Mürşidine tâzimen, her ne sorarsa saklamayıp doğru söyleye, hattâ günahı ve kabahati olsa dahi... Kalbinde olan şeyleri de gerek mürşidi, gerek tarikatı hakkında, tevbe ve istiğfar ile gideremediği takdirde, onların def'i için mürşidinden başkasına söylemeye ve ancak mürşidine söyleye... O hatıra kalbinde oldukça feyiz kapıları kapanır. İç hallerini de yalnız mürşidine söyleye.
Mürşidinin sevdiğini seve, sevmediğini sevmeye... Eh-i bid'atten ve erbâb-ı gafletten ve tarikatı inkâr edenlerden son derece kaçına... Müridlerin ecnebîlerden, yâni tarikat aleyhdarlarından ve şeriata aykırı giden ve muhalefet edenlerden, arslandan kaçar gibi kaçmaları ve ateşten sakınır gibi sakınmaları lüzumu rivayet olunmuştur. Zira bunların kalblerindeki kasvet, derhal müridin kalbine akseder ve hali perişan olur; gaflet, kasâvet, zikirde atàlet, tenbellik ve batàlet-i kalbe sebep olur. Ve bazan kalbi büsbütün zikirden men eder.
Ve dahi tarikatı inkâr edenin taamından yemeye. (Ya dini inkâr eden ehl-i fesadın yemeği yenir mi dersiniz?) Ehl-i inkârın yemeği, kırk gün feyiz kapılarını kapar. Ve ihlâs sahibinin yemeğini yiye. Lâkin onları pişirenlerin de tàhir ve abdestli olmaları lâzımdır. Ehl-i huzur olursa, daha efdaldir. Ve bu zikrolunanlar, o yemeklerin helâl ve şüpheden uzak olması suretindedir.
Yemekte ve içmekte bir lokma dahi olsa, israftan ve hırs ile yemek yemekten ve kalbi gàfil iken yemekten çok sakınmak lâzımdır. Zîrâ, "Gaflet lokması gaflet getirir, huzur ile yenen de huzur getirir." demişler.
Ve dahi nefsini gadab ve gülmeden muhafaza eyleye... Çünkü bunlar nisbet nurunu söndürür ve kalbi öldürmekte suyun ateşi söndürmesinden daha sür'atlidir. Böyle gülme ve gadab etme hallerinde, derhal bulunduğu yerden uzaklaşmalıdır.
Menhiyattan fazla olarak her mâlâya'nîyi, yâni bir işe yaramaz faydasız sözleri ve işleri terk ede... Çünkü bunların hepsi kıyamet gününde huzur-u Hakk'a arzolunur. Zîrâ ömür aziz, vakit cevher-i nefîs, fırsat ganimettir. Melik-i Cebbâr'dan bir daha mühlet verilmesi mümkün olmadığını düşünerek, her lahzayı ondan enfes olan zikrullaha ve Hak ile huzura sarf eyleye... Belki nefsini kefeni üzerinde meyyit halinde ve mezara girmiş addedip, haline merhameten zikrullah ile meşgul olup dura... Nitekim Peygamberimiz SAS Hazretleri, mürşidimiz, pîrimiz Ebûbekir RA (ruhum ona fedâ olsun) hakkında:
(Men erâde en yenzura ilâ meyyitin yemşî alâ vechil-ardı felyenzur ilâ ebî bekrinis-sıddîk) "Yeryüzünde yürüyen bir ölü görmek isteyen, Ebûbekir'e baksın!" buyurmuşlardır. Ve dahi:
(Kün fid-dünyâ bibedenike ve bikalbike fil-âhireti) [Bedeninle dünyada ol, kalbinle ahirette...] buyurmuşlar. Ve bu mânâya işareti zımnında üç kere buyurmuşlar ki:
(Kün fid-dünyâ keenneke garîbün ev âbiru sebîlin ve udde nefseke min ashàbil-kubûri) [Dünyada bir garip gibi veya bir yolcu gibi ol ve kendini kabirdekilerden say!]
Hak Celle ve A'lâ Hazretleri ise:
(İnneke meyyitün ve innehüm meyyitûne) [Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler!] buyurmuştur. (Zümer: 30)
Mürşid ile huzurda bulunma bahsinde kayda değer bir edebi de not olarak zikretmekte fayda gördük. Bu edeb şudur:
Bilhassa toplantı ve sohbetlerde hazır olan ihvânın, üçer beşer guruplara ayrılarak mâlâya'nî nevinden konuşmalara dalmaları, toplantının esas gàyesine uygun düşmüyor, aynı zamanda edebe de mugàyir oluyor. Bu gibi sohbetleri ganimet bilip, büyükler tarafından yapılan irşadı beklemelidir. Şayet bir konuşma yapılmıyorsa bile, sükût ve huzur içinde feyz-i ilâhînin gelişine intizarla oturmak gerektir. Zamanı, vakti, hattâ kalbi lüzumsuz konuşmalarla öldürmemek lâzımdır. Bu edebe muhalefet edenleri uyarmak ve sükûte davet etmek de, orada bulunanların vazifelerindendir.
MÜRŞİD İLE KONUŞMA EDEBİ
Müridin mürşid ile konuşacağı zaman, evvelâ usûlü vechile izin istemesi ve huzurunda hoşa gitmeyecek şeylerden sakınması, sesini gayetle yavaş ve hafif olarak çıkartması, yüksek sesle kat'iyyen konuşmaması gerekir. Hattâ köle ve uşakların efendilerinin huzurunda konuştukları gibi konuşa... Tekellümde edebe riayetle,
(Lâ terfaù esvâteküm) [Sesinizi yükseltmeyin!] (Hucurat: 2) emr-i celîline riayet eyleye... Mürşidin sözünü kalb ve lisanıyla tasdik edip, gerek lafzan ve gerek kalben, "Neden? Niçin? Hayır öyle değil, böyledir." gibi sözlerle mukabele etmeye... Zîrâ erbâb-ı tahkîk, mürşidine bu gibi mukabelede bulunan müridlerin ebediyyen felâh bulamayacağını bildirmişlerdir.
Ehlullahta bazı ümûr vardır ki, hassaten kudret-i Hak'tan neş'et eder ve bazı ümur da hikmete mebnîdir. Onun için, mürşidin işlediği işten ve sebeb-i hikmetinden sual etmek edebe muhaliftir.
Mürşid ile konuşmak mutlaka caiz değildir, meğer ki bir müşkülünü halle veyahut halini arza mecburiyyet-i kat'iyye ola. Rüyasını ve keşfini söyleyip cevabını beklemeye ve istemeye... Mugayyebattan, yâni gaibden sormaya... İzhara ya me'zundur veya değildir, veya başka bir maslahata mebnî karışmamak lâzımdır.
Mürid olan kimsenin mürşidine inanması ve ondan sadır olan ef'alin hepsini tasdik eylemesi vacibdir. Ve dahi keramet efdaliyete sebep değildir. Efdaliyet ancak kuvvet-i yakîn ve irfandadır. Kerametin suduru ekseriya zâhidlerden ve muhiblerdendir. Arifler ise keramete itibar etmeyip, hayz-ı ricalden addederler.
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri buyurur ki:
"--Su üzerinde yürüyen kimseler vardır, amma onlardan çok yüksek ve efdal olan bahtiyarlar, susuzluktan ahirete göçmüşlerdir."
Bunların hepsi Mebsûtât'ta mufassal yazılıdır.
Ve mürid yapacağı her işte mürşidinden izin isteye... Bunda bereket vardır. Cenaze, yıkayana nasıl teslim olursa, öylece mürşidine teslim olup kendi ihtiyarını ve isteğini terk eyleye ve mürşidinden hiçbir hal va malını saklamaya.
Bir yere gideceği zaman izin isteye ve gittiği yerden dönünce, mürşidinin evinin önünde durup yine onun izniyle evine döne.
Eğer mürşidi onun evine uğramışsa, tâzimde kusur etmeyip tekrar tekrar gelmesini rica ede... Onu teşyîde, yâni uğurlamada, o "Dön!" deyinceye kadar arkası sıra gidip, gözden kayboluncaya kadar orada durmalı, sonra evine dönmeli! Vel-hàsıl mürşidine, sultanlara lâyık bir tâzim ile tâzim eyleye.
Bu edebi bilenlerden sorup öğrenmeli!..
MÜRŞİDE HİZMET EDEBİ
Bu hizmet ya beden veya mal ile olur. Beden ile hizmet odur ki, mürşide hizmet Rasûlüllah SAS'e ve belki Allah Celle ve A'lâ'ya râcî olduğuna itikad edip, o hizmeti kendisine Cenâb-ı Hak'tan bir nimet bilmeli; ve bu tevfîka mazhar ve o hizmete muhtas kılındığına memnun ve müteşekkir olmalı! Kalbinde bu hizmetten nâşi mürşidine, "Ben sana şöyle hizmet ediyorum!" diye imtinân etmemeli, yâni söylememelidir. Çünkü bu başa kakmak gibidir ve zehirdir, ecrini zâyî eder; bunu bilmeli ve inanmalıdır.
Hizmet edebi odur ki, mürşidin emrettiği nesneyi aslâ tehir etmeye, velev ki başının kesilmesi bahasına dahi olsa... Yalnız şeriat işleri müstesnâ.
Eğer bir şeye söz vermişse, helâk olacak olsa bile sözünden dönmeye... Kendi işleri üzerine mürşidin hizmetini takdim eyleye ve mürşidine hizmeti bir lahza bile tehir etmeye. Bile ki, mürşidin himmet ve mededi o hizmete imdad edip, onunla vücuda gelir. Ve hizmetinden hemen hàdim ve mümtesil, yâni hizmete memur olmaktan başka bir şey kasdı olmaya... Eğer kendisinde bir gönül hoşluğu veya velâyet ve sâire gibi bir garaz olursa, derhal tevbe ve istiğfar eyleye... Ve daha doğrusu bu ki, Hak Teàlâ kendisini sanki mürşidine hizmet için halk ettiğine itikad eyleye... Hattâ nefsini bile mevcud görmeyip, hizmeti ona nisbet eylemeye.
Mürşidin meclisinde oturmaya, yanında yeyip içmeye... Huzurunda başını açmaya ve uyumaya... Ve huzurunda namaza durmaya... Eğer mürşid namazda ise veya mescidde ise beis yoktur. Zaruret-i şer'iyye olursa da zararı yoktur. Meselâ; başka namaz kılacak yer yoksa, veyahut namaz vaktinin geçmek korkusu varsa... gibi.
Kendisini mürşidin hizmetine lâyık görmeye... Memur olduğu hizmetten nefsini aciz ve noksan bile.
Şeyhin muhtaç olduğu mesàlihi ve işleri, söylemesine hacet bırakmadan ve hatırına gelmeden yapıvermeğe gayret ve sa'y etmelidir. Zîrâ bu suretle şeyhini rahatlandırmış olacağından, mükâfâtı da o nisbette çok olur. Şeyhinin gönlünü fethetmeğe sebep olur ve belki müridin (hàdimin) mürşidinin kalbinin ortasında yer almasını mucib olur. Bu suretle de mürşidin bâtını müridin kalbine aksedip, feyizde ziyade devam hasıl olur. Mürşidin hizmetini gàyet sürur ve beşaretle, sevinçle eda etmelidir.
Hoca Abdullah Herevî'nin KS, hizmette bu evsaf ile muttasıf olup mürşidine hizmeti sebebiyle, tarifi mümkün olmayacak derecede sevgi ve makbuliyete eriştiği görülmüştür. Bütün halifeler buna gıpta edip, etraf ve civardan herkes emrine mutî ve münkàd olmuşlardır.
Mürşide mal ile hizmet edebi oldur ki; Cenâb-ı Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın kendisine verdiği cemî mal ve evlâdın, alem-i ezelde mürşidin ruhaniyeti bereketine olduğuna itikad eyleye... Her ne kadar bu alemde sonradan zuhur etti ise de, bunların hepsi mürşidin olup, kendisi onun memlûkü, kölesi; yediği ve giydiğinin mürşidin kereminden ve zıll-ı inâyetinden olduğunu bilmesi gerektir.
Mürşidine bir şey ikram ederken de, ona mahcub olacak yerde vermeye... İkram ve nimetini mürşidine izharı kasd etmeye... ve bizzat mürşidine vermeyip, hàdimi veya posta vasıtasıyla gönderip, kabulünü rica ede... Zàhiren ve bâtınen Cenâb-ı hakk'a tazarru ve istinad ile mürşidine iltica ede.
Bir nesneyi mürşidine nezreylese, kabul yönünden akvâ ve riyadan uzak olur. Verilen şey malının ziyade temizinden ola; kabulünü kendisine minnet ve nimet saya, ve Hak Teàlâ'ya şükreyleye.
Hikâye olunur ki: Bir mürid bazı ihtiyaçları sebebiyle şeyhine mühim bir ikramda bulunmuş Fakat şeyh efendi bu müridi arkadaşları arasında medhedince, mürid şeyhine:
"--Ben o meblağı annemin rızası olmadan size vermiştim, vâlidem şimdi onu geri istiyor; vermenizi rica ederim!" demiş.
Şeyh efendi de getirip vermiş. Müridler de bu işe taaccüb etmişler. Lâkin akşamdan sonra herkes dağılınca, mürid o aldığı bin altını yanına alıp, şeyhine varmış:
"--Efendim, beni arkadaşlarımın arasında medh ve senâ buyurmanızı ve halk arasında bununla memnûniyetinizi bildirmenizi arzu etmedim. Bu sebepten nefsimi horlamak ve arkadaşlarımın arasında arasında kıymetimin olmamasını sağlamak için böyle yaptım. Kusurumun affını ve aynı meblağın kabulünü rica ederim!" demiş.
Şeyh de müridin bu halini tahsin edip, çok beğenip, edal-i makbûlînden kılmış.
Nitekim hadis-i şerifte:
(İnnemel-a'mâlü bin-niyyât, ve innemâ liküllimriin mâ nevâ) [Ameller niyetlere göredir. Muhakkak her kişi niyetlendiğini bulacaktır.] buyrulmuştur.
İHLÂS, FEYZ ALMAK İÇİN KALBİ HAZIRLAMA
İhlâs-ı mürid şol keyfiyette olmalıdır: Mürşidi Rasûlüllah SAS'in nâibi, vekili, halifesi ve zıllullah fil-àlem olduğunu bilip; mürşid kendisini reddederse, Allah-u Teàlâ ve Rasûlünün de reddeylemesine; ve kabul eylerse, Allah ve Rasûlünün de kabul buyurmasına vesile olacağı itikadında olması gerektir. Bir müridi eğer şeyhi reddecek olsa, şeyhinin şeyhi dahi kabul etmeyip, ta Rasûlüllah'a kadar hiçbiri kabul etmez.
Mürşidde bir ruhaniyet vardır ki, hiçbir halde müridden ayrılmaz. Bazı müridler bu ruhaniyeti üzerlerinde gördükleri için, uyku zamanlarında bile ayaklarını uzatmağa cesaret edemezlermiş. Bu hali her müridin görmesi mümkün olmasa dahi, görür gibi itikad etmelidir. Bu itikad sayesinde, görmüş olan mürid ile feyzde müsâvi olur.
Ruhaniyyet-i mürşid hâlet-i nezi'de, yâni can verirken ve kabirdeki süâl zamanında, müridin yanında hazır olup, sual meleklerinin cevaplarına yardım ederek teselli verir ve korkusunu teskîn eder. Şeytan ise mürşid-i kâmili görünce hemen kaçar, Hazret-i Ömer RA'dan kaçtığı gibi.
Ruhaniyyette hicâb ve perde gibi mânî olacak şey, madde ve müddet yoktur. Ve dahi ihvanlarımızdan bazıları bu hâli müşâhade ettiklerini de beyan etmişlerdir. Bu hâl kudret-i ilâhiyyeye râcîdir. Ve kudret-i Hakk'a iman etmek gerektir ki, erkân-ı imandandır. Bu gibi şeylerde aklın tasarrufu yoktur. Hemen böylece itikad lâzımdır. Hak Teàlâ mürşidlere, gıyablarında yâni hazır olmadıkları zamanda vâkî olan işleri görecek göz ve işitecek kulak verdiğine itikad eyleye... Her ne kadar mürşid kendisine bildirmezse de, öylece itikad etmek gerektir. Şu hadîs-i kudsîde:
(Lâ yezâlül-abdü yetekarrebü ileyye bi'n-nevâfili hattâ uhibbehû, fe izâ ahbebtühû küntü sem'ahüllezî yesmeu bihî ve basarahüllezî yebsuru bihî) [Kul nâfilelerle bana durmadan yaklaşır, nihayet onu severim. Bir kere de onu sevdim mi, artık o kulumun işiteceği kulağı olurum, göreceği gözü olurum.] buyruldu. Başka bir rivâyette; (Febî yesmeu ve bî yebsuru ve bî yebtışu ve bî yemşî ve bî yentıku) vârid oldu.
Hak Teàlâ'nın;
(Ve mâ rameyte iz rameyte ve lâkinnallàhe ramâ) [Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı.] (Enfal: 17) kavl-i şerifi bu mânâya işarettir. Eğer böyle itikad ederse, mürşidin feyzi şarktan garba, (doğudan batıya) kadar her tarafı doldurur. Güneşin ziyâsının her tarafı doldurduğu gibi.
Mürîd her nerede olursa olsun, feyz dalgalarına dahil olduğunu bilmesi gerektir. Çünkü feyz alabilmenin anahtarı bu inanca bağlıdır. Ve dahî ehl-i keşf olan mürid, mürşidin nurunun şark ve garbı ihâta ettiğini görür. Eğer mürid bundan noksan görürse, noksanlık ve zaaf mürşidin nisbetinde değil, onun keşfindedir. Kezâ mürşidinin uykusunun, kendisinin gece sabaha kadar ibadetinden, yemesinin ise kendi orucundan efdal olduğuna inanmalıdır. Ve mürşidinin bir nefeste terakkisi, kendisinin bütün ömründe, riyâzat ve sülûkündeki terâkkîsi kadar olduğunu kabul etmelidir.
Mürşidi kendinde olan kudret-i kudsiyye ile bir kimseye nazar etse, Cünyed-i Bağdâdî ve Bâyezid-i Bistâmî (kuddise sirruhümâ) makamına îsâl eder. Bu nazara uğrayan veya nâil olan kimse, ne kadar kötü ve fâsık dahî olsa, makàm-ı âlîye vâsıl olur, ancak bu nazarı aramak ve gözlemek lâımdır.
(El-mü'minü yenzuru binûrillâhi) [Mü'min Allah'ın nuruyla bakar.] buyrulmuştur.
(Vallàhu alâ külli şey'in kadîr.) [Allah her şeye kàdirdir.] (Bakara: 284)
Feyzi taleb şöyle olmalıdır ki; Mevlâyı tâ içinden samimi olarak istemelidir, ve bu istek hakîkî muhabbetle olmalıdır. Öyle ki, o taleb onu, mâl, câh, mansıb, ehl ü iyâl ve bütün mâli oluğu şeylere, hattâ vücudana dahî iltifattan fânî kıla. Çünkü Allâh-ü Teàlâ, hizmetleri âli ve yüksek olan kimseleri sever. ve talebine, ameline güvenmeyip ancak allah'ın fazlına güvene, çünü ameli güzel dahî olsa, fazl-ı ilâhi ile bir olamaz. Ve kezâ, ebediyyen bir lahza ve bir an dahî Hak Teàlâ'yı talebden gàfil olmaya. Ve taleinde Hakk'ın rızasından başka bir şey istemeye ki Hak'tan uzaklaşmış olmasın. Zîrâ Hak Teàlâ hiç bir şeyde ortaklı kabul etmez. (Risâle-i Halidiyye Tercümesi, sayfa 27)
Talebinde kat'iyyen duraklama yapmaya. Çünkü bunda tehlike vardır. Bu hususta;
(Men istevâ yevmâhü fehüve mağbûnün) buyrulmuştur. Yâni, "Bir kimsenin iki günlük ameli birbirine müsâvî olursa, yâni ikinci günkü ameli evvelki günden ziyade olmazsa, o kimse ehl-i hüsrandır, zarar ve ziyandadır."
Yine Efendimiz SAS:
(Allàhümme innî ezü bike minel-hri ba'del-kûr) [Ey Allahım, ziyadelikten sonra noksanlıktan sana sığınırım!] buyurmuştur. Buradaki hr noksan, kûr de ziyade demektir. Hakkı talebde duraklama iki sebepten hâlî olmaz: Biri, kişi bilmeden gönlünün başka şeylere teveccüh etmesidir. Biri de günah işlemesidir. Bunun için derhal tevbe ve istiğfara devam etmeli ve yanlış yolları ve günahları terk etmelidir. Çünkü günahlar terk edilmedikçe, istiğfar fayda vermez.
Ammâ (li-eclil-istifâze) kalbi hazırlama keyfiyyeti şöyle olmalıdır: Hayal ve havâssını dünya ve ahiretten ve cemi' ahvâl-i bâtıneden, belki kendi varlğından kat' edip cümle mâsivâyı unutur gibi ola... Ve mürşidin kalbinden feyz-i ilâhîyi talib olduğu halde, nazarını, basîretini iç gözünü kalbinin derinliğine eriştirip, kalbini mürşidin kalbine muttal ve feyzin gönlüne akışını mülâhaza kıla. Bir vechile ki, Zât-ı Mukaddes Celle Şânühû'dan hiç bir vechile gàfil olmayarak ve gâyet içi yanarak tazarrû, niyaz ve muhabbetle muntazır ola ve şöyle itikad ede ki: Kalb feth oldukta feyz-i ilâhî denizler misâli kalbe tevccüh eyledi; ve kendisini her ne kadar idrâk etmese de yine öylece itikad eyleye; çünkü idrâk vüsûle şart değildir; belki şartı istemek, hemen vüsûle inanmamaktır.
VİRD, HATİM VE ZİYARET EDEBİ
a. Dersini yapmak edebi:
Mürid evvelâ abdest alıp, kimsesiz tenhâ bir yerde Kıble'ye karşı, sağ incikleri üzerine oturur, ayaklarını sol tarfından çıkarır. Bütün his ve düşüncelerini bırakıp, 5 veyâ 15 veyâ 25 kere istiğfar eder. Sonra zelil ve miskin bir halde îtiraf-ı kusur ile birlikte, kabul için ve zikre tevfîk, sünnetlere ittibâ ve hüsn-ü hâtime için dua eder.
Târikatımızın piri olan Bahâeddîn-i Nakşıbend KS Hazretleri'nin ruhuna, bir Fâtiha, üç İhlâs okuyup hediye eyler.
Sonra gözlerini yumup, kendisini yatakta yatar vaziyette gözünün önüne getirir. Ve bu yatışının son yatış olduğunu mülâhaza ederek, bir korku içinde iken imdâd-ı ilâhî erişip, "Eşhedü en lâ ilâhe illallàh, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû" dediğini; o sırada da Hazret-i Azrâil AS'ın canını almış olduğunu, ahiretteki yerlerini gösterip başının ucuna bıraktığını düşünür.
Bu arada cenaze yıkayanla komşuların gelip soyduklarını ve teneşir tahtasına konup yıkanarak temizlendiğini, abdestlenip kefene sarılarak tabuta konduğunu, komşuların gelip götürdüklerini, musallâda namazını kılıp duadan sonra ahiret evine teslim ettiklerini; dua ve telkinden sonra herkesin evine dönüşüyle, orada yapa yalnız kaldığını ve bu karanlık yerde hiç kimseden bir yardım olmadığını; huzûr-u Bârî'de korku ve dehşet içinde, son derece zillet ve meskenet içerisinde dururken, iki sorgu meleği gelip:
(Men rabbüke ve men nebiyyüke ve mâ dinüke ve kitâbüke ve mâ kıbletük?) [Rabbin kim? Peygamberin kim?.. Dinin ne? Kitabın ne?.. Kıblen neresi?..] diye kendisine sorulduğunu tahayyül ve tahattur eder.
Bunun üzerine, "Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed Mustafa SAS, kitabım Kur'an-ı Azîmüş-şân ve kıblem Kâbe-i Şerif'tir." diye cevap vermeyi, Mevlâ cümle ümmet-i Muhammed'e ve bizlere de nasîb ve müyesser eyleye... Âmîn!
Bu cevâba mukabil melekler de, "Allah senin yerini sana mübarek etsin!" derler, giderler. İnşâallah Cenâb-ı Hak kabirlerimizi ravza-i cînân eyler... Pirlerimiz de imdâdımıza yetişip, ruhen ve mânen onlarla birlikte, ahiret âleminde Cenâb-ı Hakk'ın zikriyle meşgul oluruz. Cesed kalır orada.
Mürid, bu mülâhazaya hiç olmasa 15 dakika kadar devam ede. Buna râbıta-i mevt derler. Hergün dersten evvel güzelce ve canlıca bunu tekrarlayıp, düşünmelidir.
Sonra mürşidine tevessül edip, onun karşısında imiş gibi, onun iki gözü arasına bakar olduğunu tahayyül eyleye; zîrâ burası mahall-i feyzdir. Ve mürşidinden gözünü kat'iyyen ayırmaya... Bu râbıtanın bizzat gönlün içine girdğini mülâhaza ile, yine 15 dakika kadar bu hâli muhafaza eyleye.
Eğer zikir vaktinde mürşidin vech-i şerîfini kalbine karşı ve nefsini nefsine karşı, ona bakar olduğunu mülâhaza etse, bu da dalgınlıktan ve gafletten kurtrır. Buna da râbıta-i şerif denir. Bu tahayyül ve râbıta, çok büyük faydası olan iksîr-i âzamdır. Nefsi öldürür, şeytanı kaçırır. Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri'nden feyz-i hakîkî ve feyz-i ilâhîye kavuşmağa vasıtadır ve Hak Celle ve A'lâ'ya vusûle götürür. Bazı muhakkıkîn, "Rabıta zikirden hayırlıdır." demişler ki, bazı mübtedîlerin haline nisbetle demektir.
Müridin itikâdı şu vechile olmalıdır: "Mürşidim beni kabul ederse, indallah, yâni Allah-u Teàlâ yanında kabul olunurum. Eğer Hal Teàlâ'nın dergâhından koğulsam, mürşidim beni kabul eylemekten gayri bana kurtuluş yoktur." diye inana... Ve kezâ meded, himmet ve kabul için devamlı olarak mürşidine tazarru ve ilticâ gerektir.
Eğer râbıtayı kalbine indirirse, câizdir. Ve râbıtadan sonra,
(İlâhi ente maksdî ve rıdàke matlûbî, a'tınî mahabbeteke ve ma'rifeteke) [Allahım, maksudum sensin ve ben senin rızanı istiyorum; bana senin muhabbetini ve ma'rifetini ihsan eyle!] diye... Fakat mânâsını kemâliyle mülâhaza eylediği halde, üç kere söyleye. Ve bunda sıdkını, doğru söylediğini konrol edip araştıra. Eğer sıdkı, dürüstlüğü yoksa, çokça müteessir olup tevbe ve istiğfara devam ede. Ondan sonra vukf-u kalbî ile iştigâl ede...
Vukf-u kalbî odur ki, havâssı (duyguları) bütün meşgalelerden, düşünce, vesvese ve hayâlâttan âzâde olarak, (Allàhu ehad) lafz-ı şerîfinden murad olan Zât-ı Ecell-ü A'lâ Hazretleri'ne bütün kalbiyle, toplu olarak mütevvcih ola... Kalbine yönele; bütün nazar-ı dikkatini kalbine toplayıp, kalbin ortasına ve derinliğine teveccüh ede.
Bu mülâhazada yine 15 dakika veya daha fazla durmağa çalışmalıdır. Bu hal ile müstağrak ola, gece günüz hiç bu hâleti kaybetmeye... O vakit şahıstan, belirli sayarak zikretme mükellefiyeti kalkar. Çünkü zâten zikirden murad adetler değil, bizzat mezkûrdur.
Vukf-u kalbî tarikatın rüknü, belki de esas binasıdır. Her taatte, kıyâm, okuma, oturma, secde hallerinde, hattâ yatakta, hattâ helâya giderken, vel-hàsıl her zaman ve her yerde lâzımdır.
Eğer zikir ve tâat vukf-u kalbîden hàlî ve àrî, yâni boş olsa, ruhsuz sûret gibidir ve mûteber sayılmaz. Vukf-u kalbîden sonra lafza-i celâl, yâni Allah ism-i şerifini ana... Kalbinden cereyan eder mülâhazasıyla, zikr-i kalbîyi suyun aktığı gibi akıta ve bütün cevârihi, a'zâları sakin olup, belki bütün ihtiyar ve iradesini de yok ederek, ölü gibi ola... Ve sadece hıfz ve hesap için nazarı zikrine hasretmekle beraber, kalbini serbest bıraka ki, kalb bizzat ihtiyar eylediği husus ile meşgul olabilsin.
Eğer kalb, Zât-ı Mukaddes CC mülâhazasına müstağrak olsa, dalsa, kaybolsa, kendinden geçse, kâfî olup Allah ism-i şerifini zikreylemese de yine ahsen ve akvâdır, yâni güzeldir. Zîrâ zikirden murad, zikrolunandır. O da râbıtada hasıl olmuştur. O halde iken kalbi zikre döndürmek câiz olmaz. Zîrâ zikir dahi gayrıdır.
Eğer virdini yapacak mikdarı o hal, o gaybûbet, dalgınlık ve kendinden geçme devam ederse, yâni müstağrak bil-hàl olsa, virdini, dersini eda etmiş olur.
Ve kalbi binefsihî müştegıl olup, cemî mâsivallahtan gaybet hàsıl olunca, mezkûr ile meşgul eyleye... Halbuki kalb, ikrah ile ellibin sene meşgul olsa, mürid vâsıl olamaz ve bir hal sahibi de olamaz.
Eğer kalb her zaman Zât-ı Ecell-ü A'lâ Hazretleri'ni bilâ misil mülâhazaya meşgul olup da, sonra bazı hayalât ve vesvese arız olmasıyla huzura devam edemezse, zikre avdet eyleye... Yâni mülâhazadan zikre döne... Ve tekrar gaybet eseri zuhur etse, o yokluğa, gaybete teslim olup zikrini bıraka ve buna devam eyleye...
Ve her yüzde bir kere, vesvese anında,"İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî, a'tınî mahabbeteke ve ma'rifeteke" diye... Eğer vesvese gitmezse, mürşidinin ayağını kalbine koya. Ve râbıtaya tevesül eyleyip, mülâhaza ile zikrine meşgul ola. Vesvese gidinceye kadar, mânâyı düşünerek mütemâdiyen istiğfar eyleye...
Râbıtanın vechi kendi kalbine karşı olduğu halde mülâhaza kıla... Ve eğer inkıbaz devam ederse gusl eyleye... Ve her bir gaflet ve hatâsından, mürebbîsi ve mürşidi hakkındaki sû-i edebden nâşi 25 kere istiğfar eyleye ve iki rekât tevbe namazı kıla... Kalbiyle, "Yâ Fa'àl!" ism-i şerifinin mânâsını da mülâhaza ede. Bir rivayete göre de:
(Sübhànallàhil-melikil-hallâk: İn yeşe' yüzhibküm ve ye'ti bihalkın cedîd. Ve mâ zâlike alellàhi biazîz.) [Melîk ve Hallâk olan Allah'ı tesbih ederim: "O dilerse sizi yok eder, yeniden başkalarını yaratır. Bu Allah'a göre zor değildir." (Fâtır: 16-17)] demek gerektir.
Akar sular, rüzgârlar, değirmen sesleri tabii bir zikirdir bunlar da gafleti gidermeğe sebep olabilir. Ve bâhusus kalb kırıklığı ve ağlamalar da Allah-u Teàlâ'nın zikrine ve Hak Teàlâ'ya vusûle sebep olur. Bu haller zâkirin mahbûbiyyetine de alâmettir. Hak Teàlâ, "Benim rahmetim, kalbleri kırık olan kullarımadır." buyurmuştur.
Mürid nefsine hitab edip:
"--Taleb olunan şey aziz, maksadlar da gàyet nefis... Ben bu halimle, aziz olan şeyi istemeğe hiç de lâyık değilim! Ve lâkin, onların kapısı önünde oturur, o hakîkî taliblerin hallerine özenerek onlara benzemeğe ve mürşidimin emrine imtisâlen yapmağa çalışırım. Her ne kadar ben onlardan olmasam ve olamasam dahi, bana onlara benzeme devlet ve saadeti yeter." demelidir.