• /
  • Kütüphane
  • /
  • Sosyal Çalışmalarda Organizasyon ve Başarı
  • /
  • 321 ilâ 340. sayfalar
301 ilâ 320. sayfalar

Sonra ben, meselâ yahudiler hakkında bir ifade kullandım, Ankara'da bir toplantıda... Amerika'lı bir müslüman vardı. "Hocam, onlar yahudilerin Samirî'ye tâbî olan gruplarıdır." dedi. Yâni, yahudilerin hepsini karalamamdan memnun olmadı. Ben de sonradan hatamı anladım, ben de memnun olmadım. Ne diye yâni, bütün yahudileri suçluyoruz?..

Amerika'da duydum. Newyork'ta, Muzaffer Ozak Hoca rahmetli tekke kurmuş, orada bayağı çalışmalar yapmış. Radyoya, televizyona çıkarmışlar kendisini. Çalışmaları var... O çalışmalarla bazı gayrimüslimler ve bazı yahudiler müslüman olmuş. Bir tanesini anlattılar, Teksas'lı bir yahudiymiş. Milyardermiş, petrol kuyusu filân olan bir kimseymiş.

Dedim ki:

"--Hakikaten müslüman olmuş mu?.."

"--Hocam, o kadar ihlâslı ki, caminin eşiğinde oturur, dervişâne diz çöküp boynunu büker. Sevap olsun diye camiyi süpürür." dediler.

O halde bizim yahudi diye bir kimseyi suçlamamız da doğru olmuyor. Hristiyan diye de suçlamamız da doğru olmuyor. Batılı diye suçlamamız da doğru olmuyor.

321

Konuşmamın bu noktasında, "İslâm sevgi dinidir. Herkese müsbet bakıyoruz." filân derken, "Bu fikri zihnimize iyice yerleştirelim!.. Edeb-i kelâma da dikkat edelim sözlerimizde... Kimseyi peşin olarak suçlamayalım!" diye söylüyorum.

Strazburg'a gittiğim zaman, "Hocam sizi burda bir doktor çiftle tanıştırmak isterdik ama, burda yoklar... Çok iyi müslümanlar... Ne zaman yıllık izinlerini alsalar, doğru Afganistan'a giderler." dediler. Onbir ay çalışıyorlar, bir ay tatilleri var... Nereye gideriz biz, Türkiye'de nereye gidiliyor?.. Akdeniz sahillerine, Ege sahillerine; Bodrum, Marmaris, mavi yolculuk, plaj vs. Onbir ay çalıştık diye...

Bu Fransızlar, yıllık izinlerini alır almaz dosdoğru Afganistan'a gidiyorlarmış. Mücahitlerin sahra hastanelerinde hizmet etmek üzere... Kaç tane Türk doktor biliyorsunuz böyle yapan?.. Bunu sevmez mi insan?.. Böyle bir insana hayranlık duymaz mı insan?..

Hem de tıbbî hayır müesselelerine gidiyorlarmış, dilekçe veriyorlarmış: "Siz Hipokrat yemini etmediniz mi?.. Doktoruz; ırk, renk, dil ve din farkı ayırmadan bütün insanların sıhhatine hizmet edeceğiz. Tedavilerinde ayırım yapmayacağız, demediniz mi?.. Hastalar için bedava ilaç verme fonunuz yok mu?.." Var... "Verin bakalım o ilâçları!.. Biz Afganistan'a gidiyoruz." diye dilekçe yazıyorlarmış. İlaçları alıyorlarmış kutu kutu... Afganistandaki yaralılara, mücahidlere götürüyorlarmış.

322

Demek ki, muhterem kardeşlerim, bizim düşmanımız İngiliz, Fransız, Alman, Rus, Yunanlı, Sırp, Bulgar vs. değil... Zihniyet, imansızlık, insafsızlık, zulüm düşmanımız... Ama, iyi insanlar da olabildiği için, suçlamamızı iyi insanlardan ayırmamız lâzım!.. Sadece suçlulara yöneltmemiz lâzım!..

Müşrik şairler Peygamber Efendimiz'i hicvedince, müslüman sahabi şairlere de Peygamber Efendimiz onlara cevap vermeleri konusunda işaret buyurmuş. "Onların menfi karalamalarına siz de müsbet cevaplar verin bakalım!" demiş.

Ama bir problem var.... Savunma yapacağım diyen şair, o aleyhte konuşanların anasına, atasına, dedesine aleyhte bir söz söylese, sonunda Peygamber Efendimiz'le akrabalıkları var; Kureyş'ten ve sâireden... Bu hususu hatırlatınca, "Merak etmeyin, biz tereyağından kıl çeker ayırır gibi, bu işi ayırırız." demişler.

Hattâ Peygamber Efendimiz bazılarına, "Gidin ensab ilmini çok iyi bilen Ebûbekir Sıddîk ile konuşun da, böyle bir haksız suçlama olmasın; söz yanlış bir yere de gitmesin!" diye söylemiş.

323

Bizim de bir kere, samimi olarak bütün insanları sevme alışkanlığına ermemiz lâzım!..

--Ama hocam, şu anda daha müslüman değil!.. Tam namazlı değil!..

Tamam... Şu andaki halini sevmiyorsunuz; o ilerde hidayete erebilir diye ümidiniz olduğu için, üzerinde çalışma yaptığınız için müstakbel halini seviyorsunuz. O bakımdan herkese kızmayın!.. Günahından dolayı hemen kaşları çatmayın, sırtınızı dönmeyin!.. Hemen bir adavet havası içine girmeyin!.. Girmeyelim!..

Bunu ortakpazar, gümrük birliği ve diğer meseleler içinde, Türkiye'nin istikbali ve emniyeti bakımından da politik sahada da uygulamamız gerektiği kanaatindeyim. Yâni, "Amerikalılar şöyledir... Avrupalılar böyledir..." tarzında değil de, iyisine kırılmayacak bir istisnâ payı bırakarak konuşma yapmamız lâzım!..

Bismillâhir-rahmânir-rahîm:


(Veş şuarâu yettebiuhümül gavûn. Elem tere ennehüm fî külli vâdin yehîmûn.  Ve ennehüm yekulûne mâ lâyef'alûn.)(Şuarâ: 224-226) Şâirler kötüleniyor  bu ayet-i kerimelerde... Onlar şöyledir, böyledir. Yapmadıkları işleri söylerler.  Her türlü fezahati işlerler. Her türlü çirkin sözü yapıştırırlar, yakıştırırlar.  Amma:

324


(İllellezine amenû ve amilus-sâlihâti ve zekerullàhe kesîran ventasarû min ba'di mâ zulimû)(Şuarâ: 227) "Ancak iman edip sàlih ameller işleyenler, Allah'ı çok çok zikredenler ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır."

Müstesnâlarını hemen ayırıyor Kur'an-ı Kerim... Peygamber SAS Efendimiz'in hadis-i şeriflerinde de durum aynı... Bu terbiyeyi elde etmemiz lâzım ki, cepheyi büyütmeyelim!.. Buna göre hareket etmemiz lâzım karşı taraftan da müttefikler bularak, işimizi daha kolay yapalım!..

Bu önemli bir husus... İnşallah sağlam bir prensip olarak bunu uygulayalım.

Tabii bize karşı menfi tavır takınan insanların tavırlarını ve o tavırlarındaki sebepleri de öğrenmek, bizim için iyidir. Çünkü, bizler de melek değiliz. Tenkid edilecek taraflarımız varsa, hatalarımız varsa, "Evet, siz burda haklısınız, biz burda kusurluyuz; bunu düzeltelim!" diyebilmeliyiz.

Ve hakikaten kusurlarımızın neler olduğunu düşünüp, onların düzeltilmesi tarafına da azmetmemiz lâzım, gayret sarfetmemiz lâzım!..

325

Şimdi, bizim yaygın bir alışkanlığımız var... Hak yolda olduğumuz için, namaz kıldığımız için, tesbih çektiğimiz için, kalbimizde niyetimiz iyi olduğundan, kendimizi iyi sanıyoruz. Kendimizi iyi sandığımız için de, kusurlarımızı araştırmıyoruz. Karşı tarafın bize karşı düşmanlığındaki haklılık taraflarını da düşünmüyoruz. "Bu bize imanımızdan dolayı düşman!" deyip, kendimizi düzeltmek ve geliştirmek fırsatını kaçırıyoruz.

Şu net olarak ortada değil mi?.. --Dün akşam oturduk ve bir takım arkadaşlarla ittifak ettik bu hususta...-- Bizim geri kalmışlığımız, bizim kusurlarımızdan dolayı müstehak olduğumuz bir durum değil mi?.. Çok net olarak o sebepten dolayı... Yâni, bizim geri kalmışlığımız, hâl-i pürmelâlimiz, bizdeki kusurlardan dolayı müstehak olduğumuz bir durum...

Neden?.. Bizim hasımlarımız, bizden daha prensipli, bizden daha çalışkan, bizden daha dikkatli, bizden daha sözüne sadık... Bizler öyle değiliz. En büyük tehlike bu...

Avrupa'nın şusu var, Amerika'nın busu var... Yunanlı böyle yapıyor, Ermeni şöyle yapıyor... Bunlar mühim tehlike değil... En mühim tehlike, bizim İslâmî ahlâka sahip olmayışımız!.. Karşı tarafımızdaki insanların, bazı konularda bizden daha üstün, sağlam ve güzel prensiplere sahip olması...

326

Suudî Arabistan'da iş yapan bir çok kardeşlerimiz var, bir kısmı aranızdadır. Hepsi orada para kazanacağız diye ümitlerle gittiler, hepsi mahzun döndüler, haklarını alamadılar. İşçiler çalıştı, parasını alamadı.

Libya'ya giden kardeşlerimiz, müteahhitlerimiz iş yaptılar, paralarını alamadılar. Daha başka pek çok şeyler sıralamak mümkün...

Şimdi burda bizim bir takım kusurlarımız var... Yâni, bir insan çalıştırır da parası neden vermezsin?.. Peygamber SAS Efendimiz, işçinin alnının teri kurumadan, hakkı olan parayı vermeyi emrediyor. Niye sen iki sene, üç sene geçmiş, kadıya müracaat etmiş, mahkemeye baş vurmuş; halâ hakkını vermiyorsun?.. Bu ne biçim müslümanlık?.. Ama Avrupalı öyle değil...

Biz Türkiye'de bir akşam bir yere ziyarete gittik ailemizle... Sonra döndük. Evimiz bahçeli evdi Ankara'da... Arabamızı evimizin bahçesine park ediyoruz normal olarak... Fakat alt kattaki komşumuz, o gün iki arabayı birden içeriye sokmuş. Kendisini bir kamyoneti var, iş arabası; bir de otomobili var... Aramızdaki hukukun, yakınlığın, sevginin kuvvetine dayanarak bizim park yerine de öteki arabasını koymuş; bizim araba orda yok diye... Biz saat birde geldik baktık, garajımız dolu... Pekâlâ, biz de yolun kenarına park ettik.

327

Zaten ara sokakta evimiz, ana cadde değil... Kapıyı açtık, üst kata çıktık, ceketimizi çıkardık. Dışarıdan bir güldürtü koptu, bir tangırtı koptu. Biz cama çıktık. Çocuklar feryad etmeğe başladılar: "Baba, arabamıza birisi çarptı kaçıyor."

Arkadan bizim arabamıza bir vuruyor; --o kocaman Amerikan arabalarından bir tanesi-- arabamızı burdan alıp, karşı duvardaki ağacın yanına kadar hoplatıyor, atıyor. Arabamız bir arkadan darbe yiyor, bir de önden ağaca çarptığı için, iki taraflı darbeye maruz...

Komşularımız da bu gürültüden balkona çıkmışlar. Babayiğit bir çocukları vardı, kaçanı görmüş. Ayakları çıplak olarak ikinci kat balkondan atlamış, ana caddede yolunu kesmiş çarpan adamın; durduramamış. Haydut tabii, kaçıp gidiyor. Ama, numarasını almış.

Neticede biz karakola müracaat ettik. "Şu numaralı araba evimizin önünde duran arabamıza çarpmıştır; şikâyetçiyiz!" dedik. Adamlar yakalandı. Araba bulundu ve sarhoşken araba kullandığı tesbit edildi.

Ama biz altı ay muhakeme olduk. Bilirkişiler, ve sâireler... Altı ay arabamıza binemedik. Arabamız kaza görmüş bir araba olarak tamir edildi, elimizde değeri yüzde elli düşmüş oldu. Çalışır hale gelsin diye yaptığımız masrafların ancak üçte birini aldık. Üçte ikisi rûz-ı mahşere kaldı, mahkeme-i kübrâda alacağız.

328

Almanya'da nasıl oluyor veya Avrupa'nın bir başka ülkesinde nasıl oluyor?.. Mutlaka ve mutlaka zarar fazlasıyla tazmin ediliyor. Eski bir arabasına birisi çarpmışsa, adam arabasını yenileyebiliyor ve suçu işleyen de cezasını mutlaka çekiyor.

Biz Münih'te vaaza gidiyoruz. Önümüzde bir Mercedes var... Dörtyol ağzından sağa sapacağız. Kırmızı ışıklarda durduk. Adam durmaktan bıktı. Kırmızı ışık olmasına rağmen, kırmızı ışıkta sağ tarafa dönmeğe başladı. Tabii, yol hakkı bu taraftan gelenin olduğu için, o bu tarafa dönerken, karşıdan da hızla bir araba geliyordu. Bocaladı, orta kaldırımlara çaptı, orda oturdu. Bir iki hasar oldu.

Bizim saatimiz kritik, teravihe yetişeceğiz Münih Cami'inde... Arkadaş dedi ki:

"--Hocam gidemeyiz bir yere!.."

"--Niye?.."

"--Biz bu kazaya şahit olduk, gidersek, biz de suçlu oluruz. Gidemeyiz, polis gelinceye kadar bekleyeceğiz." dedi.

Dedim:

"--Yahu, bunun bir çaresini bul!"

"--Bir çaresi..." dedi. Öteki mağdur olan şahsın yanına gitti:

"--Benim adresim şu, telefonum şu... Olayı gördüm. Şahitlik yapmağa hazırım. Müsaade edermisiniz, biz ibadete gidiyoruz. Polis gelinceye kadar beklersek, ibadet kaçabilir. Müsaade ederseniz, biz gidelim mi?.."

329

"--Hay hay, gidebilirsiniz." dedi.

Arabası kaza yapan adam müsaade buyurdu, biz camiye gittik. Tabii, ben birkaç gün sonra Türkiye'ye döndüm. Sonra bizim arkadaş anlattı:

"Hocam, o olayın sonu ne oldu biliyor musunuz?.." dedi.

"--Bilmiyorum anlat!" dedim.

Polis gelmiş. Adam anlatmış, demiş ki:

"--Ben yeşil ışıkta hakkım varken, geçerken, kırmızı ışık yanan yerden araba döndü. Ben bocaladım, orta kaldırımlara çarptım. Arabamın altı üstü, yanı biraz eğildi. Çalışır vaziyette

"--Kaç numaralı araba?.."

"--Şu numaralı araba..."

Hemen o adreste, o numaralı arabanın sahibini bulmuşlar. Yataktan kaldırmışlar. Adam sarhoş... Hastaneye götürmüşler. Ehliyetini almışlar. Tabii, muhakeme sonunda mahkûmiyeti kesinleşecek. Bizim arkadaşı da mahkemeye çağırmışlar. O da anlatmış: İşte kırmızıydı, biz arkasındaydık. Şu oldu, bu oldu...

Giderken de bizim arkadaşımıza bilmem kaç yüz mark vermişler, şahitlik ücreti... Tabii suçludan çıkacak. Neden?.. "Çünkü sen işini bıraktın, şahitlik yapmağa mahkemeye geldin. Mağdur oldun al paranı..." diye... E şimdi bu güzel değil mi?..

330

Arabası mağdur olan da, yeni bir araba alacak kadar, sigortadan para almış.

Bir başka misal:

Bir camideki, iki tarafı da bizim ihvanımız olan insanlar ticarî ortaklık kurmuşlar, Almanya'nın bir şehrinde... Birisi baba ve evlatlar, ötekiler de sekiz on kişilik başka kardeşler... Aralarında ihtilaf çıkmış, ortaklık bozulmuş. Ama, onlar hak iddia ediyorlar, bunlar da hak yok diyorlar, vermek istemiyorlar. Mahkemeye müracaat etmişler.

Biz de Almanya'ya gitmiş olduk. Ben dedim ki, "Ben iki tarafın da hocası olayım da, siz de gidin bir Alman'dan adalet taleb edin... Böyle şey olmaz!.. Gelin karşıma, ben hakkınızda hüküm vereyim!" dedim. Daha doğrusu, onların muhakeme olacakları günde duydum bu meseleyi... Muhakeme binasına, onların yanına gittim.

Dedim ki:

"--Ayıptır! Müslümanlar olarak birbirinizi böyle şikâyet edip de mahkemeye vereceğinize, meseleyi anlatın; halledelim. Böyle Alman'a kalmasın!.."

Baba ve evlatları:

"--Hocam, size sevgimiz, saygımız sonsuz; bu işe karışmayın!" dediler.

Ötekiler:

"--Hocam, sen ne hükmedersen, boynumuz kıldan ince... Kabul ediyoruz." dediler.

331

Bunlar, "Seni seviyoruz ama hocam, bu işimize karışma!" diye kabul etmediler. Ben de biraz üzüldüm, ayrıldım. Sonradan hakim gelmiş.

Bakın, bir millet neden yükseliyor, başka bir millet neden geri kalıyor?.. Önemli olduğu için anlatıyorum. Detay gibi görünüyor ama, böyle fıkra olunca hatırda iyi kaldığı için; soyut sözlerden, mücerret anlatımlardan daha faydalı oluyor.

Alman hakim gelmiş, davacılar, davalılar karşısında... Şöyle yüzlerine bakmış:

"--Yahu, sizler mübarek insanlara benziyorsunuz. Ne diye ihtilâf ettiniz de mahkemeye geldiniz?.. Çıkın dışarıya, ben celseyi öğleden sonra üçe tehir ediyorum. Anlaşın aranızda, ayıptır!" demiş.

Alman hakim söylüyor. Bunlar çıkmışlar, öğleden sonra üçte gelmişler. Hakim yine oturmuş masasına, sormuş:

"--Ne yaptınız?.."

"--Efendim, anlaşamadık.

"--Niye anlaşamadınız?.. Siz ne istediniz?"

"--Dokuz istedik."

"--Siz ne verdiniz?.."

"--Beş verdik."

"--E ben aracı olayım size; yedi verin, olsun bitsin bu iş..." demiş.

332

Bu baba ve evlatlar grubu yine kabul etmemiş.

"--Peki o halde, celseyi açıyorum!" demiş.

Bu uzlaştırma çabası çok hoşuma gitti. Ondan sonra da:

"--Peki çıkın!.. Karar size bir ay sonra tebliğ edilecek!" demiş.

Bunu da çok beğendim. O anda sıcağı sıcağına pattadak bir hüküm vermiyor hakim... Dosyayı inceleyecek, elini vicdanına koyacak, kanunlara bakacak, araştıracak...

Bazan bize bir soru soruluyor. Diyoruz ki, "İnceleyelim bakalım, kara kaplı kitap ne diyor?" Araştırınca başka oluyor. İnsanın kütüphanesinde kaynakları karıştırdığı zaman verdiği cevap başka türlü oluyor.

Bir ay sonra da nasıl cevap gelmiş?.. Baba ve oğullar mahkûm, ötekiler haklı... Başından belliydi zaten iş... Ama Alman mahkemesine karşı insanın, sevgisi ve saygısı artıyor. Tavra bakın!..

Bizdeki tavra bakın!.. Ben yüzdeyüz haklıyım. Arabanın içinde değilken kaza olmuş. Mağdurum. Mağduriyetim aynen bile karşılanmıyor. İş ahirete kalıyor, mahkeme-i kübraya kalıyor. Ordaki duruma bakın!..

Bunlar bizim geri kalmışlığımızın sebebidir. Kusur bizdedir. Tembelliğimizdir. Çok çalışmamamızdır. İslâmî prensiplere uymamamızdır. Bunlardan dolayı da ithamı hemen yapıştırıyorlar.

333

Barsam Usta diye birisi müslüman olmuştu. İstanbul'un ayakkabıcı esnafından Ermeni Barsam Usta... Müslüman oldu. Hocamız'a geldi Zahid adını aldı, Zahid Usta oldu... Eski Ermeni Barsam yine de Ermeni ama, bu sefer imanlı oldu, mü'min Ermeni oldu; Zahid Usta oldu. Papazlar hergün dükkânına geliyorlar ve diyorlarmış ki:

"--Bu hacca gidip de ticaretinde şu şu hileleri yapan, şu tüccarların dinine mi girdin?.. İşlerini biliyorsun; şu senetler ve saireler... Ticarî muameleleri ortada... Şu yalancı, şu sahtekâr, şu hilekârların dinine mi girdin?.."

"--Siz yanılıyorsunuz. Siz suyun kanalizasyondaki haline bakıyorsunuz. Su hakkında hüküm vermek istiyorsanız, gidin, dağdaki menbaından, çıktığı yerinden inceleyin; kanalizasyona bakmayın!.." diyormuş.

"Beni tekrar eski dinime döndürmek için, her gün papazlar geliyor." diyordu.

Şimdi, bize karşı birisi bir menfi tavır takınmışsa muhterem kardeşlerim; bizde de bir kusur varsa, onu düzeltelim!..

Bir profesör kardeşimiz vardı teknik üniversitede... Kendisi mü'mindi, ihvânımızdan... Amma, oradaki menfi profesörler --mason locasına mensuplar vs.-- bunu çengellemişler, kusurlar bulmuşlar. Şimdi o kendisi anlatıyor bana... "Bana şu şu şu kusurları mı buldular. 'Tamam, haklısınız!' dedim. Bütün o kusurları telâfi etmek için, var gücümle çalıştım, karşılarına çıktım. 'Buyurun, söylediğiniz kusurları telâfi ettim. İnceleyin, imtihan edin!' dedim ve aldım." diyor.

334

Yâni düşmanımızın, hasmımızın bize söz söyleyecek hali kalmamalı muhterem kardeşlerim!..

Şimdi ben burada hepinizden özür diliyorum, açılış konuşmasını yapamadım. Tansiyonum beşe düşmüş. Nefes darlığı geldi, böyle nefes alamadım, vs. Konuşamadım. Namazlara vaktinde inemedim. Ama, ben aslında dakikalara değil, saniyelere bile dikkat ediyordum daha önceki programlarda... Yâni, beş saniye varsa, beş saniyeyi bekliyordum. Zamanın kıymetini kardeşlerimiz bilsinler diye, prensiplere sadık olunsun diye...

Eğer bize karşı menfi tavrı olanlar haklı ise, "Haklısınız!" diyebilmeliyiz.

Hacda bir tüccarla tanıştık. Dedi: "Babam falanca şeyh efendiye --rahmetullahi aleyhe--mensubdu. O şeyh efendi de şöyle kâmil kimseydi." dedi. Bir menkabesini anlattı: Şeyh Efendi müridleri ile otururken, bir şahıs gelmiş Doğu Anadolu'dan... Elindeki kâğıdı şeyh efendiye vermiş. Şeyh efendi kâğıdı almış, okumuş;

"--Olmaz!" demiş.

Gelen adam demiş ki:

"--Her ne pahasına olursa olsun, olacak!.."

Müridler yerlerinde duramaz hale gelmiş. "Hocamız bir kaş işareti yapsa da, şu adamın pestilini çıkarsak, postunu yere sersek" diye böyle sözler söyleyince; şeyh efendi şöyle başını eğmiş. Bir müddet tefekkür ettikten sonra, şöyle kaldırmış başını:

335

"--Sabreden kazandı; tehevvüre kapılan, sinirlenen imtihanı kaybetti." demiş.

İnsan kendisini karşısındakine göre ayarlamamalı, İslâm'ın prensiplerine göre göre ayarlamalı!.. İslâm neyse, biz öyle olmalıyız ki; bizim yüzümüzden, bizim kusurlarımızdan dolayı bazıları İslâm'dan nefret etmesin.

Tabii bize karşı olan, bir de organize teşkilatlar var, devletler var... Düşmanlık onların şanından olan, meslekleri olan, kanında olan, mayalarında olan şeyler var... Tabii onlara karşı da tedbirli olmamız gerekiyor.


(Ve eiddû lehüm mesteta'tüm min kuvveh.)"Düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın!" buyuruluyor. (Enfal: 60) O bakımdan ne yapmak gerekiyorsa, nasıl hazırlık yapmak gerekiyorsa, onu da yapmamız lâzım!..

Çok ciddî günlerde olduğumuzu, çok kesinlikle sizlere ifade edebilirim. Zaten konuşmalardan da anlamışsınızdır. Tarihî günlerde yaşıyoruz. Her gününüzün gözlemini hatıra defterine yazınız, olayları takip ediniz. Devletimiz yöneticiyle, hükümetiyle; milletimiz halkıyla şu günlerde, şu yıllarda, şu aylarda fevkalâde mühim olayların içindeyiz. Yuvarlanıp gidiyoruz. Fevkalâde dikkatli olmamız gereken bir devredeyiz. Bunun altını da çizmek istiyorum.

336

Zâten sizi bu çeşit eğitim toplantılarına çağırdığımız zaman, konuları seçerken, sizi meselelerden bîhaber insanlar olarak kalmasınlar; problemleri bilen agâh, uyanık, arif insanlar olsunlar diye bu toplantıları yapıyoruz. Bu da bizim biraz ikaz vazifemizi yerine getirmek gibi olsun diye düşünüyoruz. Çok ciddî günlerde olduğumuzu bilerek, kendimize çeki düzen verememiz gerektiğini iyice aklımıza yerleştirmeliyiz.

Her birinizin mutlaka, son derece kaliteli insan olması gerekiyor ve olanca müktesebatını İslâm'ın yükselmesine tevcih etmesi, o çeşit çalışmalara katması gerekiyor. Biz bu çalışmaları topluca yaparsak, bir büyük güç elde edebiliriz.

Şimdi ben bir dinleyici olarak, bu ortak pazar, gümrük birliği meselelerinde, "Avrupa'da şu kadar devlet birleşmiş, şu kadar trilyonluk bir üretim imkânına sahip muazzam bir ekonomik, siyasî, askerî topluluk oluşturmuş..." filân... Bunları söylüyorlar. Bakıyorum, bir tek anahtara bağlı bir şey... Bütün fabrikanın çalışması bir şartele bağlı olduğu gibi... Bütün bu tehlikelerin hepsi sıfırlanabilir, bir tek şartel hareketiyle.... Biz şuurlu olursak, biz dikkatli olursak, biz onların bize karşı yapacakları şeylere karşı uyanık olursak, onların bizi hiç bir zaman yenmesi mümkün değil...

337

Nasıl bir metodla çalışıyorlar?.. Malların üretiyorlar. Petrol ülkeleri petrole zam yapınca, petrolün zam farkını fiatlarına ekliyorlar. Bize mamül maddelerini daha pahalıya satıyorlar vs. vs. Tamam... Almazsak ne yapacak?.. Bütün başımızda gürültü patırtı kopuyor; bunlara malı ben satacağım, sen satacaksın vs. Almadığın zaman iş bitiyor, bütün oyunlar sona eriyor. "Ben senin malını almıyorum!" dediğin zaman, yelkenleri suya iniyor.

Onun için, icabında sükûtumuzun bir mânâ taşıyacağını, icabında kaş çatmamızın bir mânâ taşıyacağını, icabında bir mala boykot etmemizin selli seyf eyleyip, kılıcı çekip de düşmana "Yâ Allah!" diye saldırmak kadar büyük olacağını da düşünmeliyiz.

Biz veyahut mütehassıs kardeşlerimiz size bir işaret veriyorsak, o işareti leb demeden anlayıp, ona göre hareket etmelisiniz.

Çok kesin olarak söylüyorum, düşmanımızı biz besliyoruz. İslâm Alemi olarak biz besliyoruz, Türkiye'de de biz besliyoruz. Her yerde böyle oluyor bu iş... Bizim gafletimizden istifade ediyorlar. Biz uyanık olduğumuz zaman, müttefik olduğumuz zaman ve onlara kuvvet kazandırmayacak bir tavır sergilediğimiz zaman, takib ettiğimiz zaman, onların bir şey yapması mümkün değil!..

338

Onun için, düşmanın malını almayın!.. Düşmanın imalatını almayın!.. Buna çok dikkat edin!..

Ben çarşıya pazara çıkarken, elimi açıyorum, dua ediyorum: "Yâ Rabbi, aldanmaktan, aldatmaktan sana sığınırım. Param bir müslüman gitsin, ben de iyi bir mal alayım!" diye dua ediyorum. Buna çok dikkat edin!..

Her şeyi de almak zorunda değiliz. Çevrenizdeki ihtiyaç sayılan şeylerin çoğu da sun'î ihtiyaçtır. Bu ekonomistlerin bir lafı var, benim çok sinirlendiğim, kitaplarının ilk sayfasında yer alıyor: "İhtiyaç yaratılır!" diyorlar. Bir malın pazarlanması bahis konusu olduğu zaman söyleniyor galiba bu... Yâni, ihtiyaç yokken bir ihtiyaç meydana getiriliyor; propaganda ile, reklamla... Ondan sonra sürüm sağlanıyor.

Ne demek yâni, ben aptal mıyım, çocuk muyum?.. Kanmam!.. Meydana getirilmek istenen sun'î şeye uymam; biter iş...

İnsanoğlunun midesinin hacmi, iki yumruk kadar... Üçte biri zâten suyla dolacak, üçte biri boş kalacak, üçte biri de ekmekle, yiyecekle dolacak.

Peygamber Efendimiz SAS, eve gelirmiş.

339

"--Yiyecek bir şey var mı?.."

"--Birazcık süt var yâ Rasûlallah!.."

Süt içermiş, tamam... Hurma yermiş, tamam... Bu kadar fazla gıda, bu kadar çeşitli garnitür, bu kadar salata, bu kadar vesaire... Bunların hepsi sun'î olarak meydana getirilmiş şeyler... Biz bunlara karşı frenlersek kendimizi ve frenlemeyi Türkiye'de yaygınlaştırırsak; bir çok problemi burdan da halledebiliriz. Yâni, karşı taraf istediği kadar çırpınsın; bir çok düşmanı o surette dize getirebiliriz.

Şimdi, Allah'ın emirleri içinde, Peygamber SAS Efendimiz'in tavsiyeleri içinde, dikkat etmediğimiz bir nokta daha var: İhsan...

İhsan, Arapça'da bir şeyi güzel yapmak demektir. Hüsn, güzel olmak demek. Hasüne, güzel oldu... Meselâ, (hasünet ahlâkuhû)diyoruz; ahlâkı güzel oldu demek... İhsan, bir şeyi güzel yapmak demek...

(İnnallàhe ketebel-ihsâne alâ külli şey'.) "Her konuda, onu güzel   yapmayı Allah mü'minlerin boynuna bir vazife olarak yazmıştır."

Meşhur Cibril hadis-i şerifi var, Hz. Ömer RA'den rivayet edilmiş. Cebrâil AS, beyaz tertemiz kıyafetli bir insan sûretinde, Ashab-ı Kirâm ile Peygamber Efendimiz otururken geliyor da; "İman nedir?.. İhsan nedir?.. Kıyamet ne zaman kopacak?.. Alâmetleri nedir?.." diye sorular soruyor, gidiyor. Diyor ki, Rasûlüllah Efendimiz: "Bu Cebrâil'di, size dininizi öğretmek için bu soruları sordu."

340
341 ilâ 360. sayfalar