07. GAZAPLANMA!
El-hamdü li’llâh, sümme el-hamdü li’llâh…
El-hamdü li’llâhi’llezî hedânâ li-hâzâ vemâ künnâ li-nehtediye levlâ en hedâna’llàh… Ve mâ tevfîkî illâ bi’llâh… Aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünîb…
Neşhedü en lâ ilâhe illa’llàhu vahdehû lâ şerîke leh... Ve neşhedü enne muhammeden abdühû ve habîbuhû ve rasûlüh…
Allàhümme salli ve sellim ve bârik alâ hâze’n-nebiyyi’l-kerîm… Ve’r-rasûli seyyidü’s-senedi’l-azim, Zü’l-kalbi’r-rahîm, seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
Salâten ve selâmen dâimeyni mütelâzımeyni ilâ yevmi’d-dîn… Ve selleme teslîmen kesîrâ…
Emmâ ba’du feyâ ibâda’llàh… Ûsiküm ve nefsi’l-âsiyeti bi- takva’llàhi ve tàatih… İnna’llàhe meallezîne’ttekav ve’llezînehüm muhsinûn…
Kàle rasûlü’llah salla’llàhu aleyhi ve sellem:
لاَ تَغْضَبْ (حم. خ. ت. عن أبي هريرة)
(Lâ tağdab!) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Size bu Cuma yine gazaptan bahsedeceğim.
Peygamber SAS Efendimiz'e birisi geldi, sordu, nasihat istedi:
"—Yâ Rasûlallah, bana vasiyet et, nasihat et!" dedi. Peygamber SAS ona buyurdu ki:55
55 Buhàrî, Sahîh, c.XIX, s.74, no:5651; Tirmizî, Sünen, c.VII, s.313, no:1943; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.362, no:8729; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.105, no:20776; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VI, s.307, no:8277; Begavî, Şerhü’s- Sünneh, c.VI, s.363; Bezzâr, Müsned, c.II, s.480, no:9000; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.III, s.25, no:1731; Ebû Hüreyre RA’dan.
لاَ تَغْضَبْ (حم. خ. ت. عن أبي هريرة)
(Lâ tağdab) “Kızma!” dedi.
"—Pekiyi yâ Rasûlallah, bir daha nasihat et, bir şey daha söyle!" dedi. Yine:
(Lâ tağdab) "Kızma!" dedi.
"—Pekiyi yâ Rasûlallah, bir daha söyle!"
(Lâ tağdab) "Kızma, sinirlenme, sinirli olma!" dedi.
Üç defa (Lâ tağdab) dedi.Yâni, halim selim olmasını, yumuşak olmasını tavsiye buyurdu.
İnsan haddi zâtında melekî bir mahlûktur. Onun kalp denilen bir varlığı vardır k,i onun üstünlüğünü size beyan etmeye gücüm yetmez. O kalp Arş-ı Rahman'dır, bütün kâinatı içine almış ufacık bir kudret, gönlümüzün içine konmuş ufacık bir şey. Nasıl tesbihlerimizin içerisinde bir taş var, o taşa baktığımız vakitte koca Kâbe'nin şeklini o ufacık taşın içerisinde görebiliyoruz. Bir insan kudreti, ufacık bir taşın içerisine bu Kâbe'nin dağlarıyla
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.484, no:16006; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XII, s.501, no:5689; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.II, s.261, no:2093; Taberânî, Mucemü’l-Evsat, c.VII, s.277, no:7491; Hàkim, Müstedrek, c.III, s.713, no:6578; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VI, s.307, no:8279; İbn-i Kàni’, c.I, s.157; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VIII, s.344, no:25889; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.VIII, s.69; Şeybânî, el-Âhâd ve’l-Mesânî, c.II, s.351, no:1167; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XII, s.226, no:6838; Câriye ibn-i Kudâme RA’dan.
İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.531, no:296; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.51, no:5685; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.175, no:6635; Heysemî, Mecmaü’z- Zevâid, c.VIII, s.69; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VI, s.308, no:8281; Abdullah ibn-i Amr RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VII, s.69, no:6399; Süfyan ibn-i Abdullah es- Sakafî RA’dan.
Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.105, no:20067; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.
Taberânî, Mucemü’l-Evsat, c.III, s.25, no:2353; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.I, s.36, no:21; Ebü’d-Derdâ RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.521, no:7708; Câmiü’l-Ehàdîs, C.XVI, s.230, no:16666.
beraber şeklini oraya koyabilince, Allah-u Celle ve A’lâ da insana bir gönül vermiştir ki, o gönlün içerisinde kâinat mevcuttur. Şimdi o gönül bizde mevcut da, o gönlün hassalarını kaybetmişizdir. İşte o kaybettiğimiz hassalardan bahsedeceğim ki insanı insan eden o gönüldür.
Bu beden bilirsiniz ki topraktan yapılmış, sudan, ateşten mürekkep bir şey… Netice itibariyle mezara gidip çürümeye mahkumdur. Onun kendisinde hiçbir kıymet yoktur. Ne kadar iyi insan olursan ol, o ceset çürüyecek ve orada leş olup toprağa karışıp gidecek. Asıl insanlık, insanın içerisindeki o cevherdedir. O cevherin muhafazasını da Cenâb-ı Hak bizim elimize vermiş. İşte sana ben böyle bir cevher verdim ki kâinat onun yanında hiç kalır. Sen kâinatta gördüğün şu ufak tefek boncuk gibi âdî şeylere aldanıp da, kâinatın şusuna busuna, ziynetlerine aldanıp da o cevherini kaybedersen yazık sana. Saâdetten, felâhtan, bütün varlıklardan mahrum olarak gideceksin bu âlemden.
Onun içindir ki o ahlâklar üzerinde konuşuyoruz, bu sekizinci dersimiz olan gazap çok güzel bir derstir ki, bizim o hassa-i insaniyetimizi örten ve kaybeden şeydir.
Mesela insan hırsızlık yapar mezmumdur, zina yapar çok fena bir iştir, içki içer, kumar oynar fena bir iştir. Fakat bunlar görülen huylardır. Bunları insan kendisi de bilir ki bunlar çok kötü şeydir. Bunlardan ben vazgeçeyim diyerekten fırsat arar insan. Belki bir nâsihin nasihatıyla bu huyundan vazgeçebilir insan. Fakat bu iç hastalıkları ki çok büyüktür.
Meselâ, dışta olan bir yaranın tedavisi kolaydır. Keserler, orasına ilaçlar sürerler iyi olur. Fakat içte olursa o hastalık, biliyorsunuz ki çok ağır ve çok zor oluyor. Binâen aleyh bu iç hastalığı olan gazap bizi helake götüren bir şeydir. Bütün fenalıklar da bundan doğuyor.
İnsan neden insan kızar, bir araştıralım! Neden kızıyor insan?
Kendisinde insan bir varlık görür de, bu varlığının mukabilinde kızar. Mesela, siz hiç kızmazsınız, bir münakaşaya
girdiniz. Münakaşa da sizi yenen insan, ki sizi yenmiştir, mağlup olmuşsunuzdur o münakaşanın içerisinde… O adama karşı bir nefret doğar içerinizde. Kızarsınız bir taraftan.
Neden? "Beni mağlup etti, beni perişan etti orada, o emsalimin
arasında..." diyerekten ona içinizden bir nefret kabarır. Birikir, ardından bir küslük, bir dargınlık, bir kavga, bir gürültü gider arka sıra.
Sebebi? O içteki gazabın galeyanından ileri geldi bu işler. Orada hakkı teslim etseydi, sussaydı bu işler olmayacaktı. Fakat susmadın, mukabeleler birbirini kovalayınca, iş dövüşmeye gider, ölmeye kadar gider. Hapishaneler, hastaneler filan bunlarla doludur hep. Hep gazabın felaketinin neticesidir.
Onun için gazap üzerinde durmak çok değerli bir şeydir. İnsanın meleklik ile hayvanlığın arasındadır. İnsan meleklik ile hayvanlığın arasındadır. Kalbini kötülüklerden korursa, Allah-u Celle ve a’lâ'nın emrine imtisal eder, yasaklarından sakınır ve kaçınırsa, melekliğe doğru insan yükselir. Yükselmek kabiliyeti kendisinde mevcut. Bilakis evâmiri ilâhîyi dinlemiyor, nevâhîden de hiç ictinap etmiyor, nefsi nasıl isterse öyle hareket ediyor. Bu sefer de o insanlığın en dışında olan hayvanlık mertebesine düşer.
Bunu İmam Gazâlî şöyle tarif ediyor: Bir at var; at sevilir, çünkü kendisi çok koşar. Onun endamında da bir güzellik, bir sevilme kabiliyeti vardır. Bir de merkep vardır; koşamaz. Ne zaman ki at atlığını kaybeder; koşma kabiliyeti kendisinden düşmüş, güzelliği de kaybolmuş, yükte taşıyamıyor, ihtiyarlamış. Bu sefer bu merkep o attan iyidir ki yük taşıyabiliyor artık. Yük taşıyabilen merkep o güzel attan iyidir ki atlığını kaybetti artık; ne koşma kabiliyeti var ne de yük taşıma kabiliyeti var. Güzelliği de kaybolmuş, bakmaz bile istemez artık insan onun yüzüne.
O zaman merkep o attan iyi olunca, insan da insandır. İnsanın da insanlığı ve güzelliği ona verilen hassalar dolayısıyladır. Hassasını kaybetti miydi insan; hassasını kaybeden hayvan nasıl olduysa insan da öyle olur işte. Hassasını kaybeden insan, ki murad senin melekiyete doğru yükselmendi, Allah'a kulluktu.
Çünkü insan iki şeyle diğer hayvanlardan ayrılır.
Nedir? Birisi aklı iradesi, birisi de ilmidir. İlimden, bu günkü meydana gelen fenlerin hangisini hayvan yapabilir?
Hiç birisini yapamaz. Ama hayvan yemekte, içmekte, görmede, koşmada, kuvvette bizimle müşterek. O da yer içer, her şeysi onun da var bizim gibi. Ama bizim gibi ilmi yok onun. Allah ona ilim kuvvetini vermemiş, idrak kuvvetini de vermemiştir.
Halbuki hayvanda bazı istidatlar vardır ki mesela koyun kurdu görünce kaçar, fare kediyi görünce kaçar, kedi kendisini korkutacak aslan gibi hayvanı görünce kaçar, herkes hasmını tanıyor. Bunları öğreten yok. Allah-u Celle ve A’lâ'nın ona verdiği kudretle hasmını tanıyor ve hasmından kaçıyor. E o idraki ki insana Allahu Celle ve A’lâ vermiştir de o idrak kabiliyetini, o ilim kabiliyetini kaybedip de yaşamak nasıl bir şeydir. Dünyanın, fanî olan bir sürü şeyinin durucu bir şey olmadığını hepimiz iyi biliyoruz. Bu durucu olmadığımız yere bu kadar gayret, hizmet sarf ederekten Allah'ı, bu mülkün sahibini unutup da âhirete müteallik bir hazırlık yapmadan gitmek ne kadar fena olduğunu siz söyleyin.
İnsanın insanlığı ilimle olunca, ilmin de hissesi, ilmin hududu yok, çok. Bir sürü ilim var. Şu atomlar bitmeden birbirini
kovalayıp gidiyor. Fakat bunların hepsi dünya ilmidir. Gözünü yummakla hepsi tükenir. Ne kadar alim olursan ol, fakat gözünü yumdun mu bütün ilimler sönmüştür senden. Asıl sana fayda verecek ilim Allah ilmidir. Allah bilgisini tealluk eden onun ef'âl ve evsafına, sıfatlarına teallük eden bilgi edinebildiysen ne âlâ. O bilgiyi de o vücut edinecek değil, bu vücudun içindeki o ruh edinecektir. Kalp, gönüldür o işi halledecek. Binâen aleyh kalbi köreltmek, kalbi söndürmenin ne kadar acı olduğunu siz artık idrak edin.
Aziz kardeşler! Birçok belalar var ya, fiilen eli kesilir, kolu kesilir, aklı gider, çeşitli ızdıraplar, çekilmez ızdıraplarla insan iptilânabilir. Fakat bu iptilâların bir sonu var. Nedir?
Ölüm, hepsini bitirir. Ölüm geldi miydi ne kadar ağrısı varsa, sızısı varsa, feryatları varsa susuyor, çünkü öldü artık, bağıracak hâli kalmadı. Fakat Allah'tan uzaklaşıp günahların sahibi olarak gitmenin, gitmenin acısı katiyen tükenmiyor. Nasıl siz Allah'tan uzaklaşmaya, ibadât u tâat etmemenin acısına ve günahları işlemenin acısına bakınız ki, öldükten sonra bu tevâlî eder gider, taa kıyamete kadar. (Guduvven ve aşiyyâ.) Bunların sabah akşam azapları kendilerine gösterilir.
Allah'tan uzaklaşanların, yani firavunların yolunu takip edenlerin azabı, firavunlara yapılan azap gibi sabah ve akşam onlara arz olunur. Senin yerin burası bak! O cehennemin yanan alevlerini, akreplerini görünce perişan olur kalır. Bunun azabı akşama kadar sürer, baygın bir halde. Akşam olunca bir daha tekrarlanır: "—Bak bakalım şu yerine!"
Yine görür o felaket yerini, sabaha kadar onun şiddetinin, dehşetinin altında erimiş, perişan bir halde kalır. Binâen aleyh her felaket tükenir, Allah'tan uzaklaşmak ve Allah'a karşı isyan etmenin felâketi, belâsı bitmez tükenmez.
Onun için aziz kardeşlerim!
En mühim şey iman sahibi olmaktır, iman. İman sahibi olmak bu dilin Allah, Lâ ilâhe illallah demesi değildir ha! Bunu demekle daire-i tevhide giresin, müslüman derler sana, fakat ind-i ilâhîdeki kulluk, ind-i ilâhîdeki mü'minlik ne ise onu yapmak lazım. Lâ ilâhe illallah demesi lazım, bütün günahlardan, bütün felâketlerden, fenalıklardan kaçınmak lazım.
Daha? Allahu Celle ve A’lâ'nın ne kadar emri varsa, o emirlerine imtisal etmek gerekir ki, Lâ ilâhe illallah Muhammedün rasûlü’llah dediğinin şahidi olsun… Bir taraftan Lâ ilâhe illallah der, bir taraftan da Allah'ın dediklerini yapmaz ve yapma dediklerini de yaparsa, onun tevhidinin ne kıymeti olur?
Evet, Lâ ilâhe illallah, Muhammedün rasûlullah diye iman etmiş bir müslümanın kıymeti o kadar yüksektir ki, ehl-i imandan bir mü'min-i muvahhid sırat köprüsünün üzerinden geçerken cehennem ona der ki;
"—Ey mü'min, durma çabuk geç! Durma, çabuk geç! Zira senin nurun benim ateşimi söndürüyor!" der. Böyle bir nimet-i ilâhîyeye mazhar olmuş
Bir insanın Allah'a karşı arkasını dönüp de göğüs germesinin ne kadar büyük felâket olduğunu siz söyleyin aziz kardeşler, siz söyleyin! Dünyanın şu zînetine bu zînetine aldanıp da Allah'ın yasak ettiklerini irtikâp etmenin ne büyük hata olduğunu, bu söylediğim söz neticesinde, sizler bizlerden çok daha iyi idrak edersiniz.
Cehennem ki, bir mü'minin geçişinden ateşim sönüyor diyerek feryad ederse, artık o mü'minin ind-i ilâhiyedeki derecesini siz düşünün! Mü'min demek cennetin nimetlerine tenezzül etmiş, burada yaşayacak, bahtiyar demek değil ha! Mü'min demek bu dünyada Allah'ın rızasını kazanmış, ahirette de Cenâb-ı Hakk'ın o güzel dîdârını görmeye müştâk insan demek. Dîdâr-ı ilâhîyeye müştâk insan demek. Hûrî gılman onun yanında hiç kalır.
E o fırsatı Allahu Celle ve A’lâ sana bu âlemde vermiş.
Sen bu âleme hayvan gibi yiyip içip de hayvan gibi yaşamak için mi geldin? Öyleyse hayvandan ne farkın olur?
Efendim gökte uçuyoruz ya, daha nasıl farkımız olacak?
Gökte uçmak bu âleme mahsus. Kuşlar da uçuyor senden iyi.
Daha nerede? Denizde gitmekte.
Balıklar senden daha iyi yüzüyor, daha mükemmel. Onların hiçbirisi değil makbul ve maksud olan. Makbul ve maksud olan bu dünyada Allah-u Celle ve A’lâ'yı bilmek ve ona iman edip, onun emrine boyun bükmektir.
Allah cümlemizi nevm ü gafletten ikaz buyursun…
İşte onlardan birisi ki, insandaki cevheri söndüren ve koparan gazaptır. Gazap neye benzer bilir misiniz?
Bir lambanız var, şişesi var, fitilini açmışsınız is yapmış şişenize… Bu is lambanızın camını kara bir kap haline getirmiş, yanan ışığın dışarı çıkmasına mani oluyor, perdelenmiş artık islerden. İşte bu kötü huylardır ki kalbin nurunu böyle kapatır, kapatır.
Halbuki insan kalbine baktığı vakitte melekûtü, semâvâtı, her tarafı seyreden bir âleme mazhar olur insan. Allah-u Celle ve A’lâ insana öyle bir kuvvet vermiş.
Bazılarına peygamberlere verdiği gibi kendiliğinden vermiş, bazılarına da çalışmak suretiyle vermiş.
Evliyaların menâkıbını çok okumanızı rica edeceğim sizden.
Evliya menâkıplarını okuyunuz, bu yüksek derecelere onlar ne ile vâsıl olmuşlar, görürsünüz. Mücahedesiz insan hiçbir şey olmaz.
Bu memleketi düşman istila etse, bu memlekette biz de oturup yiyip içip yan yatsak, bu düşman buradan gider mi gitmez mi?
Gitmez!
Akıllı herif. Daha bizi nasıl sömürmek lazım geliyorsa, onun yolunu arar. Ne zaman biz elimize silahımızı alır, elimize kalemimizi alır onlarla mücahedeye kalkarsak, elbette ki gücümüzün yettiği kadar; ya ölür şehid oluruz, ya onları buradan kovar def ederiz.
Binâen aleyh bu gönüldeki kötü huyları kovmak için de mücahede lâzım! Bu mücahedenin yegâne şartı Allah'a
dayanmak… Allah'a dayanılmadıkça bu mücahedelerde muvaffakiyet olmaz, dünya seni istila eder.
Burada üç tane belâ var. Hınzır, köpek, şeytan… Dördüncüsü de Rabbânî sıfattır. Hınzır bırakmaz ki seni! Hınzırın sıfatı şehvete teşbih etmişler. Şehvet bırakmaz ki seni, "Yaşayasın, bu dünyaya bir daha gelecek değilsin. Soyun, istediğin gibi soyun öyle gez." der. Hayvânî sıfatları telkin eder. Çünkü hınzırın sıfatı öyledir. Yemesinden doymaz, daima yemesini seven bir mahluktur, hınzır sıfatı.
Hınzırın eti onun için bize haramdır ki, mezmum huyları vardır. Dişisini kıskanmaz, kıskanmadığı içindir ki Allah-u Celle ve A’lâ onun etini bize haram etmiştir.
Onun içerisinde mikroplar vardır. O mikropları bugün öldürecek belki fenler çıkmıştır. O mikropların o kadar ehemmiyeti yok; çünkü mikroplar olsa olsa senin bedenini öldürür. Ondaki mikroplar sana geçerse, belki tedavi olamazsın, çeşitli hastalıklarla ölürsün ama, asıl ruhun ölmemesi lazım. Ruhu öldüren, onun içerisindeki kötü huylardır. Hınzırın hınzırlığı da, ondan sirayet edecek kötü huylardandır.
Elâ inne ahsene’l-kelâm ve ebleğa’l-nizam, kelâmu’llàhi’l- meliki’l-azîzi’l-allâm... Kemâ kàle’llàhu tebâreke ve teàlâ fi’l- kelâm:
وَإِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُواْ لَهُ وَأَنصِتُواْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
(الأعراف:204)
(Ve izâ kurie’l-kur'âni festemiù lehû ve ensitû lealleküm türhamûn.) “Kur'an okunduğu zaman, onu dinleyin ve susun, umulur ki merhamet edilirsiniz.” (A’raf, 7/204)
Cuma Hutbesi – İskenderpaşa Camii