07. GAZAPLANMA!

08. KUVVETLİ MÜ’MİN



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’l-àkıbetü li’l-müttakîn...

Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...

İ’lemû eyyühe’l-ihvân... İnne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:


الْمُؤْمِنُ الْقَوِيُّ، خَيْر وَأَحَبُّ إِلَى اللََِّّ، مِنَ الْمُؤْمِنِ الضَّعِيفِ، وَفِي كُل


خَيْر ؛ اِحْرِصْ عَلَى مَا يَنْفَعُكَ، وَاسْتَعِنْ بِاللََِّّ وَلاَ تَعْجَزْ، وَإِن أَصَابَكَ


شَيْء ، فَلاَ تَقُلْ لَوْ أَنِّي فَعَلْتُ كَانَ كَذَا وَكَذَا، وَلَكِنْ قُلْ : قَدَرُ اللََِّّ


وَمَا شَاءَ فَعَلَ، فَإِنَّ لَوْ تَفْتَحُ عَمَلَ الشَّيْطَانِ (حم. م. ن. عن أبي

هريرة)


RE. 130/11 (El-mü’minü’l-kaviyyü, hayrun ve ehabbü ila’llàhi, mine’l-mü’mini’d-daîfi, ve fî küllin hayrun; ihris alâ mâ yenfeuke, ve’stain bi’llâhi velâ ta’cez, ve in esàbeke şey’ün; felâ tekul lev ennî fealtü kâne kezâ ve kezâ, velâkin kul: Kaderu’llàhi ve mâ şâe feale, feale, feinne lev teftahu amele’ş-şeytàni.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.


Peygamber Efendimiz’e beraber bir salât ü selâm okuyalım:

213

(Allàhümme salli salâten kâmileten, ve sellim selâmen tâmmen, alâ seyyidinâ muhammedini’llezî tenhallü bihi’l-ukad, ve tenfericü bihi’l-küreb, ve tukdà bihi’l-havâicü, ve tünâlü bihi’l- rağâibü, ve hüsne’l-havâtimi, ve yüsteska’l-gamâmü bi-vechihi’l- kerîm, ve alâ âlihî ve sahbihî fî külli lemhatin ve nefesin, bi-adedi külli ma’lûmin leke.)


a. Mü’minin Özellikleri


Cenâb-ı Hak kabul buyursun… Elimizden gelse de bugünlerimizi hep salât ü selâmla geçirsek… Önümüzdeki Mevlid dolayısıyla başka bir şey yapacak kudretimiz yok… Bol bol salât ü selâm getirirsek, o bize yeter inşallah…

Şu mü’min hadislerini bir hülâsâ edeyim kısacık… Bunları ezberlemek muhakkak hepimize lâzım! Elhamdü lillâh, bu iman sıfatını taşıdığımızdan dolayı, mü’minin nasıl olması lâzım geldiğini Peygamber SAS’in dilinden dinlemek lâzım!

O buyuruyor ki:

Mü’min herkesin emniyetini kazanmış insana derler. Emniyet sahibi, herkes ondan emin…

Müslüman da, herkesin onun elinden ve dilinden selâmette olduğu kimsedir. Herkes senin elinden, dilinden selâmette mi, işte ona göre kendine ayar yapacaksın.

Muhacir de bütün günahları, kabahatleri, hataları terk eden insana diyorlar. Memleketini terk eden değil de, günahları terk edebilen muhacirdir.

Ve buyuruyordu ki: Bir mü’min, komşusu kendinden emin olmadıkça, sâlim olmadıkça cennete giremez.

Cennete giremez demek, hiç cennete giremez değil, dühûl-u evvelîn ile cennete giremez demektir. Yoksa iman sahibi olan her insan cennete girecektir. Ama zayıf, ama kavî… Zayıf da olsa iman sahipleri, “Lâ ilâhe illa’llah, Muhammeden rasûlüllah!” dedikleri için cennete gireceklerdir. Fakat biraz ceza çektirirlerse,

o başka… Giremeyecek demesi, dühûl-u evvelîn ile, ilk girenlerle

214

cennete giremeyecek demektir.


Sonra ikinci kaide: Mü’min az yer. Ölçü kendimizde… Yememiz nasılsa, imanımız o kadardır. İmanımızdaki kuvvet ve zafiyetimiz yememize bağlı… Yemeği çok yiyorsak, demek ki imanımız zayıf…

İkincisi suyu az içer. Ölçü elimizde; Mü’min az yer ve az içer. Çok içmek çok yemekten ileri gelir tabiatıyla… Bu mü’minin sıfatlarının dışında kalıyor.

Mü’min mü’minin aynasıdır. Nerede karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, mü’min mü’mini muhafaza eder. İşinde, ticaretinde, sanatında ona yardımcı olur. Onu himayesinde bulundurur, onu muhafaza eder.

Mü’min herkesle güzel geçinir. Mü’min herkesle güzel geçinmenin yolunu bilir ve bulur. Ülfet ve ünsiyet sahibidir. İnsanlarla geçinemeyenlerde hayır yoktur. Etrafındakilerle geçimsizlik yapan insanlarda hayır yoktur.

Mü’minler birbirleriyle bir bina gibidir. Binanın taşları nasıl birbirleriyle kilitlenmiş ve binayı teşkil etmişlerse, mü’minlerde bu suretle birbirleriyle birleşerek bir bina, bir kale haline gelirler. Birbirlerini takviye ederler.

Meselâ, bu binanın içerisinde gayet ufak taşlar da vardır, fakat işe yarıyor. Kum meselâ, ufacık ama onun da yeri var orada… Öteki büyük, onun da yeri var… Büyüğün de yeri var, küçüğün de yeri var… Birleşince şu binayı hasıl etmişler.

Bugünkü ders…


b. Kuvvetli Mü’min Hayırlıdır


Ahmed ibn-i Hanbel, Müslim ve Neseî, Ebû Hüreyre RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:56



56 Müslim, Sahîh, c.XIII, s.142, no:4816; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.87, no:76; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.366, no:8777; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XIII, s.29, no:5722; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.159, no:10457; Beyhakî, Şuabü’l-

215

الْمُؤْمِنُ الْقَوِيُّ، خَيْر وَأَحَبُّ إِلَى اللََِّّ، مِنَ الْمُؤْمِنِ الضَّعِيفِ، وَفِي كُل


خَيْر ؛ اِحْرِصْ عَلَى مَا يَنْفَعُكَ، وَاسْتَعِنْ بِاللََِّّ وَلاَ تَعْجَزْ، وَإِن أَصَابَكَ


شَيْء ، فَلاَ تَقُلْ لَوْ أَنِّي فَعَلْتُ كَانَ كَذَا وَكَذَا، وَلَكِنْ قُلْ : قَدَرُ اللََِّّ


وَمَا شَاءَ فَعَلَ، فَإِنَّ لَوْ تَفْتَحُ عَمَلَ الشَّيْطَانِ (حم. م. ن. عن أبي

هريرة)


RE. 230/11 (El-mü’minü’l-kaviyyü, hayrun ve ehabbü ila’llàhi, mine’l-mü’mini’d-daîfi, ve fî küllin hayrun; ihris alâ mâ yenfeuke, ve’stain bi’llâhi velâ ta’cez, ve in esàbeke şey’ün; felâ tekul lev ennî fealtü kâne kezâ ve kezâ, velâkin kul: Kaderu’llàhi ve mâ şâe feale, feale, feinne lev teftahu amele’ş-şeytàni.) (El-mü’minü’l-kaviyyü, hayrun ve ehabbü ila’llàhi, mine’l- mü’mini’d-daîfi) “Kuvvetli mü’min zayıf mü’minden daha hayırlı ve Allah’a daha sevgilidir. (Ve fî küllin hayrun) Gene de her birinde hayır vardır. (İhris alâ mâ yenfeuke) Sana menfaat verecek şeye haris ol! (Ve’stain bi’llâhi velâ ta’cez) Fakat Allah’a dayanarak işe giriş ve acze düşme! (Ve in esàbeke şey’ün; felâ tekul lev ennî fealtü kâne kezâ ve kezâ) Eğer sana bir şey isabet ederse şöyle yapsaydım, böyle olurdu, deme! (Velâkin kul: Kaderu’llàhi ve mâ şâe feale, feale) Lakin Allah böyle takdir etti ve dilediğini yaptı de. (Feinne lev teftahu amele’ş-şeytàni) Zira keşke sözü şeytanın işine yol açar.”


İman, c.I, s.216, no:194; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.89, no:20668; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XI, s.230, no:6346; Hamîdî, Müsned, c.II, s.474, no:1114; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.I, s.266, no:221; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.222, no:443; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.187, no:6580; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.115, no:540; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.298, no:2713; Câmiü’l- Ehàdîs, c.XXII, s.95, no:24408.

216

Mü’min üç sınıf üzerindedir; birisi çok olgun, kâmil diyoruz, üst tabaka; altı var, orta tabaka; altı var, aşağı tabaka... Üst taraftakine kavî ismini veriyorlar.

Kuvvetli mü’min; kâmil, her cihetten olmuş mü’min demek. Burada da kuvvetliden murad vücûdu iri, gücü kuvveti yerinde demek değil, imanı kuvvetli demek.

“—Nasıl olur imanı kuvvetli?” Esbâba, sebeplere iltifat etmez. Müsebbibü’l-esbâb olan Hazret-i Allah’a bağlanmıştır, sebep ikinci derecede kalır. Kuvvetli mü’min sebebe iltifat etmez, çünkü imanı kavîdir. Bilir ki Cenâb-ı Hak onun rızkımı verecek, muhtaç olduğu şeyleri de verecek.

Biz anamızın karnındayken bizim neden haberimiz vardı?

Hiçbir şeyden haberimiz yoktu. Fakat Cenâb-ı Hak, bizi ne güzel şekilde meydana koydu. Binâen aleyh o anamızın karnındayken kapkaranlık yerde, şu güzel sıfatlarla bizi teçhiz edip şu âleme çıkaran Allahu Celle ve A’lâ elbette bizim her

217

şeyimize vekilimiz ve kefilimizdir. Bu vekâlet ve kefâleti ona verdik miydi, artık bizim için korku yoktur tabii.

Bu kuvvetli mü’min zayıf mü’minden daha hayırlıdır ve Allah’a daha sevgilidir.

Kuvvetli mü’min, Allah’a daha güzel bağlanmış, öteki zayıf mü’min esbâba bağlanmadan iş yapamıyor. Her şeyi programı dahilinde yapmaya çalışıyor. Ama o kavî de, o zayıf da hayırlıdır.

Birisi hayırlı da birisi hayırsız demek değil, ikisi de hayırlıdır. Onun da yeri var, onun da yeri var. Kuvvetli olmakla zayıfa hâkim değildir.

Onun için Müslümanlığın kaidelerinden birisi, büyüğüyle küçüğü hep birdir, müsâvîdir Birisi mesela padişahtır; büyük adam o, milletin başına reisi olmuş, kocaman adam. Tabii onun kıymet-i dünyevisi var. Öteki de mesela farz edelim ki çobandır, köyün çobanı. Fakat o köyün çobanı ile o padişah arasında Müslümanlık açısından hiç fark yoktur. Camiye geldi miydi, o da benimle beraber duracak yan yana. O padişahtır bunu biraz öne koyalım, bu fakirdir bu da geriye gitsin, öyle şey yok. Büyüğüyle küçüğü hep birdir, müsâvi. İmanları dolayısıyla her ikisinde de hayır vardır.


Öyleyse, gerek dünyanda gerek ahiretinde sana fayda verecek şeyler nelerse, sen onlara harîs ol. Onları yapmaya ve ele geçirmeye çalış! Bununla beraber, (Vestain bi’llâhi) Allah’tan yardım iste!

Mesela, kendine menfaat verecek şeyler için teşebbüse geçeceksin ama bu teşebbüse senin gücün, kuvvetin, bilgin de yetmez, hiçbir şeyin yetmez. Onun için, Allah-u Teàlâ’dan yardım istemek mecburiyetindeyiz.

Kim olursa olsun, ne kadar büyük olursan ol. Peygamber SAS,

Cenâb-ı Hakk’ın en büyük, en sevgili kulu… İnsanların, beşerin içerisinde ondan daha büyüğü yok ya! Böyle olmasına rağmen, bak o ne diyor: (Allàhümme innî daîfün) “Yâ Rabbi, ben zayıfım, âcizim, bîçâreyim. (Fekavvi fî tâatike bedenî) Benim bedenimi senin tâatin

218

yollarında kuvvetlendir. Sen o kuvveti bana vermezsen, ben sana ibadet edemem ki!” İstiâne ediyor. İstiâne Allah’tan olur, başkasından istiâne olmaz. İstiâne edeceğimiz herkes bizim gibi mahlûktur. Mahlûk demek “âciz” demektir. Her âcize dayanmak, her âcizden yardım istemek yanlış bir iştir. Yardım isteyeceğin kimse öyle bir kuvvet sahibi olacak ki, aczi olmasın! Aczi olmayan Allah’tır. Diğerleri hepsi âciz, hepsi bizim gibi ölüme mahkûm insanlar.


Onun için; (Ve’stain bi’llâhi) “Yardımı yalnız Allah’tan iste!” Onun için geceleri kalkıp yalvarma, [gerek] ibadetlerimiz de gerek sâir zamanlarımız da işlerimiz için, herhangi bir dünyevî ve uhrevî işlerimiz için: “—Yâ Rabbi! Bana bu işte sen kolaylık ver, bana yardım eyle, benim muvaffakiyetimi ihsan eyle!” diye çeşitli, içimizden gelen bildiğimiz duaları dilimizle yapabiliriz.

Mutlaka Arapça bilmek, söylemek icap etmez, dilimizle Cenâb- ı Hakk’a yalvarıp, yardım istemek vazifelerimizin başında geliyor.

(Ve lâ ta’cez) “Sen bu hususta acizlik yapma, âcizlik gösterme!” Allah’a sığınmada ve Allah’tan yardım istemede âcizlik yapma sakın! Çünkü bir el açacaksın, içinden gelen bir şekilde Allah-u Teàlâ’ya sığınıp yardım isteyeceksin. Bunda bir külfet yok, yani külfetsiz bir iş. Bu külfetsiz işte de sakın âcizlik yapıp da, “Eee, ne yapayım bu işler olmuyor!” deme. Teşebbüs et, teşebbüs ettikten sonra Allah-u Teàlâ’dan yardım iste ve bunda âcizlik yapıp da, “Bu iş olmayacak!” deme! “Bu iş olmayacak!” diye o işi yarım bırakma! Çok güzel bir derstir bu.


(Ve in esâbeke şey’ün) Şey kelimesi nekre olarak vâki olmuştur, bütün eşyaya şâmildir; iyiliğe de şâmildir kötülüğe de şâmildir. Gerek iyilikten veya kötülükten, yani gerek lehinde gerek aleyhinde bir vak’a senin üzerine isabet ederse...

“Bir şeyden zarar görürsen, bir vak’adan bir hadiseden zarar görürsen, ister lehinde fayda gör ister zarar gör; bu zaman, (Felâ

219

tekul) “Sakın şöyle deme:

(Lev ennî fealtü kâne kezâ ve kezâ) “Ah! Ben oraya gitmeseydim, bu iş benim başıma gelmeyecekti. Ben bu işi yapmasaydım, bu iş benim başıma gelmeyecekti. Şöyle olmasaydı, böyle olmayacaktı...” Buna benzer lev’li sözleri sakın söyleme!

“—E demeden oluyor mu ya?” Bizim başımıza böyle bir şey geldi mi, hemen o lev’i koyarız oraya, “Ah yapmasaydık, etmeseydik, demeseydik...” kelimelerini söyleyiveririz.

Lâkin senin vazifen, müslümana düşen vazife, (Kaddera’llàhu) “Bu Allah’ın takdiri ile oldu.” demektir. Her ne hadise olursa, takdîr-i ilâhî ile olur. Takdîr-i ilâhînin dışında kat’iyyen olamaz.


Onun için şârih şuraya demiş ki: “—Hiç bir şey yoktur ki, Allah-u Teàlâ’nın izni olmadan o iş olsun. Hiçbir zerre yoktur ki, Allah-u Teàlâ’nın izni olmadıkça yer değiştirsin.” Ağacın yaprağının sallanması, yerdeki tozun kımıldaması, uçması ve sâir ne gibi şeyler varsa; rüzgarların gelmesi, fırtınaların kopması, hareketlerin olması, neler olacaksa ve saire ne gibi eşyalar varsa hep bunlar Allah-u Teàlâ’nın takdiri ile olur. Kendi kendine olmuş değildir, mukadderât-ı ilâhîyenin iktizâsı ve icâbıdır.

Meselâ, bugün tabiatçılar depremlere birçok sebepler göstererek, şu, şu şu hadiselerden dolayı işte filan yerde de deprem oldu, filan yerde şöyle oldu, böyle oldu derler ama bunlar takdîrât-ı ilâhîyenin dışında değil. Allah öyle takdir etmiş, bunu da ona sebep kılmış; o patlayacak, o kopacak, bu düşecek, bu yıkılacak, o hadise olacak.


İş madem ki böyle Allah-u Teàlâ’nın takdiriyle olunca, o zaman kula vacib olan nedir? Allah-u Teàlâ’nın takdirine razı olmaktır. İsterse razı olmasın, elinden ne gelir?

Takdire razı olmazsan ne gelir elinden? Hiçbir şey gelmez.

220

Takdire razı olursan rahat edersin, üzülmezsin, vesveselere, çeşit çeşit düşüncelere, intiharlara, felaketlere yol kalmaz. Bu kadar.

İnsanın zihnine gelen vesveseleri kesmenin en kolay yolu, Allah-u Teàlâ’nın takdirine rızadır. “Eğer gitmeseydim, yapmasaydım şöyle olmadı.” demek şeytanın yolunu açar.

Şeytan artık senin içine girip seni envai çeşit vesveselerle yoldan çıkarmaya, baştan çıkarmaya, seni perişan etmeye yol bulur. Ama, “Allah’ın takdiri.” dedin miydi, hepsinden kurtulursun ve’s-selâm.


c. Allah En Gayretlidir


Müslim, Ebû Hüreyre RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:57


اَلْمُؤْمِنُ يَغَارُ، وَاللَُّ أَشَدُّ غَيْرًا (م، عن أبي هريرة)


RE. 230/12 (El-mü’minü yegàru, va’llàhu eşeddü gayran.) (El-mü’minü yegàru) “Mümin gayyur olur. Irz ve namusu hususunda kıskançtır. (Va’llàhu eşeddü gayran) Allah-u Teàlâ daha gayretlidir, daha kıskançtır.” Mü’minin hası az yer, az içer; herkes ondan emniyet üzerindedir. Bununla beraber birbirlerine kenetlenmişlerdir. Aynı zamanda da gerek kavî olsun, gerek zayıf olsun gayret-i diniyeleri vardır. Gayreti diniyeleri vardır! Ölçü kendimizde! Gayret-i diniyemiz ne nisbetteyse, İslâmiyet’teki, imandaki nisbetiniz o kadardır. Tansiyon makinesine hiç ihtiyaç yok, tansiyon makinesi elimizde.

Gayret-i diniyemiz ne nisbettedir?

Yalnız gayret-i diniye hanımlar için değildir.



57 Müslim, Sahîh, c.XIII, s.331, no:4962; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.235, no:7209; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.528, no:292; Deylemî, Müsnedü’l- Firdevs, c.IV, s.180,no:6558; Ebû Hüreyre RA’dan.

221

“—Aman bizim eve yabancı erkek girmesin, hanımı kimse görmesin.” Bu gayrettir ama yalnız bu değil. Gayret-i diniye, İslâm hukukuna aykırı, şerîât-ı İslâmiyeye aykırı bütün hareketlere bir gayret-i diniyenin olmasını gerektirir. Bu mü’minin alâmetidir. En gayretli ise Allah’tır.” Bu şundan dolayı söylenmiş bir hadîs-i şerîf] ki, ismini hatırlayamayacağım, bir zât karşıda otururken, Rasûlü Ekrem: “—Bu adam çok gayretlidir. Gayret-i diniyesi iktizası evini, mahremini, harîmini gözetler. Onun yabancılarla ünsiyetine mahal bırakmaz. Evine başkalarının girip çıkmasına tahammül edemez. Ama ben ondan daha gayretliyim.” demiş.

Ben ondan daha gayretliyim. Yani benim de evime başka yabancıların öyle lâlettayin izinsiz girip çıkıvermelerine ben de dayanamam. Allah ise bizden daha çok gayretlidir. Onun da dinine muhalif olan hareketlerde Allah-u Teàlâ da gayrete gelir.” Nasıl ki bir insan kızıyor, gadap ediyor, “Sen benim evime ne hakla girdin?” diyerek, icabında adamı öldürmeye de kalkıyor. Öldürenler de olmuş.

Neden? Gayrete geliyor: “—Senin hakkın yok benim evime girmeye! Ne diye giriyorsun sen benim evime? Hırsızsan başka, çapkınlığındansa başka... Evime girmeye hakkın yok!” diye icabında öldürmeye teşebbüs edenler de olmuştur.

Binâen aleyh Allahu Celle ve A’lâ’nın dinine de tecavüz edenlere karşı da Allahu Celle ve A’lâ’nın gayreti vardır. Onun gayretinin tecellisi de nasıl olur, onu bilmem. Yalnız Cenâb-ı Hakk’ın Sabûr ismi de var. O sabrından istifade edenler olmuştur. Mesela firavunlar uzun müddet firavunluk etmişler de Allahu Teâlâ onlara müddet vermiş. İmhal diyorlar, ihmal değil de imhal ediyor, mühlet veriyor, yap yapacağını diyor.


Firavun yapmış yapmış firavunluğunu… En nihayet Musâ AS geldi. O firavun da Nil’de boğuldu gitti. Boğulurken;

“—Ahh! Ben de Lâ ilâhe illallah diyeceğim!” dedi ama

222

diyemedi, öyle gitti.

Onun için yeri nerede olacak, cehennemin hangi tarafında olacak onu Allah bilir artık.

Binâen aleyh Allahu Teâlâ’nın dinine, kitabına, peygamberine ve ona iman etmiş kullarına dokunmaya gelmez. O gayret-i ilahiyeye dokunursan, bakarsın perişan olursun; ne evinden hayır kalır, ne sende hayır kalır, ne ailenden hayır kalır, ne de memleketinden hayır kalır. Mahvolur, perişan olursun. Gayret-i ilahiyeye dokunmamak lazım.

Demek ki Allah-u Teàlâ daha çok gayretli, herkesten gayretli!


d. Mü’min Temiz Kalplidir


Ahmed ibn-i Hanbel, Ebû Dâvud, Tirmizî, Hàkim ve Beyhakî, Ebû Hüreyre RA’dan; Taberânî, Kâb ibn-i Mâlik RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:58


اَلْمُؤْمِنُ غِرٌّ كَرِيم ، وَالْفَاجِرُ خِبٌّ لَئِيم (حم. د. ت. غريب، ك. ق. عن أبي هريرة؛ طب. عن كعب بن مالك)


RE. 230/13 (El-mü’minü ğırrun kerîmün, ve’l-fâciru hibbun leîmün.)



58 Tirmizî, Sünen, c.VII, s.226, no:1887; Ebû Dâvud, Sünen, c.XII, s.411, no:4158; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.394, no:9107; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.103, no:128; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.195, no:20598; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VI, s.269, no:8115; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.401, no:6007; Bezzâr, Müsned, c.II, s.449, no:8621; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.111, no:133; Tahâvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.VII, s.148, no:2652; İbn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.I, s.188; Hatîb-i Bağdâdî, Tarih-i Bağdad, c.IX, s.38, no:4624; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.III, s.110; Ebû Hüreyre RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XIX, s.82, no:166; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.I, s.256, no:270; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VII, s.164; Kâ’b ibn-i Mâlik RA’dan.

223

(El-mü’minü gırrun kerîmün) “Mümin alicenaptır ve kerimdir. Hüsnü zannı sebebiyle aldanır. (Ve’l-fâciru hibbun leîmün) Fâcir ise hilekârdır.” Gır kelimesinin anlamı şudur: Mü’min umûru dünyasında, dünya işlerinde cahildir, gafildir, tecrübesizdir, onu herkes kandırır. Saftır, herkes kandırabilir onu. Kandırır da, çünkü şerri bilmiyor. Karşısındakinin kendisine fenalık edeceğini aklına getirmiyor. Kötü niyetli olduğunu hatırına getirmiyor. “İnsan, mü’min, kötü niyet taşıyamaz.” diyor ve karşısındakine inanıyor. Öyle bir saf…


Akşam bir efendi geldi bize misafir. Şöyle bir hadise anlattı, dedi, bize birkaç gündür bir kimseler musallat oldu. Geliyor; “—Allah rızası için bana bir kurban parası vereceksin. Öyle emrolundu!” diyor.

Herifin etekleri tutuşuyor. Kurban şimdi 400-500 lira.

“—Aman amca, yapma, etme! Benim sana bir kurban parası verecek gücüm yok, ama şunu al da idare et diyor, biraz para veriyor.

Aradan birkaç gün geçiyor, tekrar geliyor;

“—Bizim esvaba ihtiyacımız oldu, senin kaç kat esvabın var?

“—İki kat, üç kat…” “—Birisini bana ver!” diyor.

Adamlar da saf, “Pekiyi…” deyip teslim ediyorlar adama.

Bereket, hanımı biraz uyanmış; “—Bey! Ne yapıyorsun sen, onları verirsen yarın ne giyeceksin sen?” filan diyerek önüne geçmiş.

Çünkü içlerinde kötülük yok, niyetleri temiz, böyle kendilerinin aldatılacağından haberleri yok.

Bu adam bu parayı alacak, kurban parasını alacak, şunu alacak, bunu alacak. Acaba arkasını takip etsen, bunları nerede harcayacak bu adam?

Bir insan, evet bir şey ister, aç kalır, zarurette kalır, çalışamayacak durumdadır, hastadır, bîçâredir, o günkü nafakasını istemeye hakkı var. İstemezse, yani istemeden ölürse

224

kendisi mes’uldür. Ölüm durumuna gelmiş, kimseye de söylemiyor, ölüyor. Ondan dolayı bazılarına göre mes’uldür demişler, bazılarına göre de değildir. Her hangisi olursa olsun, isteyeceği ancak o günkü nafakasıdır. O günkü nafakası da 5-10 lirayı geçmez. Beş lirayı, 10 lirayı bırakıp da böyle yüzlerce lirayı istemesi şâyân-ı dikkat oluyor tabii.

Gelen adam demiş:

“—Efendi! Hazırlan, gelecek sene 5000 lira isteyeceğiz senden. Bunu hazırla!” Ne kadar çeşitli oluyor bunlar], yani ne derlerdi eskiden o adam kandıranlara…

Onların çeşitleri oluyor; sakal salıveriyor, kendisini meczup gösteriyor, derviş gösteriyor, sofu gösteriyor;

“—Bize şey vermezsen helâk olursun ha! İyi bakın; bizim istediklerimizi vermezseniz, sonra yıkılırsınız, helâk olursunuz!” diye bir de tehditler filan yapıyor, paraları kopartıp gidiyor.

Böyle kim bilir kaç kişinin, safın canına okuyorlar. Allah affetsin… “—Niçin?” Müslümanlıkta biraz saflık var.

Adamcağıza dedim ki: “Ben de buraya geldiğim vakitte bizim bir valideliğimiz vardı. Bu validelik bize ilk ders olaraktan dedi ki: “—Evlat, bak burası İstanbul! Burada çok meczup kılıklı adamlar vardır. Sakın bunları başına toplayıp da başını belâya sokma!” İstanbul’da çeşitli insanlar vardır. Onun için onları darıltmaya da gelmez, bunları memnun etmek de insanın elinden gelmez. Onları memnun etmeye insanın gücü yetmez.

Bizim arkadaş saf idi, rahmetlik. O bunları toplardı başına ikramlar izzetler eder, fakat adamın başına su dökerler, şeker dökerler, yani hakaret de yaparlar. E bunlara tahammül herkesin de harcı değildir. Onun için bunları kapıya uğratmamak en âlâ iştir.

“—Birader! Bizim halimiz mâlum, bizi rahatsız etme, başka

225

yerlere git!” filan diyerekten savuşturmak a’lâ olur.

Hatırlarındakinin kim olduğu da belli değildir çünkü. Bilirsen başka da, bilmediğin takdirde de dikkat etmek lazım!


Onun için, mü’min aynı zamanda kerîmdir, yani cömerttir. Ahlâkı da gayet güzeldir. Ahlâkının güzelliğinden dolayı herkese aldanır. Mü’min böyle.

Karşısındaki fâcir ise, yeryüzünde fesat çıkarmaya uğraşan adamdır. Onu ona katar onu ona katar, cemiyetleri birbirine katar, insanları birbirine katar. İşi gücü bu, yeryüzünde fesat çıkarmaktır. Herkes tarafından beğenilmeyen bir insandır.


e. Mü’min Her Zaman Hayır Üzeredir


Neseî, Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:59


الْمُؤْمِنُ بِخَيْرٍ عَلَى كُلِّ حَالٍ ، تُنْزَعُ نَفْسُهُ مِنْ بَيْنِ جَنْبَيْهِ ، وَهُوَ يَحْمَدُ


اللَُّ عَزَّ وَجَلَّ (ن. عن ابن عباس)


RE. 230/14 (El-mü’minü bi-hayrin alâ külli hàlin, tünzeü nefsühû min beyni cenbeyhi, ve hüve yahmedu’llàhi azze ve celle.) (El-mü’minü bi-hayrin alâ külli hàlin) “Mü’min her halinde hayır üzerindedir. (Tünzeü nefsühû min beyni cenbeyh) Ruhu iki yanı arasında kabzolunur; (Ve hüve yahmedu’llàhi azze ve celle) Allah Azze ve Celle’ye hamd eder olduğu halde…”


Mü’min sıfatını taşıyan, “Lâ ilâhe illa’llah Muhammedün rasûlü’llah” diyen, iman sahibi olan insanın, her hali hayır üzerinedir. Canı çıkarken, ruhunu teslim ederken, Allah-u



59 Neseî, Sünen, c.VI, s.383, no:1820; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.605, no:1970; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.204, no:593; Hennâd, Zühd, c.II, s.617, no:1328; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

226

Teàlâ’ya hamd ederek, şükrederek, tevhid ederek, tesbih ederek Allah’a kavuşur.

Çünkü hayatında hep hayırlarla meşgul olmuş. Hep hayırlarla meşgul olmuş, kat’iyyen şerlere yanaşmamış, fâsık olmamış. Onun için son nefesinde böyle hayır üzerine dünyadan gider, ki her hâli hayırdır, bu dünyadan gidişi de hayırdır.

Dünya mü’minin zindanıdır. İnsan ancak zindandan çıktığı vakitte kurtulur, rahata erişir. Zindanda olduğu müddetçe rahatsızdır insan… Ne kadar çok besleseler de, yedirseler de, rahat da olsa, çeşitli karyolalarda, yataklarda da yatırsalar, adı zindan olan yerde adam ızdırap içerisindedir. O yemeler, içmeler, hiç onun gözünde değildir. Ne zaman oradan kurtulur, kuru ekmek de yese rahattadır o zaman artık, rahat eder.


Binâen aleyh dünya mü’minin zindanı olması dolayısıyla, dünyadan kurtulup çıktığı gün rahata ermiştir. O, hani bir mezar diye ödümüz kopuyor, o mezar denilen yer insanın ilk istirahatgâhı. İlk önce rahata eriştiği, kavuştuğu yer. Bakma topraklar örtülüyor, bu cesedin hiç kıymeti yok. Bu ceset oradan gelmiş, oraya gidecek; her mahlûkta olduğu gibi etten kemikten ibaret bir şey o… Asıl kıymet bu cesedin sahibi olan ruhta. O selâmete eriyor. Hem bu beden zindanından kurtuluyor, hem şu dünya zindanından kurtuluyor, selâmete erişiyor.

Nasıl kuş kafesten çıktığı vakitte, “Oh! Kâinat benimmiş!” diyor, fırıl fırıl etrafta uçuşuyor. O da buradan çıktıktan sonra rahata erişiyor.

Onun için evliyaların büyükleri, vefatlarından sonra da tasarruf sahibidirler, Bursa’daki Üftâde hazretlerinin türbesinin başına yazmışlar: “—Evliyanın kılıcı, kınından çıkmış kılıç gibi, öldükten sonra daha iyi keser.” Şimdi, kılıç kınında olduğu vakitte ne kadar vursan, adamın canını acıtır ama kesmez, kını var. Ama kınından çıkarıp da vurdun mu adamın kafasını uçurur.

“—Sebebi?”

227

İşte bu zindanda olduğumuz müddetçe hareketlerimiz buna benziyor. Ne zaman kurtuluyoruz, âhiret alemine geçiyoruz, kınından çıkmış kılıç gibi… Oooh, serbestçe hareket ediyor insan. Kuşun kafesten kurtulduğu gibi… Allah son nefeste hepimize hüsn-ü hâtimelerle göçmeyi nasip etsin… Haydi bu hususta Peygamber Efendimiz’e bir salât ü selâm daha okuyalım:


اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِِّدنَا مُحَمَ د وَ عَلٰى آلِ سَيِِّدنَا مُحَمَ د، صَلاَةً تُنْجِينَا


بِهَا مِنْ جَمِيعِ الأَهْوَالِ وَالآفَاتِ، وَتَقْضِي لَنَا بِهَا جَمِيعَ الْحَاجَاتِ، وَ


تْطَهُِّرنَا بِهَا مِنْ جَمِيعِ السَِّيِّئات، وَتَرْفَعُنَا بِهَا عِنْدَكَ أَعْلَى الدَّرَجَاتِ ،


وَ تُبَلِّغُنَا بِهَا أَقْصَى الْغَايَاتِ، مِنْ جَمِيعِ الْخَيْرَاتِ، فِي الْحَيَاةِ، و بَعْدَ


الْمَمَاتِ، برحمتك يا ارحم الراحمين، حَسْبُنَا اللَُّ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ، نِعْمَ


الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَِّصيرُ، غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ ٱلْمَصِيرُ .


(Allàhümme salli alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âli seyyidinâ muhammed, salâten tüncînâ bihâ min cemîi’l-ehvâli ve’l-âfat… Ve takdî lenâ bihâ cemîal hâcât… Ve tutahhirunâ bihâ min cemîi’s-seyyiât… Ve terfeunâ bihâ indeke a’le’d-deracât… Ve tübelliğunâ bihâ aksa’l-gàyât… Min cemîi’l-hayrâti fî’l-hayâti ve ba’de’l-memât… Bi-rahmetike yâ erhame’r-rahimîn…

Hasbuna’llàhu ve ni’me’l-vekîl, ni’me’l-mevlâ ve ni’me’n-nasîr… Gufrâneke rabbenâ ve ileyke’l-masîr…) [Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e ve onun Ehl-i beytine salât eyle. Bu salâvat o derece değerli olsun ki: Onun hürmetine bizi bütün korku ve belalardan kurtarırsın. Bizim ihtiyaçlarımızı o

228

salâvat hürmetine yerine getirirsin, bizi bütün günahlardan bu salâvat hürmetine temizlersin, o salâvat hürmetine bizi derecelerin en üstüne yüceltirsin, o salâvat hürmetine hayatta ve öldükten sonra düşünülebilecek bütün hayırlar konusunda gayelerin en sonuna kadar ulaştırırsın. Ey merhametlilerin merhametlisi, bize bunları merhametinle nasib eyle.

Allah bize yeter, o ne güzel vekildir. O ne iyi bir dost, ne iyi bir yardım edicidir. Ey Rabbimiz, senin mağfiretini dileriz, dönüş yalnız sanadır.]


f. Mü’min Ümitle Korku Arasındadır


Yine mü’minin sıfatlarından birisinden bahsediyor;

Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.102, no:304.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.161, no:804; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.96, no:24412.


اَلْمُؤْمنُ عَبْد بَينَ مَخافَتَينِ: مِنْ ذَنبٍ قَد مَضَى، لاَ يَدْري مَا يَصْنَ عُ


اللَُّ فِيهِ، وَمِنْ عُمْرٍ قَد بَقِيَ، لاَ يَدْري مَ اذَا يُصِيبُ فِيهِ مِنَ الْهَلَكَاتِ

(ابن المبارك بلاغا(1) ولم أر راويه ولم يروه هو


RE. 230/15 (El-mü’minü abdün beyne mehâfeteyni: Min zenbin kad medâ, lâ yedrî mâ yesnau’llàhu fîhi, ve min umrin kad bakıye, lâ yedri mâzâ yusîbü fîhî mine’l-helekâti.) (El-mü’minü abdün beyne mehâfeteyni ) “Mümin iki korku arasında bulunan bir kuldur. (Min zenbin kad medâ, lâ yedrî mâ yesnau’llàhu fîhi) Geçmiş günahını anar ve bundan dolayı Allah ona ne yapacak, bilmez, korkar. (Ve min umrin kad bakıye, lâ yedri mâzâ yusîbü fîhî mine’l-helekâti) Geri kalan ömründe daha nelere uğrayacak onu da bilmez ve korkar.” “—Mü’min şöyle bir kuldur ki, iki korku arasındadır :

Bir korkusu gençliğinde, daha erken yaşlarında yaptığı

229

kusurların günahı… Gençlik dolayısıyla yapmış olduğu birtakım günahları var, geçmiş. Tevbe etmiş ama tevbe ind-i ilâhiyede ne derecede makbuldür, kabul olmuş mu, bildiği yok. Allah’ın şeysine rahmetine güvenir de, “Tevbe ettim, Allah inşaallah kabul etmiştir.” der. Fakat bu konuda kesin bir bilgisi yoktur. Allah’ın meşîet-i ilâhiyesine kalmıştır.

Bunları bilmiyor. Bilmiyor ki o yaptığı hatalardan dolayı Allah-u Teàlâ ne işliyor, ondan bir mâlumatı yok. Bundan sonra daha ne kadar zaman yaşayacak ve bu zaman içerisinde başına neler geleceğini bilmek imkânı yok… Başımıza gelecekleri bilmek imkânı olmadığı için, “Acaba ne gibi felaketlerle karşılaşacağız?” bilemediğimizin korkusu, bir de, “Geçmişte yaptıklarımızın, kusurlarımızın, günahlarımızın kusuru.” Mü’minin ömrü bu iki korku arasında geçer.

Bunu İbn-i Mübârek Hazretleri rivayet etmişler.

Allah hepimizi affetsin…


Mü’min, korku ili ümit arasındadır. Ümitle korku bir terazi gibidir. Terazinin bir gözünde korku var, bir gözünde de ümit

vardır; ikisinin denk olması lazımdır.

Yalnız ölüm hâli gelince, korkudan daha ziyade ümit tarafının ağır gelmesi lazım! Artık korku bitmiştir, Allah’ın rahmetine sığınmaktan başka çaremiz yok. O zaman ümit tarafının daha fazla olarak: “—Yâ erhame’r-râhimîn, yâ erhame’r-râhimîn!” diye af diler, hüsn ü hâtime ister, ne isterse ister. O zaman ümit devrededir. Ondan evvelki, ikisinin ortasında, terazinin denk olması lazım. Çünkü bir tarafına yüklenirsen, “Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.” diye yüklendin miydi, bütün günah kapıları açılır. Şeytan bile ümidini kesmiyor oradan. Ama orada bulunacak, Gafûr’dur, Rahîm’dir ama Gafûr’un Rahîm’in de kuyusu derindir. Onu da elden bırakmamak lazımdır.

Şu bir iki taneyi de daha okuyalım, burada bitirelim dersimizi.


g. İman, Vücuttaki Baş Gibidir

230

Yine mü’minin bir vasfını daha beyan buyuruyor Cenâb-ı Peygamber.

Abdullah ibn-i Mübârek, Ahmed ibn-i Hanbel, Ruyânî, Taserânî, Ebû Nuaym ve Ziyâü’l-Makdîsî, Sehl ibn-i Sa’d RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:60


الْمُؤْمِنُ مِنْ أَهْلِ الإِيمَانِ، بِمَنْزِلَةِ الرَّأْسِ مِنَ الْجَسَدِ، يَأْلَمُ الْمُؤْمِنُ لأَِهْلِ


الإِيمَانِ، كَمَا يَأْلَمُ الْجَسَدُ لِمَ ا فِي الرَّأْسِ (ابن المبارك، حم. والروياني،

طب. حل. ض. عن سهل بن سعد)


RE. 231/1 (El-mü’minu min ehli’l-îmâni, bi-menzileti’r-re’si mine’l-cesedi, ye’lemü’l-mü’minü li-ehli’l-îmâni, kemâ ye’lemü’l- cesedü limâ fi’r-re’si.) (El-mü’minu min ehli’l-îmâni, bi-menzileti’r-re’si mine’l-cesedi) “Cesette baş ne mevkide ise, ehl-i imana göre mümin de odur. (Ye’lemü’l-mü’minü li-ehli’l-îmâni, kemâ ye’lemü’l-cesedü limâ fi’r- re’si) Nasıl baş ağrıyınca beden elem çekerse, mümin de ehl-i imandan birinin zarar görmesi ile elem duyar.” Ehli imandan mü’min olan kimse, vücuttaki baş gibidir. Yani baş olmazsa vücudun kıymeti yoktur, vücudun kıymeti başıyladır. Baş olmazsa vücudu götürür gömerler bir tarafa… Binâen aleyh mü’minin kıymeti de iman iledir. O iman olmazsa, başka amellerin hiç kıymeti yoktur. O iman baş gibi



60 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.340, no:22928; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.VI, s.131, no:5743; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.V, s.69, no:4696¸ İbn-i Ebî Şeybe, Müsned, c.I, s.118, no:111; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.113. no:136; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.XIII, s.253, no:35557; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.II, s.114, no:1298; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.241, no:693; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.VIII, s.164, no:13094¸ Sehl ibn-i Sa’d RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.142, o:683; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.103, no:24429.

231

olunca, başı olmayan insanın hâli neyse, imanı olmayan adamın hâli de öyledir.


Yalnız burada şunu da anlatayım:

El-Aziz’e [Elazığ’a] gittik. Orada dediler ki, bir zât var, Arap Baba denilen birisi. Altı yüz senelik dediler, bilmiyoruz artık. Ama adam dipdiri, musalla taşının üzerinde duruyor. Bizim arkadaşlardan biri evvel gitmiş; “—Aldım şöyle kucağıma, öptüm, sevdim, bayıldım adama...” diyor.

“—Allah Allah, nasıl oldu bu?” dedik.

Bir de biz gidelim dedik, nasip oldu, gittik oraya. Ben gidemedim hasta oldum, kaldım camide, arkadaşlar gittiler. Adamcağız vefat edeli 600 sene olmuş ama başı kesik. Başını kesmişler, başını da yine yanı başına koymuşlar, bütün vücuduyla beraber. Böyle mumyalı filan değil yani. Mumyalanır, mesela müzelerde görüyoruz, öyle değil. Bu tabii haliyle böyle, heykelin olduğu gibi nasıl şehid olduysa orada öylece duruyor. Altı yüz sene dediler ama kim bilir, 600, 500 neyse, ama adam sanki yaşıyor.

232

Şimdi bunun bir misalini söyleyeyim size yine. Bizim burada bu caminin şu minarelerine bakan terzi bir kardeş var ya, o geçen bir rüya anlattı bana, dedi;

Şu köşeden gece rüyamda bir adam çıktı, yeri beline kadar. Tanımıyor o adamı: “—Sana çok teşekkür ederim, biz burada üç kişi yatıyoruz.” demiş.

Temizlemiş oralarını da, oralarını temizlediğinden dolayı o tecessüm etmiş ona; “—Biz burada üç kişi yatıyoruz, ikisinin de vekaleti bende, sana teşekküre geldim.” demiş.

Bu âlemle o âlemin arasındaki râbıtayı bilecek kudret lazım bize. Biz hem gözümüz kör hem kulağımızda sağır.

Allah affetsin… Birçok hadiselere şahit olduğumuz halde buna bir türlü aklımızı erdiremiyoruz. .

Onun için iman cesetteki baş gibidir. Baş olmayınca vücudun nasıl kıymeti yoksa, iman olmadıktan sonra uçsan para etmez. İman olmadıktan sonra uçsan para etmez, kuşlar da uçuyor.

Onun güzel bir hikayesi hatırıma geldi. Râbiatü’l-Adeviyye denilen bir hatun var ya, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin devrinde. Yani 1000 küsur sene evvel. Hasan-ı Basrî Hazretleri ona göz koymuş. Hasan-ı Basrî zamanın en büyük âlimi… Bu kadın da meczup. Râbiatü’l-Adeviyye denilen meczup bir kadın.

Erkekten kaçmazmış.

“—Neden kaçmıyorsun?” diye sorulunca;

“—Allah, hayvanlardan kaçın demedi ki, insandan kaçın dedi. Hani insan?” dermiş. Allah Allah! O zaman böyle derlerse bu zaman bizim halimiz ne olur bilmem artık. Erkek kâmil oldu mu, kâmil birisini görürse, “Getirin örtümü!” dermiş. Böyle birisi.


Hasan Basrî demiş ki: “—Bununla evlensem?”

233

Gitmişler; “—Allah’ın emriyle biz seni istemeye geldik.” demişler.

“—İyi ama benim derdim çok. Benim o dertlerimin karşısında benim bir de sizinle evlenmeye gücüm yetmez.” demiş. “—Nedir derdin canım?” demişler.

“—Bir kere mezara gireceğiz. O mezarda sorguların cevabını verebilecek miyim, veremeyecek miyim? Siz bunu biliyor musunuz?” demiş.

“—Hayır…” demişler.

“—Kıyamette ikiye ayrılacak insanlar; birisi sağcı, birisi solcu, hangi tarafa ayrılacağım acaba?” demiş.

“—Kitapları elimize verilecek. Acaba nasıl verilecek, hangi taraftan kitabım verilecek?” demiş.

“—Acaba cennetlik mi olacağım, cehennemlik mi olacağım; onu da bildiğim yok.” demiş.

“—Ama sen, “Bunlar senin lehindedir.” diye bana söz verirsen evlenirim.” demiş.

O da cevap vermiş;

“—Ben nasıl söz vereyim. Bu Allah’ın bileceği bir iş.”


Bakmış çare yok, kerâmetler göstermeye başlamış, göklerde uçmaya, denizlerde yürümeye filan.

“—Yâ Hasan! Bunları bana gösterme!” demiş. Kadına bak!..

“—Onları bana gösterme! Allah’ın âciz kuşları da uçuyor böyle, bu uçma hüner değil. Denizde âdî kurbağalar da yüzüyor, bu da hüner değil. Hüner Allah’a kul olmak, istikametle yaşamak.” demiş.

Onun için iman cesette baş gibi, baş olmayınca başka hiçbir şeyin kıymeti yok. İman olmayınca da hiçbir şeyin kıymeti yok.

Onun için Allah hepimize köklü sağlam yıkılmaz bir iman nasib etsin.


Abdü’l-hakim Efendi diye bir zât vardı ya burada, meşayihten. Bayezid Camii’nde ders veriyor, biz de çocuğuz o zaman,

234

dinliyoruz onu. O hatırımda kalmıştır, dedi ki;

“—Gâvur papazları da çalışırlar, bazı kerâmetler gösterirler. Kerâmet denmez onlara, istidrac derler. Onları yaparlar sakın ha aldanmayın. Azrail’in ilk tokadında hepsi mahvolur. Azrail’in ilk tokadıyla hepsi yok olur. Nasıl güzel bir arabayı boyarsın, bir kaza yapınca boyası döküp mahvolursa, bu papazlarınki de öyledir.” dedi.

Bizim bugün kardeş geliyordu, Ankara’ya giderken iki araba çarpışmışlar, arkasında da bir tanker varmış, o da ateş almış, yanmış. Tabii o arabaların hiçbirisinin hayrı kalmamış. İçinde de birkaç kaç kişi rahmet-i Rahmân’a kavuşmuşlar.

Böyle bir çarpışmada bütün kuvvetleri elden gider, yani foyaları meydana çıkar. Onun için ona hiç kıymet yok.

Allah affetsin cümlemizi... İman-ı kâmil, sağlam, olgun bir iman nasib etsin… Mümin-i kavî diyerekten Peygamberimizin biraz evvel emir buyurduğu hadis-i şerifi hatırlayın! Siz de öyle olmaya çalışın, iman-ı kavî olan mü’minlerin arasına girmeye çalışın, zayıf halde kalmayın.

Li’llâhi’l-fâtihah!


24. 03. 1972 – İskenderpaşa Camii

09 Rebiü’l-Evvel 1392

235
09. MÜ’MİNİN ÖZELLİKLERİ