11. MA'RUF EL-KERHÎ HAZRETLERİ (1)

12. MA’RUF EL-KERHÎ HAZRETLERİ (2)



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn... Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn... Ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn... Emmâ ba’d!..

Aziz ve muhterem kardeşlerim!

Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun... Allah-u Teàlâ Hazretleri iki cihanın saadetine cümlenizi nâil eylesin... Dünyada, ahirette bahtiyar olun... Peygamber SAS Efendimiz’in şefaatine, komşuluğuna, iltifatına mazhar olun...

Evliyâullahın menâkıbını ihtiva eden Tabakàtü’s-Sùfiyye isimli eserin 88. sayfasındayız. Ma’ruf-u Kerhî Hazretleri ile ilgili bölümde bulunuyoruz. İnşâallah bu bitince, bundan sonraki bölüm Hâtem-i Esam bölümü... 88. sayfanın 10. paragrafından başlayacağız.


Yalnız, bu bölümleri okumağa ve izaha başlamadan önce, Peygamber SAS Efendimiz’in ruhuna bizlerden acizâne, naçizâne bir sevgi nişânesi olsun, hediye-i Kur’âniyye olsun diye, sonra cümle âlinin, ashâbının, etbâının ahbâbının; sâdât ve meşâyih-ı turuk-u aliyyemizin, Ebû Bekr-i Sıddîk ve Aliyy-i Murtazâ’dan hocamız Muhammed Zâhid-i Bursevî’ye kadar turuk-u aliyyelerimizden güzerân eylemiş olan tarikat büyüklerimizin;

Bu beldelerde medfun bulunan enbiyânın, sahabenin, evliyâullahın, hàssaten Yûşâ AS’ın, Hâlid ibn-i Zeyd Ebû Eyyüb el-Ensârî Hazretleri’nin, Abdül’ehad-ı Nûrî Hazretleri’nin, Şeyh Murad Hazretleri’nin, Haydar Baba Hazretleri’nin ve şu tekkenin bânîsi Selâmî Mustafa Efendi Hazretleri’nin ve kitabını okuduğumuz Sülemî Ebû Abdirrahmân Hazretleri’nin;

Uzaktan, yakından bu bahisleri dinlemeğe gelen siz kardeşlerimizin ahirete göçmüş olan bütün geçmişlerinin, sevdiklerinin, yakınlarının, dostlarının, kardeşlerinin ruhlarına

369

hediye olsun diye; biz de dünya ve ahiret saadetine erelim, Rabbimizin rızasına uygun yaşayıp huzuruna sevdiği, râzı olduğu kul olarak varalım diye bir Fâtihâ üç İhlâs-ı Şerif okuyup öyle başlayalım ruhlarına hediye ettikten sonra:

..........................................


a. Allah’ın Bir Kula Kızmasının Alâmeti


Ebû Abdurrahmân es-Sülemî Hazretleri diyor ki:


٣٩- سمعت أحمد بن محمد بن يعقوب الهروىَّ، بقرميسين، يقول: سمعت أحمد بن عطاء، يقول: حدثنا عمر بن مخلد، قال: قل ابن أبى الورد، قال معروفٌ الكرخىُّ: علامة مقت الله العبد أن تراه مشتغلاً بما لايعنيه، من أمر نفسه.


TS. 88/10 (Semi’tü ahmede’bne muhammedi’bni ya’kùbe’l -

hereviyye) Heratlı Ahmed ibn-i Muhammed ibn-i Yâkub’dan ben işittim diyor. (Bi-kırmisîne) Kırmisin şehrinde. Cibâl mıntıkasının büyük beldelerinden biridir bu Kırmisin. Farsça aslı Kirmanşahan

idi. Arapçası Kırmisin oldu. Amid ile arasında 3 fersah mesafe olan bir yer. Orada duymuş.

(Yekùl: semi’tü ahmede’bne atâ’) O da, Ahmed ibn-i Ata’dan işittiğini söylüyor. (Yekùlü haddesenâ umerü’bnü muhalled) O da, Ömer ibn-i Muhalled bize tahdis eyledi, söyledi diyor. (Kàle kàle’bnü ebi’l-verd) O da, bana Ebü’l-Verd söyledi diyor. (Kàle ma’rûfuni’l-kerhiyyü) Ma’ruf-u Kerhî ki, hayatını, terceme-i hâlini, sözlerini okumakta olduğumuz evliyâullahın büyüklerinden, duası makbul, türbesinin toprağı şifa olduğu kitapta yazılı olan mübarek zât. Buyurmuş ki Ma’ruf-u Kerhî Hazretleri —Allah şefaatlerine erdirsin:

(Alâmetü makti’llâhi’l-abde en terâhu müştagilen bi-mâ lâ ya’nîhi min emri nefsih) “Allah’ın bir kula kızdığının, gazab

370

ettiğinin alâmeti, senin o kulu boş, faidesiz, kendi nefsinin keyfi istikametinde bir işle meşgul olarak görmendir.”

Yâni, “Bir adam kendi nefsinin işi peşindeyse, arzusu, hevesi, hevâsı peşindeyse ve işe yaramayan işler yapmaktaysa; bu adam Allah’ın gazabına, kızgınlığına maruz olmuş bir insan ki böyle yapıyor. Allah sevseydi, onu kendisine kullukta istihdâm ederdi.” demek istiyor.

Mademki nefsinin hevâsı peşinde koşuyor, mademki işe yaramaz işler yapıyor, isterse libası güzel olsun, isterse makamı güzel olsun, isterse köşkü, evi barkı, arabası güzel olsun, isterse dış görünüşü, etrafındaki insanların ona itibarı çok olsun... Bunların hiç kıymeti yok. Demek ki, Allah o kuluna kızıyor ki, nefsinin hevası peşinde ve işe yaramaz şeylerle ömrünü zâyî ediyor.

Allah bizi korusun... Allah bizi işe yarayan, hayırlı, faydalı, sevaplı, ecirli işlerle meşgul eylesin... Nefsin, oyuncağı, hizmetçisi, maskarası, kulu etmesin...


İmâm Gazâlî cennet mekânın bir sözü hep hatırımda canlı durur. Diyor ki:

“—İnsanlar bazı ilkel kabilelerin puta tapmasını ayıplarlar. ‘Yâ ne kadar kafasızlık! Kendilerinin yaptıkları, oydukları, yonttukları putlara tapıyorlar. Az önce bir taştı, heykel yaptılar, tapınıyorlar. Az önce bir ağaçtı, bir sanatkâr bunu bir heykel haline getirdi, geçtiler karşısına, tapıyorlar...’ diye insanlar bunu ayıplar. İlkel insanların putlara tapışını ayıplarlar. Halbuki gözlerinden perdeler kaldırılsa, açılsa, basîretleriyle görecekler ki, insanların çoğu kendi nefsinin putuna tapıyor, kendi nefsini put edinmiş, kendi nefsine tapıyor.”

Nasıl tapıyor?.. El pençe divan durmuş karşısında; “Emret nefsim, ne emredersen yapmağa hazırım! Sana itaatliyim, senin kulunum, senin emrindeyim, senin buyruğundayım!” diyor, nefsinin peşinde gidiyor.

Demek ki, Allah’ın kızmasının, gazabının alâmetidir bu gibi durumlar ki, sevaplı olmayan, ahirete faydası olmayan bir işle

371

insan meşgul oluyor.


b. Bazı Yanlış Beklentiler


٩٩- قال، وقال معروفٌ: طلب الجنة بلا عملٍ، ذنبٌ من الذنوب. وانتظار الشفاعة بلا سببٍ، نوعٌ من الغرور. و ارتجاء الرحمة من لايطاع، جهلٌ وحمقٌ.


TS. 89/11 (Kàle ve kàle ma’rûfun) Yine aynı yolla Ma’ruf şöyle dedi diye, Ma’ruf-u Kerhî Hazretleri’nin sözünü naklediyor. (Talebü’l-cenneti bilâ amelin, zenbün mine’z-zünûb. Ve’ntizâru’ş -

şefâati bilâ sebebin, nev’un mine’l-gurûr. Ve’rticâu’r-rahmeti men lâ yutà’, cehlün ve humk.)

Bak ne söylüyor Ma’ruf-u Kerhî Hazretleri:

(Talebü’l-cenneti bilâ amelin zenbün mine’z-zünûb) “İbadet etmeden, cennete götürecek a’mâl-i sàliha işlemeden cenneti taleb etmek, istemek günahlardan bir günahtır.”

Cenneti istemek lafla olmaz. Cenneti istemek, cennete götürecek işleri yapmakla olur. A’mâl-i sàlihayı, ibadet ve taati yapmakla olur. A’mâl-i sàliha, ibadet ve taati olmadan cenneti istemek günahtır, günahlardan bir günahtır.” diyor.


(Ve’ntizâru’ş-şefâati bilâ sebeb) “Ve Allah’ın Rasûlü bana şefaat eder diye, ortada şefaatine sebep olacak bir durum yokken, Rasûlüllah’ın şefaatini beklemek, (nev’un mine’l-gurûr) aldanmadan bir çeşittir, nevîdir, bir çeşit aldanmadır.”

Yâni, Allah’ın cennetini istiyorsan, cennete layık a’mâl-i sâliha işle!.. Rasûlüllah’ın şefaatini istiyorsan, Rasûlüllah’ın sana şefaat etmesine sebep olacak bir zihniyet ve tavır takın!.. Öyle bir tavır takınmadan şefaat istemek, aldanmanın bir çeşididir. Amel etmeden, a’mâl-i sâlihâ işlemeden cenneti istemek, günahlardan bir günahtır.

372

(Ve’rticâu’r-rahmeti men lâ yutâ’) “Kendisine itaat olunmayandan rahmet ve acıma ummak, beklemek (cehlün) cahilliktir, (ve humkun) ve ahmaklıktır.” Yâni, insana rahmeti kim edecek, kim acıyacak, kim rahmet edecek? Allah... E Allah’a itaat etmiyor. İtaat edilmeyenin rahmetini ummak cahillik ve ahmaklıktır.

Dünyada bile öyledir. Sen adamın hizmetinde olmazsan, sözünü dinlemezsen, o sana bir şey yapar mı? Derse çalışmazsan olur mu? Söz dinlemezsen? Hizmetçi, efendisinin sözünü dinlemiyor, maaşını arttırmasını bekliyor. E mümkün mü? Talebe ders çalışmıyor, okula devam etmiyor, not bekliyor; on alacağım, yıldızlı pekiyi alacağım, sınıfı geçeceğim diye. Olur mu? Olmaz. İtaat olunmayanın rahmetini beklemek cahillik ve ahmaklıktır. Yâni ne olacak? İtaat olacak. Kul Rabbine mutî olacak.

İtaat ne ile olur?.. Emirlerini bilmekle olur. Allah neyi emretti sana?.. Sıralayabileceksin. Şunu, şunu, şunu emretti, şu işleri onun için yapıyorum. Şunları, şunları yapma diye emretti, onları

373

da onun için yapmıyorum diyebilecek insan. İlim lâzım yâni. Allah’ın emrettiği şeyleri bilmek lâzım. Kur’an’ı bilmek lâzım. Yâni Rasûlü’nün bize bildirdiği şeyleri, sünnet-i seniyyeyi bilmek lâzım! Yâni oturup kalkıp, dinî bilgisini kuvvetlendirmesi lâzım insanın. Cahillikle doğru düzgün bir dindarlık yapılamaz.

“—E pekiyi, ümmî evliyâullah nasıl oluyor?”

Allah onların gözlerini, gönüllerini açıyor, alim ediyor da ondan sevgili kulu yapıyor. Yoksa cahillikle olmaz.


Şimdi bu söze çok önem verelim: Cenneti a’mâl-i sâliha işlemeden istemek, günahlardan bir günahtır. Yanlış bir iştir çünkü, hatalı bir tutumdur, günahtır böyle bir tutumda olmak.

Ve esbâbına tevessül etmeden Rasûlüllah’tan şefaat beklemek, o da bir çeşit aldanmadır. Çünkü, Rasûlüllah’ın şefaat etmesi için, senin de onun şefaat edeceği bir duruma dönmen, bir tavır takınman lâzım.

İtaat edilmeyen, Allah’ın sana rahmet etmesini ummak da cahillik ve ahmaklıktır. Çünkü itaat etmedin diye o seni cezalandıracak, cehenneme atacak, yakacak; sen hâlâ rahmet bekliyorsun. İtaat edeceksin, yapmağa çalışacaksın, yolunca yürümeğe çalışacaksın; o zaman rahmetine müstehak olursun, mazhar olursun, lütfuna erersin.


c. Mutî Kul Olmanın Sebebi


٣٩ - و قال أبو سـليمان الدَّارانىُّ: سـألـت مـعـروفًا الـكرخىَّ عن الطائعين لله تعالى، بأىِّ شئٍ قدروا على الطاعـة؟ قال: بإخراج

الدنيا من قلوبهم؛ ولو كان منها شئٌ فى قلوبهم ما صحَّت لهم

سجدةٌ.


TS. 89/12 (Ve kàle ebû süleymân ed-dârânî) Daha evvel terceme-i hâli geçmiş olan Ebû Süleymân ed-Dârânî dedi ki:

374

(Seeltü ma’rûfeni’l-kerhiyye ani’t-tâiîne lillâhi teàlâ bi-eyyi şey’in kaderû ale’t-tàah? Kàle: Bi-ihrâci’d-dünyâ min kulûbihim; ve lev kâne minhâ şey’ün fî kulûbihim mâ sahhat lehüm secdetün)

Ebû Süleyman ed-Dârânî, tercüme-i hâlini daha evvel bu kitapta okumuş, görmüş olduğumuz zât-ı muhterem, Ma'ruf-u Kerhî’ye sordum diyor. (Ani’t-tâiîne li’llâhi teàlâ) “Allah’a mutî kulları sordum. (Bi-eyyi şey’in kaderû ale’t-tàah) Allah’a mutî olmağa nasıl muktedir oldular? Ne yaptılar da Allah’a mutî kul olabildiler. Ne sayesinde?..”

Bak, kul o kadar istiyor da gene mutî olamıyor, günahlara dalıyor, hatalar işliyor, akşam pişman olacak işler yapıyor sabah, veya sabah pişman olacak işler yapıyor gece... Yâni, “Nasıl oldu da böyle Allah’a itaat etmeğe muktedir olabildiler, güç yetirebildiler? Allah’a mutî olan kullar neyle bu dereceye erdiler?” diye Ma'ruf-u Kerhî’ye sordum diyor Ebû Süleyman ed-Dârânî. Dedi ki:

(Bi-ihrâci’d-dünyâ min kulûbihim) “Gönüllerinden dünyanın fikrini, sevgisini çıkartmakla yaptılar. (Ve lev kâne minhâ şey’ün fî kulûbihim) Eğer gönüllerinde dünyadan bir şey olsaydı, az bir şey olsaydı, (mâ sahhat lehüm secdetün) onların bir secdeleri bile sahih secde olmazdı. Bir secdeleri bile tam, makbul bir secde olmazdı. Gönüllerinden dünyayı çıkarttılar da, dünya sevgisini çıkarttılar da, Allah’a mutî olmaları ondan oldu.” demiş.


Tabii, dünyanın ne olduğunu her derste lafı geçtikçe, sırası geldikçe söylüyoruz. Dünya yerküresi demek değildir, dünya içinde yaşadığımız hayat demektir. Bu hayat gaye değildir, ahiret esastır. Bu hayatta biz bir müddet yaşadıktan sonra, asıl yerimiz olan ahirete göçeceğiz; asıl oraya hazırlanmamız lâzım! Kim bu dünyayı mamur etmeğe, bu dünyada gününü gün etmeğe, burada yaşamağa çalışır da ahirete çalışmazsa hata etmiş olur. Onun için:


حُبُّ الدُّنيَا رَأْسِ كلِّ خَطِيئَةٍ.


(Hubbü’d-dünyâ re’si külli hatîetin) “Bütün hataların başı

375

dünya sevgisidir.” denmiştir.

Diyor ki: “Allah’a mutî olan kullar nasıl itaat edebildiler?

Gönüllerinden şu hayatın sevgisini çıkarttılar.”

Şu içinde yaşadığımız hayatta neyi seviyoruz biz? Ev severiz, bark severiz, çayır severiz, çimen severiz, dere severiz; deniz kenarı, yalı, gül, bülbül, sümbül, baklava, börek, çörek... Yâni, insan birçok şey seviyor bu dünyada, bu hayatın içinde ve birçok insan, bu dünyadaki kendi yaşamıyla ilgili küçük bir gaye peşinde koşuyor:

“—Bir ev sahibi olabileyim, bir emekli maaşına nail olabileyim, bir otomobilim olsa başka bir şey istemem!” filan...

Hep şu dünyayla ilgili hevesler ve arzular var, şu hayatla ilgili arzular var.


Halbuki asıl iman, insana ahireti düşünmeyi, ahirete

hazırlanmayı ve cenneti kazanmayı, Allah’ın rızasını kazanmayı emrediyordu. O zaman insanın bu dünyadaki muvakkat gayeleri peşinde koşması ahirete karşı vazifelerini ihmal ettirir, ettiriyor. Yâni dükkanını, işini bozmak istemiyor, memuriyetinden atılmak istemiyor, parasız kalmak istemiyor, zahmete girmek istemiyor, hapse düşmek istemiyor, ölmek istemiyor; yaşamak istiyor, keyfine bakmak istiyor, keyfi bozulmasın istiyor. Keyfi bozuldu mu yüzü kırışıyor, canı sıkılıyor. Doğru bir söz de söylesen, kızıyor. Yâni umûmiyetle insanların genel durumu böyle.

İşte bu çıkacak kalpten, ahireti düşünecek insan... Cenneti kazanmayı düşünecek, Allah’ın rızasını kazanmayı düşünecek, Allah’ın sevdiği kul olmayı elde etmeyi düşünecek. O zaman işler değişir. O zaman insan bu dünyanın şusuna busuna bakmaz. Elinin tersiyle onları iter, dünyaya rağbeti kalmaz. Yâni zühd sahibi olur, dünyaya aldırmayan bir insan haline gelir. Bu makbul bir şey, Allah’ın sevdiği bir şey... Çünkü Allah, asıl ahirete hazırlanmayı emrediyor. Allah’ın sevap verdiği işlerin çoğu nefse tatsız gelen, bugünkü insanların hoşlanmayacağı şeylerdir.

376

وَعسٰى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ ، وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ


شَرٌّ لَكُمْ، وَاللَّهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ (البقرة:٠٩٣)


(Ve asâ en tekrehû şey’en ve hüve hayrun leküm) “Siz sevmezsiniz ama, sevmediğiniz o şey sizin için hayırlı olabilir. (Ve asâ en tuhibbû şey’en ve hüve şerrün leküm) Bir şeyi çok istersiniz, seversiniz ama, aslında o sizin için şerli olabilir. (Va’llàhu ya’lemu ve entüm lâ ta’lemûn) Allah bilir, siz bilmezsiniz!” (Bakara, 2/216) buyruluyor.

İnsanoğlu bu şeyi anlayamadığı için, basîret gözüyle bakamadığından bu dünyayı hedef alıyor.

Hele kâfirse, “Ahiret bana ne gerek?” diyor, hem de aleyhinde konuşuyor. Haram filan olduğu zaman, “Sen yemiyorsan, ver ben yiyeyim!” diyor. Veyahut sen bir haramı işlememek istediğin zaman, “Yap, günahı bana!” diyor. Korkmuyor yâni, ahireti düşünmüyor. Ne günahtan korkuyor, ne cezadan korkuyor. Tabii o tam bu hayatın adamı, dünya ehli…

Kâfirler dünya ehlidir. Mü’minler ahiret ehlidir, onlar ahireti düşünürler. Ama bu zamanın mü’minleri de kâfirlerin huyları kendisine bulaştığı için kafaları bozulmuştur. Şimdi bize asıl mü’minlerin halleri anlatıldığı zaman, kafamıza zor giriyor ve biraz da garipsiyoruz, “Bu ne biçim müslümanlık?” diye. Birçoklarının da içinden itiraz geliyor:

“—Yâ böyle de olur mu? Şu dünyaya gelmişiz, azıcık da keyif, zevk ve eğlence de olmasın mı?” filan gibi şeyler geliyor.


İşte diyor ki: “Dünyayı gönüllerinden çıkarttıkları için Allah’a mutî kul olabildiler. Eğer dünyadan, dünya sevgisinden gönüllerinde birazcık bir şey olsaydı bir secdeleri bile tam secde olmazdı.”

Düşünelim bir insanın ki, rüyasında göstermişler cenneti, huriler çıkmış karşısına, “Hadi biz seni bekliyoruz, neredesin yâ?..” demişler... Böyle hikâyeler var yâni, evliyaullahtan

377

duyduğumuz. Adamın bu dünyada yemek yemeğe ağzının tadı kalmıyor. Yâ bir an evvel ölsem de öbür tarafa gitsem, şu bizim köşklere, hurilere kavuşsam diye o zaman bu tarafı hiç gözü görmüyor.

Mü’min böyle işte yâni. Mü’min, bu dünyanın mevkîini verirler, istemez.

“—E padişah yapalım seni.”

“—İstemem.”

“—Para verelim!” “—Sizin olsun.”

“—Köşk verelim!” “—Gerekmez.”

Vali yapıyorlar, konağa oturmuyor sahabe-i kirâm. Normal elbise giymiyor. Parası var, karnını tıka basa doldurmuyor. Neden? Aç durması iyidir, tevâzù iyidir, gösteriş kötüdür filan diye. Yâni onların halleri böyleydi.


Bizim de, gönlümüzden dünyayı çıkarmamız lâzım! Dünya gönülden çıktı mı, insan o zaman ahiret için her şeyi yapar. O zaman Bosna’nın Hersek’in imdadına da yetişir, Azerbaycan’ın imdadına da yetişir. Şu tatlı sıcak paraları Allah yolunda rahatlıkla verir, tatlı canını verir, zahmete girer, ter döker... vs. O ahiret geldiği zaman aklına, yerleştiği zaman, dünya gönlünden çıkar.

Doğru söylüyor, doğru söylediğini sezinliyoruz. Yâni onlar Allah’a nasıl mutî kul olabildiler? Gönüllerinden dünya sevgisini iyice çıkartarak... “Çıkartmasalardı, secdeleri bile tam bir secde olmazdı.” dedi.


d. Dünya Sevgisinin Gönülden Çıkartılması


٢٩ - وبه قال: سئل معروفٌ: بم تخرج الدنيا من القلب؟ قال: بصفاء الودِّ، وحسن المعاملة.

378

TS. 89/13 (Ve bihî kàle süile ma’rûfun) Aynı rivayet zinciriyle, aynı adamlardan müellife rivâyet olunmuş ki, Ma’rûf-u Kerhî’ye sormuşlar, şöyle sorulmuş: (Bime nuhracü’d-dünyâ mine’l-kalb?) (Nuhracü) diye yazılmış, (tuhracu) olsa daha iyi olacak...

Demin soran Ebû Süleyman ed-Dârânî’ydi. Burada soranın kim olduğu söylenmiyor. Belki aynı rivâyet zinciriyle olduğuna göre yukarıdaki sorunun devamıdır. Peş peşe… Konu da benziyor:

(Bime tuhracü’d-dünyâ mine’l-kalb) “Pekiyi, tamam, onlar Allah’a mutî kul olmayı dünyayı gönüllerinden çıkartmak için başarmışlar ama dünya kalpten nasıl çıkartılır? Gönülden dünya nasıl atılır, def edilir? ‘Çık, defol, gözüme görünme, yıkıl karşımdan!’ diye nasıl diyeceğiz de, dünya sevgisi olmayacak?”

(Kàle) Buyurmuş ki: (Bi-safâi’l-vüddi ve husni’l-muâmele) “Sevginin sâfiyetiyle olur bu…” “—Allah’ı seviyor musun?”

“— Seviyorum.”

“—Hakikaten mi, gerçekten mi? Samimi, gerçek bir sevgi mi?” Samimi bir sevgi oldu mu, o zaman dünya kalpten çıkar; (ve husni’l-muâmele) ve Allah’a karşı edebini takınır. Muamelesi, kulluk muamelesi güzel olunca olur. Yâni sevgi samimi, muamele hakiki olduğu zaman olur. Gönülde Allah sevgisi tam oldu mu, yaptığı işler de içten ve samimi işler oldu mu; o zaman gönülden dünya sevgisi çıkar. Dünya sevgisi çıktı mı, Allah’a mutî kul olur. Her yaptığı şeyi Allah’ın istediği şekilde yapar, âsî olmaz hiç…


e. Muhabbet Nedir?


٣٩- وبه قال: سئل معروفٌ عن المحبة، فقال: المحبة ليست

من تعليم الخلق، إنما هى من مواهب الحقِّ وفضله.


TS. 89/14 (Ve bihî kàle süile ma’rûfun ani’l-mahabbeti) Herhalde gene devamı olsa gerek. “Bu sefer de Ma’rûf’a soruldu ki: Muhabbet nedir? Muhabbetten soru soruldu. Sevgi, yâni (bi- safâi’l-vüdd) demişti, sevginin sâfî olmasıyla olacak bu iş demişti.

379

Pekiyi nedir muhabbet?” diye sordular Ma’ruf’a. Belki Ebû Süleyman sormuştur gene.

Diyor ki: (El-mahabbetü leyset min ta’lîmi’l-halk, innemâ hiye min mevâhibi’l-hakki ve fadlih) “Muhabbet, insanların birbirleriyle konuşarak öğretmesiyle öğrenilecek bir şey değildir. O, Allah’ın, Hakkın verdiği bir vergidir, fazlından bir fazıldır ki o, kuluna vermişse verir.

Sevme kabiliyeti olmayan da sevemez. Seven seviyor, Allah o kabiliyeti vermiş, sevme kabiliyeti olmayan da sevemiyor. Allah o muhabbeti versin, o aşkı, o şevki versin, o sâfî, hakîkî duyguları ihsân eylesin...


f. Fütüvvetin Alâmeti


٥٩ - وبه قال معروفٌ: للفتيان علاماتٌ ثلاثٌ: وفاءٌ بلا خلاف، ومدحٌ بلا جود، وعطاءٌ بلا سؤال.


TS. 89/15 (Ve bihî kàle ma’rûfun: Li’l-fityâni alâmâtün selâsün: Vefâun bilâ hilâfin, ve medhun bilâ cûdin, ve atàun bilâ suâlin)

Fütüvvet denilen bir meşreb var tasavvufta... Fütüvvet; yiğitlik demek, mertlik demek, er kişilik demek, delikanlılık demek, kahramanlık demek. Yâni tasavvuf erbâbı fetâdır, fütüvvet erbâbıdır, yiğittir. Fetâların şâhı da Hazret-i Ali Efendimiz’dir.


لا فتى الا على.


(Lâ fetâ illâ aliyy) diye rivâyet vardır. Gençti, delikanlıydı ve iyi müslümandı ve çok kahramandı biliyorsunuz. Yâni Hayber’in fethi ve diğer savaşlardaki kahramanlıkları biliniyor.

Onun için tasavvufta bir kahramanlık, bir fütüvvet, bir fetâ olmak, yiğit olmak meşrebi vardır. Buna gayret etmişler. Yâni bizim Anadolu’nun mutasavvıfları, Horasan’ın mutasavvıfları

380

mert olmağa, yiğit olmağa, kahraman olmağa çok dikkat etmişler. Onun için, böyle gözünü daldan budaktan esirgemeyen kimseler olmuşlar. Her vesîleyle söylediğimiz her silahşör, hem sòfî, hem arif, hem zâhid... böyle kimseler olmuşlar yâni.

Böyle, bu yiğitlerin üç alâmeti vardır diyor. Yiğitlik... Yâni bilmiyorum, bu zamanın insanına sòfî denilince, mutasavvıf denilince nasıl bir imaj gelir hatırına, nasıl bir insan düşünür?

Belki miskin, bir kenara yaslanmış, gözü kapalı bir insan geliyor. Belki ak sakallı, cübbeli bir insan geliyor, yeşil sarıklı filan... Yâni çeşitli şeyler gelebilir. Aleyhte çok konuşmalar olduğu için, miskin, sessiz, beceriksiz, işe yaramaz insanlar filan gelebilir hatıra... Ama tasavvuf erbâbı fetâdır, yiğittir yâni. Kahramandır, gözünü daldan budaktan esirgemez, yapacağı yardımı yapar, kimseden korkmaz. Çok güzel huylara sahiptir. Böyle yiğit ahlâkı vardır, mertlik ahlâkı vardır.


“—Bak biz bunu bilmiyorduk.” diyeceksiniz şimdi. “Biz sanıyorduk ki derviş deyince şöyle olacak böyle olacak...”

İşte bu kitabı onun için okuyoruz. Yâni dervişler hakkında, sûfîler hakkında bilgiler ve zihinlerde meydana getirilmiş hayaller, gerçek dervişin hayali değil. Kötülemelerle, çok yanlış insanlar derviş diye tanıtılmış. Onun için bu günün insanı dervişlikten, tasavvuftan kaçıyor. Dindarlar da kaçıyor.

Tabii kâfir kaçar. Kâfir İslâm’dan kaçıyor; tamam, işine gelmiyor, plajdan kopacak, içkiden ayrılacak, kumarı bırakacak, haramı bırakacak, hırsızlığı, arsızlığı, yüzsüzlüğü bırakacak... Tamam, o kâfir ama, mü’min de hoşlanmıyor. Hatta:

“—Bu kadar zikretme!” diyor. “Bu kadar daldırma, bu kadar namaz kılma oynatırsın, kafayı oynatırsın, üşütürsün, boş ver! Bu kadar dindar olma.” diyor.

E nasıl olacak?

“—Eğlence zamanında eğlen, ibadet zamanında ibadet et. Bak ben akşamları birer kadeh atarım.” diyor.

Böyle diyenleri duydum ben. Allah Allah!.. Onu tavsiye ediyor yâni.

381

“—Biraz rindmeşreb ol, gazelleri okumadın mı?” diyor, bilmem ne diyor.

Böyle abuk sabuk şeyler...


Ama bak diyor ki: “Fetâların, fütüvvet erbâbının, yâni yiğitlerin, yâni gerçek sòfî, yiğit olanların, sòfinin yüksek kalitelisinin üç alâmeti vardır:

1. (Vefâun bilâ hilâfin) Arkadaş oldu mu, hiç muhalefet etmeden vefâ gösterir. Vefâlı bir arkadaş olur. Hiç itiraz etmez.”

“—Şunu şöyle yap!”

“—Baş üstüne...” “—Şuraya gidelim!”

“—Olur, baş üstüne...”

“—Şunu yapalım!”

“—Baş üstüne...”

“—Gel ben filanca yerden şu şeyi yapacağım, biraz zor, yardım et bana!..”

“—Baş üstüne...”

Yâni vefâ var, hiç ihtilaf yok. Hiç zıt gitmek, hiç itiraz etmek yok.


Hani anlattım burada evliyaullahtan yakın zamanın insanlarını...

“—Biz seninle çocukluk arkadaşıyız, bana haber verdiler, yarın öleceğim, gel seninle beraber gidelim!” diyor.

Kendisine vefat edeceği işaret olmuş, çocukluk arkadaşına diyor ki:

“—Biz seninle çocuklukta beraber büyüdük, aramız iyidir, gel yarın beraber ölelim!” diyor.

O da:

“—Olur, hay hay.” diyor.

Demek ki yiğit adam... Ölümden de korkmuyor. Arkadaşlıkta da vefâsı tam yâni. “Olur.” diyor.

Bunu bize anlatan hacı diyor ki:

“—Tübe vallah, ertesi gün ikisi de öldü.” diyor.

382

Tekirdağ şivesiyle anlatıyor, “Tübe vallah, ertesi gün ikisi birden öldü.” diyor. Yâni harbe filan gittikleri için değil, Tekirdağ’da otururken bir akşamüstü sözleşmişler, beraber ölüyorlar. Yâni yiğitliğe bak! Akıl almaz, çok enteresan şeyler. Evliyaullahın hali böyle…


(Vefâun bilâ hilâf) “Yiğit sûfi...” Benim idealimdeki sûfî işte Abdullah ibn-i Mübârek. Hem kılıcı var, hem cömertliği var, hem ilmi var, irfânı var, ibadeti var, taati var, zevki var, şevki var, edebî yönü var... İşte benim sevdiğim, asıl sûfî, işte yiğit böyle.

Ahdetmiş, ahdinden dönüyor... Arkadaşlık kurmuş, arkadaşlığı bırakıyor... Yâni öyle iğrenç şeylerle karşılaşıyor ki insan...

“—Yahu dervişlik bu değil… Bari derviş olduğunuzu saklayın!” diyeceğim geliyor onlara.

Yâni, “Dervişliğe bühtan olmasın. Sizi görüp de millet dervişlikten soğumasın!” diyeceğim geliyor, öyle insanlar var.

Ahdetmiş, söz vermiş, sözüne sadık değil... Derviş olmuş, şeyhine bağlı değil... Vazife yapması lâzım, vazifeden haberi yok... Nezâketten haberi yok, âdabdan haberi yok...

“—Yâhu bari sen sus, sakla, sır gibi, suç gibi, dervişliğini kimseye söyleme!.. Çünkü dervişlik senin yaptığın değil!” diyeceğim geliyor öyle kimselere.

Nasıl olacak? (Vefâun bilâ hilâfin) “Hiç itiraz etmeden vefâ

gösterecek, ihtilaf etmeyecek, pekiyi diyecek.” bir. Üç vasfı sayıyor.


2. (Ve medhun bilâ cûdin) “Herhangi bir iyilik yapmasına lüzum kalmadan medhedecek karşı tarafı, gözünde iyi görecek.”

Hani sana birisi çıkarttı, külliyetli bir ikramda bulundu, “Hay Allah râzı olsun!” diyorsun. Babam da der, herkes der. Yâni ortada bir cömertlik, bir şey olmadan sevebiliyor musun, karşılık olmadan? (Medhun bilâ cûdin) Sana bir cömertlik yapmamış, ikramda bulunmamış, bir şey yok ama, gene onu sevmekte, onu medhetmekte, onu övmekte, gönlünden onu beğenmekte devam edebiliyor musun?

383

3. (Ve atâun bilâ suâlin) “O istemeden vermektir.” İstedi mi kıymeti kalmaz. İstetmeyeceksin, ihtiyacını sezinleyeceksin. Çünkü istemek zillettir, zordur. Onu istemek zilletine uğratmayacaksın. Kahramansan, yiğitsen, anladın mı ihtiyacını, verivereceksin; istemesine lüzum kalmayacak.

İstedikten sonra kıymeti kalmaz ki... Oooh, geçmiş ola... İstedi bir kere artık. Zaten, isteyip de vermezsen; isteyenin bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü kara... O çok daha kötü! İstemiş, bir de vermiyor... Ooo, hemen sen git sildir ismini defterden... İstemiş de vermiyor. Sezecek, istemeden verecek. Tabii bu bir sezgi… Arkadaşıyla ilgilenmeyi gerektiriyor bu. İhtiyacını anladı, sezdi, şıp diye verecek. Belki, kendisinin verdiğini bile belli etmeyecek.


Anlattık ya burada, hani gelmiş bir şehre bir şeyh efendi, hocaefendi; o şehirdeki okuttuğu bir talebeyi sormuş,

“—Falanca nerede?” Demişler:

“—Hapiste…” “—Ne yaptı, bir suç mu işledi?” “—Hayır, fukaracık borcunu ödeyemedi, alacaklısı da hapsettirdi onu...” “—Ne kadar borcu?” “—Şu kadar bin dinar...” Tamam, gitmiş alacaklıya, tıkır tıkır parayı ödemiş, çıkarttırmış hapisten ama, şehirden kaçmış kendisi. Parayı ödeyen hoca şehirden kaçmış. Yâni hapisten çıkan adam, iyiliği kendisinin yaptığını bilmesin diye gözüne görünmemiş. İşte yiğitlik bu, tasavvuf bu...


Tasavvuf laf değil ki. Her zaman söylüyoruz tasavvuf sarık, cübbe, kavuk değil! Tasavvuf huy... Bu huyları yapabiliyor musun? İstemeden verebiliyor musun? Bir iyilik olmadan sevebiliyor musun? Hiç ihtilaf etmeden, muhalefet etmeden itaat

384

edebiliyor musun? Edemiyoruz, olmaz. Böyle yiğitlik olmaz, böyle sûfîlik olmaz.

Şeyhine itaat etmiyor. Halbuki bu arkadaşı… Arkadaşına bile böyle davranacak. Şeyhine bile itaat etmiyor adam... Yâni nerede dervişlik, nerede bu zamane dervişleri?


g. Ma’ruf-u Kerhî’nin Nefsine Hitabı


٠٩ - وبه قال: كان معروفٌ يعاتب نفسه، ويقول: يا مسكين!

كم تبكى وتندب؟ أخلص تخلص.


TS. 89/16 (Ve bihî kàle: Kâne ma’rûfun yuàtibü nefsehû, ve yekùlü: Yâ miskîn! Kem tebkî ve tendüb? Ahlis tahlüs.) Aynı rivâyet zinciriyle bildiriliyor ki: Ma'ruf-u Kerhî kendi nefsini azarlardı, itâb ederdi kendi nefsine ve derdi ki kendi kendine:

(Yâ miskîn) “Ey kendi nefsim benim! (Kem tebkî) Ne ağlayıp duruyorsun?”

(Ve tendübü) Tendübü neydi? Bir bakalım da, yanlış tercüme yapmayalım. Yâni ne diye ağlayıp duruyorsun da, tekrar aynı şeyi yapıyorsun gibi... (Nedebe-yendübü-nedben fülânen ile’l-emri deâu) Birini bir iş için davet etmek; (nedebe’l-meyyite adede mehàsinehu) Yâni ölünün iyilklerini sayıp dökmek. (Nedibe-yendebü) Bu yendübü diye harekelemiş, birincisi olacak. Yâni birini bir husus için davet etmek mânâsı yok burada. Olsa olsa, bir ölünün iyiliklerini sayıp dökmek olur.


Yâni insanlar, birisi öldü mü ağlarlardı, ondan sonra ah kömür gözlüydü, hoş halliydi, şöyleydi, böyleydi diye ölünün iyiliklerini sayarlardı. Şimdi kendi nefsine diyor ki:

“—Ey nefsim! Ne ağlayıp da sayıp, döküp duruyorsun? Yâni bir sürü laf söylüyorsun, ne ağlayıp, sayıp döküp duruyorsun? (Ahlis tahlüs) İhlâslı ol, kurtulursun. Boş ver, bırak bunları, ihlâslı ol; o zaman kurtulursun!” diyor.

385

Kendisi tabii ağlıyor, ibadet ediyor, ağlıyor, üzülüyor... Kendi nefsine böyle diyormuş. “Ne ağlayıp zırlayıp böyle bir şeyler sayıp döküp, söylenip duruyorsun? İhlâslı ol!.. İşte o zaman kurtulursun. Böyle ağlamakla olacak iş değil.”

Güzel, yâni her sözü tatlı... Mâşâallah... Büyük insanların büyüklüğü kelimelerinden de biliniyor, anlaşılıyor, seziliyor, hoş kokusu yayılıyor etrafa.


h. Evliyâullahın Alâmeti


٧٩ - وبه قال: سئل معروفٌ: ما علامتتالأولياء؟ فقال: ثلثةٌ:

همومهم لله، وشغولهم فيه، وفرارهم إليه.


TS. 90/17 (Ve bihî kàle süile ma’rûfun mâ alâmetü’l-evliyâ’) Ma'ruf-u Kerhî’ye soruldu ki: “Evliyâullahın alâmetleri nedir?”

(Fekàle: Selâsetün) “Üç tane alâmeti vardır evliyânın:

1. (Hümûmühüm li’llâh) Üzüntüleri, tasaları Allah içindir. Yâni nefisleri için, dünya için vs. için değil, Allah içindir üzüntüleri, tasaları, dertleri, sıkıntıları...”

2. (Ve şugûlühüm fîhi) “Meşguliyetleri Allah’ladır.”

3. (Ve firârühüm ileyhi) “Firarları, kaçışları da Allah’adır.” Yâni insandan, dünyadan, masivâdan tınn kaçıyor. Nereye?.. Allah’a…

Kaçışları Allah’a, meşguliyetleri Allah’la, dertleri, tasaları Allah olan kimsedir. Evliyaullahın hali, vasıfları budur diye söyledi.


i. Arif ve Nimet


٨٩ - وبه قال: قال معروفٌ: ليس للعارف نعمةٌ؛ وهو فى كل نعمةٍ .


TS. 90/18 (Ve bihî kàle) “Aynı rivâyet zinciriyle, (kàle ma’rûfun) Ma'ruf-u Kerhî dedi ki...” Yâni bunların hepsini yazmak

386

lâzım! Bunlar böyle, iki kelimeyle tercüme ederek geçiştirilecek şeyler değil; bunlar bir ömrün, bir büyük velînin ömür boyu kazandığı tecrübenin damıtılmış iksiri bunlar... Bu sözlerin her birisi üzerinde, insanın bir vaaz müddeti kadar konuşması lâzım!..

Biz tabii israf ediyoruz. İnsan bir şeyi bol buldu mu, böyle çok harcar. Burada cevher çok olduğu için, biz az söyleyip geçiyoruz. Halbuki bir tanesinin üzerinde durup anlatmak lâzım!

Hocamız cennet-mekân, öyle yapardı. Evvelki haftadan başladığı hutbe konusunu, bu hafta da devam ettirirdi, öteki hafta da devam ettirirdi, altı hafta, yedi hafta aynı konuyu devam ettirirdi. Bitmezdi konu. Çünkü konu derin. O konuyu anlata anlata, hutbede böyle aslan gibi, başkomutan gibi, bangır bangır bağırdığı zaman, minber hop iner hop kalkardı. O halim selim insanın, kimse yüzüne bakamazdı. “Bu söz bana!” diye herkes günahını, suçunu anlardı, gık diyecek hali kalmazdı kimsenin... Herkes nefsine levm ederdi. Herkes Allah’ın yoluna girmeğe arzu duyardı içinden, gözleri yaşla dolardı.

387

Ma'ruf-u Kerhî buyurdu ki:

(Leyse li’l-àrifi ni’metün) “Arif için bir nimet yoktur; (ve hüve fî külli ni’metin) o her nimetin içinde olduğu halde...”

Tabii bu sözü kelime olarak Türkçeye dönüştürülmesi bu ama mefhûmu ne, medlûlü ne, ne demek istiyor yâni? Bu sözü söyleyen Ma'ruf-u Kerhî neyi kasdediyor?

Arif, yâni yüksek seviyeli sûfi demek, dervişlerin yüksek seviyelisi. Arifin bir nimeti yoktur, o her nimetin içinde olduğu halde... Yâni, hiç bir nimet arifi tatmin etmez, Allah’ı ister. Yâni ne türlü nimetlerin içinde olursa olsun, gönlü sükûn bulmaz, karar bulmaz, rahat etmez, huzur duymaz; Allah’ı ister. Bu mânâya olabilir.

Arifin bir nimeti yoktur, her nimetin içinde olduğu halde, olsa bile, onun için bir nimet yoktur. Bu mânâya olabilir. Nimeti görmez, nimetlerle oyalanmaz, Mün’im’i, Mükrim’i, Rabbini bulmağa himmet sarf eder, gayret sarf eder demek.


j. Gönül Hoşluğu


١٩ - سمعت أبا الفتح القوَّاس الزاهد، يقول: سمعت أبا عمرو البزورىَّ، يقول: قال معروف: قلوب الطاهرين تشرح بالتقوى، وتزهر بالبرِّ؛ وقلب الفجَّار تظلم بالفجور، وتعمى بسوء النية .


TS. 90/19 (Semi’tü ebe’l-fethi’l-kavvâse’z-zâhid, yekùlü: Semi’tü ebâ amrini’l-büzûriyye, yekùlü: Kàle ma’rûfun) Müellif Ebu’l-Feth Kavvas ez-Zâhid’den duymuş. O da Ebû Amr el-Büzûri’den duymuş, Ma'ruf-u Kerhî Hazretleri şöyle buyurmuş:

(Kulûbü’t-tàhirîne tüşrahu bi’t-takvâ, ve tüzhirü bi’l-birr; ve kulûbü’l-füccâri tüzlimü bi’l-fücûr, ve ta’mâ bi-sûi’n-niyyeh.) (Kulûbü’t-tàhirîn) “Tâhir, temîz, pâk kulların gönülleri (tüşrahu bi’t-takvâ) takvâ ile ferahlanır, münşerih olur, geniş bir gönül olur, hoş bir gönül olur. Takvâ sıfatına sahip oldukları için, müttakî kul oldukları için, gönülleri münşerih olur. Böyle sıkı

388

gönül olmaz, açık, ferah, hoş gönüllü olurlar, (Ve tüzhirü bi’l-birr) İyilikle ışık saçarlar, etrafı aydınlatırlar.

(Ve kulûbü’l-füccâr) Fâcir kimselerin gönülleri ise, (tüzlimü bi’l-fücûr) fısk u fücûrdan dolayı kapkara kesilir; (ve ta’mâ bi- sûi’n-niyyeh) kötü niyetlerinden dolayı da körleşir.”

Yâni, fâcir insanlarn yaptıkları günahlardan dolayı gönülleri kararıp körleşir. Kötü niyetlerinden dolayı gönülleri kör olur, basiretleri kör olur. Ama tàhir, pâk, ârif, yüksek, kâmil insanların da takvâ sayesinde gönülleri şöyle ferah, fahûr, açık, aydınlık olur. İyilik yaptıkları için, birr, iyilik sahibi oldukları için de nurlu, pırıl pırıl parlak olurlar.

Demek ki; takvâyı şiar edinirse, insanın gönlü hoş olur.


أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ(الإنشراح:٩)


(E lem neşrah leke sadrek?) “Biz senin gönlünü hoş etmedik mi, genişletmedik mi?” (İnşirah, 94/1) O İnşirah Sûresi’ndeki gibi gönlü hoş olur, içi rahat olur ve yaptıkları iyilikler sebebiyle pırıl pırıl nurlu olur gönülleri... Ama fâsık ve fâcirlerin, günahlarından dolayı içleri kapkara olur ve bir de kötü niyetler besledikleri için, gönül gözleri kör olur.


k. Allah Bir Kulun Hayrını Murad Ederse...


Sonuncu cümle:


٣٣- وبه قال معروفٌ: اذا اراد الله بعبدٍ خيرًًا فتح عليه باب العمل، وأغلق عنه باب فترة والسكل .


TS. 90/20 (Ve bihî kàle ma’rûfun) Aynı rivâyet zinciriyle Ma'ruf’un şöyle dediği naklediliyor:

(İzâ erâda’llàhu bi-abdin hayran feteha aleyhi bâbe’l-amel, ve ağleka anhu bâbe’l-fetreti ve’l-kesel)

389

“Allah bir kulun hayrını murad etti mi, o kulum hayra ersin diye kulunun hayırlara mazhar olmasını, taltif olunmasını istedi mi, (feteha aleyhi bâbe’l-amel) ona amel kapısını açar; (ve ağleka anhu bâbe’l-fetreti ve’l-kesel) ve ona tembellik ve fütur, gevşeklik kapısını kapatır.”

Allah bir kulun hayrını istedi mi o kulda tembellik kalmaz, gevşeklik kalmaz, takatsizlik kalmaz; a’mâl-i sâliha işleme kapısı ona açılır. Bakarsın ibadette, bakarsın hayırda hasenâtta... Hayrını istedi mi, böyle yapar.


Daha önce de bir söz geçmişti. Allah’ın bir kula kızmasının alâmeti neydi?.. Nefsinin hevâsı peşinde koşması, boş işlerle uğraşmasıydı. Allah bir kulun hayrını murad etti mi, ona a’mâl-i sâlihâyı işlemeyi nasib eder. Ve tembellik kapısını, takatsizlik, fetret kapısını ona kapatır.

“—Takatim yok hocam, hiç ibadet etmek istemiyorum. Ayağa kalkmağa takatim yok, yastıktan başımı kaldıramıyorum, uykuyu çok seviyorum...” vs. vs.

Demek ki, Allah onun hayrını murad etmiyor. “Allah bir kulun

390
HÀTEM-İ ESAM HAZRETLERİ (1)