12. MA’RUF EL-KERHÎ HAZRETLERİ (2)

hayrını murad etti mi, onda tembellik kalmaz, fetret hali kalmaz.” diyor.

[—Kaç dakika oldu, daha ne kadar vaktimiz var?

—47 dakika oldu.

—Ne kadar daha okuyalım?..

—10 dakika daha okuyun!

—Evet, 200 dirhem daha ver dedi.]



HÀTEM-İ ESAM HAZRETLERİ (1)


٩٩- حاتمٌ الأصمُّ


(Hàtemüni’l-esam) Hâtem-i Esâm Hazretleri… Yeni bir şahsa geçiyoruz. Bu 11. terceme-i haldir kitapta. 10 tanesini bitirdik, 11.ye geldik.


a. Hàtem-i Esam Hakkında Bilgi


ومنهم حاتمٌ الأصمُّ. وهـو حاتم بن عنوان، ويقال: حاتم بن

يوسف، ويقال: حاتم بن عنوان بن يوسف الأصمُّ. كنيته أبو

عبد الرحمن.


(Ve minhüm hàteminü’l-esammü) Bu evliyaullahtan bir tanesi de Hâtem-i Esam’dır. Esam, sağır demek. Sağır Hâtem’dir bir tanesi de… Kör Ali diyoruz, Topal Ahmed diyoruz, Sağır Hâtem. Bu mübareğin lakabı sağır, Sağır Hâtem’dir.

(Ve hüve hâtemü’bnü unvân) “Babasının adı Unvân, kendisinin adı Hàtem’dir, Hàtemü’bnü Unvân’dır. (Ve yukàlü: Hàtemü’bnü yûsuf) Babasının adı Yusuf diye de geçmiş, Yusuf oğlu Hàtem diye

de geçmiş. (Ve yukàlü: Hàtemü’bnü unvâne’bni yûsufe’l-esam) Bazıları da demişler ki: Hayır, babasının adı Unvan’dır, dedesinin

391

adı Yusuf’tur. Yusuf oğlu, Unvan oğlu Hàtem.” Bu olabilir. Bazen dedeye nisbet edilir isimler. Bu bizim Osmanlı sahasında da görülüyor. Herhalde doğrusu o olsa gerek parantez içindeki.

(Ve künyetühû ebû abdi’r-rahmân) Hâtem-i Esam’ın künyesi de ne gibiymiş aynen? Sülemî gibiymiş. Yâni, kitabın müellifiyle künyedaş imiş, künyeleri aynıymış.


وهو من قدماء مشايخ خراسان، من أهل بلخصحب شقيق بن

إبراهيم، وكان أستاذ أحمد بن خضرويه، وهـو مولىٍ للمسنى بن

يحيى المحاربىِّ. وله ابن، يقال له: خشنام بن حاتم.


(Ve hüve min kudemâi meşâyihi hurasân) “Horasan meşâyihinin eskilerindendi bu Hâtem-i Esam Hazretleri. (Min ehli belh) Belh ahâlisinden idi.”

Belh kimin şehriydi? İbrâhim ibn-i Edhem’in şehriydi. Daha sonra, Mevlânâ Hazretleri’nin doğduğu şehir... Belh’i gidip görmek lâzım!

[Yatsı ezanı okunmaya başladı.]


(Sahibe şakîke’bne ibrâhim) “Şakîk-i Belhî’yi görmüş, onunla sohbeti olmuş, yâni ona mürîd olmuş.” O da Belhli, bak Şakîk-i Belhî. (Ve kâne üstâze ahmede’bne hadraveyh) “Ahmed ibn-i Hadraveyh’in de hocası, üstadı idi Hâtem-i Esam.”

(Ve hüve mevlen li’l-müsenne’bni yahye’l-muhâribiyyi) “Bu Hàtem-i Esam Hazretleri, Müsennâ ibn-i Yahyâ el-Muhâribî’nin mevlâsı idi.” Yâni bir beldeye fâtihler, ordular, İslâm orduları geldiği zaman, oranın ahâlisi müslüman oluyor ve ahâliden bazı kimseler bazılarına intisab ediyorlar, bağlanıyorlar. O onun mevlâsı deniliyor, onun mevlâsı oluyor. Bu köle mânâsına da gelmiyor. Demek ki, Arap asıllı Müsennâ ibn-i Yahyâ el- Muhâribî’nin mevlâsıymış. Demek ki, Arap asıllı değilmiş Hâtem-i Esam.

(Ve lehû ibnün, yukàlü lehû: Haşnâmü’bnü hàtem) Haşnâm

392

ibn-i Hâtem adında bir de oğlu vardı. Buradaki haş, bizim hoş dediğimiz kelimedir. Yâni iyi adlı, Hoşnâm, “Adıgüzel” yâni. Hani bazı soyadları var ya bilmem ne Adıgüzel filan... Bu Hoşnâm da “Adıgüzel” demek yâni. Adıgüzel adında bir oğlu varmış Haşnâm. Bizim hoş dediğimiz kelimenin o devirde harekesi üstündü, yâni ötre değildi, haş derlerdi. Ve uzun değildir. Vav var diye uzun okunmazdı, vezinde o vava itibar edilmez yâni. Hûş değil, haş okunurdu.

Demek bir oğlunun adını öğrenmiş olduk, babasının, dedesinin adını öğrenmiş olduk, Belhli olduğunu anlamış olduk, künyesinin de Sülemî ile aynı olduğunu hatırımızda tutabiliriz inşâallah.


مات بواشجرد، عند رباط يقال له: رأس سروند، على جبل فوق واشجرد، سنة سبع وثالاثين ومائتين.


(Mâte bi-vâşecerd inde ribâtin yukàlü lehû re’sü servünd alâ cebelin fevka vâşecerd senete seb’in ve selâsîne ve mieteyn) Vâşecerd’de ölmüş. Aşağıda Vâşecerd hakkında bilgi var:

Mâverâünnehir şehirlerinden bir şehirdi Vâşecerd, köylerinden bir köydü. (Nahve tirmiz) Tirmiz şehrine yakın bir yerdeydi. (Ve hüve meşhûretün bi-za’ferân) Safran yetiştirmesiyle tanınmıştı.

Bizde nerede çıkar safran? Safranbolu’da çıkarmıştı bir zamanlar. Safran kıymetli bir maddedir, hem sarıdır, hem de bu zerdelere filan konuluyor renk veriyor, güzel kokusu da vardır. Yâni zağferân ve safran dediğimiz şey hem sarı rengi, hem de güzel, kendine mahsus bir kokusu dolayısıyla aranan kıymetli bir baharattır. Bizim Safranbolu’da yetişir. Bu Vâşecerd’de de yetişirmiş. Tirmiz’e yakın bir yer. Tirmiz, şimdi Özbekistan’da.

(Yuhmelü minhâ ilâ sâiri’l-âfâk) Yâni orada zağferân çıkarmış, her tarafa dağıtılırmış.


O Vâşecerd’de bir ribâtın yanında Re’s-i Serund denilen rıbatın yanında ölmüş. (Re’sü serund alâ cebelin) Bir dağın üzerindeki ribat. (Fevka vâşecerd) Vâşecerd köyünün yukarısındaki, Re’sü

393

Servünd denilen tepe üzerindeki bir ribatta ölmüş, (senete seb’in ve selâsîne ve mieteyn) 237 senesinde ölmüş.

Şimdi ribat ne demektir?.. Ribat, Allah yolunda hudut bekçiliği yapan insanlar için hudutlara inşâ edilmiş olan kalelere, müstahkem mevkîlere denir. Bakın, dikkat ederseniz bu da bir tepenin üstünde... Tepenin üstünde olacak, müstahkem olacak, düşman saldıramayacak. Orada düşmanı gözleyecekler, gelmesini engelleyecekler. Hudut karakolu gibi yâni. Öyle bir ribatta ölmüş.

Tabii bu Tirmiz, Sermerkand’ın doğusunda bir yer, şimdiki Özbekistan’da Semerkand’dan daha doğuda. İmâm Tirmizî, büyük hadis alimi orada yetişmiş. İmâm Buhârî de o civarda. Yâni Horasan, böyle büyük alimlerin yetiştiği bir yer. Bu zât da işte oradaki Vâşecerd köyünün yukarısındaki ribatın orada, 237 senesinde vefat etmiş.

Yâni bu ribatlarda beklerlerdi dervişler. Neden?.. Kahraman oldukları için. Hudutlarda beklemek sevap olduğu için. Onlar hudutta ellerinde silahla beklerlerdi, arkadakiler de emniyetle yaşarlardı.


Şimdi de meselâ köylerde, belli yerlere bekçi koymak lâzım

artık. Yâni her yerde, bir kısmının uyuması lâzım, ötekilerin nöbet tutması lâzım. Neden?.. Asayiş bozuldu, iş başa düştü artık yâni, başka çaresi kalmadı.

Eskiden bu böyle otomatik olarak hallolurmuş. Ama kim beklermiş? Paralı askerler mi?.. Hayır. Allah rızası için derviş gidermiş, orada yatar kalkarmış; fırsatı bulursa cihad edermiş, düşmanı beklermiş. Cihad edip de ölürse şehid oluyor, kalırsa gazi oluyor. Ama murâbıt olarak ribatta beklerse, o da çok sevap... “Allah rızası için ribatta bekleyen, nöbet bekleyen kimsenin gözüne cehennem ateşi değmeyecek.” buyuruyor Peygamber Efendimiz. Hudutta beklemek çok önemli… Düşmanın gelmesini engellemek için, görmek için, görüp tedbir almak için beklemek çok sevap.

Demek ki, murâbıt imiş aynı zamanda. Yâni, o sevabı kaçırmamak için huduttaki kalede duruyormuş. Yâni aşağıda

394

Vâşecend’de dursa ya, zaten onların arasında... Hayır, yukarıda kalede duruyor, demek ki o sevabı kolluyor.


İşte sûfîler, demin de söylediğim gibi hakiki sûfî, ahdine vefâlıdır, istemeden verir, bir iyilik görmeden sever, medheder filan... Bir taraftan da canını da İslâm’ın, müslümanların hizmetine tahsis eder.

Ama şimdi, canı tahsis etmek de yetmiyor. Neden?.. Adam, ağır topunun menzili on kilometre; buradan nişan alıyor, bir gülle sallıyor, senin apartmanını yerle bir ediyor. Gümbür... E senin elinde bir tüfek var, bir kurşun atıyorsun, yedi yüz metre gidiyor, iki yüz metre gidiyor. Biz Konya’da aldık tüfekleri, yetmiş metre öteye taşları diktik, saçma varmış ama, çekirdek yok fişeklerin içinde. Hiç deviremedik diktiğimiz taşları, kaç kişi attı. Benim ata ata omuzum çürüdü, güm güm böyle, gevşek tuttum herhalde.

E olmaz. Düşman çok uzaktan su kuyruğunda beklediğini görüyor, nişan alıyor, patt; tamam üç tanesini öldürdüm. Kah kah kah gülüyor oradan... Bu zavallılar bilmiyorlar, fâilin uzaktan dürbünle bakıp gördüğünü. O kadar uzaktan mermi sallayacağını hesap edemiyorlar.

Bak, “Ermeniler Akdam’a girdi.” diyorlar. Neden?.. Yâni Azeriler korkak olduğundan mı?.. Hayır! Teknolojik gerilikten, insan gümbür gümbür gidiyor bu devirde.


Fatih İstanbul’u nasıl aldı?.. Kahramanlıkla beraber, imanla beraber teknolojik tedbirleri aldığı için fethetti. Yoksa gemileri karadan yürütmeseydi, Rumeli Hisarı’nı yapmasaydı, büyük topları dökmeseydi, her türlü tedbiri almasaydı Avrupalılar yardıma geleceklerdi. Tuna’dan yardıma geleceklerdi, Çanakkale’den yardıma geleceklerdi, karadan yardıma geleceklerdi... İlk önce Edirne’ye kadar o araziyi aldı, ondan sonra buraya Rumeli Hisarı’nı dikti, Anadolu Hisarı’nın karşısına; geçen gemileri batırdı.

Ondan sonra büyük toplar döktürdü bu surlar başka türlü yıkılmaz diye. Şimdi adamlar para veriyorlar, bizim ecdâdın

395

yıktığı surları bize tamir ettiriyorlar. Bizim de hoşumuza gidiyor kaleler tamir oluyor diye. Ama heriflerin niyetleri başka… “Yıktığınız gibi tamir edin!” diyor. Ben olsam tamir etmem, öyle dursun. Giriş kapısını tamir edersin de, ötekiler yıkık dursun. Onu dedem yıkmış, yıkmasında bir sebebi vardır diye bırakmak lâzım. Bana kalsa öyle yaparım. UNESCO parasını veriyor diyor, Amerika parasını veriyor diyor.

Rum veriyor. Fener Patrikhanesini ihyâ edecek, İstanbul müstakil bir şehir olsun diyecek, İstanbul’un surları şöyleydi, böyleydi diyecek, Bizans’ı ihyâ etmeğe çalışıyor. Ben onun niyetini anlıyorum. Çok net olarak herkes anlıyor ama cebine parayı koyan, dilsiz kesiliyor. Cebine para konuldu mu, yan cebime koy diyor. Cebine para konulduğu zaman, dili filan kalmıyor, itirazı filan kalmıyor. Yâni adamlar parayla, harple yapılamayan şeyleri yapıyorlar şu anda...


Çünkü, dünya ehli insanlar hakim oldu. Rüşvet geçiyor. Müslümana rüşvet geçmezdi. Müslüman rüşvetle iş yapmaz. Rüşveti alan da veren de cehennemde olduğundan müslümanın yapmadığı bir şeydi. Şimdi müslümanlık yok, İslâm ahlâkı yok, rüşvet var, rüşvetle memleketini satıyor adam, her şeyi yapıyor. Rüşvetle katili idamdan kurtarıyor, hapisten çıkarıyor. Mazlumu deliğe tıkıyor, öldürtüyor.

E bunların karşısına kim duracak, kim hakkı temsil edecek, kim hakkı işleyecek?.. Tabii er kişi lâzım, yiğit lâzım, fetâ lâzım. Hazret-i Ali gibi fütüvvet erbâbı lâzım, sòfî lâzım. Onun için de, tarikatlar, tasavvuf, çok kötü onlara göre...


b. Duha Namazı Kıl!


و اسند الحديث.


(Ve esnede’l-hadîs) Hadis de rivâyet etmiş. Bayağı usûlüne uygun hadis rivayeti işi de var. Muhaddis sıfatını alacak, o sevaplı işi de yapmış Hàtem-i Esam Hazretleri:

396

٩ - أخـبرنا أبو الـحســين، محمد بن محمد بن أحمد المـؤذن، حدثنا محمد ابن الحسين بن على، حدثنا محمد بن الحسين بن علَّويـه، حدثنا يحيى بن الحارث، حدثـنـا حاتم بن عنوان الأصمُّ، حدثنا سعيد بن عبد الله الماهيان، حدثنا إبراهيم بن طهمان؛ بنيسابور، حدثنا مالك، عن الـزهـرىَّ، عن أنسٍ، أن النبىَّ صلى الله علـيـه و سلـم، قـال: صلِّ صـلاة الـضُّحى، فإنـها صلاة الأبرار؛ وسلِّم إذا دخلت بيتك، يكثر خير بيتك.


TS. 91/1 (Ahberanâ ebü’l-hüseyn, muhammedü’bnü muhammedi’bni ahmede’l-müezzin) “Bize bu Ahmed oğlu Muhammed oğlu müezzin Muhammed haber verdi.” diyor müellif. (Haddesenâ muhammedü’bnü el-hüseyni’bni ali) O, bize Ali oğlu, Hüseyin oğlu Muhammed haber verdi diye söylemiş. Bu hafızmış, Cürcan’da yaşamış, hadis tarihinde bilinen bir kimse.

(Haddesenâ muhammedü’bnü hüseyini’bni alleveyh) Ona da Alleveyh oğlu Hüseyin oğlu Muhammed tahdis eylemiş, rivâyet etmiş hadisi. (Haddesenâ yahye’bnü’l-hâris) Ona da Yahyâ ibn-i Hâris rivâyet etmiş. (Haddesenâ hâtemü’bnü unvâne’l-esammü) Ona da bizim Hâtem-i Esam söylemiş. O ona, o ona, o ona... Müellifimize kadar bu hadis gelmiş.

Hâtem-i Esam da ne demiş: (Haddesenâ saîdü’bnü abdi’llâhi’l- mâhiyâni) Hâtem-i Esam’a bu zât tahdis eylemiş. (Haddesenâ ibrâhimü’bnü tahmân) Ona da İbrâhim ibn-i Tahmân rivâyet etmiş.

İbrâhim ibn-i Tahmân Horasanlı, Heratlı, Nişabur’da yaşamış olan şahıs. Tabiinden pek çok kimseleri görmüş, onlardan hadis almış. Bağdat’a gelmiş, orada hadis rivâyet etmiş. Sonra Mekke’ye gitmiş, ömrünün sonuna kadar orada oturmuş. Horasan, Irak ve Hicaz… Horasan hadisçilerinin en asillerinden birisiydi ve en

397

güvenilirlerinden idi, ilmi en geniş olanlarından idi. Mekke-i Mükerreme’de 163 senesinde öldü diyor. Bu Hâtem-i Esam’ın kendisinden rivâyet ettiği kimsenin hadis aldığı kimse İbrâhim ibn-i Tahmân, Nişabur’dan.


O da (haddesenâ mâlikün ani’z-zühriyye) dedi. Oradaki Mâlik dediği Malik ibn-i Enes, yâni Malikî mezhebinin kurucusu. 93 senesinde doğdu ve 179 senesinde vefat etti, Bakî kabristanına gömüldü. İmâm Malik Hazretleri’nin kabri nerede? Bakî Kabristanı’nda. Ama ne türbe var, ne bir şey var, dümdüz toprak böyle şimdi. Türbeleri mürbeleri bu adamlar yıkıp yerle bir ettiği için. (Ani’z-zühriyye) İmâm-ı Mâlik de, Zührî’den almış. Zührî kimdir?


محمد بن مسلم بن عبد الله بن عبد الله بن شهاب بن عبد الله بن الحارث بن زهرة، القرشى، الزهرى، أبو بكر المدنى. أحد الأئمة الأعلام، وعالم الحجاز والشام. يقول عن نفسه: مااستودعت قلبى شيئًا فنسيته. كان من اسخى الناس، تقيًّا ما له فى الناس نظير. مات سنة أربع وعشرين ومائة.


(Muhammedi’bni müslimi’bni ubeydu’llàhi’bni abdi’llâhi’bni şahabi’bni abdi’llâhi’bni hàrisi’bni’z-zühreh, el-kureyşî) Kureyş kabilesinden Zühre oğullarından. Ebû Bekir künyesi. Hicaz’ın büyük âlimlerden birisi... “Ben içime, kafama bir bilgi geldi mi, onu hiç unuttuğum yoktur.” dermiş Zührî. Yâni, neyi duyduysa kafasında, tamam.

Çok cömert imiş İmâm Zührî. (Kâne min asha’n-nâsi) insanların en cömerti idi, (takiyyen) takvâ ehli idi. (Mâ lehû fi’n- nâsi nazîrun) İnsanların arasında emsali yoktu. İmâm-ı Zührî, hatırınızda kalsın, böyle bir kimseydi. (Mâte senete erbaîn ve ışrîne ve mieh) 124 senesinde vefat etti. İmâm-ı Âzam’dan önce.

398

(An enesin) O da Enes RA’dan rivâyet etti. (Enne’n-nebiyye salla’llàhu aleyhi ve selleme kàl) Peygamber SAS buyurdu ki bu hadis-i şerifte:37


صَلِّ صَلاَةَ الضُّحَى، فَإِنَّهَا صَلاَةُ اْلأَبْرَار؛ وَسَلِّمْ إِذَا دَخَلْتَ بَيْتِكَ،




37 Beyhakî, Şuabü’l-İmân, c.VI, s.427, no:8758; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.213, no:422; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.376, no:649; Bezzâr, Müsned, c.II, s.354, no:7396; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VII, s.197, no:4183; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.V, s.328, no:5453; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.364; İbn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.II, s.192; Cürcânî, Târih-i Cürcân, c.I, s.452, no:883; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.IX, s.344; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VIII, s.83; Ukaylî, Duafâ, c.I, s.148, no:183; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.909, no:43571; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.99, no:25647.

399

يَكْثُرْ خَيْرُ بَيْتِكَ(هب. كر. عن أنس)


(Salli salâte’d-duhà, feinnehâ salâtü’l-ebrâr; ve sellim izâ dehalte beytek, yeksür hayru beytik.)

Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz:

(Salli salâte’d-duhà) “Duhà namazını kıl; (feinnehâ salâtü’l- ebrâr) çünkü bu ebrârın namazıdır. Duhâ vakti namaz kılmak ebrârın namazıdır. (Ve sellim izâ dahalte beytek) Evine girdiğin zaman selâm ver; (yeksür hayru beytik) evinin bereketi, hayrı çok olur.”

İçeride kimse olmasa bile selâm verilir. Kapıyı açtın, evde bir insan varsa, “Es-selâmü aleyküm!” dersin, tamam. Evde hiç kimse olmasa bile, “Es-selâmü aleynâ ve alâ ibâdi’llâhi’s-sâlihîn!” diyeceksiniz, gene selâm vererek gireceksiniz evinize. Bunu bu hadis-i şerifte Efendimiz tavsiye etmiş oluyor.


Duhâ namazı nedir? Duhâ vakti güneşin ufuktan yükselip parlaklığını kazandığı, bakılamayacak hale geldiği zamandır. Şöyle aşağı yukarı gündüzün dörtte biri geçtiği zaman demişler. Yâni güneşin doğduğundan güneşin battığı zamanı dörde bölersek dörtte birini geçtiği zamandır. Tam ortası öğle olduğuna göre sabahla akşamın arası, öğlenle sabahın tam ortası duhâ oluyor demek. Aşağı yukarı duhâ vakti ne zamandır? Sabahla öğlenin ortası… Ama duhâ namazı ne zamana kadar kılınabilir? Öğlenin vaktine 45 dakika kalıncaya kadar kılınabilir. Dört rekât, sekiz rekât, 12 rekât kılınabilir. “Dört rekat kılmağa müdâvim olanları, Allah muhsinîn zümresine yazar.” diye müjdeler var.


Tabii bu Salât-ı Duhâ, Salât-ı İşrâk’tan başkadır. Salât-ı İşrak, güneş doğduğu zaman, yarım saat filan geçtikten sonra kılınan namazdır. Eğer açıktaysan, güneşin doğduğu tarafa baktığın zaman güneşi görürsün, ama portakal gibi görürsün, gözünü almaz, göz alıcı durumda değildir. Ufuktan şöyle birazcık

400

yükselmiştir. O zaman İşrak vaktidir. Güneş şarktan doğduğu için, ona İşrak vakti derler. O zaman bir namaz kılınır.

“Sabah namazından sonra, camide oturup ibadet edip de işrak namazı kılarsa bir insan, o gün bir hac ve umre sevabı kazanır.” Hasen hadistir, İmâm Tirmizî rivâyet etmiştir.

İmâm Ebû Dâvud da Peygamber Efendimiz’in böyle yaptığını, adetinin bu olduğunu bildiriyor. Şimdi biz her sabah —kimseyi ayıplamak yok da, yalnız insanların hallerini anlatmak için söylüyorum— İskenderpaşa’da Hocamız’ın tesis ettiği üzere, sünnet-i seniyyeyi icrâ ettirdiği üzere, sabah namazından sonra Yasin okunur, Evrâd-ı Şerife okunur ve İşrak namazı kılır.

Ama ondan evvel, ben duaya oturduğum zaman, sabah namazı kılındıktan sonra diyorum ki:


نويت الإعتكاف فى هذا المسجد، إمتثلاً بحديث نبينا، الذى قال فيه:


(Neveytü’l-i’tikâfe fî hâze’l-mescid) “Bu mescidde bir müddet ibadet için oturmağa, i’tikâfa niyet ettim.” diyorum. (İmtisâlen bi- hadîsi nebiyyinâ) “Peygamber Efendimiz’in şu hadisine sarılarak yapıyorum bunu.” diyorum. (Ellezî kàle fîhi) “Ki, o hadis-i şerifinde şöyle buyurdu Peygamber Efendimiz:38


مَنْ صَلَّى الْفَجْرَ فِي جَمَاعَةٍ، ثُمَّ قَعَدَ يَذْكُرُ اللهَ حَتَّى تَطْلُعَ


الشَّمْسُ، ثُمَّ صَلَّى رَكْعَتَيْنِ، كانَتْ لَهُ كَأَجْرِ حَجَّةٍ وَعُمْرَةٍ




38 Tirmizî, Sünen, c.II, s.481, no:586; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.9; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.808, no:21508; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.496, no:22727.

401

تَامَّةٍ، تَامَّةٍ، تَامَّةٍ (ت. حسن عن انس)


RE. 426/14 (Men salle’l-fecre fî cemâatin) “Kim sabah namazını cemaatle camide kılarsa —evinde değil camide— (sümme kaade) sonra oturur, (yezkürü’llàh) Allah’ın zikriyle meşgul olursa… Yâni sabah namazından sonra oturdu, zikirle, Kur’an’la, ilimle, irfânla meşgul oldu; (hattâ tatlua’ş-şems) güneş doğuncaya kadar böyle oturdu, (Sümme sallâ rek’ateyn) Sonra kalkıp da iki rekât namaz kılarsa; (kânet lehû keecri haccetin ve umretin tâmmetin tâmmetin

tâmmeh.) tam bir hac ve umre yapmış gibi, tam bir hac ve umre yapmış gibi, tam bir hac ve umre yapmış gibi sevap kazanır.” diye üç defa tam sözünü kullanmış Peygamber Efendimiz.

(Ravâhu’t-tirmiziyyü an enesin radiya’llahu anhu ve hasen) “Bu hadis-i şerif İmâm Tirmizî rivâyet etmiştir ve hasen hadistir demiştir.” diyorum.

Bazı yerlerde de, başka sekiz-on rivayeti de söylüyorum. Adam dinliyor, ondan sonra pabucunu alıp gidiyor. Yâni ne diyelim, tabii işi vardır herhalde. Ama bu kadar kârı gördükten sonra, insan oturur yâ... Bir hac ve umre sevabı varsa, hadis de hasense, yâni zayıf hadis değil, bilmem ne değil, şunu değil, bunu değil; tamam. Nereye gidiyorsun? Pabucunu alıp gidiyor.

Kimseyi ayıplamak yok. Yâni farzı kıldı mı kimse ayıplanmaz. Farzı kıldı mı, sünnetini evinde kılmak için de gidebilir. Ama bu hadisi duyduktan sonra insanın uyması lâzım! Yâni hadis-i şerifin bereketinden faydalanmağa çalışması lâzım!

Allah, duyduğunu anlayıp, anladığını uygulayanlardan eylesin... Yâni duyuyor bazısı, anlamıyor.

“—Ne dedi?..”

“—Vallahi bilmem!”


Hoşuma gidiyor, evliyâullahtan, büyüklerden birisi birisine bir söz söylemiş,

“—Haa, anlayamadım, bir daha tekrar etsene!..” demiş.

“—Bir daha tekrar eder miyim, ben ilkini söylediğime

402

pişmanım.” demiş.

İkinciyi söylüyor o, “Ben ilkini söylediğime pişman oldum, bir daha söyler miyim.” demiş.

Yâni lafı söyler söylemez anlaması lâzım.

Niçin yaşıyoruz? Allah’ın rızasını kazanmak için.

Allah’ın rızası nerede? Herkes böyle harıl harıl onu arıyor. Allah’a nasıl mutî kul olunur, kalp nasıl temizlenir, muhabbetullah nasıl kazanılır?.. Akılları, fikirleri ahireti kazanmak için çalışıyor.

E millete söylüyorsun, iyi güzel, pekâlâ… Sonra?.. Pabucunu alıyor, gidiyor. Haydi Allah’a ısmarladık. Nereye gidiyor? Mühim bir şeye gitse, canımız kurban... Mühim bir şeye de gitmiyor.


(Salli salâte’d-duhà) “Duha namazını kıl, (feinnehâ salâtü’l- ebrâr) çünkü bu ebrârın namazıdır.” Demek ki öğlenle sabah arasında, bu vakitte bu namazı kılma itiyadı iyi kulların itiyadı. Efendimiz tavsiye ettiği için tabii. (Ve sellim izâ dehalte beytek) “Evine girdiğin zaman da selâm ver, velev kimse olmasa bile; (yeksür hayru beytike) böyle yaparsan evinin hayrı çok olur.”

Câmiu’s-Sağîr’de, buna benzer bir başka hadis-i şerif de vardır diyor, aşağıda müellif.

Demek ki, bu Hàtem-i Esam Hazretleri böyle rivâyet zincirini zikrederek hadis de rivâyet etmiş, hadisciler zümresine dahil olmuş bir kimse… Onlar bunu bir bereket sayarlardı; yâni hadis öğrenmek, hadis rivâyet etmek sûretiyle o müjdeleri almak, ahirette o sevaba ermeyi de düşünürlerdi.

Allah hepinizden râzı olsun.... Burada bırakalım. 93. sayfaya geldik. İnşâallah sağ olursak, önümüzdeki haftalar devam ederiz Allah fırsat verirse...

Fâtiha-i şerîfe mea’l-besmele!


24. 07. 1993 – Eyüp/İstanbul

403
13. HÀTEM-İ ESAM HAZRETLERİ (2)