Bunları fısıltı halinde duyuyoruz; Doğu Anadolu'nun taksimi, Batı Anadolu'nun taksimi, Türkiye'nin parçalanması, bölünmesi... İkide birde yetkili ağızların, "Kimseye verilecek bir karış toprağımız yoktur!" dediklerini duyuyoruz. Tabii, hiç kimse kimseye toprak vermek istemez ama, çatır çatır alırlar. Yâni, olduğu zaman tedbirleri almazsan, vermek istemesen de çatır çatır kopartılıp alınıyor.
İşte meselâ, Bosna- Hersek devleti kuruldu. Birleşmiş Milletler'e kabul edildi, üye oldu. Ama ondan sonra Sırplar hücum ettiler, Hırvatlar hücum ettiler... Topraklarının, yâni hür bir devlet olduktan sonraki topraklarının büyük bir kısmını kaybederek, şu kadar vatandaşının hayatı yok olarak, bu kadar acı şeylerden sonra, hâlâ da harpler, hücumlar ve bombalamalar devam ediyor, acı bir kışa doğru gidiyorlar.
Şimdi, şu görülen olaylar, Türkiye'nin bu güzel pozisyonuna rağmen, çok büyük kötü emellerin de hedefi olduğunu çok net olarak gösteriyor.
Ermeni istiyor ki, Van'dan, Ermenistan'dan Hatay'a kadar, Akdeniz'e kadar uzanan topraklar onun oluversin!.. Hem petrol mıntıkasıdır. Amerika da destekliyor; çünkü, Amerika'da Ermeniler mevki, makam sahibi olmuşlar, yerleşmişler.
"Yunanlılar İstanbul'u alsınlar, patriklik merkezi olsun, bütün ortodoks aleminin Roma gibi bir merkezi olsun... Trakya elden çıksın... Batı Anadolu elden çıksın... Eğer öldürülmeden kalan biraz müslüman Türk varsa, onlar da Tuz Gölü'nün çevresinde tuzlu su içerek, bozkırlarda, güneşin altında, cılız topraklarda biraz buğday yetiştirerek onlar da yaşasınlar orda işte... Öbür taraflar başkasına verilsin!" gibi bir şey var...
Şimdi bu günlerde kurulan planlar nedir?.. Meselâ deniliyordu ki: "Ortadoğu'da hudutlar değişecek!" Senaryolar var, birtakım projeler var... Şunlar şöyle olacak, böyle olacak...
Bu günlerde kimlerin ne emeller peşinde koştuğunu, biz sadece gazetelerden, merakımızdan, bir kültürlü vatandaş, aydın vatandaş olarak bazı şeyleri merak ettiğimiz için biliyoruz. Bazı şeyleri tahmin ediyoruz, bazı şeyleri de yakıştırıyoruz. Bazılarını da hayalimizden boşlukları dolduruyoruz; "Şurası belli, burası belli; arası şöyle olabilir." gibi...
Tabii, aslında şu memleketin içinde bizim gibi düşünen insanların da kahir bir ekseriyette olduğunu bilelim.
Sivas'ta içki içecek doğru düzgün bir yer yokmuş... Aziz Nesin bundan yakınıyor. Yahu iki adımda bir meyhane var her yerde... Yok diye iddia ediyor, yalan söylüyor. Ondan sonra diyor: "Bu Sivas olaylarının müsebbibi ne valiliktir, ne belediyedir; şimdiye kadar ki bütün cumhuriyet hükümetleridir. Neden müslümanlara bu kadar hayat hakkı verdiler?.."
Sen demokratik zihniyetli misin, haydut musun, diktatör müsün, cânî misin, gaddar mısın?.. Devletler milletlere, elinde kamçı istediğini yaptırmaz ki!.. Böyle bir devlet şekli diktatörlük... Zâlim, despotik bir idare... Yâni onu özlüyor.
Devletler milletlerin hizmet araçlarıdır, hizmetindedir ve bugün kanun devleti bile ayıp sayılıyor. Hukuk devleti var... Kanunlar antidemokratik olabildiği için, kanunlarla idare edilmek bile bir meziyet değil... İnsan haklarına saygılı olmak zorunda her devlet... Kim oluyor ki küçücük bir yönetici azınlık çıkacak da, koca bir milleti te'dip edecek. Şunu yapma diyecek, bunu böyle yap diyecek... Sen kim oluyorsun ya?.. Ben milletim, ben istediğimi yaparım; defol git!.. Onu atarım, başkasını getiririm.
Bunu anlayamamış, koca bir solcu yazar... İnsan haklarından bahseden, solcuların şişirilmiş balonu, alçak!..
Şecaat arzederken merd-i kıptî, sirkatin söyler.
dediği gibi şairin... Ne kadar antidemokratik, despotik, gaddar, zâlim bir zihniyete sahip... Adamın eline selâhiyeti versen, Türkiye'deki nüfusu kesecek bir zihniyette olduğu anlaşılıyor. Bütün hükümetleri de kesmediği için suçluyor. Bütün hükümetler suçlu!.. Neden?.. Rahat içki içeceği bir meyhane yokmuş Sivas'ta...
Şimdi bu şartlar altında karşı taraf da son derece organize olmuş görünüyor. Bu organize olmayı çok net olarak, bugün artık gazeteler de yazıyorlar... Bazı bakanlıklar ellerinde... Bazı kadrolara adamların yerleştiriyorlar. Mecliste milletvekilleri var... Milletvekillerinin arkalarında, dağda silahlı gezen haydutları var... Öyle çetelerin çete temsilcileri meclise girmiş.
Adlî mekanizme sıhhatli çalışmıyor ve hiç bir şeye sahip değiliz, devlet sahip değil... Hiç bir şeyden de emin değiliz, nerde ne olacağı belli olmaz. İstanbul'a da anarşi oluyor, Ankara'da da oluyor. Hukukçular, cübbelerini giyip yürüdükleri zaman, en ters şeyleri söyleyebiliyorlar. İnsan haklarını çiğneyebiliyorlar, hukuku çiğneyebiliyorlar; slogonlarıyla, ve sâiresiyle... Aşırı silahlanma vs.
Bütün bunlar gösteriyor ki, şu memleketin sahibi olarak bizlerin, "Bunlar ne oluyor?" diye bir kere şaşırma duygusunu kaybetmeden, "Ne hakla oluyor, niçin oluyor?" diye, bu soruyu sormamız lâzım!.. Bizim kendimizin çok büyük kahir ekseriyette olduğumuzu bilerek, bu çirkin ve çirkef azınlığın söz hakkının olmadığını bilerek, onların yapmak istediği şeyleri engelleyerek, yapmamız gereken vazifeler ne ise onları yapmamız gerekiyor.
Tabii bunun için, organize olmak gerekiyor. Birlik ve beraberlik içinde olmak gerekiyor. Tek başına olduğu zaman insan bir şey yapamıyor. Ama, organize olduğu zaman, planla programlı çalıştığı zaman, halkın büyük reaksiyonu görüldüğü zaman kimse önünde duramıyor.
Netice itibariyle, halkın büyük reaksiyonları kanun oluyor, söz oluyor. Yâni bu böyle olacak deyince, o reaksiyonun önünde kimse duramıyor. "Peki peki!" diyorlar, geri adım atıyorlar. Geri adım atmaktan başka çaresi yok, çünkü selin önüne duvar yapılmaz; yıkıp geçer.
Şimdi biz, bu karışık devrede yapılacak görevlerimizin neler olduğunu düşünmek durumundayız. Faaliyetlerimizi birleştirmek durumundayız. İrdelemek durumundayız, kontrol etmek durumundayız. Şu memleket bize ecdadımızın yâdigârı olduğu için, bunu korumak durumundayız. Müslüman olduğumuz için, dünya üzerindeki bütün müslümanlara yardımcı olmak durumundayız. Kendimizi kurtardıktan sonra, başkalarına da yardım elimizi uzatmak durumundayız.
Bunun için tâlî imkânlarımızı harekete getirmemiz lâzım!.. Sosyal gücümüzü harekete getirmemiz lâzım!.. Ve Kur'ân-ı Kerim'in emrettiği şekilde:
(Veiddû lehüm mesteta'tüm min kuvvetin ve ribâtil hayli türhibûne bihî adüvvallahi ve adüvveküm) (Enfal: 60) ayet-i kerimesinde bildirdiği üzere, düşmanın bize suikastta bulunmasını, kötü düşünce, kötü emel beslemesini engeleyecek, onu korkutacak ve bize karşı ters bir hareket yapmasına mâni olacak tarzda kuvvetlenmemiz lâzım!..
Şimdi bakın, dışımızdaki dış kuvvetler o kadar organize ki, İslâm Alemi'nin gücü zayıflasın diye, Hindûları Bâbürşah Mescidi'ne saldırtıyor... Peygamber Efendimiz'in saçlarının, sakalının muhafaza edildiği Hazretbal Mescidi'ne tecâvüz ettirtiyor, mescidi yaktırtıyor, o emaneti çaldırtıyor... Yâni tahrik ile koca bir Hint kıtasının Hindû yığınlarını İslâm'ın karşısına getiriyor, koyuyor. Hristiyanları da tahrik ederek onları da müslümanların karşısına koyuyor. Yahudi zâten İslâm'ın düşmanı... Çin'i bir başka şekilde tahrik ederek, ordaki müslümanları onunla tehdit altına almağa çalışıyor. Her yerde bir organize düşmanlık var...
Buna mukabil de bizim, bir milyarın üstünde müslüman kardeşimiz var, dünya üzerinde... Biz de bir kuvvetiz, biz de en büyük kuvvetlerden biriyiz. Ama, potansiyelimizi kullanmıyoruz, bunu ortaya koymuş değiliz.
Şimdi biz meselâ, Türkiye'deki kiliselere bir şey yapmağa kalksak... Yapmayız; çünkü biz imanımıza göre, Peygamber Efendimiz'in tavsiyesine göre hareket ediyoruz. Yapmayız ama, herhangi bir şey yapacak olsak, Avrupa'daki kardeşlerimize, Avustralya'daki kardeşlerimize tavır derhal değişiyor. Meselâ Körfez Harbi sırasında Avustralya gibi İngiliz Milletler Topluluğu (CommonWealth) içindeki bir devlette, çarşıda pazarda başörtüsülü insanlara saldırmak, tecâvüz etmek olayları başladı. Almanya'da dazlakların hareketleri başladı. Amerika'da aynı şekilde homurdanmalar başladı.
Yani bu bir kollektif şuurdur. Müslümanların bir yerde onlara bir galebe çaldığını bildikleri zaman, en yakınlarında, güçlerinin yettiği yerde mukabele bilmisil yaptıkları için, kimse onlara dokunamıyor. Çünkü, hristiyanların kollektif şuurunu biliyor.
Ama, müslümanların böyle bir kollektif şuuru olmadığı için herkes saldırıyor. Hindistan'daki böyle camiye bir şey olmuş!.. Olsun... Türkiye'deki ellibeş milyon insan sabahtan akşama işine gücüne gidiyor; herhangi bir şey yapmıyor.
Bosna-Hersek'de şöyle olduğunun ertesi günü, "Ben de Türkiye'de şunu şunu yapıyorum... Ürdün'de bunu bunu yapıyorum... Suudî Arabistan'da şu oluyor... Mallarınızı boykot ediyoruz, almıyoruz!" desek, bir seri tedbir alsak; "Tamam tamam..." dedirtecek, pes dedirtecek adamlara... Böyle bir kollektif şuura sahip değiliz. Demek ki, potansiyelimizi kullanmıyoruz. Bu kadar avantajı bir başkası olsa, kullanırdı. Bu, organize olmamanın cezasıdır.
Hristiyan alemi papalık dolayısıyla, Yahudilik alemi siyonizm dolayısıyla, daha başka sosyal ve gizli organizasyonlarla, politik organizasyonlarla bu işleri sağlamaktadır.
............
Bir taraftan da dinimize karşı, müslüman kardeşlerimize karşı; ecdadımızın bize emanet bıraktığı toprakların korunması yönünde, müslüman kardeşlerimizin, müslüman kardeşlerimize hizmet götürmek, onların dertlerine çare olmak, merhem sürmek; onları horluktan, horlanmaktan, ezilmekten kurtarmak babında çalışmalar yapmamız gerekiyor.
Bütün bunları da, bir merkezin yapması lâzım!.. Bu bir organizasyon işi... Bunu hilâfet merkezi, o zamanın ulaşım ve haberleşme imkânları güç olmasına rağmen, az çok yapmış. Hilâfet müessesesi bu işi yapar. Yâni, bütün müslümanları Dünya üzerinde korumak, haklarını savunmak, tecâvüzleri müştereken savuşturmak gibi şeyleri...
Bu yapılamıyor. Pekâlâ müslümanların sözcülüğünü kim yapacak?.. Müslümanları dünya üzerinde kim müdafaa edecek?.. Menfaatlerini kim koruyacak. avukatlığını kim yapacak, bekçiliğini kim yapacak?.. Bu belli değil...
O kadar büyük alana dağılmayalım, Türkiye içinde biz de mağdur durumdayız şu sırada... Bir taraftan Süleyman Demirel konuşma yaptığı zaman, "Cenâb-ı Hakk'ın izniyle... Şehitler, gaziler... Kur'an, iman vs." derken; başbakan, "Bayrakla, ezanla bu meseleleri çözeceğiz." derken; öbür taraftan başörtülü hemşireler okula alınmıyor, imtihanlara sokulmuyor!.. Başörtülü avukat hukuku savunamıyor. Bu tıkanıkları çözememişiz.
Bu da bir organize olamamaktan kaynaklanıyor. Hakkımızdır. Bir kadın örtünmek istiyorsa, onun başını örtmesi hakkıdır. Hele bu inancından dolayı ise... Yâni, bir modadan dolayı da olabilir; meselâ, "Ben blue-jean giymek istiyorum!" diyebilir bir erkek ve bunun için diretebilir. Ama bir kadının başörtüsü, aynı zamanda imanı dolayısıyla oluyorsa; buna müslüman olsun olmasın bütün insanların, insan hakları yönünden destekçi olması lâzım. Demek ki, yurt içinde bile organize değiliz.
O halde organize çalışmalar, etkili çalışmalar yapmamız gerekiyor. Bunu bir başkası yapmıyor, Türkiye içindeki müslümanlar yapacak. Dünya üzerinde başka devletler yapamıyor; dünya üzerinde de Türkiye yapacak. Belki en ileri olduğu için, nüfusu kalabalık olduğu için...
Belki bizden daha iyileri vardır. Belki Pakistan daha iyidir. Ama, onun da halini uzatan görüyoruz. Onlar da iyi olsa, bizim de üzerimize düşen görevler var...
O bakımdan tahsilimize, görgümüze, bilgimize, imanımıza uygun seviyede ve klasta İslâmî hizmeti, birlik ve beraberlik içinde ortaya koymak zorundayız.
Hepimizin şahsî işi var, memuriyeti var, çalışması var, kazanç kapısı var... Ama müşterek çalışmalarımızın da olması lâzım!.. İmanımızın gereği olan kollektif bir İslâm dayanışmasının ortaya konulması lâzım!..
Gerek anarşik, adî, mal ve cana kasdeden çalışmaların karşısında birlik beraberlik içinde olmamız lâzım; gerek hukukî, politik, siyasî konularda birlik ve beraberlik içinde yapmamış gereken şeyleri yapmamız lâzım, yaptırımları kullanmamız lâzım!.. Bizim bu haklarımızı tanımayan insanlara karşı, yaptırımımızı kullanarak zorla onu bir çizgiye getirmemiz, pes ettirmemiz lâzım!..
Bunlar her zaman asker kullanarak, savaşla olmuyor. Zâten o durumda, o güçte kuvvette olmadığı için müslümanlar bu sıkıntıları çekiyor. Aciz kalabalıklar bile silahlı kalabalıkları, birlik ve beraberlik içinde oldukları zaman yenebiliyorlar. Hindistan'da meselâ, İngilizlere karşı Gandi'nin silahsız direnişiyle bir takım şeyler elde etmesi gibi, sonunda bir şeyler elde edilebiliyor.
O bakımdan, şimdi biz Türkiye'da acil, çok ciddî, yeni bir hizmet ve çalışma anlayışı içine girmemiz gerektiğini düşünerek; şu elimizde imkân olan, fırsat olan günleri en verimli tarzda, en güzel tedbirleri alacak tarzda değerlendirip, sonradan, o vakitleri boş geçirmişiz diye pişman olmayalım!..
Bu gezileri böyle yapıyoruz. Kardeşlerimizi toplayıp meseleleri anlatıyoruz. İslâmî çalışmalarda neler yaptıklarını dinliyoruz kendilerinden... "Bundan sonra neler yapılabilir, neler yapmalıyız?" diye istişarede bulunuyoruz.
Bu toplantıları başka illerde yaptık, şimdi Ankara'ya geldi sıra.... Ankara'da bizim camiamız içinde çeşitli kardeşlerimiz var... Bizim camiamızın dışında da çalışan pek çok müslüman kardeşlerimiz var, gruplar var... Allah, ihlâsla çalışanlara gayret kuvvet versin, yardımcı olsun...
Bizim camiamız olarak, potansiyelimiz var... Ben bizim potansiyelimizi çok az kullandığımız kanaatindeyim. Yüzde birler gibi, yüzde ikiler gibi...
Ankara'da neler yapıyorsunuz, ne safhadasınız?.. Mali durumunuz nedir, daha başka durumlar nedir?.. Bundan sonra ne yapılabilir?.. Bugün onları konuşalım diye şöyle sizleri görmek istedik, aranıza katıldık. Bundan sonra söz sizin!..
3 Kasım 1993 - ANKARA
Prof. dr. Mahmud Es'ad COŞAN
FELAKETLER KAPIYI ÇALMADAN...
Çalışmalarımızın Rabbimizin rızâsına uygun ve, dünya ve ahiret saadetini kazanmamıza götürücü olması için, bir Fatiha - üç İhlâs-ı Şerif okuyup, Peygamber Efendimiz'e, ashâbına, âline, etbâına; geçmişlerimize, sâdât ve meşâyih-i turûk-u aliyyemize, evliyâullah büyüklerimize, Hacı Bayram-ı Velî'ye, Hüseyin Gazi'ye, vesâir burada medfun bulunan evliyâullahın ruhlarına hediye edip; o mübâreklerin himmet ve teveccühlerini talep ve niyâz eyleyip öyle başlayalım:
..................
...... çok mühim olaylarını yaşıyor. Bizim gördüğümüz olayların içinde, en ciddî olayların cereyan ettiği; büyük gelişmelerin, menfî veya müsbet önemli gelişmelerin beklendiği günlerde yaşıyoruz.
Biz bu günleri, bir iki seneden beri olayların akışından tahmin ederek söylüyorduk. Türkiye'nin Bosna-Hersek gibi etrafı düşmanlarla çevrili bir devlet olarak, orası gibi bir sıkıntıya düşmemesi için neler yapabiliriz diye eskiden beri alenî büyük toplantılar yapmıştık, yapıyoruz; çalışmalar yapıyoruz. Bu saklı ve gizli bir şey değil... Bil'akis herkesin bilmesi gerektiği için alenî olması lâzım böyle şeylerin...
Onun için Nevşehir'de Dedeman otelinde, bir sene önceden bu gibi şeyleri çok net olarak konuştuk. Ve hattâ dedik ki, "Hanımların bile olağanüstü şartlara alışması lâzım!.. İlkyardım kitapları filân yazalım, bu konuda hanımları dahi bilgilendirelim!" dedik. Sanıyorum kardeşimiz Dr. Metin bey bir ilkyardım kitabı bile hazırladı. Bizim İstanbul'daki müesseselerimizde ilkyardım kursları verildi hanımlara... Yâni, hayata yetiştirmek için, alıştırmak için; hayatın binbir türlü, iyi-kötü günlerine, şartlarına uydurmak için... Zaten dergimizde de "Tehlikelere hazırlıklı mısınız?" diye, "Savaş ve İlkyardım" kitabını hediye olarak verdiğimizi göstermişiz.
Şimdi memleketin başına çok ters, çok yeteneksiz, çok kötü vasıflı insanlar yönetici olarak geçti. Çok net bu, gayet âşikâr... Hattâ meclisin içinde anarşistler olduğunu gazeteler yazdı artık... Biz söylüyorduk da, sonradan, bizim söylememizden bir sene sonra gazetelere döküldü iş... Aleniyete çıktı ve hattâ adliyeye intikal etti de, bazı insanlar hapsedildi. Hükümetin yöneticileri içinde de yaptıkları icraatlar dolayısıyla, son derece kötü icraat yapan, çok kötü puan alan insanlar var... Kendilerinden önceki devrelerdeki müsbet pozisyonlar sür'atle değişti.
Bugün Türkiye, hem hazinesi bomboş bir ülke... Döviz rezervleri tükenmiş, ekonomisi berbat, dış borçları artmış... İçte her türlü düzensizlik, rüşvet, adam kayırma, suistîmal... Dış politikada muazzam beceriksizlikler ve millî menfaatlere aykırı icraatlarla karşı karşıya gelmiş durumdayız. En son rezâlet Kıbrıs konusunda koptu ve ayyuka çıktı. İşte bugünkü gazetelerin hepsinde de başlıklarda aşağı yukarı bu konular var...
Hatırlıyorum şimdi, Allah affetsin... Biz dergileri çıkarıyoruz. Bizim dergi çalışmalarımıza bakıp da başka kimseler de dergi çalışmalarına filân girdiler. Yâni biz böylece, İslâmî kesimi basın hayatına sürüklemiş gibi de olduk. Rekabet hissiyle, daha iyisini yapacağız duygusuyla, biz de yapalım duygusuyla onun var da bizim niye yok duygusuyla çeşitli şeyler oldu. Bir dergi çıkarken bir cümlesi, --o kadar laf kalabalığı arasında-- bana çok acı bir cümle olarak geldi: "Biz felâket tellallığı yapmayacağız!" diyordu. İyi ama felâket varsa, felâket ikazcılığı niye yapmayacaksın?.. Yolun ortasındaki bir kimseye, "Bak karşıdan araba geliyor, dikkat et, çarpmasın!" demek lâzım değil mi?.. "Yolun üstünde oynama, kenara çekil!" demek lâzım değil mi?.. Bunu yapmayacaksın da, ondan sonra araba gelip çarpınca bayram mı edeceksin?..
Demek ki, bazı kimseler bizi, lüzumsuz heyecan ile felâket tellallığı yapan insanlar olarak görüyorlarmış. Onu anladık yâni, o ifadelerden... Keşke onlar haklı olsaydı da, biz haksız olsaydık!.. Keşke bu felâketler olmasaydı da, gazeteler bugün bu gündemlerle, bu koca koca, pabuç gibi harflerle çıkmasaydı!..
Bu şunu gösteriyor: Elhamdü lillâh, Allah'a hamd ü senâlar olsun, grubumuz Allah rızası için çalıştığı için, bilimsel çalıştığı için, seviyesi ve kalitesi yüksek olduğu için olayları görebiliyor. Olayların gelişinden, çarşambanın gelişinden perşembenin ne olduğunu görebiliyor. Bu onu gösteriyor, başka bir şey değil...
Tabii biz, "Kadın ve Aile" dergimizin bu sayısında da kapağa yazmışız: "Felâketler Kapıyı Çalmadan..." Bizim çeşitli vakıflarımız içinde "Sağlık Vakfı" da var; sağlığı da korumak istiyoruz. Halkımızın sağlığını, ihvanımızın sağlığını korumak istiyoruz. Ama biz, hasta olmadan korumak istiyoruz insanları... Hıfzıssıhha, hijyen dediğimiz şeye daha büyük önem vermek gerektiğini düşünüyoruz. Hıfzıssıhha daha ucuz, tedâvi çok pahalı... Bugünkü gazetelerde böyle bilmem kaç milyonluk, bilmem kaç milyonluk ilaçların resimleri vardı. İnsan hasta olmayagörsün, bir kanserin ilâcı bilmem ne kadar?.. Bir bilmem nenin ilâcı bilmem ne kadar?.. Yâni bir insanın malını mülkünü, mal varlığını, her şeyini sürükleyip götürecek bir şey...
Biz hıfzıssıhhaya, hasta olduktan sonra tedaviden daha büyük önem veriyoruz. "Mühim olan insanın sıhhatli kalması; hasta olduktan sonra hastalığının tedavi edilmesi için uğraşmak değil!" diye, hıfzıssıhhaya önem veriyoruz.
Toplum olaylarında da hıfzıssıhhaya önem veriyoruz. Yâni olaylar gelmeden, olayları engellemeye önem veriyoruz. Çünkü, olayların gelmeden engellenmesi için yapılan masraflar çok azdır. Ama olay patlak verdikten sonra, savaşta atılan bir merminin muazzam bir masrafı vardır, bir bombanın muazzam bir masrafı vardır... Bir jet uçağının kaç tane okula bedel, koleje bedel fiatı vardır.
--Bir jet uçağı ne kadar?.. Bir rakam verin. Bir kolej beş milyara mal oluyor. Bir jet uçağıyla kaç tane okul yapabiliriz?..
--Onbin tane... (dediler.)
Onbin tane okulla biz dünyayı müslüman ederiz, Allah'ın izniyle... Onbin tane okulu oraya, oraya açsak da İslâm'ı öğretsek; birer salon açsak da İslâm'ı anlatan bir adam gitse, "İsteyen gelsin dinlesin, ben sadece İslâm'ı anlatacağım!" dese, dünyayı İslâm'a âşinâ kılarız. Ama bir savaş olunca kaç tane uçak düşüyor, kaç tane gemi batıyor, kaç tane can telef oluyor, kaç tane ev yıkılıyor?.. Ülke harab oluyor... O halde, savaş gelmeden savaşı engellemek çok önemli!.. Bizim derdimiz o...
Sanıyoruz ki, bugünkü Türkiye'nin insanının, yaşayan her ferdinin en büyük görevi, savaşın gelmemesini sağlamak; savaş olmadan tehlikeleri savuşturmaya çalışmak... Bu artık hepimizin mesleğinin üstünde bir hizmet oldu. Yâni, doktorluk da bir kenarda kaldı, hocalık da bir kenarda kaldı; şeyhlik de, müridlik de bir kenarda kaldı; asistanlık, doçentlik, profesörlük de bir kenarda kaldı; esnaflık, tüccarlık da... Çünkü, karşımızda korkunç düşmanlar var!..
Slav birliğiyle koca bir Balkanlar ve Rusya... Ortodoks birliğini de arkasına aldı. Ermenilerin ve Yunanlıların destekçisi koca bir Avrupa ve Amerika ile karşı karşıyayız... Bizi birbirimize kırdırmak için içimizdeki çeşitli fitneleri uyandıranlar onlar... Onların bir dezavantajları var: Ölümden çok korkuyorlar, kendileri doğrudan doğruya bu işin içine girmek istemiyorlar. Ve en büyük kurnazlık da bizi birbirimize kırdırmak... Dünya halklarını da böyle yapıyorlar, birbirine kırdırıyorlar. O gerilla grubunu destekleyip bunu kırdırıp, bunu destekleyip ötekisini kırdırmak sûretiyle... Dünyanın her yerindeki şeyleri bu...
Güney Afrika'da kıymetli madenler var, uranyum var, elmas var, altın var... Görüyorsunuz yaptıklarını... Bugünkü gazetelerde de var, geçen gün 170 tane hastayı, doktoru bir kabile basmış, tıkır tıkır öldürmüş. Yâni, böyle hunharlıklar var... Yine televizyonlarda görmüşsünüzdür; adam otların arasından çıkıyor, kafasına birisi bir taş vuruyor, ötekisi bir daha taş vuruyor... Nasıl canlı sahneleri yakalamışlar; bilmiyorum onları gördünüz mü?.. Güney Afrika'daki olaylar... Korkunç şeyler yaptırıyorlar.
Tabii, bizim bu oyunlara gelmememiz lâzım!.. Gelmememiz için de, sosyal bünyemizin çok kuvvetli olması lâzım!.. Sosyal bünyenin çok kuvvetli olması için de, sosyal bünyeyi bir arada tutacak çok kuvvetli elemanların olması lâzım!.. Çimento gibi, beton gibi sağlam, bünyânün mersûs gibi olması için, kuvvetli elemanlara ihtiyaç var... Bu meseleleri anlamış insanlara ihtiyaç var...
Şimdi biz bu fonksiyonu görme durumundayız. Türkiye üzerinde ve dünya üzerinde müslümanların başında dolaşan belâları def etmek için çalışma durumundayız. Yarın öbürgün, paralar pullar da para etmeyecek duruma gelebilir. Zaten Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin âdet-i ilâhiyyesi olarak, ilkönce imtihan para vererek belâları def etme şeyinden başlıyor: Çalışın, para verin, müessese kurun; belâlar def olsun!.. O olmadığı zaman, cana geliyor. O da yapılmadığı zaman, ülkenin bütünü gidiyor; memleket vs. kalmıyor.
O bakımdan, şu başlık çok güzel: Felâketler Kapıyı Çalmadan... Bunun arkası nokta nokta nokta... Ne yapmak gerektiğini içerdeki şeylerden okuyarak anlayacağız, veyahut düşünerek bulacağız. Allah-u Teâlâ Hazretleri müslümanlara basiret ihsan etsin... Devir, zaman son derece kritik!..
Burada bir şey var: Müslümanlar --benim görüşüme göre-- hem çok uyanık olacak, hem de tam derviş olacak!.. Derviş olmayınca bu meseleler çözülemez. Yunus Emre gibi olacak!.. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî gibi olacak!.. Anadoluda'ki o hercümerci, keşmekeşi tasavvufî düşünce derledi, toparladı. Anadolu'nun parça parça olan tevâifül mülûkünü, beyliklerini tasavvuf topladı. Bir idare etrafında topladı ve birbirleriyle dost haline getirdi. Bir büyük devlet-i aliyye haline getirdi.
Onun için, bizim tasavvufî ahlâka; yâni, Allah'ın razı olduğu ahlâk-ı Muhammediyyeye sahib olarak çalışmamız lâzım!..
Bize lâikleri kışkırtıyorlar şu anda... Ve bütün kalburüstü isimler, kaşarlanmış şahıslar, büyük şöhret olarak ortada dolaşan insanlar; memleketin ekonomisi iyiymiş, dış politikası iyiymiş, iç politikası yerli yerindeymiş gibi, her şeyi bırakmış lâiklik yaygarasıyla ortaya çıkıyorlar ve müslümanlar yönelik bir takım tedbirler grubu ile bize zarar vermek istiyorlar. İmam-hatip okullarını kapatmak, radyoları engellemek, müslümanların müesseselerini dağıtmak, gelişmesini durdurmak, dışlamak... filân gibi bir hazırlık içinde olduklarını görüyoruz.