Peygamber-i zîşânımız Muhammed-i Mustafâ --aleyhi efdalüs salevâti ve ekmelüt tahiyyâti vet teslîmat-- Efendimiz Hazretleri'nin mübarek hadis-i şeriflerini, herbirisi bir mücevher gibi olan mübarek sözlerini, nasihatlerini okuyoruz. Elhamdü lillâh Allah nasib etti, kıtalar ötesinden aranıza tekrar dönüp okuma imkânını bulmuş olduk. Şu anda 109. sayfanın 3. hadis-i şerifinden devam ediyoruz.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
(İnnel münfika alel hayl) "Atlara, at beslemeye, bakımına, eyerine, semerine, dizginine, nalına... para harcayan insan, masraf yapan insan; (fî sebîlillâh) Allah'ın yolunda, --keyf için, gösteriş için, kumar için, at yarışı için değil-- Allah'ın rızasını kazanmak için atı besleyen kimse, (kel bâsıtı yedeyhi bis sadakah) sadaka için elini açmış, (ve lâ yakbiduhâ) elini hiç kapatmamış, cimrilik yapmamış, boyna veren insan gibidir."
Veriyor boyna... Adam, mâşaallah çıkartıyor cebinden, tutuşturuyor onun eline, çıkartıyor cebinden tutuşturuyor ötekisinin eline... Alan adam bir bakıyor, büyük bir para; gözleri yaşarıyor, seviniyor.
Nice muhtaç insanlar var muhterem kardeşlerim! Sizin çevrenizde ya vardır, ya yoktur, ya biliyorsunuzdur, ya bilmiyorsunuzdur amma, öyle fukara, öyle yoksul, öyle gariban, öyle mazlum, öyle mağdur insanlar var ki; Yirminci Yüzyıl'da kimisi tokluktan mide fesadına uğruyor, çatlayacak gibi göbeğini dolduruyor, kimisi açlıktan kenarda kıvranıyor. Hem bizim Türkiye'nin içinde böyle durumlar var, hem de İslâm alemini düşünecek olursak, Afrika'da, Asya'da, Orta Asya'da, Balkanlar'da böyle insanlar var.
Ziya Paşa diye Tanzimat devri şairlerinden birisi var, --edebiyat dersi görmüş olan herkes bilir-- şiirinde diyor ki:
Firengistan'ı dolaştım, beldeler kâşâneler gördüm,
Dolaştım mülk-ü İslâm'ı, büsbütün virâneler gördüm.
"Frengistan'ı dolaştım," Frengistan Avrupa işte; Frenklerin, Fransızların, Almanların, İtalyanların, İspanyolların, Sırpların yaşadığı yer... Frengistan daha ziyade Fransa demek ama, Avrupa anlamında kullanılıyor.
"Frengistan'ı dolaştım, beldeler kâşâneler gördüm." diyor. Hakîkaten de öyle, adamlar öyle koruyorlar ki beldelerini... Öyle güzel muhafaza ediyorlar ki; köşkler, caddeler, parklar, mezarlıklar... Bizim mezarlıklar yağmalanır, çalınır, ölülerin dişleri sökülür. Her mezarın kafa tarafından açıyorlarmış, el sokup ölüyü araştırıyorlarmış, kafatasını çıkarıyorlarmış, çenesinde altın varsa söküp alıyorlarmış. Yâni mezarda bile rahat yok, Vehbi Koç bile rahat etmedi, parası pulu para etmedi, mezarda rahat olmadı.
Orda her şeyi muhafaza ediyorlar. Adam diyor ki ekmek fabrikası, 1389'dan beri faal... Bizim Fatih Sultan Mehmed Han'ın dedesinin zamanı... O zamandan beri adam o müesseseyi ayakta tutmuş. Bu nedir? Bir işi götürmek, devam ettirmek demektir. Çok önemli...
Muhterem kardeşlerim, iyi bir işi, başlattığı bir işi, yaptığı bir ibadeti devam ettirmek, kurmuş olduğu bir vakfı devam ettirmek, kurmuş olduğu bir hayırlı derneği devam ettirmek, başlattığı bir hayırlı çalışmayı devam ettirmek; bu çok önemli!.. Sebat deniliyor buna, yâni sağlam, kaymıyor ayağı, düşmüyor ordan...
İşte sebat etmek... Sebat, güzel ahlâktan bir tanesidir. Sebatkâr olmak, dönek olmamak... Döneklere bazan diyorlar ki, maymun iştahlı... Bir ona hevesleniyor, onu bırakıyor başka şeye hevesleniyor, onu bırakıyor başka şeye hevesleniyor... Hiç bir şey tam değil.
Benim rahmetli dedem, "Olur mu işi yarım bırakmak?" derdi. Küçükken beni alırdı, bağa götürürdü. Bağda üzümlere ilaçlar ekerdi, kükürt ekerdi, göztaşı püskürtürdü, hastalık olmasın diye... "Dede artık gidelim!" derdim ben, küçük, okula gitmeyen çocuğum... "Olur mu evlâdım, işi yarım bırakıp gitmek olur mu?.. Sonra ne derler biliyor musun: 'Yarım işli, çapa dişli' derler." derdi. Çapa dişliler gözümün önüne gelirdi, ben de korkardım.
İşi yarım bırakmak olmaz, işi devam ettirecek. Ne zamandan beri? Tâ, Peygamber-i Zîşanınımızdan beri bu böyle...
Bak, İskenderpaşa İkinci Bayezid devrinin adamıdır; bak camisini ayakta tutmuşuz, genişletiyoruz, güzelleştiriyoruz. Eskiden, Hocamız (Rh.A) buraya gelmeden önce burası nasıldı, biliyor musunuz? Bilemezsiniz, nerden bileceksiniz, çoğunuz yenisiniz; Hocamız'ı tanıyanlarınız da var ama, tanımayan çoğunlukta...
Arka taraf çöplüktü. Şu binaların olduğu yer, şadırvanın arka tarafı mahallenin çöplüğüydü. Duvar vardı orda, oraya mahalleli götürüp çöplerini dökerdi. Şu yan tarafta küçük küçük evler vardı. Ama, eskiden herhalde caminindi de, parça parça çalınmış, parça parça el değiştirmiş.
Şimdi bir caminin yanına gidiyorum, bakıyorum, caminin yanından yol gidiyor. Meselâ şurdaki Dülgerzâde Camii'nin son cemaat yerinin bir kubbesi eksik, kemerin yarısından kesilmiş. Yol geçireceğiz diye kesmişler kemeri... Öyle şey olmaz! O tarihî bir eser... Tarihî eserin kılına dokundurtmaz Almanlar. Yüz sene geçti mi üzerinden, "Yüz sene geçmiş, bu tarih oldu." derler, kılına dokundurtmazlar. Dış tarafı aynen muhafaza edilecek.
Tarih sevgisi var, vefâ var... Bütün alimlerinin el yazıları saklı. Ben bir müzeye gittim; falanca alimin filânca tarihte yazdığı mektuplar... Fişlemişler, kitapları değil elyazılarını fişlemişler.
Şimdi bizde kitaplar çalınıyor, müzeler çalınıyor, mezar taşları çalınıyor, nerdeyse camiler çalınacak. Bir de bakacaksın, falanca cami yok; çalınmış, hırsızlar başka bir ülkeye kaçırmışlar meselâ... Bakarsın teknikleri gelişir, hırsızlar bunu da yaparlar. O hale geldi.
Her şeyi korumak çok önemli. Vefalı olacağız, sadık olacağız.
Şimdi gelelim, bu kadar açıldıktan sonra dönelim hadis-i şerifimize: "Allah yolunda atlara para harcayan kimse, elini açmış hiç kapatmayan, boyna hayır yapan insan gibidir."
Hayra çok ihtiyaç var, hayrı çok yapmamız lâzım! Hem insanlara hayır yapmamız lâzım, hem tarihimizi korumamız lâzım, hem mefâhirimizi, medâr-ı iftiharımız olan şeyleri korumamız lâzım!
Biz meselâ, medâr-ı iftiharımız olan şeyleri korumak için, bir sürü bölgede, şehirde, kasabada ahlâk, kültür, çevre derneği kurdurtuyoruz kardeşlerimize, kuracaksınız.
"Yazıklar olsun!" diyorum ben; siz bir şehirde, kasabada olacaksınız da orada bizim bir dernek faaliyetimiz, böyle bir çalışmamız yoksa, yazıklar olsun!.. Niye derviş oldun sen?..
Derviş ne demek? Elini kolunu sıvamış, Allah'ın yoluna hizmet etmeye hazır insan demek... Dervişler hazır asker demek... Çalışkan, arı gibi uçan, karınca gibi çalışan insan demek... Hem de güzel huylu demek. Dervişlik güzel huydan ibaret.
Tarihî çevreyi korumak, mefâhirimizi korumak... Ne yaptık meselâ, gittik Gümüşhâne'de bir Gümüşhâneli toplantısı yaptık, iki gün sürdü. Vali geldi, belediye başkanı geldi, profesörler geldi, herkes geldi. Gümüşhâneliler dediler ki:
"--Yâhu, bizim böyle dünyanın tanıdığı, dünya çapında yetiştirilmiş bir alimimiz varmış da, sizden öğrendik; Allah sizden razı olsun!" dediler.
Bilmiyorlar Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendimiz'i... Padişahlar elini öpmüş, hürmet etmiş. Mısır'da talebeleri var, Endonezya'da talebesi var... Herkes tanıyor, seviyor, biliyor, hürmet ediyor. Bizimki bilmiyor, Gümüşhaneli bilmiyor. "Ben Gümüşhâne'denim, Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendi gibi insanlar yetişmiş yerdenim!" demesi lâzım. Bilmiyor, bir şeyden haberi yok.
Geldik Düzce'de Muhammed Zâhid el-Kevserî Hazretleri için bir toplantı tertipledik, bir sürü ilmî konuşmalar oldu. Düzcelilerin ağzı açık kaldı. Bu kim?.. Cihanda şöhret yapmış olan Düzceli bir alimimiz. Bizim dergâhtan, bizim tekkenin eskilerinden. Adı da Hocamız'ın adına benziyor Muhammed Zâhid-i Kevserî... Kafkasyalı bir alim. Mısıra gitmiş, Mısır'da öyle ilmini isbat etmiş ki, Mısırlılar hayran kalmışlar. Makaleleri toplanmış, hakkında doktora tezleri yapılmış.
Bir insanın hakkında doktora tezi yapılması, onun çok mühim bir insan olduğunu gösterir. sıradan bir insan için yapmazlar böyle bir çalışmayı...
Bunları tanıtmak için toplantılar yaptık. Yapacağız, her güzel şeyimizi yerden kaldıracağız, tozunu silkeleyeceğiz, lâyık olduğu yere koyacağız, koyacaksınız. Elbirliği ile çalışacağız, bu memlekette öğünülecek, beğenilecek, hakîkaten güzel olan, Allah'ın sevdiği kulların hayran kaldığı neler varsa, onları pırıl pırıl ortaya çıkartmamız lâzım!..
Onlardan birisi ne meselâ, Süleymaniye Camii... Şimdi bir yaşlı, asâletli, evliyâullahtan birinin soyundan, çok kıymetli bir ihvânımız Süleymaniye üzerinde çalışıyor, hesaplarına hayran kalmış. "Öyle ince hesaplar, öyle esrârengiz ilişkiler var ki, Süleymaniye Camisi bir harika! Mimar Sinan Hazretleri evliyâullah; evliyâ olmasa bu kadar ince hesaplı şeyi yapamaz." diye kitaplar yazmış. Böyle yüzlerce dosya getirdi, bana emanet etti. "Ben ihtiyarladım, bundan sonra Süleymaniye'yi korumak sizin vazifeniz hocam!" dedi, bana havale etti.
Evet, Süleymaniye'yi de koruyacağız, her türlü medar-ı iftiharımız olan şeyi koruyacağız.
Bunlar da neden oluyor; sadaka için, hayır için insanın elini açması lâzım, himmetinin çok olması lâzım!.. Himmet de hem koşturmakla, gayretle olur, hem de fedâkârlıkla olur. Mâlî fedâkârlık, bedenî fedâkârlık; kardeşini tercih etmek, ona vermek, kendisi yememek, yedirmek; giymemek, giydirmek... Tasavvuf bu, yâni güzel ahlâk... Hepimiz öyle olacağız.
Bizden kötü bir huy, kötü bir hal görmeyecekler. Tasavvuf Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın:
(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hàbe men dessâhâ.) "Kim nefsini terbiye ederse felâh bulur; etmezse mahvolur, perişan olur." dediği nefsi terbiye etme yolu, güzel ahlâkı kazanma yolu, evliyâullah büyüklerimizin yolu, Hacı Bayram-ı Velî'nin yolu, Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri'nin yolu, Yunus Emre'nin yolu, Mevlânâ Hazretleri'nin yolu, Eşrefoğlu Rûmî'nin yolu... Bunlar muhteşem insanlar, bunlar harika insanlar; bunları tanıtmamız lâzım!
Bilmiyor millet, açıyor ağzını, tepeden tırnağa bütün tarihini kötülüyor, bütün eski büyüklerini kötülüyor, tarikatı kötülüyor, tasavvufu kötülüyor, şeyhleri kötülüyor... Haftalardır yalan, dolan, iftira... Görüyorsunuz; çalışmak lâzım!.. Çünkü anlatmazsan bilmez, çamurun içine düşmüş mücevheri çakıl taşı sanır, anlamaz; çünkü çamurlandı üstü... Ama şöyle bir yıkarsan, temizlersen;
"--Yâhu, bu yakut, senin haberin var mı?.. Baksana bu hakîkî yakut!"
"--Nerden bileyim?.."
"--Bak, camın üstüne bir sürt! Cızzzt... Bak camı çizdi. İşte bu yakut, bu taklit taş değil..."
Mücevherin kıymetini kuyumcu bilir. Siz kuyumcu gibi mücevherin kıymetini bileceksiniz.
Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten.
Çamura düştü ise bile, cevher cevherdir. Altın yüzük, elmas küpe çamurun içine düştüyse bile, bulan yaşadı. Çünkü çamurlandı diye elmasın, pırlantanın kıymeti düşmez; yıkarsın gider. Altının kıymeti düşmez, çünkü altın paslanmaz; altın soylu bir madendir.
İşte o kıymetleri biz anlatacağız, biz öğreteceğiz. "Yâhu kardeşim, bak şu adam ne kadar büyük fedâkârlık yapmış!.. Bak şu adam vatan için canını vermiş, kanını akıtmış, hayatını fedâ etmiş!.. Bak şu insan şu kadar masraf etmiş, şöyle eserler ortaya koymuş." diyeceğiz.
Süleymaniye dünyanın en büyük, en önemli eserlerinden biri... Bir tarafı çöplük, bir tarafı mezbele... Bir tarafı satılmış, başkalarının eline geçmiş, başka işlerde kullanılıyor. Bir tarafı pisletiliyor, kirletiliyor... Mefâhirimize sahip çıkacağız.
"Allah rızası için, Allah yolunda atlara masraf eden kimse, elini sadaka vermek için açmış da hiç kapatmayan, boyna sadaka veren insan gibidir." diyor Peygamber Efendimiz SAS...
--O zaman hepimiz birer tane at besleyelim... Arkasından itip asansöre tıkarız, üst kata çıkartırız, balkona bağlarız...
--Hocam, biraz zor...
Haa, onun için zâten ben size diyorum ki, bu apartman usûlü de; bak adı bile yabancı, buna da Türkçe bir şey bulmamız lâzım! Apartman eskiden yoktu, her evin az çok bahçesi vardı, evler bahçeli idi. Ne güzeldi bahçeli bahçeli evler... Bütün buralarda, şu caminin etrafında hep bahçeli bahçeli evler vardı, konaklar vardı. Karşıda yüksek duvarların ardında bahçeler vardı. Şimdi hep apartman oldu.
Yâni, "Delik demir icad oldu, mertlik bozuldu." dediği gibi, bu apartmanlar çıktı, ne at besleyebiliyoruz, ne horoz besleyebiliyoruz, ne tavuk besleyebiliriz. Halbuki horoz da çok mübarek bir hayvan, at da çok sevaplı bir hayvan...
--E ne yapacağız hocam, o benim dört mislim masraf çıkartır. Ben şu kadarcık ekmekle yetinirim, bir at aldık mı benim bütçemi bir günde sömürür, bitirir. Ben ondan sonra o atı ne yapacağım?..
Doğru tabii, şartlar değişti. Niye bu kadar medhetmiş Peygamber SAS Efendimiz atı; biraz onu düşünelim. Niye medhetmiş?.. At ne işte kullanılıyor? Cihadda kullanılıyor. Kıvrak bir hayvan, yaya bir insanın harbdeki başarısından daha büyük başarı sağlıyor. Atın üstüne süvarisi biniyor, ordan oraya koşturuyor, başarı kazanıyor; kaç tane yayaya bedel... Yâni, iyi bir harp malzemesi.
Bizim Osmanlı dedelerimiz Firengistan'a her yıl sefer yaparlarmış. At üstünde giderlermiş, at üstünde uyurlarmış, at üstünde cihad ederlermiş. At çok önemli...
Yaya da giderlermiş. Yeniçeri yaya gidermiş, sessiz sedâsız ikiyüzbin kişilik ordu çıt çıkmadan sefer yaparmış; zafer kazanır gelirmiş. O kadar böyle güzel...
Tarihimizi açsanız, tarih bilen insanların sohbetine gitseniz bayılırsınız. Bizim Ak Radyomuzu dinleyin, cebinize küçük bir radyo alırsınız, şuranıza da bir kulaklık takarsınız; kimseyi rahatsız etmeden dinlersiniz. Hazine, her türlü bilgi var.
Neden ata bu kadar sevap veriliyor, niye at beslemenin sevabı bu kadar çok?.. Cihada yaradığı için, cihad malzemesi olduğundan.
Cihada yarayan her şeyin sevabı fazla... Meselâ Peygamber Efendimiz'in bir hadis-i şerifi var: "Kişinin kılıcını kuşanmış olarak kıldığı namaz, kılıçsız kıldığı namazdan yediyüz kat daha sevaptır."
Şimdi beni böyle cübbemin kenarından kılıç kuşanmış olarak düşünün: Şakır şukur, şakır şukur... Ne oluyor?.. Bir dönüp bakacaksınız, Es'ad Coşan Hoca kılıcıyla camiye giriyor. Hiç şaşırmayın, kafasını acaba bir yere mi vurdu, başına bir şey mi düştü filân demeyin. Peygamber Efendimiz ne diyor: "Kişinin kılıcını kuşanmış olarak kıldığı namaz, kılıçsız kıldığı namazdan yediyüz kat daha sevaptır."
Az mı?.. Kıldığınız namaza göre 699 tane daha, az mı kâr? Ne dersiniz?.. Az değil. O zaman herbirimiz birer kılıç edinelim, şakır şukur caminin içi böyle kılıçlı insanlar...
--Hocam, bu deminki ata benzedi. Atı merdivenlerden tangır tungur dokuzuncu kata nasıl çıkartacağız, balkonda nasıl besleyeceğiz?.. Bu kılıcımızla biz minibüse nasıl bineceğiz, belediye otobüse nasıl bineceğiz, sokakta nasıl yürüyeceğiz?..
Bunların hikmeti ne: Cihad! Cihadın hikmeti ne: İslâm'ın bekàsı, İslâm'ın i'lâsı, İslâm'ın korunması, müslümanların korunması, Allah'ın dininin yayılması, doğrunun öğretilmesi, şirkin küfrün yeryüzünden silinmesi... Cihadın anlamı ne: İnsanla Allah arasındaki mânileri kaldırmak...
Neden Yunanlı, Sırp, Bulgar, Fransız, falanca filânca gâvurcuklar yanlış inanç içinde?.. Neden Hintliler öküze tapıyor, neden Japonlar güneşe tapıyor, imparatorları güneşin oğlu diye inanıyor, bu kafadaki sakatlık neden?.. Bunlara niye doğru inancı öğretmiyoruz?.. Niye bunlar bu yanlış işleri yapıyorlar? Niye Allah'a kulluk etmiyorlar da puta tapıyorlar?
Şimdi biz Avustralya'da Volongog diye bir şehre gittik... Orada bilmem kaç dönüm, yüzlerce dönüm arazi üzerinde budistler bir ibadet külliyesi meydana getirmişler. Kaç tane bina var. Hocam şurayı görelim dediler, gittik gördük. Puthane, puthane, puthane... Puthane ama, İskenderpaşa'nın cemaatini alacak yeri yok; adam yüzlerce dönüm araziye öyle kocaman, öyle muhteşem binalar yapmış ki, 56 milyon Avustralya doları [4 trilyon 480 milyar TL] para harcamışlar puthane yapmağa...
Şu adamların putlarını bir görelim, nelere nasıl tapındıklarını görelim, paraları nerelere harcadıklarını görelim dedik, gittik gördük. Çiçekli bir bahçe, çok güzel, saray bahçesi gibi güzel... Tabiî o kadar para harcanınca güzel olur. Merdivenlerden çıkıyorsun, çıkıyorsun, içeri giriyorsun; koca göbekli, şişko putlar... Bir salonun duvarına da küçük küçük onikibin tane put koymuşlar. Küçüklü büyüklü putlar, putlar, putlar...
Bir salona da girdik; orda bekleyen budist rahibi, şöyle bir naylon torbacık içinde yirmi-otuz pirinç var, bize verdi.
"--Ne olacak?" dedik.
"--Puta sunacaksınız." dedi.
Öyle şey olur mu, ben müslümanım elhamdü lillâh... Ne yapacak bu pirinci?.. Pilav yapacak gàlibâ... Ben reddettim tabiî...
Gezdik ama, çok acı bir şey ama, insanlar putlara tapıyor. İnsanlar güneşe tapıyor. Halbuki bu güneşten başka bir sürü güneşler var bu dünyanın semasında... İnsanlar elleriyle yaptıklarına tapıyor, insanlar cahil, insanlar gàfil, insanlar aldatılmakta, insanlar aldanmakta... Hak yola saldıranlar, gitsinler de putperestlerle uğraşsınlar!
İşte insanların Allah'tan gayriye tapmalarını engelleme çalışmalarının hepsine cihad derler. Cihad ne imiş: İnsanlara Allah'a kul etme çabasıymış... Allah'tan gayriye kulluk etmekte olanları hakka döndürme çalışmasıymış... Allah'tan gayriye taptırtmama çalışmasıymış.
Cihad çok mühim bir çalışmadır, çok sevaplı bir çalışmadır, her şeyi sevaptır. Cihad yapmak için kılıç taşırsın, namazın yediyüz misli... At beslersin, elin açık boyna sadaka veriyormuş gibi at canlı durdukça sevap kazanırsın, her adım attığında sevap kazanırsın... Şehid olursan, kanını ilk damlası yere damlarken, Allah cennetteki yerini gösterir insana... Cennetlik olduğu kesin... Cihadın bir sürü böyle fazileti var.
--Peki hocam tamam, yavaş yavaş iknâ olmağa başladım, bir at edineceğim, bir de kılıç...
--Şimdi atın olsa, kılıcın olsa, küfrü engelleyebilir misin, kâfiri İslâm'a getirebilir misin, İslâm ile insan arasındaki mânileri atla, kılıçla kaldırabilir misin?..
Kaldıramazsın! Şimdi mânileri kaldırmak için başka çalışmalar yapmak lâzım!..
Doksan tane yalancı, şamata edip şurda yalan yanlış şeyi bangır bangır bağırıyor, doksan milyon insan burda bağıracak malzemesi yok, onlar kadar sesi çıkmıyor. Kızıyor, üzülüyor, yalan söylediğini biliyor, iftira ettiğini biliyor, alçaklığını biliyor, bir şey yapamıyor. Neden?.. Vasıtası yok!
Bak ne demiş büyüklerimiz: "Alet yapar, el öğünür." Aletleri almış adam doksan milyona, altmış milyona meydan okuyor. Ne yapacaksın?.. Aletleri sen de alacaksın. Aletler olmadığı zaman atın üstüne binip kılıcını sallarsan, --Beyazıt Meydanı'nda veya Fatih Camisi'nin avlusunda-- gülerler adama... Derler ki: "Bir de senin kafanda huni eksik; bir de şöyle tersine huni tak!" derler.
Demek ki, Allah bize akıl verdiği için her şeyin sebebini, hikmetini düşüneceğiz. Peygamber SAS Efendimiz zamanının cihad malzemesi o idi, bu zamanın cihad malzemesi neyse bunu temin edeceğiz. Hepimiz vebal altındayız, hepiniz vebal altındasınız, hepiniz çalışacaksınız!..
İslâm savunulamıyor, müslümanlar mağdur, müslümanlar mazlum, müslümanlar maktul, müslümanlar mahbus... Küfür serbest, küfür zengin, küfür kuvvetli, küfür yaygın, küfür etkili... Tamam mı?.. O zaman çalışacaksınız! O zaman vazifeni yapmıyorsun, vazifemizi yapmıyoruz, vebal altındayız. Kendi kendimize oruç tutuyoruz, burda namaz kılıyoruz ama, İslâm geriliyor. Müslümanlar mazlum ve mağdur olduğu için geriliyorlar.
Biz şimdi Avustralya'dan gelirken Malezya Kualalumpur havaalanında indik, uçak değiştireceğiz. O arada baktım, çizmeli kadınlar, çizmeli erkekler; gözlerime inanamadım. Şalvarlı, çizmeli, örtülü, sakallı mübarek insanlar bir sürü... Kualalumpur havaalanını doldurmuşlar, yerlere oturmuşlar garibanlar... Anladım işin ne olduğunu, yanlarına gittim;
"--Türkistan?.." dedim.
"--Çin.." dediler; Çin filân değil Türkistan... Belki o kelimeyi bilmiyorlar. "Çin!.. Çin!.." dediler, beni anlamadı zannettiler.
"--Sinkiang, Sincan?.." dedim.
Anlamadılar. Bölgelerinin adı o... Şimdi Sincan kasabası, şehri var ya, ordan geliyor. Nasıl bizim İstanbul'da Yeni Bosna semti var, Bosna'dan geliyor hatıra... Horasan kasabası var Ağrı'ya giderken, Horasan'ın hatırasına... Konya'nın Taşkent kasabası var, nasıl Özbekistan'daki Taşkent'in hatırasıysa... Öyle ama Sincan'ı bilemedi, Türkistan'ı duymamış, bilmiyor, unutturmuşlar. İnsanlar unutturulmuş, kandırılmış.
"--Kaşgar?.." dedim, hepsinin gözleri açıldı, yüzleri güldü. Tamam iletişim sağlandı.
"--Mekke'ye mi gidiyorsunuz?" dedim, güldüler başlarını salladılar.
Hepsi mübarek insanlar, evliyâ gibi tertemiz insanlar ama, üç asır dört asır gerideler... Çizmeler giymiş kadınlar, şalvarlı... Belli ki atın üstünden inmiş gelmişler. Dizine kadar çizmeli, adamlar da öyle... Orta Asya Kualalumpur'a gelmişti.
Acıdım, ağlayacağım geldi, ağlamaklı oldum. Neden?.. Çevre o kadar gelişmiş ki, Kualalumpur, Malezya, Avustralya, Honkong Yirmibirinci Yüzyıl'a ayak basmış, bizimkiler dört asır geri... Dört asır geri zavallılar... O tarihte, o kıyafette...
"--Ben Türkiye'denim." dedim, çok sevindiler. "İstanbul..." dedim, sevindiler.
Benim onlarla mülakat yapmam lâzımdı, resim çekmem lâzımdı. Konuşmam lâzımdı, sormam lâzımdı, sizlere de bunları anlatmam lâzımdı. Şimdi nasib oldu, şimdi anlatıyorum.
Yâni neyi anlatmak istiyorum: Müslümanlar üç asır, dört asır, iki asır, elli yıl, otuz yıl geride...
İngilizce bir dergide ben kardeşiniz için yazı yazmışlar. Ben biraz gericilerin başıyım ya, bizim hakkımızda dışarda yazı yazıyorlar. İçerden de yazıyorlar, radyolarda, televizyonlarda namımız yürüyor. Ne demişler:
"--Prof Dr. Es'ad Coşan cemaatinden on yıl ilerde, cemaati hocasından on yıl geride..."
Çok utandım. Bir şeyler anlatmak istiyorum, siz anlamıyorsunuz, benim ne demek istediğimi o anlıyor, diyor ki:
"--Cemaati hocayı takib edemiyor, on yıl gerisinde..."
Halbuki bizim elli yıl önde olmamız lâzım, elli yıl sonrasını bilmemiz lâzım, ona göre hazırlanmamız lâzım, devir o devir!.. Televizyonlarımızın olması lâzım!.. Bak, ulusal televizyonumuz yok. Neden? Kör olmayasıca para yüzünden. Paramız yoktu ulusal televizyona müracaat edemedik.
Sizden de para istemiyoruz, para veriyoruz biz; kimseden para istediğimiz yok... Kimsenin parasında gözümüz yok, para da istediğimiz yok. Ama hizmet yapılacak, ulusal televizyona çıkamadık. Keşke dilenseydik, ulusal televizyona çıksaydık... Keşke bir televizyonumuz olsaydı, şimdi ne kadar iyi olurdu.
Neden?.. Bu zamanın kılıcı televizyon, o kesiyor. Bu zamanın atı teşkilatlar, dernekler, vakıflar... Onun için dernekler, vakıflar kuruyoruz, kolejler, üniversiteler kuruyoruz.
Şimdi ben takib ediyorum basında ve yayında, televizyonda bize ne gibi tenkidler yakıştırıyorlar filân diye... Birileri diyor ki:
"--Cemaatler holdingleşti. Bunlar ahiret cemaati iken dünya cemaati oldu..."
Battı mı?.. Battı galiba sana?.. Biz ahiret cemaati olacağız, sen de o zaman: "Bu koyunlar burda otluyorlar, kuzucuklar otlasınlar, semirsinler; sırası geldikçe ben bunları birer birer keserim. Kuzu etinden şiş kebap da ne kadar tatlı olur... Postunu da güzelce dericiye terbiye ettiririz, araba koltuğuna hakîkî deriden sıhhatli kılıf yaparız!" diye, postumuzu kullanacaklar, etimizi yiyecekler, kemiğimizden de belki ilaç yaparlar, belki bir yerlerde kullanırlar. Yâni, "Cemaatler ahiret işiyle uğraşacak, efendim para ile ne işi var?.." diyorlar.
Para ne?.. Para da bir vasıta...
(Ni'mel-mâlüs-sàlih li-racülis-sàlih) "Sâlih bir insana para ne kadar iyi gider, ne kadar yaraşır." Çünkü hayır yapar, hasenat yapar, himmet eder, gayret eder, zahmet eder, masraf eder bir hastane yapar, bir okul açar, bir hayırlı faaliyette bulunur. Bunlar hep para ile oluyor.