Orta Asya'da bir büyük kültürel, iktisâdî ve siyâsî güç olabilecek imkân belirmiştir. Tabii orada Kızılordu var. Rusya'nın mevcud teknolojisiyle, ordaki insanların istemedikleri hareketlerini bastırma gücü var. Ve orada tam hürriyet olduğunu sanmıyorum. Hattâ oranın, ismi Nebiyev, Rahmanov, bilmem ne... gibi güzel kelimelerle konulmuş olmasına rağmen, bir takım kişilerinin tam müslüman olduğunu ve Türkler'e, müslümanlara tam hizmet edecek insanlar olduğunu düşünmek bile kolay değil... Onların yetişme tarzı içinde yapılarının ötekilerden farklı olmaması mümkün...
Evet, Bosna'dan Çin sınırına kadar ve Çin'in içine kadar giden sahada bir takım imkânlar var; bu imkânları bizim kullanabilmemiz lâzım!.. Ve orada hak etmedikleri, mağdur durumda tutulan grupları, insanları desteklemenin ve uyandırmanın, ve onlarla işbirliği yapmanın çarelerini aramamız lâzım!.. Ve onları iktisaden, siyasî yönden, bilgi yönünden, teknolojik yönden çağa getirmemiz lâzım; çünkü, çok geri durumdalar. Gezdiğimiz ülkelerde onların acı durumlarını gördük. Sadece ustabaşı seviyesinde yetiştirmeyi planlamışlar ve içlerinden böyle memleketin meselelerini bizim görebildiğimiz gibi görebilecek münevver yetiştirmemişler.
Onun için, dış politikamızın yeniden düzenlenmesi lâzım!.. Dış politikanın yeniden düzenlenmesi demek, iç politikada bir takım hizmetlerimizin yapılması gerek. Çünkü dış politikayı hükümet ve meclis değiştirebilir, yeni esaslarını onlar kurabilir.
Şimdi biz bu toplantıyı çok önceden tesbit etmiş idik. İç politikadaki mevcut şartlar, şimdi daha da değişti Türkiye'de... Rahmetli Özal'ın sahneden çekilmesiyle bir kere reisicumhur seçimi, yeni başbakan seçimi ve yeni hükümet teşkili meselesi var önümüzde... Mutlaka bir hükümet değişikliği olacak, önümüzdeki aylar içinde... Bunu göreceğiz. Ve partiler arasında yeni gruplaşmalar olacak ve bu gruplaşmaların içinde müslümanların ve muhafazakârların ve dinine, devletine, milletine hizmet etmek isteyen insanların tırmandıkları yerlerden, surlardan aşağı atılmaları, itilmeleri ve tasfiye edilmeleri çalışması vardır. Bu tasfiye çalışmalarını devam ettirmek isteyeceklerdir. Bunu dış kuvvetler destekleyecektir.
Çünkü, Türkiye'nin müstakil bir dış politikaya sahib olmasını istemeyenlerin, kendileri fiilen çarpışmak istemedikleri için, kullanacakları metod budur. Kesenin ağzını açmak, kredi vermek, istedikleri adamları desteklemek suretiyle, içimizde bir mücadele meydana getireceklerdir. Bu mücadele ister istemez olacak. Yâni siz, ya onların dediği her şeye razı olacaksınız, ya da "Hayır, öyle şey olmaz! Bunun böyle olması lâzım!" dediğiniz zaman, dış destekli bir azınlık muhalefeti ile karşılaşacaksınız. Azınlık ama, ellerinde bürokratik, politik ve daha başka bir takım imkânları olan bir azınlık...
Onun için, bu toplantılarımızda bu yeni durumu mutlaka müzakere etmemiz gerekiyor. Gerçi konferansların konuları, bu meseleleri müzakereye açık, uzak değil ama, aradaki boşluklara yeni şeyler koyarak veya gruplar teşkil ederek, bu meseleleri mutlaka burada yeniden müzakere etmek zorundayız.
Sonunda müslümanın, mütedeyyin, Allah'tan korkan müttakî insanın daha fazla çalışması gerektiği ortaya çıkıyor. Çalışmayan pasif müslümanların büyük çoğunlukla vazife alacak noktaya gelmesi gerekiyor. Yeni kadroların, yeni şartlara göre eğitilmesi gerekiyor. Karşımızda yeni dış şartların, iç şartların istediği elemanları acilen yetiştirme eğitimi mecburiyeti var. Acil bir mecburiyet... Bunu mutlaka sağlamak zorundayız.
Mutlaka organize olmak zorundayız, mutlaka pasif müslümanları aktif hale getirmek zorundayız. Çalışmayan insanları, az veya çok çalışmalara katkıda bulunmaya getirmek zorundayız. Çalışanları daha fazla çalıştırmak zorundayız. Yeni hizmet ve çalışma sahalarında gerekli olan bilgileri süratle toplamak ve o sahalarda gerekli yeni çalışmaları mutlaka yapmak zorundayız.
Onun için mutlaka yeni eğitim müesseseleri kuracağız; mecburen, çok acil olarak... Bu eğitim müesseseleri bir taraftan beş yıl sonrasının, on yıl sonrasının kadrolarını yetiştirecek; bir taraftan da, kısa devre kurslarla acil ihtiyaçları karşılayacak...
Meselâ ben, geçtiğimiz sene içinde bazı arkadaşlarıma Orta Asya Türk lehçelerini öğrenmesini söylemiştim. Yâni umumî olarak teklif etmiştim. Ama, bazı arkadaşlarımız bu şeyi çok ciddiye aldılar, hattâ bu konuda kitap yazdılar. Yâni, kursa gittiler, bilgilerini geliştirdiler, hattâ kitap yazdılar. Bu tabii sevindirici bir şey ama, yaygın değil... Yâni, herkes yine kendi işinin dar çerçevesi içinde çalışıyor.
Bu işleri yapmak için, çok kuvvetli bir planlama şuuruna sahib olmamız gerekiyor. Bir planlama çalışması yapmamız gerekiyor. Tabiri caizse burdaki toplantımızın amacı, bu planlamayı şekillendirmektir. Burda, yeni gelişen şartların karşısında bir planlama çalışması yapmak durumundayız.
Onun için, sanıyorum bugünkü programda galiba, "Kalkınma Planımıza Genel Bakış" Bu kalkınma meselesine bir giriş olacak. 17.45 te... Ondan sonra da, "Kalkınma Planımız Çerçevesinde Sosyal Kalkınma Planı" konuşması var. Bugün bu konuda çalışacağız ve dinleyeceğiz. Bilgimizi geliştirmeye, derlemeye, toparlamaya ; zihnimizi bu meseleye yöneltmeye başlamış olacağız.
Yarın --cumartesi günü-- zaten ihtisası planlama, kalkınma planı hazırlama olan muhterem Dr. Agâh Oktay Güner'in, "Dünyada ve Türkiye'de Kalkınma Planlarının Değerlendirilmesi; Türkiyenin Kalkınması ve Bunun Planlanması" konuşması var." Sonra, muhterem Prof. Dr. Korkut Özal'ın "Dünyada Siyasî ve Stratejik Çalışma ve Değişmeler" konuşması var. Benim özetlediğimi şeyi herhalde o, bir başka açıdan, kendi tecrübelerini de katarak bize sunacak. Ondan sonra tekrar bir toplantı olacak.
Bu çalışmaların son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Bu çerçeve içinde yapılacak çalışmalara, ara zamanlarda kardeşlerimizin çok ciddî hazırlanması gerektiğini düşünüyorum.
Toplantımız, çalışmalarımız Allah'ın rızasına uygun olsun... Ümmet-i Muhammed'in hayrına olsun... İnşaallah, hem Türkiye'deki müslümanlar için, hem bütün ümidini bizden gelecek yardımlara bağlamış bulunan, sınırlarımızın dışında kalmış gönüldaşlarımızın, dindaşlarımızın, kardeşlerimizin yararına olsun... Allah-u Teâlâ Hazretleri, tevfikini refik eylesin cümlemize... Allah cümlenizden razı olsun...
Ben konuşmamı burada böylece kapatmak istiyorum. Ama, kardeşimiz Saff Suresi'ni okudu açılış Kur'an-ı Kerîm'inde... Mehmed Rıza Memduhoğlu kardeşimiz... Ordan bazı tercümeler yaparak bitirmek istiyorum sözümü:
(Bismillâhir rahmânir rahîm. Yürîdûne liyutfiû nûrallahi bi efvâhihim vallahu mütimmü nûrihî velev kerihel kâfirûn) "Allah'ın nurunu ağızlarıyla --sanki bir mumu üfleyip söndürmek ister gibi-- söndürmek istiyorlar amma; Allah-u Teâlâ Hazretleri, --kâfirlerin hoşuna gitmese de, onlar kerih görse de, istemeseler de-- nurunu tamamlayacaktır."
(Hüvellezî ersele rasûlehû bil hüdâ ve dînil hakkı li yüzhirahû aled dîni küllihî velev kerihel müşrikûn) "Odur Rasûlünü, Muhammed-i Mustafâ'sını, Habîb-i Edîb'ini hidâyet ile, insanlara hidâyet yolunu göstermek üzere gönderen ve hak dini bütün öteki yollardan ve inançlardan daha üstün kılmak; onlara galib ve zâhir, onların üstünde kılmak için, o elçiyi vazifelendirip gönderen odur. Müşrikler, Allah'a şirk koşanlar, yanlış inançlar içinde olanlar hoşlanmasalar bile, o nihâî galibiyet ve zafer inşaallah Alllah'ın bu kaderiyle müslümanların olacaktır." Bu müjdedir. Ondan sonra gelen ayet-i kerîmede:
(Yâ eyyühellezîne âmenû) "Ey iman edenler! (hel edüllüküm alâ ticâretin tüncîküm min azâbin elîm.) Sizi ahirette büyük bir cezaya ve elim bir azaba uğramaktan kurtaracak; vebalden, mes'uliyetten, Allah'ın hışmına, kahrına, gazabına uğramaktan kurtaracak bir çalışma, bir alışveriş, bir ticaret size öğreteyim mi?.. Onu size bildireyim mi, delâlet edeyim mi, klavuzluk edeyim mi?.. Onu size irşad edeyim mi, bildireyim mi?.." buyuruyor . Allah CC, kullarına yapmaları gerekli vazifeyi, bir mânevî alışveriş olarak takdim ediyor. "Siz böyle yapın, ben de onun karşılığında mükâfatını size vereceğim!" diye.
Yapılması gerekenleri ondan sonraki ayet-i kerîme sıralıyor:
(Tü'minûne billâhi ve rasûlihî) "Allah'a ve onun gönderdiği elçisine, sapasağlam kavî bir iman ile inanırsınız, bağlanırsınız. (ve tücâhidûne fî sebîlillâhi bi emvâliküm ve enfüsiküm) Ve Allah'ın yolunda mallarınızı sarf ederek, canlarınızı fedâ adarak cihâd edersiniz. (zâliküm hayrün leküm inküntüm ta'lemûn) Evet burada çalışmamızın içinde bir mal kaybı ve can telefi görülüyor ama... Yâni, büyük masraflar ve şehid olmalar, hayatını kaybetme olayları görülüyor ama; eğer irfan gözüyle bakılır ve gerçekleri tartan bir vicdanla iyice tartılır ve iyice anlaşılırsa, bu sarfın daha hayırlı olduğu aşikârdır. Yâni, bu malları vermek ve bu canları fedâ etmek daha hayırlıdır. Bu mallar verilecek ve bu canlar Allah yoluna îsar olacak, fedâ olacak; bu daha hayırlısıdır. Neden?.. Arkasındaki ayet-i kerîme bunu beyan ediyor:
Bu dünyadan mal gidecek, sonunda insanın canı da gidecek, canı da fedâ olacak ama; (Yağfirleküm zünûbeküm) bilerek bilmeyerek zünûbünüzü, günahlarınızı Allah affedecek. (ve yüdhilküm cennâtin tecrî min tahtihel enhâr) Aşağılarından şırıl şırıl cennet ırmaklarının aktığı cennet bahçelerine, köşklerine Allah dahil edecek. Bu mücâhidleri, bu fedâkârları; bu münfikleri, infak edici, ihsan edici, masraf yapıcı, Allah yolunda malını hizmete koyucuları cennetine sokacak. Ayrıca, (ve mesâkine tayyibeten fî cennâti adn) Adn cennetlerinde çok hoş meskenler, köşkler ihsan edecek. (Zâlikel fevzül azîm) Bu çok büyük bir feyzdir, çok büyük bir kazançtır, çok güzel bir sonuçtur. Çok güzel bir ticarettir ki, cüz'î bir mal veriliyor, nâçiz bir can veriliyor; ama, arkasından ebedî saadet ve bu büyük mükâfatlar alınıyor.
(Ve uhrâ tuhibbûnehâ) Bundan ayrı seveceğiniz bir müjde daha var: (nasrün minallahi ve fethun karîb) O da Allah'tan bir nusret gelecek, Allah yolunda cihad edilince, malla canla çarpışılınca, Allah'ın nusreti gelecek ve büyük bir fütuhat hasıl olacak. Peygamber Efendimiz'in zamanında olduğu gibi, inşaallah, bu hareketin yapıldığı her devirde o malla canla cihadın arkasından böyle bir nusret ve inşaallah feth-i mübîn hasıl olacaktır. (ve beşşiril mü'minîn) Ey rasûlüm, mü'minleri, bu güzel durumla müjdele... Bunlara nail olacaklarını kendilerine müjdele, bildir!
(Yâ eyyühellezîne âmenû) Ondan sonra hitab tekrar mü'minlere dönüyor: (künû ensârallah) "Ey iman edenler, Allah'ın yardımcıları olun!" Halbuki Allah-u Teâlâ Hazretleri yardımdan münezzehtir; Allah'a kim yardım edebilir?.. Bütün güç kuvvet, "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" iken, bütün güç kuvvet Allah'ın elinde iken, Allah'tan gücünü alan insanlar Allah'a nasıl yardım edebilir?.. Burda çok büyük bir iltifat mevcud tabii. Allah-u Tâlâ Hazretleri dinine yapılan yardımı böyle tavsif ediyor. Allah'ın dinine yardım edin demiyor, Allah'a yardım kabul ediyor. Yâni yardım edenleri taltif için bu ifade kullanılmış. Allahu a'lem.
(Kemâ kale îsebnü meryeme lil havariyyîne) Tarihten bir misâl: İsâ AS da, tek başına peygamber olarak gönderildiği zaman, kendisine yardımcı aradı. Havârîler ki; onlar dere kenarında çamaşır yıkayan işçi kimselerdi, sâde vatandaşlardı, o ülkenin bîçâreleri gibi idi. Yâni, güçlü kuvvetli, zengin, varlıklı, komutan, hükümdar veya vezir durumunda insanlar değillerdi de; şöyle sıradan, sâde, Allah'ın mübarek sevgili kullarıydı. Onlara Hz. İsâ dedi ki: (Men ensârî ilallah) "Allah'ın vuslatına giden yolda, hizmetini yapma esnasında bana kim yardım edecek?" (Kalel havariyyûne nahnü ensârullah) Havarîler, "Tamam biz Allah'ın yardımcısıyız." dediler.
(fe âmenet taifetün min benî isrâîle ve keferet taifeh) Bu, dünyadaki kulların mükellefiyet sırrı icabı, bu tebliğin karşısında serbestlik olduğundan, kulların bir kısmı iman ettiler Hz. İsâ'ya ve Havariler'inin çalışmalarına; müsbet tavırla geldiler, davetine icabet ettiler, müslüman oldular, imana geldiler, Allah'ın yoluna girdiler. (ve keferet taifeh) Bir kısmı da teferrüd eyledi, inad eyledi, kâfir oldu, asî oldu, bağî oldu, itiraz etti, mücadele etti. İki gruba ayrıldı: İnananlar ve inanmayanlar...
Amma, (feeyyednellezîne âmenû alâ adüvvihim feasbahû zâhirîn) Allah CC, iman edenleri te'yid eyledi, takviye eyledi; onlar galib geldiler. Yâni galebenin, zaferin, muvaffakıyetin, müjdenin, güzel sonucun, dünyevî ve uhrevî mükâfatın sonucu Allah cephesinde olmak, Allah'ın sevdiği çizgide olmak, Allah yolunda malıyla, canıyla cihad etmek...
Bu ayetleri seçtiği için kıraetine, o kardeşimizi de ayrıca bu irfanından dolayı tebrik ederim. Bu da bir tebliğ oldu. Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi kendisinin bu davetine icâbet edenlerden eylesin...
Bi hürmeti esrâri sûretil fâtiha!..
23 Nisan 1993 - Bursa
ORGANİZE ÇALIŞMALAR
Elhamdü lillâhi rabbil alemîn... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Hamden kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultânih... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmiddîn...
Toplantımız Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rızasına uygun cereyan etsin... Hayırlı, uğurlu verimli olsun... Hepinize teşekkür ederiz, Allah hepinizden razı olsun...
İslâmî çalışmalarımızı şahsen götürmek mümkün... Zaten bir kısmı ister istemez şahsen yürür. Şahsın kendisiyle ilgilidir. Onun kendisine fiilen fert olarak Allah tarafından yükletilmiş, yöneltilmiş sorumluluğunun gereğidir. Herkes kendi şahsıyla ilgili, Allah'ın rızasını kazanma, iyi bir kul olma, hayatını hayırlı ve verimli çizgide geçirme çalışmasını yapacaktır. Dünyanın neresinde olursa olsun, hayatı boyunca hangi şart altında olursa olsun; hür olsa, esir olsa, sıhhatli olsa, hasta olsa, gurbette olsa, vatanında olsa, her hal ü kârda yapacağı şahsî görevleri vardır. Bunlar kitaplarda yazılı...
Biz de şimdiye kadarki kültürümüzle bunları içimize almış, sindirmiş kimseleriz. Namazlarımızı kılıyoruz, ibadetlerimizi yapıyoruz. Allah'ın günah olarak bize bildirmiş olduğu şeyleri yapmamağa çalışıyoruz. Hayırlı, sevaplı ve faydalı dediği şeyleri yapmağa çalışıyoruz.
Fakat, bir de çalışmalarımızın, görevlerimizin kollektif, toplu, ictimâî, beraber, birlikte yapılan cinsleri, çeşitleri var... Ya da, birlik ve beraberlik içinde olursak, daha büyük hayırlı sonuçlara ulaşabileceğimiz çalışmalar var...
Onun için, dinimiz bize birlik ve beraberlik içinde olmayı emretmiştir. Cemaat çok önemli bir husustur İslâm'da...
(Yedullàhi alel-cemâah.) Alllah'ın lütfu, inayeti, kudreti, rahmeti, yardımı, nusreti cemaate, birlik ve beraberlikte olan müslümanlara, mü'minlere teveccüh eder, yönelir.
Cemaat, birlik ve beraberlik, Allah'ın bir rahmeti tezahürüdür o topluluğa... Ayrılık, gayrılık, tefrika, çekişme, çatışma ve rekabet de azaptır. Hem fiilen kendisi, insanları rahatsız ettiği için azaptır; hem de Allah'ın bir azabının tezâhürüdür. Çünkü insan dünyada da, ahirette de tefrikanın cezâsını, zararını görür.
Onun için, dünyanın neresinde olursa olsun İslâmî şuura sahip olan insanlar birlik ve beraberlik içinde hareket ederler ve ellerinden geldikleri kadar, İslâmî hizmetleri toplu götürmeğe çalışırlar. Bu, İslâmın tabiatından kaynaklanan; Kur'anın emirlerinden, Rasûlüllah'ın sünnet-i seniyyesinden, hayatından, tavsiyelerinden kaynaklanan tabii bir durumdur.
Dinî bir endişeyle hareket etmeyen insan ve diğer canlı grupları da, tabiatının, hayatın, başarılarının gereği olarak yine birlik ve beraberlik içinde hareket ediyorlar ve o zaman büyük başarılar elde ediyorlar.
Şimdi biz dünya üzerinde, İslâm ülkelerinden bir şâyân-ı dikkat ülkeyiz, Türkiye olarak... Tarihî görevlerimiz dolayısıyla, hilâfetin bir ara bizde olması sebebiyle, dünya üzerindeki müslümanların hürmet ettiği, rağbet ettiği, sevdiği, saydığı bir topluluğuz. Dünyanın Malezya'sında, Pakistan'ında, Afganistan'ında, Afrika'sında hâlâ bizi o ruhtan, o tarihî görevden dolayı seven ve sayan insanlar var... İnsan yurtdışı seyahatlerine gittiği zaman, bunu görüyor.
Bîtaraf ölçülerle de ölçüp biçtiğimiz zaman, gelişmiş ve ön sıralarda rol alan bir İslâm devleti olarak görünüyoruz. İslâm devleti olarak sözü belki doğru değil; müslümanların yaşadığı, gelişme çizgisine yaklaşmış bir ülke olarak görünüyoruz.
Bir zamanlar Viyana, Bavyera, Romanya, Venedik hudutlarına kadardı; etkili olduğumuz, yönetimimiz altında olan alan... Afrika'nın yarısından fazlasıydı, bütün Ortadoğuydu. Karadeniz bize ait bir göl durumundaydı. Kafkasya ve Orta Asya bizimdi.
Bizim dışımızdaki hasım kuvvet olarak uzakdoğuda Çin vardı. Biz ona dayanmıştık mücadelelerimizin sonunda... Hindistan kıtasını halletmiştik. Hindistan kıtasında hâkim devlet kurmuştu müslümanlar... Çin'in de bir çok yerlerinde hâkim olmuşlardı.
Hâkim olamadıkları yerler var tarih boyunca... Avrupa'nın bir kısmına tamamen hakimiyetini genişletememiş. Osmanlı tarihi, Avrupa'yla bizim mücadele tarihimizdir. Amerika'ya uzanamamışız; Kuzey ve Güney Amerika uzak bir kıta olduğu için...
Fakat, bizden önceki nesillerin çok büyük acılar çekerek, mücadeleler yaparak canlarını mallarını fedâ etmelerine, şehid olmalarına, çalışmalarına rağmen tarihî durumumuz değişti. Topraklarımız çok büyük ölçüde elimizden çıktı. Bazı kardeşlerimiz yabancı bayrakların, idarelerin altında kaldılar. Bizimle beraber müslümanlar da dünya üzerinde çok acı günler yaşadılar, bizim çökmemizden sonra... Dünyanın her yerinde müslümanlar Osmanlı Devleti'nin çökmesiyle çok daha büyük acılar altında, zulümler altında kaldılar; katliamlara uğradılar, çok acılar çektiler.
Biz bu mücadelede çok büyük bir devletken, Trakya ve Anadolu elimizde bırakıldı. Osmalı'ya göre çok küçük bir parça... Fakat yine de bu küçük parça, diğer İslâm ülkeleriyle kıyas edilirse, önemli bir ülke... Biz burada acı günler geçirdik. İslâm olarak, müslüman olarak sıkıntılar çektik, baskılar altında kaldık... Şehidler verdik. Yıllar geçti, şu anda Türkiye iyi bir kondisyonu yakalamış durumda...
Meselâ, dünyanın süper ülkelerinden birisi olarak bildiğimiz Rusya'dan dün gelmiş bir arkadaşımızla konuştum: Tüm Rus ahalisi bize hayran... Bütün çarşılarında, pazarlarında --bir ara bizim çarşılarda, pazarlarda Amerikan mallarının satıldığı gibi-- Türk malları satılıyor. Tabii zenginliklerimizle, hem de üretimlerimizle oralara büyük etki yapan, etkisi olan bir devlet durumundayız.
Onlar o uzaya nasıl gitmişler, nasıl süper devlet olmuşlar anlaşılmaz ama; bizim durumumuz onlardan daha iyi... Süper bir devlet olan Rusya'dan daha iyi...
Ben Amerika'yı gördüm. Amerika'yı pek o kadar ahım şahım bulmadım şahsen... Kendimizi çok hor görüyorduk, küçük görüyorduk, üzülüyorduk.
İngiltere'de arkadaşlarımız var... Cardif'i, şurayı, burayı gördük. Eski, köhne şeyler durumunda...
Biz aşağı yukarı onlara yaklaşmış durumdayız. Malımızı dışarıya satıyoruz. Çok dinamik genç bir neslimiz var... Neslin yaş ortalaması olarak dünyanın çok genç devletlerinden birisiyiz. Ellibeş milyon bir nüfus var...
Avrupa ülkeleri nüfus bakımından artmıyor, çocuk yapmıyorlar. Bizde her ailenin dört beş çocuğu var... Hızla gelişme içindeyiz. Şu anda elli milyonuz. Bilmem kaç sene sonra yetmiş milyonuz. Ondan sonra bu hızla gidersek yüzelli milyonuz. Böyle bir durumumuz var...
Orta Asyada bulunan devletler bütün menfî gelişmelere rağmen yine bizimle işbirliği yapmak istiyor ve mecbur... Kardeşimiz çünkü... Ve muhtaç... Rusya'nın muhtaç olduğu gibi bize; ticârî bakımdan, bir çok mal bakımından... "Her türlü malı götürün, satılır. Bütün mağazalar boş!" diyorlar. Yok işte... Sosyalist devrim orada üretimi sağlayamamış. Bize muhtaçlar... Rusya da muhtaç, onun bünyesinden ayrılmış öteki devletler de muhtaç... İşbirliği yapmak durumundayız elbette...
Fakat, yakın tarihimizde çok yanlış adımlar atılmış ve bu adımlar atanlar da mânevî bakımdan cezâsını çekmiş durumda... Hiç ilgisi yokken, hiç gereği yokken, Avrupa ile bütünleşmeye kalkmışız. Asırlarca, yedi asır mücadele ettiğimiz insanlarla, onların onüçte biri --nüfusla oranlayacak olursak altıda biri-- durumunda, azınlıkta olarak onlara katılma kararını vermişiz, İmzalar atmışız. Onlar evet derlerse, onların bir parçası olacağız. Buradaki kendi inisiyatiflerimizi de kaybedeceğiz.
İsveç'ta tahsil görmüş bir kardeşimiz var diyor ki: "Hocam, ben İsveç'te Türkler'e, müslümanlara bakışı biliyorum." diyor. Ben de İngiltere'de, Almanya'da, Fransa'da nasıl baktıkların biliyorum. "Ruslar'ın bakışı bize daha yakın!" diyor. Hayret edilecek bir şey... Yâni ezeli düşman olarak bellemişiz; Amerika bize sanki dostmuş gibi, İngiltere bize daha dostmuş gibi... Yanlış bir görüntü bu... Rusya'nın yapısı dolayısıyla, o bize daha yakın... Bizim onunla daha çok işbirliği yapmamızda faydalar var, kârlar var... Belki o tarafa doğru bazı gelişmeler var...
Şimdi biz şu sıralarda, böyle bir aldatılmışlığın uykusundan uyanma ve dünyayı anlama durumundayız. "Pöff... Batıymış. Ne olacak, onun yaptığını ben de yaparım!" diyecek duruma yavaş yavaş gelmiş durumdayız. Ufak tefek farkları da, kısa bir zaman içinde telâfi edebiliriz.
Avrupa'nın bir takım devletlerinin Türkiye'de kompütür kullanımı, kompütür alışkanlığı ve kompütür kullanmayı bilen insanların sayısı, vs. si üzerinde endişeli araştırmalar yaptığını duydum. Korkuyorlar yâni... Çünkü kompütüre dayalı bir çalışma, Türkiye'nin güzel gelişmesi demektir.
Şimdi, bizim çok yetişmiş elemanlarımız var... Yurdışında doktora yapmış, orayı tanımış, püf noktalarını görmüş; adamların yaşayış tarzlarını, sosyal yapılarını, aile yapılarını görmüş olan insanlar var...
Bizim onlardan bir eksik yanımız yok... Biz bunların yanına gelebiliriz ve bunları geçebiliriz. Ama elimizdeki avantajları güzel kullanırsak, bunu yapabiliriz. Birlik ve beraberlik içinde çalışırsak, güzel yapabiliriz.
Bir de çevremizdeki tarihten gelme avantajları kullanırsak, daha büyük bir devlet olabiliriz. Almanya'nın bir ara ayrılmış olduğu topraklara sonradan kavuşması gibi... Hayal gibi olan bazı şeyler gerçekleşebiliyor. Bunu Almanya üzerinde gördük. Almanya'nın belki şu anda Yugoslavya üzerinde emelleri var... Doğu Avrupa üzerinde, belki Rusya üzerinde ve belki Türkiye üzerinde emelleri var... Bunları görüyoruz. Bir imparatorluk olma durumu...
Şimdi biz bir kere --etrafı dikkatle inceleyen meraklı insanlar olarak, bilmiyorum siz de aynı şeyi yakaladınız mı-- ötekilerden pek bir farkımız olmadığını, bir eksik yanımız olmadığını görüp sevinme durumundayız, elhamdü lillâh... Elimizdeki avantajların, ötekileri kıskandıracak kadar daha iyi olduğunu görüyoruz. Şimdiki kötü yönetimler, cahil insanlar, beceriksiz idareciler; bunların hepsi kabuktur, bunlar kurur gider. Ama biz kendi direksiyonumuzu elde ettiğimiz zaman, Ortadoğu'daki dengeler çok daha başka türlü olur. Orta Asya'daki, Ortadoğu'daki, Güney Doğu Asya'daki müslümanlarla bütünleşmemiz mümkün olabilir.
Galiba bizim bu potansiyelimizi ve dünyanın ileri yıllardaki durumlarını inceleyenler, bu tehlikeleri görüyorlar. Meselâ ben Avrupa'nın bazı mecmualarında yıllar önce gördüm. İleride batılı ülkelerin fakirleşeceği, şimdi fakir ve geri ülke sayılan İslâm ülkelerinin zengin ve ileri ülke durumuna geleceğine dair yazılar yazdıklarını, toplantılar yaptıklarını biliyorum. Arkadaşlarımız da okumuşlardır. Bu endişeler var...
Şartlar ve roller değişecek. Çünkü, onların kendilerin besleyecek zenginlikleri yok. Emin olun, topraklarında bitkilerini besleyecek toprak kalmamış. Her şeyleri tükenmiş. Bizim topraklarımız bâkir... İmkânlarımız bâkir... Madenlerimiz bâkir... Nereyi eşelesek ordan bir bir şey sağlayabiliriz.
Her şeyimizin de olduğu görüyoruz. Bitki örtüsü bakımından dünyanın en zengin çeşitlerine sahipmişiz. Hayvanlar bakımından şöyleymiş, madenler bakımından böyleymiş. Yeni yeni kendimizin "Vay be! Ben de neymişim!" diye farkına varıyoruz, ne olduğumuzun...
Fakat bu durumda daha önceki yanlış hareketlerden dolayı düşmüş olduğumuz bir ters pozisyonda, sıkıntı içindeyiz. Attığımız imzalardan, yapılmış yanlış anlaşmalardan, şimdiye kadarki eğitimin yanlış yönelimlerinden, uygulamalardan; memleketin hakiki evlatlarının düşman gibi görülüp, memleketi hakikaten batıracak ve bugünkü anarşiyi meydana getirecek şeylerin körüklenmesinden, meydana gelmiş bir ters durum var...
Bu sahip olduğumuz ecdat yâdigârı topraklara zarar verebilecek güçler, şu anda o kadar organize olmuş ki, bizim bir ara kaşımızı kaldıramadığımız, rüyamızda bile görmeğe cesaret edemeyeceğimiz şeyleri yapıyorlar orduya... Karakol basıyorlar, general öldürüyorlar... Bir şeyler oluyor. Kim yapıyor, nasıl yapıyor?.. Bir efsane yıkılıyor ve organize bir şeyler oluyor. Bunlar tabii, bir şeylerin işaretleri...