41 ilâ 60. sayfalar

Turûk-u sâirede muhalefet-i nefs riyâzâta ve açlığa maksurdur, yâni açlıkla olur. Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'de ise;

(Race'nâ minel-cihâdil-asgari ilel-cihâdil-ekber) hadis-i şerifi mûcebince, mücâhede ile hàsıl olur. Mücâhede lügatte, muharebe demektir. Sûfiyye dilinde, nefs-i emmâre ile muharebeye denir ki, nefse hoş gelmeyen ve meşakkatli görünen işleri o nefse yüklemektir. Bu tarîkatta mücâhede olup riyâzât olmamasından, yemede içmede ortayı ve îtidali tecâvüzün câiz olduğu anlaşılmasın! Mâlûmdur ki, taamda îtidali tecâvüz, şerîatte ve tarîkatta mezmumdur, kötüdür. Nakşıbendî kitaplarında taamın nev'inin bir veya iki, nihayet üçten fazla olmaması tenbih olunmuştur Üçün ise, ancak ya misafir, veya bir ihtiyaç anına hasredilmesi muvâfıktır.

Dikkat edilmesi lâzımdır ki, fazla açlık da ya ibadette tenbellik ve atâleti mûcib olur, veyahut bir takım hayâlât-ı fâside ve evhamı celb eder. Onun için Peygamber SAS'ın meddâhı olan İmam Busîrî (Rh.A) Hazretleri Kasîdei Bür'e'de:

Vahşed-desâise min cûin ve min şibain,
Ferubbe mahmesatin, şerrün minet-tühemi.

61

"Açlığın ve tokluğun hilelerinden haşyet ile kork; çünkü ekseriya çok şiddetli açlık, tokluktan daha şerlidir." diyerek açlık perhizinden men etmiştir.

Açlığa alışmak mümkündür. Vücut alıştığı şekilde hareket edebilir. Hattâ bazı hristiyan doktorların ve Hint fakirlerinin 40-50 gün kadar yalnız su ile iktifa ederek, açlık perhizine bazı sebeplerden nâşi devam edegeldikleri görülmüştür.

Hüner hiçbir zaman açlıkta değildir. Kemâl derecesinin Hakk'ın rızasına muvafık amel, ilim ve hareketlerle ve nefsin gayr-i meşrû arzularına tam muhalefetle elde edilebileceği şüphesizdir. Nefsi açlıkla değil, belki tam bir mücahede ile ıslah mümkündür. İstilâya uğramış memleketlerin kurtarılabilmesi nasıl açlıkla mümkün değilse, nefsi yenmek de ancak tam mânâsıyla mücâhedelere ve bu mücâhedelerdeki azim ve gayrete bağlıdır. Azimsiz mücâhedenin de tam muvaffakıyet sağlamayacağı cümlenin ma'lûmudur.

Onun için sâdât-ı Nakşıbendiyye hazarâtı açlığı değil mücâhedeyi iltizâm etmişlerdir. Fakat bu, çok yensin mânâsına değildir. Bil'akis, îtidali elden bırakmamak esastır.

62

Efendimiz SAS Hazretleri'nin buyurdukları gibi, bir gün aç olup tazarru ve niyaz, bir gün de tok olup Hakk'a şükretmek en evlâ ve güzel bir yoldur.

Yiyecek, içecek ve giyeceklerde nefse muhalefet ve onun arzusunun hilâfına hareket ve amel ile beraber;

(Nefsüke matıyyetüke ferfak bihâ) "Nefsin senin yolculukta üzerine bindiğin bineğin gibidir; ona yumuşak davran!" muktezâsınca îtidâle, muhafaza-i nisbete devâma, sünnet-i şerîfelere riâyete, gece ibadetlerini ihyâya, sükût ve uzlete, yalnızlığa da riâyet etmelisin.

Sâdât-ı kirâm hazarâtı;

RE. 243/8 (Bihasebil-mer'i mineş-şerri en yüşâra ileyhi bil-esàbii fî dînin ev dünyâ illâ men asamehullàh.) [Kişiye gerek dünya cihetinden, gerek ahiret cihetinden parmakla işaret edilmesi şer olarak kâfîdir; meğer ki Allah koruya.] hadis-i şerif mûcebince avam nazarında büyük ve kıymetli görünen ve halkın kabulünü ve beynen-nâs şöhreti mûcib olan riyâzât ve uzletlerden, âfâtı mutazammın olmasından nâşi ziyâde ihtiraz etmişler ve sakınmışlardır.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, "Ziyâde açlık, yemekteki hadd-i îtidâle riayetten daha kolaydır." demişlerdir.

63

"Çok şiddetli açlıklarla olan riyâzâttan, orta hale riayetle olan riyâzât daha ekmeldir." denilmiştir.

Bundan anlaşılan, Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'de nefse muhalefetin daha ziyade bulunduğu ile, akreb-i turuk olduğudur. Bu beyan, umum ve ekseriyet üzerinedir. Nitekim sâir tarikatlarda da nâdiren bazı zevât zuhur eder ki, ekmel olur. Ve yine Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'nin efradı arasında bazı kimseler bulunur ki, kabiliyet ve istîdâdı gayet az olduğundan, derece-i kemâle vâsıl olamaz.

Kaldı ki Nakşîliğe nisbet iddia edip, mücahede olduğunu bilmeyen, veya bilip de yapmayan ve hilâf-ı usülde bulunan, yâni tarikatın usül ve âdâbına riayet etmeyen ve tarîkat-ı âliyyeyi şeriatın gayrı sayan, cahil sofîlerin bir kaç sözüyle vakitlerini geçirip zâyî eden ve şeriata da uymayan kimseler bahsimizden hariçtirler.

Şimdiki zamanda ise şeyhlik, sülûk ile mürşid-i kâmilden me'zuniyete münhasır olmayıp, ekseriya babadan miras kalıyor, veya bazı açıkgözler, tasavvuf kitaplarından öğrendikleri bir miktar zâhirî mâlûmatla ve merasimlerde icrâ edilegen usülleri bilmekle, işi oldu bittiye getiriyor. Çenesinin sayesinde ve gösterişli giyiniş, sakal, sarık ve sâire kıyafetlerle ortaya çıkan bu misillü eşhas ki, bunlara müteşeyyih denir; yâni yalancı şeyh, uydurma şeyh demektir. Her ne kadar salâh-ı hal sahibi gibi görünürlerse de, öyle değillerdir.

64

Kemâl-i insâniyyet ve ahlâkan olgunluk, öyle elbise ve bilgi ile olsaydı, ne âlâ! O zaman her bilen kemâl sahibi olabilirdi. Fakat hiç de öyle değildir. Bunlar hep erbâbına hizmete, hizmetteki muvaffakıyetlere ve Hakk'ın ihsân ve ikrâmına bağlıdır. Öyle bilgi sahipleri vardır ki, nefislerinin esiri oldukları için çok çirkin, çok fenâ ve çok fesad işleri ya bilfiil kendileri işler, veya bu fenâ ve fesad işlere alet olurlar. Bunlar her zaman ve her yerde görülmektedir. Ehl-i sünnet mezhebinin dışındaki mezheb alimlerini de bunlara katabilirsiniz. O zaman iş daha açıkça anlaşılır.

Allah Celle ve A'lâ cümlemizi kötü ve fenâ yollara sapmaktan, kötü arkadaş ve refîklerden muhafaza buyursun, âmîn...

65

Birinci Fasıl

ÂDÂB-I ZÀHİRE

Allah Celle ve A'lâ'yı zikretmenin yirmi âdâbı vardır ki, bunlardan şu yedisine âdâb-ı zàhire adı verilmiştir:

1. Abdestli olmak.

2. Yalnız bir yerde Kıble'ye karşı oturmak.

3. Sağ inciğin üzerine oturup, ayak uçlarını sol taraftan çıkartmak.

4. İstiğfar etmek.

5. Bir Fâtiha, üç İhlâs okuyup, sevabını Nakşıbendiyye silsilesinin ruhlarına hediye etmek.

6. Ervâh-ı silsileden istimdâd etmek.

7. Gözleri yummaktır.

1. Zikir Esnasında Abdestli Olmak

Zîrâ, tâat ve ibadette, nefis ve şeytanın vereceği kötü hatıraları def'e çalışmak iktizâ edecektir. Mü'minin ise şeytan ile cihadda en birinci silâhı abdestli olmaktır. Zikrullah efdal-i ibâdât olduğundan, yâni nafile ibadetlerin en faziletlisi bilindiğinden, nefis ve şeytanın tasallut edeceği pek âşikâr bir şeydir.

66

Abdestin ibadetlerden başka, korkulan an ve mahallerde dahi çok büyük faydaları vardır. Ashàb-ı kiramdan bir zât, evine bir haham uğradığı zaman, hemen ev halkına abdest almalarını emretmiş. Tabii, bu sırada kapıyı da biraz geç açmış. Sebebi sorulunca:

"--Cenâb-ı Hakk'ın Mûsâ AS'a, 'Korktuğun zaman abdest al ve ehline de abdest aldır; o zaman benim ahd ü emânımda olursun!' buyurması sebebiyle, ben de sizin devlet tarafından gönderildiğinizi görünce, içime korku geldi ve derhal abdest alarak Cenâb-ı Hakk'ın himayesine iltica ettim. Senden emin olarak namaz kıldık, sonra kapıyı açtık." demiştir.

Bundan anlaşılıyor ki, eski ümmetlere de abdestli olmak tavsiye edilmiştir.

Abdest, mü'minin gerek şeytan üzerinde ve gerek sâir korkulacak yerlerde mânevî silâhıdır. Onun için dâimâ abdestli olmak lâzımdır. Hattâ tàlib-i Hak olan kişiye üç şeyi lâzım görmüşlerdir. Bunları terke müsaade yoktur:

a. Dâimâ abdestli olmak,

b. Nisbeti muhafaza etmek,

c. Lokmada ihtiyat etmektir. Hem helâl lokma yemek, hem de fazla tokluk olmamasına dikkat gerektir.

67

İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin dediği gibi, "Az ye, az iç, az uyu; ten mezbelesinden vaz geç!" mısraı ne kadar yerinde bir sözdür.

Abdestin âdâb-ı zàhiresi ve ve bâtınesi vardır. Âdâb-ı zàhiresinden bazıları:

1) Evvelâ helâda avret yerlerini güzelce yıkayıp, taharet bezleri ile güzelce kurulamak ve yaşlık bitinceye kadar beklemek.

2) Abdest suyunu israf etmemek, üstüne başına sıçratmamak ve yıkamayı üçten fazla yapmamak.

3) Kıbleye karşı sümkürmemek.

4) Kıbleye karşı oturarak abdest almak.

5) Abdest alırken huzura dikkat edip konuşmamak.

6) Abdestin arkasından iki rekât şükür namazı kılmak.

Abdestin âdâb-ı bâtınesinin mühimleri üçtür:

1) Biri, abdest alırken huzur-u kalbdir. "Esnâ-yı vudda huzur-u kalb bulunursa, namazda da huzur bulunur. Yoksa, namazda sehv olur." demişlerdir.

2) İkincisi, abdest alan kimse tâzim ile alıp, bununla Rabbül-àlemîn'in huzurunu murad etmektir.

3) Üçüncüsü de, bütün günahlardan tevbe etmektir.

68

Böyle alınan abdestler, iç ve dış temizliği için pek lâzımdır ve mûcib-i terakkîdir.

2. Hàlî Bir Yerde Kıbleye Karşı Oturmak

Şol sebebdendir ki, farz ibadetlerden gayrisinin efdal olanı gizli olanıdır. Esâsen Tarîkat-ı Nakşıbendiyye'de her halde gizli olmak efdaldir ve bu tarikatın adına Tarîk-ı Hafiyye derler. Zàhirleri halk ile, bâtınları, yâni içleri de Hak ile muamelededir. Tac ve hırka giymezler, ulemâ kisvesindedirler. Kendilerinin ehl-i tarîk oldukları ve meşâyıhtan bulundukları belli değildir. Hàrika ve keramet göstermeyi kat'iyyen arzu etmezler. Ahvâl ve amellerini dâimâ halktan saklarlar. Bu da ancak uzlet ve kimsesiz yerlerde mümkündür.

Uzletin de ibadet olduğu Efendimiz SAS Hazretleri'nin:

(Elkanâatü râhatün vel-uzletü ibâdetün) hadisleriyle bildirilmiştir ki, "Kanâat ehl-i tevhide rahat; ve halktan uzlet de ibadettir." demektir.

Hazret-i Ali KV, Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri'nden, en kolay ve ind-i ilâhîde en yakın yola ve akreb tâate delâlet buyurmalarını rica ve istirhamda bulunduklarında:

69

(Yâ aliy, aleyke bimüdâvemeti zikrillâhi fil-halevât) "Yâ Ali, halvetlerde zikrullaha devam eyle!" buyurmuşlardır.

Zîrâ uzlet, halvet ve vahdetin en güzeli, insanların bilemeyeceği ve bulamayacağı bir yerin olması lâzımdır ve bundan kimsenin haberi olmaması gerektir. Yoksa insanların bildikleri yerlerde şöhrete vesîle olacak halvetler, uzletler, vahdetler ibadet değil, herbiri bir kabahat ve bir afet olur.

(Eş-şühretü àfetün) [Şöhret afettir.]

Bu halvet yerinin karanlıkça olması da güzel olur. Cemiyyet-i ihvân halvete mânî değildir. Onların bulunduğu yer, mekân-ı hafî demektir.

İstikbâl-i kıble; kıbleye yönelmek de bir ibadettir ve bununla da memuruz.

3. Aks-i Teverrük Tarzında Oturmak

Yâni, kadınların tahiyyatta oturduklarının aksine, sağ inciğin üzerine oturup, ayaklarını sol taraftan çıkarmaktır. Bu oturuşta ashàb-ı güzîn (Rıdvânullàhi aleyhim ecmaîn) hazarâtına müşâbehet ve hem de sûret-i meskenet vardır. Sahabe-i güzîne müşâbehetle olan ibadetin memduh ve muteber olacağı şüpheden ârîdir.

Feteşebbehû in lem tekûnû mislehüm,
İnnet-teşebbühe bil-kirâmi felâhun.

70

Beytin mânâsı: "Ashàb-ı kirâmı ve evliyâ-yı izâm hazarâtı gibi olamadı iseniz de, taklid etmeli, kendinizi onlara benzetmelisiniz. Zîrâ böyle büyükleri taklid mûcib-i necât ve felâhtır."

(Men teşebbehe bikavmin fehüve minhüm) "Her kim kendini hangi kavme benzetirse, o onlardandır." Onlar iyiler ise, ne âlâ... Eğer kötü kimselere benzetir ve onların yolundan giderse maazallah kötü bir âkıbete sürüklenir.

4. İstiğfar Etmek

İstiğfar, Cenâb-ı Hak'tan mağfiret talebidir ve üç mertebesi vardır. A'lâsı 25, ortası 15, ednâsı 5 keredir. Mağfiret talebi, günahlardan tevbe ve rücûa ve üzerinde haklar varsa onları ödemeye ve hasımlarıyla, hak sahipleriyle helâlleşmeye ve onları razı etmeğe bağlıdır. Yoksa, kalben fısk ve fücûra rağbetle beraber, hakları ödemedikçe ve onları razı etmedikçe, lisânen istiğfar bile bir fayda vermez ve kat'iyyen makbul olmaz. Zîrâ tevbe, bütün ibadetlerin kökü ve esasıdır. Esas olmadıkça, bina vücut bulmaz.

Tevbenin farz-ı ayın olduğu ayât-ı beyyinât ile sabittir. Ezcümle:

(Tûbû ilallàhi cemîan eyyühel-mü'minûne lealleküm tüflihn.) [Ey mü'minler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.] (Nur: 31)

71

(Yâ eyyühellezîne âmenû tûbû ilallàhi tevbeten nasûhâ, asâ rabbüküm en yükeffira anküm seyyiâtiküm ve yüdhıleküm cennâtin tecrî min tahtihel-enhâr) [Ey iman edenler! samîmî bir tevbe ile Allah'a dönün! Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter ve sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar.] (Tahrim: 8)

(Ve zerû zàhirel-ismi ve bâtınehû) [Günahın açığını da, gizlisini de bırakın!] (En'am: 120) âyât-ı kerîmeleri tevbenin farzıyyetine sarih delildir. Beşerden hiçbir ferd bundan müstağni olamaz. Hattâ Rasûl-ü Ekrem Efendimiz bile günde 75 kere takarrüb ve ta'lim cihetiyle istiğfar ederlerdi.

"Meàsîden tevbe ise, rücû ve hakları yerlerine vermeğe ve hasımları razı etmeğe mütevakkıftır." diye izah buyurmuşlardır.

Meàsî, bir farzın terki ile hasıl olmuş değilse ve kulların mezâlim ve haklarına taallûk etmezse, veya içki içmek, çalgı çalmak, nâmahreme bakmak, abdestsiz Mushàf-ı Şerif'i ele almak ve bid'atlere itikad etmek gibi olursa; onlardan tevbe etmek nedâmet, pişmanlık, istiğfar, tahassür ve özür dilemekle olur. Velâkin ferâizden bir farzın edâsı lâzımdır. Eğer ma'sıyetler kullara zulme taalluk ederse, onun tevbesi zulmettiğine veya onun evlâtlarına veya mirasçılarına haklarını vermesi ve helâllaşması ile olur. Vârisi mâlûm olmazsa, iş müşkül olmakla beraber hak sahibi nâmına fukarâ-i müslimîne tasadduk eder.

72

Hazret-i Ali KV, "Sıddîk-ı Ekber RA'dan işittim ki, Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri şöyle buyurdu:

(Mâ min abdin eznebe zenben fekàme fetevaddaa ve sallâ, vestağferallàhe min zenbihî illâ kâne hakkan alellàhi en yağfira lehû; liennehû yeklü azze ve celle fî kitâbihî: Ve men ya'mel sûen ev yazlim nefsehû sümme yestağfirillàhe yecidillàhe gafûran rahîmâ.)" demiştir.

Mânâsı: "Hiçbir kul yoktur ki, bir günah işlediğinde hemen kalkar, abdest alır, namaz kılar, o günahından dolayı Allah'tan mağfiret dilerse, Allah-u Teàlâ onu mutlaka affeder. Çünkü Allah-u Teàlâ Kur'an-ı Kerim'inde, 'Kim bir kötülük işler, yahut kendine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Cenâb-ı Hakk'ı çok affedici ve çok merhametli bulur.' (Nisâ: 110) buyurmuştur."

Diğer bir hadis-i şerifte:

(Men eznebe zenben sümme nedime aleyhi fehüve keffâratühû.) "Kim bir günah işler de, sonra nâdim ve pişman olursa, bu hàlet o günahın kefareti olur." buyrulmuştur.

Hazret-i Lokman oğluna vasiyetinde: "Ey oğul, tevbeyi yarına bırakma! Zîrâ ölüm sana ansızın geliverir." buyurdular.

73

Hazret-i Mücâhid: "Her gün sabah ve akşam tevbe etmeyen kimse zalimlerdendir." buyurdu.

Abdullah ibn-i Mübârek (Rh.A): "Haramdan bir altını sahibine vermek, yüz altın tasadduk etmekten efdaldir." buyurmuşlardır.

Mü'min bir kişi mûcib-i küfür bir iş işlemedikçe, tevbelerinin kabulünden ümid kesmemelidir. Asîlerin tevbelerinin tâ ölüm anına kadar kabulü muhakkaktır. Bunda vaad vardır. Selef;

(Hàsibû enfüseküm kable en tühàsebû!) [Hesaba çekilmeden evvel nefislerinizi hesaba çekiniz!] hadis-i şerifi hükmünce, gece uykudan evvel, akvâl ve ef'àlini, harekât ve sekenâtını düşünüp, kusurlarından nedâmet ve istiğfar ederek, iyi ve hayırlı amelleri için Cenâb-ı Hakk'a şükrederlerdi.

Şeyh-i Ekber Hazretleri, kalbine gelen hàtıraları ve niyetlerini de muhàsebe edermiş.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de, "Uyumadan önce yüz kere tesbih, tahmid ve tekbir eylemek, nefsin muhasebesi hükmündedir." buyurmuşlardır. "Bu sûretle, tevbenin anahtarı mesâbesinde olan tesbihi tekrar eylemek sebebiyle, kendi seyyiat ve taksîrâtından özür dilemiş ve hem tevbeyi, hem de muhasebesini yapmış olur." denilmiştir.

74

5. Ervâh-ı Silsile-i Nakşıbendiyye'ye Bir Fâtiha, Üç İhlâs Kıraati

Silsilede bulunan eizze-i kirâm hazarâtından istimdâd edileceği cihetle, o kıraatin ecrini evvelce hediye edip, kendini onlara sevdirmektir. Silsileden murad, mürşidinden menba-ı sıdk u safâ Hazret-i Peygamber SAS'e varıncaya kadar olan vasıtalardır; sadece Nakşıbendiyye sâdâtı değildir.

6. Ervâh-ı Silsileden İstimdâd

Huzur ve mevâcîdi tahsilde, zikredilen muhterem zevâtın ervâh-ı şeriflerinin yardımları olsun içindir. Zîrâ, tarîk-ı sûfiyyede öyle berzahlar vardır ki, onlardan geçmek ve nefsin, şeytanın ve hevânın hatarâtından ve tehlikelerinden kurtulmak pek müşkildir. Bu gibi müşkil işlerde evliyâullahtan istimdâd etmek ve yardım istemek;

(İzâ tehayyertüm fil-umûri festaînû min ehlil-kubûri) mantûk-u celîlince lâzımdır.

Nisbet-i sahîha ile teveccüh ve telkin sonucu silsile-i kavme dahil ve muttasıl ve merbut olan mürid, meşâyihını yad edip, tahrik-i silsile ve istimdâd eyledikte, mürşidinden ta Rasûlüllah'a varıncaya kadar olan ruhaniyyet-i evliyâ ve asfiyâ birer birer ona isabet edip, ihlâs ve muhabbetine göre mütenâsib bir ruhaniyetle ifâzâ ve imdad ederler.

75

İşte mürşidin müride teveccüh ve telkın-ı zikir eylemesinde tarikın sırrı budur ki, mürşid müridin kalbini teveccüh ile kendi kalbinden ta Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri'ne kadar müteselsil ve muttasıl ve merbut kalblere îsal ve rabt eder.

Dikkat: O kimse ki, nisbet-i sahîha ile bit-teveccüh vet-telkın silsile-i kavme dahil ve muttasıl ve merbut olmaya, yahut olup da sonradan terk etmiş ve münkatı ola; vech-i mezbur üzere muamele eylese, ona kimse cevap vermez. Zîrâ o kimse, onların taallûkàtından değildir.

7. Göz Yummak

Bu da sünnet-i seniyyedendir ki, Hazret-i Ali KV ve RA, Efendimiz SAS Hazretleri'nden zikrin nasıl yapılacağından sual buyurduklarında, Efendimiz Hazretleri:

(Gammiz ayneyke vesma' minnî selâse merrâtin sümme kul ente ve ene esmau) [Gözünü yum, benden üç kere işit; sonra sen söyle, ben dinleyeyim!] buyurmaları üzerine, gözlerini kapamış oldukları halde seslerini çıkararak yüksek sesle üç kere "Lâ ilâhe illallah" diye tâlim-i zikir eyledikleri rivayet-i sahîha ile sabittir.

Bu sebepten meşâyih-ı kirâm esnâ-yı zikirde ve her istifâza mahalinde göz yummayı, pek mühim bir rükün ve esas addettiler Çünkü maksad-ı aslîye vusûle mânî ve emrâz-ı kalbiyyenin en şiddetlisi, taallûka giriftarlıktır ve mâsivânın giderilmesi esbâbından birisi mâsivâyı gözden gidermektir. Göz gördükçe onlarla meşgul olacağı cihetle, her halde gözlerin kapatılması gerektir.

Gözün yumdu temâşâ-i cihandan,
Ferâgat kıldı gavga-i zamandan.

mısraları fehvâsınca, gözler yumulunca hatıralar kolaylıkla kalbe giremez.

76

İkinci Fasıl

ÂDÂB-I BÂTINE

Yirmi âdâbın ikinci yedisine de âdâb-ı bâtıne derler. Bunlar:

1. Tezekkür-ü mevt,

2. Râbıta,

3. Huzur,

4. Vukf-u kalbî,

5. Vukf-u zikrî,

6. Vukf-u adedî,

7. Bâz geşt.

1. Tezekkür-ü Mevt

Ölümü hatırlamaktır. Sâlik olan kimsenin, güyâ sekerât-ı mevti, yâni canın bedenden çıkma zamanını ve yıkayıcının gasil ve tekfin hizmetini, tabuta konup namazının kılınmasını, götürüp kabre bırakmalarını; yalnız başına orda kalıp Münker ve Nekir denilen iki meleğin gelip sorgu sormalarını ve bu sûretle ehvâl-i kıyametten kurtulamyacağını tefekkür ve teyakkun ile;

77

(Udde nefseke min ehlil-kubûr) [Nefsini kabir ehlinden, ölülerden say!] hadis-i şerifince, kendisinin ölülerden olduğunu ve bulunduğu yerin kabir olduğunu düşünmesidir. İşte bu tefekkür ve tahayyül, lâyıkıyla icrâ eden sâlikin nefsinin kırılması ve hevâ vü hevesinin kesilmesine en iyi bir yoldur.

Peygamberimiz SAS Hazretleri de:

(Eksirû zikra hâzımil-lezzâti) buyurmuşlardır ki, "Lezzetleri sizden kesip alan ölümü çok düşünün!" demektir.

2. Râbıta

Mürşidi şahsen tahayyül etmektir. Yâni hayalinde zabt ve muhafaza etmektir. Bunun yolu, tevâzu ve meskenetle mürşidin şemâilini tahattur edip, gûyâ alnını alnına mukabil olarak hazine-i feyz olan iki kaşı arasına nazar ile ondan feyz taleb etmektir. İki kaş arası nûr-u Muhammedî'nin (SAS) durduğu yerdir. Orası mevzi-i feyz ve mehbıt-ı nurdur. Bu râbıta ve tahayyül sebebiyle, kalb zikre istidat kesbeder. Râbıtanın şer'an câiz ve lâzım olduğuna dair birçok edille olduğu gibi, Hazret-i Hàlid-i Bağdâdî Rahimehullah'ın bu hususta ayrıca bir eseri de vardır. Burada bu delillerden birkaçını zikr ile iktifa edeceğiz.

78

Mâlûm ola ki, kemâl-i şühûda vusûlün husûlü, nûr-u telkîn ve keynûnet-i maas-sàdıkîn iledir. Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Keriminde, estaîzü billâh:

(Ve kûnû maas-sàdıkîn) [Sàdıklarla beraber olun!] buyurmuştur. Bu ise iki türlü olur; yâ sûrî, veya mânevî... Sûrî olan, ehl-i sıdk ile beraber ve onların meclisine devamla olur. Mânevî ise, münâsebet-i mâneviyye ile olur. Bundan kasd, kemâl-i muhabbettir. Muhabbet ise, kişinin sevdiği mahbubunu dâimâ gözünün önünde tahayyül etmesini, hatırında tutmasını iktizâ eder.

(El-mer'ü mea men ehabbe) buna işarettir. Yâni, "Kişi dâimâ sevdiği kimse ile beraberdir." Feyz alma ve bereketlerin husûlü muhabbet miktarıncadır.

Râbıta tarikatta şeyhine refik olmaktır. Çünkü,

(Er-refîk sümmet-tarîk) [Önce arkadaş, sonra yol.] denilmiştir. Meşâyih-ı kirâmın da dedikleri gibi, sâlikteki sevgi bütün güç ve kuvvetiyle ve tam bir meyil ile olmalıdır. O şeyhini nefsi, ehl ü iyâli, mal ve mülkü ve her şeyi üzerine tercih ve ihtiyar ile, gizli ve âşikâr her hususta bütün emirlerine bilâ itiraz itaat edip ve yine de lâyıkıyla sevemedim diye af ve özür dilemelidir denilmiştir. (Meylüke ileş-şey'i bikülliyyetike sümme îsâruke alâ nefsike ve ehlike ve mâlike sümme müvâfakatüke fis-sirri vel-cehri sümme i'tizâruke bitaksîrike) İhyâ-i Ulûm ve Tercüme-i Mevâhib-i Ledünniyye kitaplarının muhabbetle ilgili bahislerinde târif budur.

79

Bu tarîkatta râbıtasız sülûk çok müşkildir. Hak Sübhànehû ve Teàlâ;

(Vebteğ ileyhil-vesîlete) [Allah'a yaklaşmaya vesîle arayın!] (Mâide: 35) buyurmuştur. Padişahlar huzuruna bile vasıtasız girmek müşkül olunca, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna girmek için vesîle biz-zarûre lâzımdır.

Makàm-ı müşâhedeye varmış, sıfât-ı zâtiyye ile tahallûk eylemiş olan şeyhi kâmile mürîdin kalbindeki râbıta, zikre istîdat peyda eder.

İhyâ-i Ulûm'un namaz bahsinde, namaz kılan kimse "Esselâmü aleyke eyyühen-nebiyyü ve rahmetullàhi ve berekâtühû" derken, kalbine Efendimiz SAS Hazretleri'nin şemâilini getirip, ona hitâben huşû ile demek lâzım olduğu bildirilmiştir ki, bu da Nebî AS'a râbıta demektir.

Hazret-i İbn-i Abbas RA'ın, Peygamberimiz SAS'in aynasına baktığı zaman, aynada kendini değil de Rasûlüllah SAS Efendimiz'i görmesi de bir rabıtadır ki, buna da râbıta-i fenâ denir. Her hal ve zamanda onun gözünün önünden Rasûl-ü Ekrem'in şemâilinin ayrılmaması, onda kendini yok (fânî) etmesiyle olur. Bu halin hepimizde de böyle olması iktizâ eder. Heyhat!..

80
81 ilâ 100. sayfalar