan bir şeyi söylediği zaman, ondan bile hakkı kabul etmekle hakkı devamlı tutabilirsin.

Yâni ne yapacaksın? İnsanlara karşı adaletli olacaksın. Senden aşağılardan birisi de, hak bir söz söylese, kabul edeceksin. Tabii büyük deyince herkes dinliyor da, “Babam söyledi, hocam söyledi, şeyhim söyledi...” diye herkes dinliyor. Hadi bakalım en aşağıdaki insan söylüyor, senin taleben söylüyor, senin oğlun söylüyor, torunun söylüyor... Küçük çocuk çıkıyor dedesinin karşısına:

“—Ama dede, sen yalan söyleme demedin mi? Telefonda niye yalan söylettin?” diyor, meselâ dedesine.

“—Sus, edepsiz, dede ile öyle konuşulur mu?” İyi ama doğru söylüyor çocuk. Sen çocuğa yalan söyleme dedin, telefonda “Dedem evde yok!” dedirtiyorsun meselâ. Çocuk söylüyor:

“—Öyle şey olur mu, yalan söylememek lâzım değil miydi?..” diyor.

“—Sus, konuşma, bana akıl öğretme!..”

Akıl öğretsin, bırak!.. Yâni senden aşağıda da olsa, hakkı söyleyince kabul et! Bütün ahvâlinde hakkı tutmak işte o zaman mümkün olur. Yani, senden aşağıdaki de hakkı söylese, kabul edeceksin. Bir de, insanlara karşı senin yapacağın görevlerin neyse, onu sonuna kadar yapacaksın.


e. İhlâslı Amel Yapmanın Güçlüğü


٧٤ - قال، وقال عبد الله: إخلاص العمل أشدُّ من العمل؛ والعمل

669

يعجز عنه الرِّجال.


TS. 145/17 (Kàle, ve kàle abdu’llah) Aynı ravi, gene bu sözleri nakletmiş bize. Abdullah şöyle buyurdu diyor: (İhlâsü’l-ameli eşeddü mine’l-amel, ve’l-amelü ya’cezü anhu’r-ricâl.) “İnsanın yaptığı ibadeti, amel-i sàlihi, sevaplı işi ihlâsla yapması, o ameli, o amel-i sàlihi işlemekten daha da zor bir şeydir.” Kolay değil. Yaptığın hayrı, hasenâtı, amel-i salihi ihlâsla yapmak, ameli yapmaktan daha zordur. Ameli yapmak bir mertebe, ameli ihlâsla yapmak daha zor bir mertebe, daha çok ter döker insan...

(Ve’l-amelü ya’cezü anhu’r-ricâl) “Halbuki, amel-i sàlihi işlemek bile kolay değil, onu bile nice nice er kişiler yapmaktan aciz kalırlar.”

Amel-i sàlihi işlemek kolay değil, zaten zor… Nice nice er kişiler, bahadır kişiler, alim kişiler, sàlih kişiler amel-i salihi işlemekte zorlanırlar. Bir de ameli ihlâsla yapmak, o ondan daha zordur. Ameli ihlâsla yapmak, amelden daha zordur; halbuki amel-i sâlihi işlemekten birçok yüksek insan, iyi müslüman bile aciz kalır, er kişiler bile aciz kalır.


Demek ki, aziz ve muhterem kardeşlerim, bir de bu büyük zâttan o durumlarla ilgili bir itiraf duymuş oluyoruz: İnsanın iyi iş işlemesi kolay değil. Metres tutmuş; bırak, bırakmıyor. Kötü bir alışkanlığa bulaşmış; bırak diyorsun, bırakmıyor. Sigara içme diyorsun, bırakamıyor.

“—Hocam kusura bakma da, şöyle de, böyle de...”

Yâ bırak şu mereti!.. Bırakamıyor. Şunu yap, yapamıyor. Bazısı da bize mektup yazıyor:

“—Hocam, işte ben iyilikleri yapmak istiyorum da, yapamıyorum.”

Kolay değil tabii. İyilikleri yapmak kolay değil. İyilikleri, insan küçükten alışırsa, anasının babasının yanındayken zorlukla, kolaylıkla iyilikleri yapmağa alışırsa; büyüyünce rahat yapar. Ama küçükken iyilikleri yapmağa alışmazsa; büyüdüğü zaman, nefsi şu direk gibi büyük, kuvvetli olduğu zaman, şu kubbeyi tutuyor ya kocaman, kalın direk, nefsi öyle direk gibi sağlam, kuvvetli olduğu zaman, onu yapamaz. Küçükten alışırsa olur.

670

“—Küçükten alıştırdım çocuğu, sabah namazına kalkıyor...”

Tamam, büyüdüğü zaman da kalkar. Delikanlı olduğu zaman da kalkar, evlendiği zaman da kalkar, sen yanında yokken de kalkar.

Küçükten alıştırmadın... Büyüdü, üniversiteye gidiyor... Kalkmaz. Neden?.. Alışmadı. Nefsini yenmek kolay değil. Alışmadığı bir iyiliği yapmak kolay değil. Alışmadığı bir işi yapmak kolay değil.

O halde bu işin bir kurnazlık tarafı, küçükken iyi şeylere alışmaktır. Çocuğunu küçükken yetiştir.

“—Efendim, o küçük, ziyanı yok, bırak uyusun.”

İyi ama, büyüdüğü zaman uyandıramazsın! Sen şimdi bırak diyorsun ama, küçük diyorsun, yazık diyorsun; büyüdüğü zaman onu hiç uyandıramazsın. Şimdi uyandırırsın, öpersin, çikolata alacağım dersin, balon alacağım dersin, lolipop alacağım dersin... Tamam, uyanır; küçükken kaldırırsın. Büyüdüğü zaman ne desen kaldıramazsın. Mercedes araba alacağım desen kalkmaz. Neden?.. Nefsi direk gibi… Kuvvetlendi, yenemiyor.

Çocuk da şikâyetçi... Gelir bize şikâyet eder:

“—Hocam, yapamıyorum. İstiyorum iyilikleri, yapamıyorum. Alıştığım kötülükler var; bırakmak istiyorum, bırakamıyorum!” Tabii insanın alıştığı kötülüğü bırakması için, er kişi olması lâzım! Alışmadığı iyi işi yapmağa başlaması için, yine er kişi olmak lâzım! Nefsini yenmek kolay bir şey değil. Amel-i sàlih işlemek kolay bir şey değil. Ayrıca ameli de insan, ihlâsla işleyecek. Halis muhlis niyetle yapacak, Allah rızası için yapacak; menfaat duygusuyla, başka bir hesapla yapmayacak, o daha da zor... Ameli işlemek zaten zor, birçok er kişi bile onu yapamıyor, bahadır kişi yapamıyor; ihlâsla yapmak daha da zordur.


O halde, ne yapacağız muhterem kardeşlerim? Küçükten yetiştireceğiz. Ejderhayı solucan gibi küçükken öldürürsün. Kuvvetlenip de büyüğü zaman, yedi başlı ejderhâ olduğu zaman, kılıcını çekersin, saldırırsın ama, yedi başını da sana çevirir, ağzından alevler çıkar, sen yenemezsin. İnsanın nefsi de yedi başlı ejderha gibidir, baş edemezsin. Küçükten alıştıracaksın.

Çocuklarınızı küçükten alıştırın! Torunlarınızı küçükten alıştırın! İyi şeyler alışkanlık haline gelirse, rahatlıkla yapar

671

insan... Kötü şeylerden nefret ettirirseniz çocuğu ondan kaçar. İstemiyorum, yapamıyorum der.

Meselâ ben, çalgıyı türküyü sevmiyorum. Ortaokuldayken, lisedeyken, ne zaman arabayla bir gazinonun yanından geçsem, oradan çalgının, türkünün sesini duydum mu, canım sıkılırdı, hoşlanmazdım. Neden?.. Ailemizden aldığımız terbiyeden.

Ama kimisi para veriyor da giriyor gazinoya... Para veriyor, bilet alıyor öyle giriyor, severek yapıyor o işi. E ben hoşlanmazdım. Ne şarkıdan, ne gazinodan, ne eğlence yerinden vs.den hoşlanmazdım. Neden?.. Küçükten alınan terbiye... Eğer çocuklarınızı küçükten iyi şeyleri yapmaya alıştırırsanız, kötü şeyleri yapmayı sevmeme tarzında yetiştirirseniz rahat edersiniz.

Bilin ki, iyi şeyleri yapmak kolay değil, kötü şeylerden vaz geçmek kolay değil.


Bir de:

“—Olan oldu hocam, anam babam beni yetiştirmemiş, ben kendim uyandım. Benim babam hâlâ namaz kılmaz, içki içer... Hocam anama babama dua et!” diyenler oluyor.

Sen düzeldin. Sen sonradan düzeldin. Ne yapacaksın?.. Sen de

nefsini yenmek için tedbirlere riâyet edeceksin. Nedir nefsi yenmek için tedbirler?.. Tasavvufun içindedir. Tasavvufun içinde tedbirler vardır, insanın nefsini terbiye etmesi için. Onlara riâyet edeceksin, nefsin ıslah olacak.

Bak Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:

“—Ey delikanlılar, ey gençler, evlenin!.. Neden?.. Bekâr durup da günah işlemeyin, evlenin. Eğer evlenemezseniz...” Peygamber Efendimiz tabii o ihtimali de söylüyor: “Evlenemezseniz, evlenme imkânınız olmazsa, oruç tutun!” Oruç tutmak da nefsin canını yakar. Nefsin canı yanınca da günah işleyemez yâni.

Demek ki oruç tutmak bir tedbirmiş. Aç durmak, oruç tutmak. Abdestli gezmek bir tedbirdir. Az uyumak bir tedbirdir. Az konuşmak bir tedbirdir. Olur olmaz her insanla konuşmamak, her toplantıya gitmemek; biraz böyle uzlet veyahut iyi, salim insanların meclisine devam, o da bir tedbirdir. Zikir bir tedbirdir.


Bu gibi tedbirlerle hareket edince, insan ne olur? Nefsinin arzularını yenebilecek kuvvete, Allah’ın izniyle ulaşır. Bu nefsin

672

hepimizde kuvveti vardır. Sende de vardır nefsin bir kuvveti, bende de vardır, onda da vardır. Bu nefsin kuvvetini yenebilmesi lâzım insanın. Nefsi yenebilmesi vardır. Bu nasıl olur? Mutlaka bir eğitimle olur.

Şimdi sen sanırsın ki, nefsi yenebileceksin. O nefsi yenmek, haramla karşılaştığın zaman belli olur. Şimdi belli olmaz. Camiye gittiğinde belli olmaz. Haramla karşılaştığın zaman belli olur. Bakarsın ki, zormuş nefsi yenmek...

Haydi bakalım harama bakma, haydi bakalım haramı söyleme!.. Haydi bakalım sinirlerine hakim ol!.. Haydi bakalım haram işi yapma!.. Haydi bakalım haramı dinleme, zevkli de olsa... Haydi bakalım hoşuna da gitse, canın da istese günahlara gitme!.. İşte bunları tutmak için çalışmak lâzım, bu nefse yüz vermemek lâzım! Bu nefse yüz verdiniz mi, sizi yerden yere çalar, günahlara düşürür, ahirette mahcup duruma götürür.


f. Bâtılı Dinlemenin Zararı


٨٤ - قال، وقال عبد الله: طول الاستماع إلى الباطل يطفى

حلاوة الطاعة من القلب.


TS. 145/18 (Kàle, ve kàle abdu’llàh: Tûlü’l-istimâi ile’l-bâtıl, yutfi halâvete’t-tâati mine’l-kalb)

Buyuruyor ki aynı sòfî, mutasavvıf, büyük zât:

(Tûlü’l-istimâi ile’l-bâtıl) “Bâtıl olan şeyleri dinlemeyi uzun zaman yapmak, uzun uzun, uzun zamandan beri çok çok bâtılı dinlemek, boyna bâtılı dinlemek, ne yapar? İnsanın gönlünde ibadet etme halâvetini, lezzetini yok eder. O lezzeti kaldırır.”

Demek ki, insan kulağını koruyacak, bâtılı dinlemeyecek. Sonra imandan, ibadetten, taatten zevk almama durumuna düşer bâtılı dinleye dinleye... Bu heriflerin de, herif dediğim herif-i nâşeriflerin, yâni dinsiz, imansız, edepsiz, ahlâksız, vicdansız, İslâm düşmanı insanların da bize karşı, yâni İslâm toplumuna karşı, müslüman Ümmet-i Muhammed’e karşı yaptığı nedir?.. Radyodan, televizyondan, gazeteden, mecmuadan, konferanstan, nutuktan, boyna bâtılın bombardımanını yapmaktadır, sana

673

dinlettirmektir.

“—Dur bir dinleyim şu herifi...”

Dinleme yâ, şu herifi dinleme! Zamanını alır; bir... İkincisi; sen onu çok dinleye dinleye ibadetin, taatin zevkini duymamağa başlarsın. Söndürür o, içindeki gayreti söndürür. Hiç dinleme!


Tabii, kötü insanların kötü fikirlerine cevap da vermek lâzım. Kim verecek?.. Hocalar, yazarlar, mütefekkirler...

İyi şeylere vakit harcayacaksın, kötü şeye hiç zaman ayırmayacaksın. Kötü şeye zaman ayırdın mı; hem zamanın zâyi olur, hem de sonunda kalbinin nuru söner, kalbinde ibadetin zevki kalmaz. İbadetten, namazdan, niyazdan, İslâm’dan zevk almamağa başlarsın, ayağın kayar. Doğru yoldan kayar. Onun işin bu hususa dikkat!

Bu kadar... Abdullah ibn-i Hubeybini’l-Antâkî Hazretleri’nin menâkibi, hayatı, sözleri burada bitti. Bu kıymetli kaynak kitaptaki 20. terceme-i hale, biyografiye geldik.

Evet bu kadarla iktifâ edelim! Epeyce vakit oldu.

Fâtiha-i Şerîfe mea’l-besmele!..


03. 06. 1995 - İstanbul

674