10. NAMAZI DOSDOĞRU KIL!

11. FAKİRLERİ SEVİNİZ!



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’l-àkıbetü li’l- müttakîn...Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...

İ’lemû eyyühe’l-ihvân... İnne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:


أَحَبُّ الْ عِبَادِ إِلَى اللهِ عَزَّ وَجَلَّ، الأتْقِيَ اءُ الأَخْفِيَاءُ؛ الَّذِينَ إِذَا غَ ابُوا،


لَمْ يُفْتَقَدُوا؛ وَإِذَا شَهِدُوا، لَمْ يُعْرَفُوا؛ أُولٰئِكَ أَئِمَّةُ الْهُدَى، ومَصَ ابِيحُ


الْعِلْمِ (حل. عن معاذ)


RE. 17/4 (Ehabbü’l-ıbâdi ila’llàhi azze ve celle, el-etkıyâü’l- ahfiyâü; ellezîne izâ gàbû, lem yüftekadû; ve izâ şehidû, lem yu’rafû; ülâike eimmetü’l-hüdâ, ve mesàbîhü’l-ilm.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Beraber bir salât u selâm okuyalım:

“—Allàhümme sallî alâââ... Seyyidinâââ... Muhammedinin- nebiyyi’l-ümmiyyi ve alâ... Âlihîîî, ve sahbihîîî, ve sellim.” (3 defa)

Cenab-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, iki cihanın serveri, sevgili Peygamberimiz’in şefaatine cümlemizi nâil eylesin…


a. Haramlardan Sakın!


Geçenki dersimizden bir hadisi tekrar ediyorum.

373

Ahmed ibn-i Hanbel, Beyhakî ve Tirmizî Ebû Hüreyre Hazretleri’nden rivayet etmişler. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:115


اِتَّقِ الْمَحَارِمَ ، تَكُنْ أَعْبَدَ النَّاسِ، وَارْضَ بِمَا قَسَمَ اللهَُّ لَكَ، تَكُنْ


أَغْنَى النَّاسِ؛ وَأَحْسِنْ إِلَى جَارِكَ، تَكُنْ مُؤْمِن ا، وَأَحِبَّ لِلنَّاسِ مَا


تُحِبُّ لِنَفْسِكَ، تَكُنْ مُسْلِم ا؛ وَ لََّ تُكْثِرِ الضَّحِكَ ، فَإِنَّ كَثرَةَ


الضَّحِكِ، تُمِيتُ الْقَلْبَ (هب . ت . طس . حم . ع . عن أبي

هريرة)


RE. 13/7 (İttaki’l-mehàrim, tekün a’bede’n-nâs; ve’rda bimâ kasema’llàhu lek, tekün ağne’n-nâs; ve ahsin ilâ cârike, tekün mü’minen; ve ehibbe li’n-nâs, mâ tühibbu li-nefsik, tekün müslimen; ve lâ tüksiri’d-dahk, feinne kesrete’d-dahki tümîtü’l- kalb) 1. (İttekı’l-mehàrim tekün a’bede’n-nâs) ‘Sen haramlardan kaç, haramlardan korun, o zaman nâsın, insanların en àbidi sen olursun.”

Bu güzel bir ders de, bunu tekrarlıyorum ki, hepimiz belleyelim:

Haramlardan kaçının ki nâsın en âbidi olabilesiniz. Geceleri sabahlara kadar uyumasak, gündüzleri elimizden tesbih düşmese, kitap düşmese, nâsın àbidi olamayız; haramlardan kaçmadıkça…



115 Tirmizî, Sünen, c.VIII, s275, no: 2227; Taberânî, Evsat, c.VII, s.125, no: 7054; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.310, no: 8081; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, c.VII, s.500, no: 11128; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XI, s.113, no: 6240; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.477, no:991; Temmâmü’r-Râzî, Fevâid, c.I, s.48, no:47; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXIX, s.321, no:6024; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.242, no:44312; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IXL, s.310, no:42609.

374

Haram demek mutlaka şunun bunun boynuna sarılıp, eşkıyaların para aldığı gibi para almakla olmaz. O eşkıyaya mahsus, o haram başka… Bir de faizlerle kazanılan paralar, yalanlarla kazanılan paralar, ihtikârlarla kazanılan paralar… Bunların hepsi haram zümresindendir.

Binaen aleyh, bunlarla servet biriktirmek, çalım satmak çok abes bir şeydir. Onun için àbid olmak istiyor musun, Cenâb-ı Hakk’ın sevgili bir kulu olmak istiyor musun, haramlardan kaçmak lâzım!

Geçen ki derste geçmişti ki, bir dirhem haram, kırk vakit namazın kabulüne mâni olur. Kırk gün ellerimizi açsak, yalvarsak, dinlemiyor Allah… Bir dirhem haramın bize verdiği zarar, kırk günde ancak temizleniyor demek ki…


Onun için haramlardan kaç, nâsın en âbidi olursun; tutup riyazetler çekmek değil. Allah’ın haramlarından kaçın, oldun en àbid insan...

2. (Ve’rda bimâ kasema’llàhu lek, tekün ağne’n-nâs) “Allah’ın taksimine razı ol, o zaman da insanların en zengini sen olursun!” Daha ne istiyorsun?

Zenginlik milyonlar yahut milyarları olmakla olmuyor, insanın gözü doymuyor fakat Allah-u Teàlâ’nın taksimine razı oldu muydu ooh, ondan daha zengin kimse yok demektir.

Bu çok güzel bir ders de onu tekrarlıyoruz ki, kulaklarımızda kalsın inşallah.

3. (Ve ahsin ilâ cârike, tekün mü’minen) “Sen komşuna ihsân eyle ki, mü’min olasın!”

4. (Ve ehibbe li’n-nâs, mâ tühibbu li-nefsik) “Kendin için istediğini bütün insanlar için iste; (tekün müslimen) o zaman müslüman olursun!” 5. (Ve lâ tüksiri’d-dahk, feinne kesrete’d-dahiki) “Gülmeyi çok yapma, gülme iyi değil. Ne yapar? (Tümîtü’l-kalb) Kalbi karartır, öldürür.”


b. Amellerin Allah’a En Sevimlisi

375

İkinci bir hadis-i şerif var idi ki, Katâde RA rivayet etmiş:116


أَحَبُّ الأَعْمَ الِ إِلَى اللهِ : إِيمَان بِاللهِ، ثُمَّ صِلَةُ الرَّحِمِ، ثُمَّ الأَمْرُ


بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّهْيُ عَنِ الْ مُنْكَرِ؛ وَأَبْغَضُ الأَعْمَ الِ إِلَى اللهِ: الإِشْرَاكُ


بِاللهِ، ثُمَّ قَطِيعَةُ الرَّحِمِ (ع. عن قتادة رجل من خثعم)


RE.16/10 (Ehabbü’l-a’mâli ila’llàhi: Îmânün bi’llâhi, sümme sılatü’r-rahimi, sümme’l-emru bi’l-ma’rûfi ve’n-nehyü ani’l- münker; ve ebgadu’l-a’mâli ila’llàhi: El-işrâkü bi’llâhi, sümme katîatü’r-rahimi) (Ehabbü’l-a’mâli ila’llàhi) “Amellerin Allah-u Teàla’ya en sevimli olanı, (imânün bi’llâhi) Allah’a imandır. (Sümme sılatü’r- rahimi) Sonra sıla-i rahim, (sümme’l-emru bi’l-ma’rûfi ve’n-nehyü ani’l-münker) sonra da emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapmaktır. (Ve ebgadu’l-a’mâli ila’llàhi) Allah-u Teàlâ’nın en çok buğz ettiği ameller ise, (el-işrâkü bi’llâhi) Allah’a şirk koşmak, (sümme katîatü’r-rahimi) sonra sıla-i rahimi kesmektir.

İman iki şartla kayıtlıdır. On tane şartı vardır ya ikisi pek mühim; birisi Allah-u Teàlâ’nın korkusu, diğeri de Allah-u Teàlâ’nın sevgisidir. Korku ile sevgi mîzân olarak bulunursa insanın içerisinde bu insanın imanı imandır, yani tam imandır. Allah korkusu ki, (ittaki’l-mehârim) dedi, haramlardan korkmak olduğu gibi. bütün ne kadar yasak varsa onlardan korku ile çekinmek, onları terk etmek, onları yapmamak…


Akşam bir yerde okumuştuk, okudular, Semerkandî Hazretlerinin bir nasihatnamesini takvimlerin arkasına yazmışlar ama hoş bir şey:

“Yedi şeyden kaçmadıkça insanlar müttakî silsilesine



116 Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XII, s.229, no:6839; Katâde RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.822, no:43265; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.420, no:671.

376

giremezler. Gözlerini harama bakmaktan, dillerini kötü söz söylemekten, elleriyle şunu bunu incitmekten yahut haramlara uzatmaktan, ayaklarıyla haram günah yerlere gitmekten, midesine de haram lokmaları sokmaktan korunmadıkça insan müttakî sınıfına giremez.” Onun için ittikà diyor, (ittaki’l-mehârim) “Haramlardan sakının!” diyor.

Müttakî olmak çok önemli olduğundan, kitabımızın ikinci sayfasında Elham’dan sonra Bakara Sûresi gelir. Bakara Sûresi’nin ilk ayetleri, estaîzü bi’llâh:


الـٓـمٓ . ذٰلِكَ الْكِتَابُ لََّ رَيْبَ فِيهِ، هُد ى لِلْمُتَّـقِينَ (البقرة:1-٢)


(Elif lâm mîm. Zâlike’l-kitâbü lâ raybe fîhi, hüden li’l- müttakîn) “Bu öyle bir kitaptır ki, bunda hiç şüphe yoktur; müttakîler için yol göstericidir.” Biliyorsunuz ki Bismark [Bismarck] mıdır nedir ve daha bir çok gâvurlar vardır ki, kitabımızı okumuşlardır; “Şöyle kitabınız var, böyle kitabınız var!” diye methederler, senâ ederler. Fakat hidayetten mahrumdurlar, yine gâvur olarak ölmüşlerdir. İman nasibi başka… Cenâb-ı Hakk’a biz ne kadar şükretsek azdır ki, bizi el-hamdü lillâh iman nimetiyle nimetlendirmiş, anadan doğarken müslüman olarak, mü’min olarak doğmuşuz. Bir müslüman memlekette doğmuşuz, böyle bir cemaat buluyoruz, camiler buluyoruz, ibadetler edebiliyoruz. E bunları bulamayan nice zavallılar vardır ki, bu nimetlerden mahrumdurlar. Bu en büyük nimettir.

Onun için Cenâb-ı Hakk’a amellerin en sevgilisi Allah’tan korkmak olduğu için, (hüden li’l-müttakîn) “Allah da korkanlara hidayet ediyor. Korkanlara, sakınanlara Allah-u Teàlâ’nın kitabı hidayet ediyor.” Namazlar da öyle, tesbihler de öyle, dualar da öyle, hayırlar hasenatlar, neler varsa hep müttakîler içindir.

Binâen aleyh, Allah-u Teâlâ da müttakîleri sever:

377

إِن اللهََّ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ (التوبة:٧)


(İnna’llàhe yuhibbü’l-müttakîn) “Allah celle ve alâ müttakîleri, takvâ ehli kulları sever.” (Tevbe, 9/7) buyruluyor.

Zaten iki şeydir önemli olan; birisi Allah korkusu, birisi Allah sevgisi. Allah sevdikten sonra bitti iş. Bir kulu Allah sevdi mi iş bitti demektir; insanlardan o kuldan daha bahtiyar bir kul olmaz. Çünkü Allah seviyor. Allah-u Teàlâ sevdi miydi, o da mecburen Allah-u Tealâ’yı sevecek. Allah sevgisi onun kalbisine inecek, o da her şeyden daha çok Allah’ı sevecek. Onun için Allahu Teâlâ’nın emirlerine, “Allah’ım bana darılmasın, sevgilim darılmasın bana!” diyerekten, o kadar titizlikle dikkat eder ki, korku da ondan geliyor. Çünkü seven insanlar sevdiğine mutîdirler. E Allah-u Teàlâ’yı seven de Allah-u Teàlâ’’nın emrine mutîdir, ne emrettiyse onu yapmaya çalışır ve onun dediğinden dışarıya çıkmaz.

Onun için canını veren müslümanların sayısı yoktur. Belli değildir ki hep o Allah sevgisinden dolayıdır bu.


أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ (اۤل عمران: ٣٣)


(Uiddet li’l-müttakîn.) “Cennet müttakîler için hazırlanmış, dayanmış, döşenmiştir.” (Âl-i İmran, 3/133)

Müttakîlere vaad olunmuştur. O müttakîlerin arasına ne zaman girebilirsek, o zaman biz de o cennete namzet oluruz.


c. Allah’ın En Sevdiği Kullar


Ebû Nuaym Hilyetü’l-Evliyâ’sında Muaz ibn-i Cebel RA’dan rivayet etmiş.

378

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:117


أَحَبُّ الْ عِبَادِ إِلَى اللهِ عَزَّ وَجَلَّ، الأتْقِيَ اءُ الأَخْفِيَاءُ؛ الَّذِينَ إِذَا غَ ابُوا،


لَمْ يُفْتَقَدُوا؛ وَإِذَا شَهِدُوا، لَمْ يُعْرَفُوا؛ أُولٰئِكَ أَئِمَّةُ الْهُدَى، ومَصَ ابِيحُ


الْعِلْمِ (حل. عن معاذ)


RE. 17/4 (Ehabbü’l-ıbâdi ila’llàhi azze ve celle, el-etkıyâü’l- ahfiyâü; ellezîne izâ gàbû, lem yüftekadû; ve izâ şehidû, lem yu’rafû; ülâike eimmetü’l-hüdâ, ve mesàbîhü’l-ilm.) (Ehabbü’l-ıbâdi ila’llàhi azze ve celle) “Kulların içerisinde Allahu celle ve a’lâ’ya en sevgili kullar, (el-etkıyâü’l-ahfiyâü) gizli müttakî kullardır.” Müttakî olanları Allah-u Teâlâ çok seviyor. Onun için hepimizin o müttakî silkine, sınıfına girebilmek için elinizden geldiğini yapabilmek lazım. Gece sabahlara kadar uyamasak müttakî sınıfına giremeyiz. İşte dağlara çekilsek ibadetle meşgul olsak yine o müttakîlerin sınıfına giremeyiz. Müttakîlerin sınıfına girmek için Allahu Teâlâ’nın yasaklarından kaçmak lazım.


Allah muhafaza etsin, bir hikâye aklıma geldi de evvel zamanda, yani Peygamberimiz’den daha eski zamanlarda, uzun zaman evvel… Hani ekseriyetle böyle hıristiyan papazlar, àbidler dağlara çekilirler, manastır dedikleri ibadethanelerde Allah-u Teàlâ’ya kulluk ederler. O manastırlarda tabiatiyle 5, 10, 50 neyse cemaat bulunuyor. Fakat bazıları da kimsenin bulunmadığı yerleri



117 İbn-i Mâce, Sünen, c.XI, s.489, no:3979; Hàkim, Müstedrek, c.III, s.303, no:5182; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX, s.36, no:53; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.252, no:1298; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VI, s.24; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.15; Muaz ibn-i Cebel RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.153, no:5929; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.429, no:687.

379

ihtiyar etmişler, yalnız başına Allah’a ibadet ediyorlar. Öyle àbidin birisi bir yer bulmuş kendisine yahut yapmış, orada Allah- u Teàlâ’ya ibadetle meşgul. Allah cümlemizi şeytân-ı aleyhi’lla’nenin şerrinden muhafaza etsin… Şeytan, nerede olsa insanın başına musallat, bela. Onda da cilve-i rabbanî var, işte insanlar imtihansız da olmuyor; insanlara

bakalım nasıl kul diye şeytanı musallat kılmış.

O şeytan o àbidin evine misafir geliyor. Bir insan kılığına girmiş, tak tak kapısını çalıyor: “—Misafir kabul eder misin?” “—Buyurun.” diyor.

Yemek getiriyor misafirine… Misafir: “—Ben yemem.” diyor.

“—Canım nasıl yemezsin, insan aç durur mu, yemeden olur mu?” “—Olur.” diyor, “Ben bir günah işledim, o günahtan sonra bir tevbe ettim. Cenâb-ı Hak benden artık yeme içmek iştihasını aldı ve beni böyle yaşatıyor.” Tabii o àbidin hoşuna gitmiş;

“—Yahu öyle yemeden içmeden insan yaşar mı?” “—İşte yaşar, ben, işte ben meydanda…” “—E ben ne yapayım?” Üç günah teklif ediyor: “—Bu üçten birisini yap, sen de benim gibi yemez içmezsin artık. Sonra tevbe edersin.” diyor. Nedir onlar?

“—İçki iç.” diyor.

Onu yapamam, olmaz o diyor.

“—E o zaman adam öldür.” diyor.

“—O hiç olacak şey değil.” diyor.

“—Öyleyse zina yap!” diyor.

“—Yok onu da yapamam.” diyor.

Sonra düşünüyor düşünüyor: “—İçki en kolayı diyor. İçeyim, tevbe ederim arkasından, olur. Zina gibi değil, katil gibi de değil, kabahati kendime ait.”

380

İçiyor, tabiatiyle o arada sarhoş oluyor.

Şeytanın hilesi büyük, o sırada o devrin hükümdarının kızını hasta yapıyor. Doktorlar çare bulamıyorlar, şeytan onlara da nüfuz ediyor: “—Filan yerde bir àbid var, o àbide gidin, okusun iyi olsun.” diyor. Eh, götürüyorlar àbide… Abid sarhoş, o anda gelmiş evine böyle güzel bir kız, fırsat bu fırsat diyerekten sarhoşluk esnasında onu haklıyor.

Derken ayılıyor. Ayılınca;

“—Eyvah, ben ne yaptım! Şimdi bunlar beni asarlar. Padişah kızına, hükümdar kızına tecavüz olur mu? Bunlar beni asarlar.” diyor.

O zaman şeytan geliyor;

“—Yahu her şeyin kolayı var.” Ne olacak?

“—Öldür, göm!” diyor. “Öldür göm, kim bilecek? Görmedim.” dersin.

Mâkul diyor, hemen öldürüyor kızı, bir yere de gömüyor.


Padişah arıyor kızını tabii, gelmedi kız, ne oldu filan?

Elçiler gidiyor aramaya, arayıcılar gidiyor filan, yok mok derken şeytan haber veriyor;

“—Kızınız filan yerde gömülü!” diyor.

Gidiyorlar açıyorlar, kızı buluyorlar. “—Ha, sen ne halt ettin böyle?” diyerekten adamı götürüyorlar şimdi asmaya.

Şeytan çıkıyor karşısına: “—Şimdi bu ipten seni ancak ben kurtarırım, başkası kurtaramaz. Bana iman et, ben seni kurtarırım buradan!” diyor.

O da çaresiz, ipe gidiyor artık ölecek, kurtulmanın çaresini arıyor. Allah esirgeye, iman da gidiyor elden.

Ha, müttakîlik derecesine erişmek için yalnız böyle dağlara çekilip ibadetle vakit geçirmek kâfi gelmiyor, Allah-u Teàlâ’nın emirlerine son derece dikkat lazım. Yasak mı, bitti… İçkiden daha

381

fena yasak yok!


Onun için, Allah-u Teàlâ Celle ve A’lâ’nın en sevdiği kullardan birisi, (el-etkıyâü’l-ahfiyâü) “Hem müttakî, hem de gizli, kimse tanımaz onu.” Kimsenin tanımadığı bir müttakî. Yalnız Allah’ın emirlerine mutî, yasaklarından son derece kaçınıyor; müttakî diye buna diyorlar. Günahlardan korunur, haramlardan korunur, evâmir-i ilâhiyeye ittikà eder.

Bunlar gizli olduklarından kimse bunları tanımaz, bilmezler, alâkası yoktur. (Ellezîne izâ gàbû, lem yüftekadû) “Gözden kaboldukları zaman, kimse onları aramaz. Kimse onlara kıymet vermez. (Ve izâ şehidû, lem yu’rafû) Aralarında bulunsalar da tanımazlar; öyle bir şeyleri yok, şerefleri, şöhretleri yok.” Meselâ, gayet güzel elbiseler giymiş, güzel sarığı var, etrafında bir sürü hizmetkârları var bir adam; insan elini de öper ayağını da öper ama bu öyle değil, belki üstü başı kirli...

Meselâ, Veysel Karânî; üstüne başına baksanız yırtık pırtık, yüzüne gözüne baksanız öyle saltanatlı bir şey değil ama bütün evliyaların reisi. Ne yapalım, Allah-u Teàlâ vermiş. Niçin?

Onun gönlü Allah’la, haramdan son derece kaçıyor, aynı zamanda bir çoban işte… Çobanlığıyla beraber topladığı hurma çekirdeklerini satmak suretiyle, hem annesini babasını besliyor, hem kendisini; artanı da fakirlere veriyor. Böyle bir zât-ı muhterem. Allah şefaatine nail etsin cümlemizi… (Ülâike eimmetü’l-hüdâ ve mesâbîhu’l-ilmi.) “Bunlar hidayet imamları ve ilim ışıklarıdırlar, yani güneş gibidirler.” Allah onların şefaatine cümlemizi nail etsin…


d. Günah ve İman


Dua edin de Allah kolaylaştırsın, hattatlık öğrenmeye çalışıyorum, onun için yine bugün bir hadis yazdım. Yazdığım

382

hadis-i şerifte Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:118


مَنْ زَنَى خَرَجَ مِنَ الإِْيمَانِ، وَمَنْ شَرِبَ الْخَمْرَ غَيْرَ مُكْرَهٍ خَرَجَ مِنَ


الإِْيمَانِ، وَمَنِ انْتَهَبَ نَهْبَة يَسْتَشْرِفْهَا النَّاسَ خَرَجَ مِنَ الإِْيمَانَ (ابن

قانع عن شريك غير منسوب)


RE. 423/5 (Men zenâ harace mine’l-îmân, ve men şeribe’l- hamre gayra mükrehin harace mine’l-îmân, ve men intehebe nehbeten yesteşrifühe’n-nâse harace mine’l-îmân) Hadisin mânası, açık mânası: (Men zenâ harace mine’l-îmân) “Kim zina ederse, imandan çıkar. (Ve men şeribe’l-hamra gayra mükrehin harace mine’l-îmân) Kim tazyik edilmeden, zorlatılmadan içki içerse, o da imandan çıkar. (Ve men intehebe nehbeten yesteşrifühe’n-nâse harace mine’l- îmân) Kim insanların teveccüh etmiş olduğu, hakkı olan, kullanmakta olduğu bir şeyi haksız olarak çalıp alır, yağma eder, gasp ederse, imandan çıkmış olur. Gerek devlet malından, gerek ganimetten, gerek başka yerden, o da imandan çıkar.” İster kemâli imandan çıksın, isterse büsbütün imandan çıksın.

Diğer bir hadiste, “Müslüman, mü’min bunları yapmaz; yaparsa, mutlaka esvap insanın sırtından çıktığı gibi iman onun sırtından çıkar ondan sonra o kötülüğü yapabilir. Yoksa iman içerisindeyken o kötülüğü yapmasına imkân yok.” Çünkü imanı manidir. İman insanlara daima iyilikleri emreder. Bir insan kötülüklere meylediyorsa, demek onun imanı artık ölüme doğru gidiyor.


e. Adaletli Devlet Başkanının Fazileti




118 Kenzü’l-Ummal, c.I, s.265, no:1330; Camiü’l-Ehadis, c.XX, s.352, no:22317.

383

Gelelim bugünkü dersimizde okuyacağımız hadis-i şerife…

Beyhakî Şuabü’l-İmân’ında Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan rivayet etmiş. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:


أَحَب النَّاسِ إِلَى اللهِ، وَأَقْرَبُهُمْ مِنِّي مَجْلِس ا يَوْمَ الْقِيَامَةِ: إِمَام


عَادِل ؛ وَأَبْغَضُ النَّاسِ إِلَى اللهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ، وَ أَشَدَّهُمْ عَذَاب ا:


إِمَام جَائِر (هب. عن أبى سعيد)


RE.17/5 (Ehabbü’n-nâsi ila’llàhi, ve akrabühüm minhü meclisen yevme’l-kıyâmeti imâmün àdilün; ve ebgadu’n-nâsi ila’llàhi yevme’l-kıyâmeti, ve eşeddühüm azâben: İmâmün câirün.) (Ehabbü’n-nâsi ila’llàhi) “İnsanlardan Allah-u Teàlâ’ya en sevgili olan, (ve akrabühüm minhü meclisen yevme’l-kıyâmet) ve kıyamet gününde meclis cihetinden kullardan ve ona en yakın olanı, (imâmün àdilün) àdil olan bir imamdır.” Ama namaz imamı değil, cami imamı değil. İmam diye, buradaki imamlardan kasıt idareci, baş idareci. Meselâ evvelce halife diyorlarmış, sonra padişahlık denmiş, krallık denmiş, reisicumhurluk denmiş, bu gibi adlar, çeşitli adlar almış. İmam-ı âdil, idareci ama adaletle iş görüyor.


Acemlerin bir idarecisi varmış Nûşirevân (531-579), o âdilmiş. O Nûşirevân-ı âdil, memleketinde gayet adaletli iş görüyormuş. Adaletine bir misal: Hz. Ömer (581-644) o devirde119 bir arkadaşıyla beraber Acemistan’a at götürmüşler, at ticareti yapacaklar. Atlarının birisi çalınmış, yahut ikisi de çalınmış, hatırımda yok.

Yabancı memleket; şuraya müracaat etmişler, buraya



119 Burada şahıslarda bir karışıklık var. Çünkü Nuşirevan 579’da ölmüş, Hz. Ömer onun ölümünden üç sene sonra 581’de doğmuş. Aynı devirde yaşamamışlar.

384

müracaat etmişler, at veya atları kayıp. Sonra birisi akıl vermiş bunlara, demişler ki: “—Gidin hükümdara haber verin, bulsun. Derhal bulur o sizin atlarınızı.” Bir tercüman bulmuşlar, hükümdara çıkmışlar. Tercüman kasıtlı yanlış bir tercüme yapmış, padişah savmış bunları başından. Sonra daha bir dürüst tercümanla dertlerini anlatmışlar Nûşirevân’a… Derhal hırsızları bulmuş;

“—Yarın gelin hayvanlarınızı alın!” demiş.

Ertesi gün onları bir yerden geçiriyorlar. Hz. Ömer bakmış, oğluyla diğer hırsızlar sallanıyorlar, asılmışlar.

Adam o kadar àdil, bak evladına iltimas etmiyor. Evladını asmış. Çünkü evladı da o hırsızların arasında imiş. Allah muhafaza etsin. Adalet böyle olmuş.


Onun için bu âdilleri bulmak çok zordur. Mesela Hulefâ-i Râşidîn’in adaletinde şüphemiz yok. Ebû Bekr-i Sıddîk (632-634), Ömerü’l-Fâruk (634-644), Osmân-ı Zinnûreyn (644-656), Aliyyü’l- Mürtazâ (656-661) radıya’llahu anhüm’ün halifelik devridir bu dört devir. Bunlar âdilane hareket etmişlerdir. Bunların adaletlerinden hiç şüphemiz yoktur. Fakat bundan sonra gelen idarecilerin hepsi şüphelidir.

Hatta bizim devrimizde gelen padişah dediğimiz hükümdarlara, mesela Yavuz Sultan Selim diyelim yahut Fatih diyelim, yahut Osman Gazi için diyelim, ki bunlar İslâm’a çok hizmet etmiş büyük zâtlar iken bunlarda bile adalet cihetinden kusur olabilir.

Adalet büyük bir şey. Haksızlık yapmamak, Allah’tan son derece korkmak ve yasaklarından kaçındığı gibi ibadetleri de yapabilmek.

Bugün hepiniz biliyorsunuz ki, sabah namazıyla yatsı namazını cemaatle kılamayanlara, Cenâb-ı Peygamber münafık demiştir. Bunda kimsenin itirazı yoktur, diyen peygamberdir. Sabah namazına cemaate gelemiyorsa, yatsı namazında cemaate gelemiyorsa; çünkü öğlende, ikindide işler var, herkes işine gider,

385

dükkânına gider filan… Cemaatte burada bulunamaz, fakat akşamla sabahta mutlaka mahallesinde, evinde olur. Evinde olduğu için camiye gelmesi mecburidir.

Bugün kimi görürsünüz ki, sabah namazında camiye gelmiştir? Gösteriş için Cuma günleri Cuma namazında,

bayramlarda camiye arabalar dolar, otomobiller dolar, gelir büyükler.

E canım senin bugün müydü bayramın? Müslümanın her gün bayramıdır. Niçin sabah namazlarında bir kere görünmü- yorsunuz? Allah affetsin kusurlarımızı…


Onun için imâm-ı âdil bulunmaz şimdi, bulunması müşküldür. Ama bununla beraber; (Ve ebgadu’n-nâsi ila’llàhi yevme’l- kıyâmeti) “Kıyamet gününde Allah-u Teàlâ’yı en mebğuz, gazap olunmuş, yani sevilmeyen, (ve eşeddühüm azâben) azabı da çok şiddetli olan betbaht insan, (imâmün câirun) zalim imamdır, yani zalim idarecidir.” Tabir öyle. Âdil olamayınca adaletin mukabili zulüm oluyor.

Allah muhafaza etsin… Zulüm kıyamet gününün zulmetlerden ibarettir. Zalim, zulumât... Zulümât geliyor. Onun için bu bir fâsit daire derler, fâsit daire.

Biz bunların bazısını methederiz, bazısını da zemmederiz; bunların hepsi cehlimizden ibarettir. Ne methe layıktırlar, methedilsin; çünkü kimin işine geliyorsa o metheder, işine gelmeyen zemmeder. E o benim işim gelir ben methederim, ötekinin de işine gelmez zemmeder. Binâen aleyh bu gibi dedikodular çok ayıp ve çirkin şeylerdir.

Bunlardan Allah bizi uzak etsin… Onların veballeri kendilerinin olsun, iyilikleri de kendilerinin olsun… Bize düşen Allah-u Teàlâ’ya ittikà ile hizmet etmek… Allah o durumdan bizi ayırmasın…


f. Din İçin Memleketlerini Terk Edenler

386

Bakın şimdi... Ebû Nuaym Hilyetü’l-Evliyâ’sında Abdullah ibn- i Amr RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:120


أَحَبُّ شَىْءٍ إِلَى اللهِ الْغُرَبَاءُ الْ فَرَّارُونَ بِدِينِهِمْ، يَبْعَثُهُمُ اللهُ يَ وْمَ الْ قِيَامَةِ


مَعَ عِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ (حل. عن ابن عمرو)


RE.17/6 (Ehabbü şey’in ila’llàhi el-gurabâü’l-ferrârûne bi- dînihim, yeb’asühümu’llàhu yevme’l-kıyâmeti mea îse’bni meryeme.) (Ehabbü şey’in ila’llàhi el-gurabâü) “Allah-u Teàlâ’ya en sevgili olan şeylerden birisi garipler…”



120 Beyhakî, Zühdü’l-Kebîr, c.I, s.218, no:214; Ahmed ibn-i Hanbel, Zühd, c.I, s.149; Abdullah ibn-i Amr RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.153, no:5930; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.436, o:701.

387

Gurabâ, garibin cem’i. Garib kim? Yani kimsesiz, himayesiz, elinden tutanı yok. Bunlar, bu zavallılar; (el-ferrârûne bi-dînihim) dinlerini muhafaza edemiyorlar, yapamıyorlar, müşkülatlara düşüyorlar;. Dinlerinin muhafazası için memleketlerini terk ediyorlar.” Meselâ bizim Kafkasya’dan, düşman memleketlerinden hicret edip buraya gelen muhacirler gibi meselâ… Orada düşman memleketinde ibadetini yapamıyor.


Hatta dün bir şey duydum, çok acı… Bizim buradan giden Almanya’da çalışan işçilerimiz; yanlarında götürmek için Kur’ân-ı Azîmüşşân almışlar. Ama diyorlar ki: “—Şimdi biz Sırp hududundan, Yugoslav hududundan geçeceğiz, orada bizim eşyalarımızı muayene ediyorlar, Kur’an’larımızı elimizden alıp gözümüzün önünde yakıyorlar. Asker de silahıyla duruyor; ‘Müdahale edersen vururum, çekil

388

oradan!’ diyor.

E şimdi can da kıymetli, gözünün önünde kitabın yanıyor. Bunun için Efendimiz SAS’in;

“—Kitaplarınızı gâvur memleketlerine götürmeyin!” tenbihi var.

Gâvur memleketine giderken kitaplarınızı, Kur’an’larınızı götürmeyiniz ki, burada bir şey mâni olur, bir taarruza uğrarsınız, muhafaza edemezsiniz, büyük acılara düşersiniz. Onun için oralara kitaplarınızı taşımayın, ezberlerinizdekilerle idâre-i maslahat edin! Onun için bakmış bu zavallı, böyle bir memlekette dinini güzelce yapamıyor, kaçmış. Bir müslüman memleketine, dinini yapabileceği bir yere kaçıyor. İşte bunlar;

(Yeb’asühümu’llàhu yevme’l-kıyâmeti mea îse’bni meryeme) “Bu gibi bahtiyarları Cenâb-ı Hak yarın rûz-ı kıyâmette İsa AS ile beraber hasredecek.” Ne büyük bahtiyarlıktır! Allah cümlemizi affetsin de dinleri için yüksek fedakârlıkları ihtiyar eden kullardan eylesin…


Ama bugün ne acıdır ki din mefhumunu bilmeyen ne kadar zavallı var! Dini bilmeyen, din nedir bilmeyen ne kadar zavallı var! Onun için çok mes’ulüz hepimiz ki, kardeşlerimize dinimizi öğretemiyoruz ve bunu öğretmekten de uzağız. Canımız kıymetli, işimiz kıymetli, paramız da kıymetli… Böyle bir zavallıya; “—Yahu Müslümanlık budur, din budur, sen de benim kardeşimsin; neden bu Müslümanlığa bu kadar muarız duruyorsun?” dememiz lâzım gelirken; Müslümanlığa el ile, can ile sarılıp onu himaye etmemiz lâzım gelirken; bakıyorsunuz Müslümanlıktan haberi bile yok… Haberi olmamakla beraber adeta İslâm’a da düşman, Müslümanlığa da acı bir gözle, sevilmeyen bir gözle bakıyor. Bu çok, çok acı bir şey.

Meselâ, Yugoslavya’daki gâvur sevilmeyen bir gözle bakar, ne yapalım onun tîneti o… Fakat bu Müslüman memleketinde yaşayan bir müslümanın dinine karşı böyle hor bakışı, sakallıya karşı hor bakışı, hocasına karşı, hacısına karşı hor bakışı

389

affolunur bir şey değil, yani affolunmaz bir günahtır.

Allah kusurlarımızı affetsin….


Sen bu memlekette ye, bu memlekette yaşa, bu memlekette büyü, bu memleketi sana teslim eden idareciler ki İslâm olarak bu memleketi el-hamdü lillâh teslim etmişlerdir. Bizim de evlatlarımıza müslüman olarak bunları teslim etmemiz lazım! Hepimiz muvakkat insanlarız, fakat evlatlarımıza; “—Biz müslüman olarak yaşadık, siz de öyle yaşayın!” diyebilmeliyiz.

Edirne’miz var ya, elimizde şimdi el-hamdü lillâh, bir vakit o Bulgarların eline geçmişti de Bulgarlar oraya, minareye çan asmışlar. Bir şair kitabına yazmış ki;

“—Ey müslüman! Sen minarende çan çalınırken nasıl yatıpta uyuyorsun?” diyerekten.

El-hamdü lillâh sonra kurtuldu, ama çok acı bir şey… Bu İslâmiyet’e bu kadar düşman kesilmek niye? Bulgar mısın yunan mısın, nesin? Müslüman olduğun halde, müslüman memlekette yaşadığın halde, müslüman ananın babanın çocuğu

olduğun halde Müslümanlığa neden bu kadar hor bakıyorsun?

En nihayet bu memleketi bırakıp da kaçmak mı lazım yani?

Onun için o kaçanlar, dinlerini muhafaza etmek için kaçanlar İsâ ibn-i Meryem ile beraber, İsâ AS ile beraber haşrolunacaklar.


g. Az Yemenin Mükâfatı


Bir hadîs-i şeriflerinde Cenab-ı Peygamber buyuruyor ki:121


أَحَبُّكُمْ إِلَى اللهِ ، أَقَلُّكُمْ طُعُم ا وَأَخَفُّكُمْ بَدَن ا (الديلمي عن ابن عباس)


RE. 17/7 (Ehabbüküm ila’llàhi ekallüküm tuumen, ehaffuküm bedenen)



121 Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.389, no:7084; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.445, no:712.

390

(Ehabbüküm ila’llàhi) “Sizin Allah-u Teàlâ’ya en sevgiliniz, en sevgili olanlardan birisi, (ekallüküm tuumen) az yiyenler, (ehaffuküm bedenen) ve bedenen de zayıf olan insanlardır.” Az yemek... Halbuki biz şimdi hayvanlar mesabesinde, Allah esirgeye, doymak da bilmiyoruz. Çünkü Allah o kadar da nimet vermiş ki, şaşkın bir hale dönmüşüz; yedikçe yemek yiyeceğimiz geliyor.


h. Allah’ın Sevdiği ve Sevmediği Huylar


Hatîb-i Bağdâdî Enes ibn-i Mâlik RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:122


أَحَبُّكُمْ إلَى اللهِ : أَ حَاسِنُكُمْ أَ خْلاَق ا، اَلْمُوَطَّئُونَ أَكْنَاف ا، اَلَّ ذِينَ يَأْلَفُونَ


وَيُؤْلَفُونَ؛ وَإِنَّ أَبْغَضَكُمْ إِلَى اللهِ: الْمَشَّاءُونَ بِالنَّمِيمَةِ، الْمُلْتَمِسُونَ لَهُمُ


الْعَثَرَاتِ، الْ مُفَرِّقُونَ بَيْنَ الإِ خْوَانِ (خط. عن أنس)


RE. 17/8 (Ehabbüküm ila’llàhi: Ehâsinüküm ahlâkan, el- muvattaûne eknâfen, ellezîne ye’lefûne ve yü’lefûne; ve inne ebgadaküm ila’llàhi: El-meşşâûne bi’n-nemîmeti, el-mültemisûne lehümü’l-aserât, el-müferrikùne beyne’l-ihvâni) (Ehabbüküm ila’llàhi ehâsinüküm ahlâkan) “Allah-u Teàlâ’nın sevdiği bahtiyarlardan birisi de ahlâken güzel olan insan.” Bu ahlâk hakkındaki hadisler pek çoktur; her zaman çeşitlisini dinliyorsunuz. Bugünkü gelen dersimizde de (ehâsinüküm ahlâkan) “Allah’a sizin en sevgililerinizden birisi, ahlâkı güzel olan insandır.” Ahlâkın güzelliğinin ölçüsü peygamberin sünnetine uyabilen



122 İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.63; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.I, s.382, no:350; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.13, no:5198; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.445, no:711.

391

insandır. Kısaca Peygamberin sünnetine uyabilen insan, en güzel ahlâk ile ahlâklıdır. Çünkü;


إِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ (القلم:٤)


(Ve inneke lealâ hulukin azîm) “Sen muazzam bir ahlâk üzeresin!” (Kalem, 68/4) diyerekten Cenâb-ı Allah Celle ve A’lâ Kur’an-ı Azîmüşşân’da Peygamber Efendimizi güzel ahlâk ile övmüştür. Rengi güzeldi, boyu güzeldi, endamı böyleydi; yok, yok, o büyük bir ahlâkın sahibiydi. En güzel ahlâkı Peygamber SAS’de toplamış Cenab-ı Hak; onun güzelliğini de ahlâkının güzelliğiyle övüyor.

Yoksa insan güzel olabilir, kuvvetli olabilir, çok zengin olabilir onların hiç kıymeti yok; ahlâkının güzelliği kâfi insana… Bununla beraber, (el-muvattaûne eknâfen) “Ahlâkı alçak gönüllü, yanları da yumuşak…”

Mutavattaûn, mütevadıûn mânasında. Meselâ saflar arasında, ekseriyetle bu Mekke’de ve Medine’de görülen ve bayramlarda görülen hadiselerde ki cemaat kalabalık olduğu vakitte insanlar bazen sıkışmak istemez. Yanındakine müsaade etmez araya girmeye… Binâen aleyh yumuşak ol, onu da arana al. Azıcık sen sıkışırsın, azıcık da öteki sıkışır; o da arada olur, biter iş.

Bu yumuşaklığı göstermek, yumuşak tabiatlı, yumuşak huylu olabilmek, herkese kolaylık gösterebilmek… Güzel ahlâkın parçalarına ait şeylerdir bunlar,

Bundan dolayı; (ellezîne ye’lefûne ve yü’lefûne) “Kendisi

herkesle güzel geçinir, kendisiyle de güzel geçinilir.” Herkes onunla güzel geçinir, o da herkesle güzel geçinir. Çünkü yumuşak tabiatlı, kimseyi incitmiyor, incitenleri de affediyor, hoş bir hali var.


Bu böyle olmakla beraber, Cenab-ı Hak bunu överken, mukabilinde; (Ve inne ebgadaküm ila’llàhi) “Sizin en buğuzlunuz, Allah tarafından sevilmeyenleriniz, Allah-u Teâlâ’ya en sevimsiz

392

olanlarınız, (el-meşşâûne bi’n-nemîmeti) dedikodularla meşgul olup, laf getirip götürenler, aslının astarının ne olduğunu bilmeden birçok sözleri söyleyenlerdir.”

Aslının astarının ne olduğunu bilmeden, methedeceği adam hususunda, “Şöyle iyiydi böyle iyiydi, şöyle güzeldi böyle güzeldi.” söyler de söyler.

Kardeşinde hata arıyor; “Şunu şöyle yaptı, bunu böyle yaptı, şöyle söyledi, böyle söyledi.” Birçok hata noktaları herkeste bulunur ya, o hataları arıyor, ifşâ ediyor, yayıyor. Bir pundunu bulsam da şunu söylesem diyerekten…


(El-mültemisûne lehümü’l-aserât) “İnsanların hatalarını araştıranlar.” Aserât, ayak kaygınlığı, yani hatalar. Bu hatalardan insanların sâlim olmasına imkân yok. Beşeriz, hepimizde bu hatalar mütemadiyen olmaktadır. Onun için, Cenab-ı Allah Celle ve A’lâ bize istiğfarı göndermiş, Peygamberimiz de öğretmiş, bu istiğfarlarla;

“—Aman yâ Rabbi! Yaptım bu hatayı ama tövbeler tövbesi, tövbeler tövbesi...” diye tevbeler ederiz.

O hatalar da o suretle silinir. Bir de yaptığımız ibadetlerle otomatik olarak silinir. Meselâ abdest alırız, camiye gelirken o hatalar üstümüzden silinir gider. Şimdi bu silinen hataları dillere destan ederiz: “—Şöyle dedi, böyle dedi; şöyle yaptı, böyle yaptı.” Bir sürü masallar. Bunlar çok hatalı şeyler.


Daha daha; (El-müferrikùne beyne’l-ihvâni) “Kardeşlerin arasını ayıranlar.” Kardeşlerin arasını ayırıyor. Niçin? Ona bir fit veriyor, berikine bir fit veriyor, arayı bozuyor. Ara bozucu, fitneci…

Allah cümlemizi affetsin… Öyle kardeşlerin arasına fitne sokmak, onları birbirinden ayırmak ve dedikodulara vesile olacak şekilde birçok sözler söylemek... Bunlar hiç hoş olmayan şeyler… Meselâ, hepimizin bildiği bir şeyler vardır ki, namaz kılmayan

393

bazı ekâbir için; “—O şöyle namaz kılar, böyle namaz kılar, şöyle sofudur, böyle sofudur.” diyerekten bir sürü dedikoduyu dinler dururuz.

Halbuki adamın dinle imanla alâkası yok… Dinle imanla alâkası olmadığı halde, bazı insanlar onları methede ede göklere kadar çıkarırlar;

“—Şöyle sofudur böyle sofudur. Bakmayın siz onların insanların arasında namaz kılmadığına filan ama evde seccadesi şöyledir, kitabı böyledir, okur, kılar.” filan diyerekten birçok masallar okunduğu hepimiz tarafından duyula gelmekte ve biline gelmekte… E bu yüzü de var, o yüzü de var; iki yüzü var.

Mesela böyle bir münafıkı, dinsizi methederken öte taraftan bir Müslümanı, bir dindarı da yerin dibine batıracak şekilde bir sürü dedikodu… Bu da mevcut. Bunlar hep bizden çıkıyor başkasından değil. Bunlar başka memleketlerden gelme değil, hep bizim memleketimizdeki kardeşlerimiz.

Allah kusurlarımızı affetsin... Böyle kardeş aralarını açmaktan ve onların hatalarını arayıp da ortalığa destan yapmaktan, lafları getirip götürmekten muhafaza buyursun… Bunlar çok büyük günahlar ve hatalardır.


Şimdi bakınız, -Allah muhafaza etsin- bir ahlâk kitabı var onda yazılmıştır; günahların en büyüğü, gıybet denilen bir şey var ya, gıybet. Adı Arapça’dır ama hepimizin bildiği bir şeydir: “—Adamın arkasından onun aleyhinde konuşmak.”

Adamın arkasından aleyhinde konuşulan sözlere gıybet diyorlar. Bu gıybet o kadar kötü bir şey ki, insanın bütün yaptıkları sevapları alıp götürüyor, ne kadar sevabı varsa gidiyor.

Bir numûnesini söyleyeyim. Evvelki devirlerde Hasan Basri denilen bir alim vardı, bu alim Basra’da oturuyor.

İşte insanlar herkes hakkında dedikodu yapmaktan kaçınmazlar. Bir acayip bu insanların hali… Bu mübarek zât ki evliyalardandır, o zâtın aleyhinde de dedikodu yapmış birisi.

Birisi de o zata gitmiş;

“—Senin aleyhinde filan şöyle şöyle diyor.” demiş.

394

Bak şimdi o adam, bir tabak meyva almış, hizmetkârlarından birisine vermiş: “—Götür bunu ona ver.” demiş, kendisine gıybet eden adama.

Adam bakmış ki bir tabak kıymetli bir hediye;

“—Ne bu?” demiş.

“/—Hasan Basri Hazretleri yolladı efendim size.” Biraz evvel Hasan Basri Hazretleri’ni yeriyordu, şimdi hediyeyi alınca iş değişti;

“—Ne muhterem zât!” diyerekten başlamış övmeye…


Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne sormuşlar:

“—Neden demişler, bu adama bu meyvayı gönderdin? Bak senin aleyhinde konuşuyor? Aleyhinde konuşan bir adama ne diye bu ikramı yapıyorsun sen?” “—Günahlarımı aldı, bundan daha iyi iyilik mi olur? Bir sürü günahlarım var, ben onları bir türlü atamazdım üzerimden. Bu adam bu günahlarımı aldı gitti. Ona şimdi bu tabağı çok mu görüyorsunuz?” demiş.

Allah affetsin kusurlarımızı… Bundan da kurtulamıyoruz işte. Hepimizde bu hata var. Allah muhafaza etsin…


i. Alırken, Satarken Cömertlik Yapmak


Beyhakî, Ebû Hüreyre RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:123


أَحَب اللهُ عَبْد ا: سَمْح ا إِذَا بَاعَ، وَسَمْح ا إِذَا اشْتَرَى، وَ سَمْح ا




123 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.536, no:11253; Ebû Hüreyre RA’dan. Abdürrezzak, Musannef, c.XI, s.459, no:21004; Ma’mer ibn-i Râşid, Câmi’, c.IV, s.390, no:1617; Zeyd ibn-i Eslem RA’dan. Mâlik, Muvatta’, c.IV, s.989, no:2525; Muhammed ibn-i Münkedir RA’dan. Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.252, no:1299; Hz. Osman RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.44, no:9424; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.432, no:693.

395

إِذَا قَضَى، وَسَمْح ا إِذَا اقْتَضَى (هب. عن أبى هريرة)


RE. 17/9 (Ehabbu’llàhu abden) “Allah Celle ve A’lâ şu kulu sever ki:

1. (Semhan izâ bâa) “Satarken cömert davranıyor.”

Satarken cömertçe veriyor, teraziyi böyle kılı kılına yapmıyor. Sağ tarafında artırıveriyor, bak bolca veriyorum diyor.

2. (Ve semhan ize’şterâ) “Satın alırken cömert davranıyor.” Satın alırken soruyor: “—Bu kaç para?” “—Beş lira…” “—Canım, bunu üç liraya veriyorlar orada!” Sen beşken altı ver ona, alırken onu sevindir: “—Beş mi, al sana altı, ver bana şundan.” de! Alışta da cömertlik yapıyor, verişte de cömertlik yapıyor.

396

3. (Ve semhan izâ kadà) “Borcunu öderken cömertlik yapıyor.” Borcu var, ödeyecek: “—Benim sana beş lira borcum vardı, al sana on lira… Beşi senin, beşi de benden sana hediye!” diyor, cömertlik yapıyor.

4. (Ve semhan iza’ktedà) “Alacağını alırken cömertlik yapıyor.” Alacağı var, alacağı vakitte adamı sıkıştırmıyor: “—100 lira borcunuz vardı, ben sana 50’sini helâl ettim 50’ini ver.” deyiveriyor.

Alışta da, verişte de böyle cömertlikler yapıyor. Allah-u Teàlâ bunları sever diyor. Bizim de böyle yapmamız lâzım! Yani alırken verirken kılı kılına, böyle kakışa kakışa olmaması lazım! Meselâ kurbanlarda, “Kurban vakti sevaptır!” diyerekten çok pazarlık yapalım! O pazarlıkta sevap var. O cimriliğinden dolayı yapmaz da sevap olsun diye yapar. Mesela 100 ver der, 90 versem olmaz mı, 91 versem olmaz mı, 92 versem olmaz mı, uzatır lafları, bu laflar sevap yerine geçer deftere…

Yoksa; “—Kaç lira?” “—100 lira…” “—Eh pekâla ver!” der.

On lira da oradaki çobana verir;

“—Al sana bahşiş!” der.


j. Kendi İçin Sevdiğini Başkaları İçin de Sevmek


Taberânî, Hàkim, Beyhakî ve Buhàrî Târih-i Kebîr’inde rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:124


124 Tirmizî, Sünen, c.VIII, s.275, no:2227; İbn-i Mâce, Sünen, c.XII, s.262, no:4207; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.310, no:8081; Beyhakî, Şuabü’l- İman, c.VII, s.78, no:9543; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.260, no:5865; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VII, s.125, no:7054; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.260, no:5865; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.I, s.215, no:385; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.477, no:991; Ebû Nuaym, Ahbâr-ı Isfahan, c.VIII, s.444, no:1649; Hennâd,

397

أَحِبَّ لِلنَّاسِ مَ ا تُحِبُّ لِنَفْسِكَ (طب. ك. هب. خ. في التاريخ عن أسد القسري عن أبيه عن جده)


RE. 17/10 (Ehibbe li’n-nâsi mâ tuhibbu li-nefsike) “Kendi nefsin için sevdiğini, başka insanlar için de sev!” Bu da Müslümanlıkta güzel bir şey:

“—Sen kendine nasıl muamele edilmesini seviyorsan, insanlara da öyle muamele et!” Güler yüzlü, tatlı dilli konuşanı seversin, muamelende sana böyle yapanlar hoşuna gider, sen de böyle yap! Madem ki sen böylesini seviyorsun, sen de insanlara çirkin bakma, sert bakma, kapından kovma, nedir bu senden çektiğim deme... Sen insanlara güzel muamele edersen, Allah-u Teàlâ da seni sever.


k. Allah ve Peygamber Sevgisi


Bakın şimdi ne güzel bir şey var.

Tirmizî, Taberânî, Hàkim ve Beyhakî Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:125


Zühd, c.II, s.501, no:1031; Temmâmü’r-Râzî, Fevâid, c.I, s.48, No:47; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.295; Ebû Hüreyre RA’dan.

Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.161, no:434; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LXV, s.101; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.II, s.49, no:1644; İbn-i Hibbân, Sikàt, c.III, s. 443; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.186, no:7313; Hàlid ibn-i Abdullah el-Kasrî babasından, o da dedesinden.

Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.793, no:43146; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.438, no705.


125 Tirmizî, Sünen, c.XII, s.260, no:3722; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.III, s.46, no:2639; Hàkim, Müstedrek, c.III, s.162, no:4716; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.130, no:1378; Ahmed ibn-i Hanbel, Fadàilü’s-Sahàbe, c.II, s.986, no:1952; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XV, s.64, no:3320; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.III, s.211; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.IV, s.159, no:1833; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VII, s.112; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.95, no:34150; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.449, no:717.

398

أَحِبُّوا اللهَ لِمَ ا يَغْذُوكُمْ بِهِ مِنْ نِعَمِهِ، وَأُحِبُّونِي لِحُبِّ اللهِ، وأحِبُّوا أهلَ


بَيْتِي لِحُبِّي (طب. ك. هب. ت. حسن عن ابن عباس)


RE. 17/11 (Ehibbu’llàhe limâ yağzûküm bihî min niamihî, ve ehibbûnî li-hubbi’llâhi, ve ehibbû ehli beytî li-hubbî) (Ehibbu’llàhe) “Allah’ı seviniz; (limâ yağzûküm bihî min niamihî) nimetleriyle sizi rızıklandırdığı için…” Yattık yatağa, yorgunluğumuz gitti, uyuduk dinlendik. Sabah oldu Allah-u Teàlâ bize bir yeni hayat bahşetti. Mezardan çıkar gibi çıktık işte. Bundan evvel kendimizden hiç haberimiz yoktu. Güzel rüyalar da gösterdi bize… Kalktık sabahleyin; eh suyumuz emrimizde, bol bol yıkandık, temizlendik. Kahvaltı hazırlanmış; güzel güzel meyvalar, güzel güzel yemekler… Bunları lütfeden hep Allahu Celle ve A’lâ değil mi?

Bir vakitler bunları insanlar arayıp da bulamıyorlardı. Arayıp da bulamadıkları bu nimetler bugün bizim ayağımıza kadar gelmiş, çeşitleriyle bizi Cenâb-ı Hak nimetine gark etmiş. Bu nimetine gark ettiğinden dolayı; sıhhatimiz de yerinde el-hamdü lillah… Dinç, sıhhatli, kuvvetli kalkmışız. Gözümüz görüyor, kulağımız işitiyor, aklımız fikrimiz yerinde, düşünebiliyoruz her şeyleri, idrak edebiliyoruz...

Bu ne nimet! Aklı olmayan, düşünemeyen zavallıları bir kere aklına getir! Hasta, yatakta inleyen zavallıları aklına getir! Eli tutmaz, ayağı tutmaz, gözü görmezleri hatırına getir! Sana Allah- u Teàlâ tam sıhhatli bir vücut vermiş, kuvvet vermiş, kudret vermiş, hepsi yerinde... Bunlardan dolayı bu nimetleri bize verene itaat etmemiz ve onu sevmemiz icap eder.

Onun için Allah’ı seviniz.


Bu nimetleri başkası veremez ki! Gözümüzü alsa, kim verecek bize göz? Başka bir göz takarlar ama göremezsin ki! Kulağın duymazsa, başka bir şey verirler ama seni rahatsız eder.

399

Hele aklın olmazsa ne yaparsın? Tımarhanede bekler durursun işte! Allah muhafaza etsin… Bir de uzun hastalıklar var Allah esirgeye; eli ayağı tutmuyor insanların. Bakanlar da pişman, etrafındakiler de pişman oluyor; atamazlar, kesemezler ama etrafındakilere hep pişmanlık veriyor, zarar veriyor.

Sana da bunları vermiş Allah-u Teàlâ, o nimetlerinden dolayı ne yapacaksın? Onu sevmek mecburiyetindeyiz.

Her zaman söylüyorum, bize bir ikramda bulunsa birisi, mesela bir milyon lira verse, gayet güzel beş katlı, on katlı bir apartman verse… Kapımızda arabamız; “—Bu da senin olsun efendi. Her ay da sana şu kadar maaş...” dese sevmez miyiz bu adamı şimdi?

Fakat, Allah-u Teàlâ’nın verdiği bir göze denk olur mu bu?

Bir göz nimetine denk olmaz. Bir milyon, 10 milyon, 100 milyon, ne olursa olsun… Bir göz nimetine, bir akıl nimetine muâdil olmayan hayatı ne yapayım?

Onun için, sevilecek ancak Allahu Celle ve A’lâ’dır; seveceksen onu sev!


(Ve ehibbûnî li-hubbi’llâhi) “Beni de sevin! Niçin? Allah-u Teàlâ’yı sevdiğiniz için… Beni sevin ki, ben sizin mürşidinizim, sizin dininizin önderiyim, size peygamber olarak Allah-u Teàlâ beni seçmiş göndermiş size; İslâm’ı öğretiyorum, öğrettim. Binâen

aleyh Allah’ı sevdiğiniz gibi beni de seviniz! Çünkü imansız olsanız, bütün dünya sizin olsa ne olacak?

İmansızların yeri cehennem… Bir insan cehenneme gidecek olduktan sonra, bu kâinat onun olsa ne kıymeti var? Bu hayat hepimize muvakkat… Onun için beni de sevin! Allah-u Teàlâ’ya sevginiz varsa beni de severseniz.

Niçin? Ben Allah-u Teàlâ’nın sevilmesine delilim size… Size delil oluyorum, anlatıyorum: “—Bak bu mülkün sahibi Allah’tır!”

El-hamdü lillâh öğretmiş. (Lâ ilâhe illa’llah, Muhammedün rasûlü’llah) demesini öğrenmişiz, bundan daha büyük bahtiyarlık

400

mı olur?

İşte bize bunu öğreten Peygamberimiz SAS, bu dini bize bildiren iki cihan serveridir. Binâen aleyh onu da sevmek mecburiyetindeyiz.

Şimdi Hz. Ömer’i severiz. Niçin? Çok adil diyerekten… Ama gördük mü Hz. Ömer’i? Görmedik.

Hz. Aliyi de severiz, niçin? Allah’ın arslanı, şöyle yiğitmiş, böyle kahramanmış diyerekten… Gördük mü? Görmedik. Görmedik ama okuyoruz, işitiyoruz ki İslâm’a ne güzel hizmetler etmişler, o hizmetlerden dolayı onları seviyoruz.

Peygamberimiz de böyle işte. Onu da seveceğiz, çünkü İslâm’a hizmeti hepsinden üstün, İslâm’ın başı…


(Ve ehibbû ehli beytî li-hubbî) “Beni sevdiğiniz için, benim ehl-i beytimi de sevin! Beni sevmekle kalmayın, ehli beytimi de sevin!” Ehl-i beyt Hasan, Hüseyin, Ali, Fatıma, Hz. Ukayl denilen zâtlar ki bunlar ehl-i beyt tâbir olunuyor bugün, bunları da sevmek mecburiyetindeyiz.

“—Allah-u Teàlâ’yı sev, Peygamberini sev, Peygamberin ehl-i beytini de sev!” Onun için bu ehl-i beyt, siz belki bilmezsiniz, bundan daha biraz evvelki zamanlara kadar Peygamberimiz’in silsilelerinden gelme insanlar memleketimizde de vardı. Ellerinde şecereleri bulunur, “Biz peygamber silsilesine mensubuz.” diye kayıtları vardı. Her memlekette bulunurdu. Her devrin hükümdarı onları kayıtlarlar, bu kayıtlarla bilinir ki bu Peygamber SAS’in silsilesindendir. Onlara maaş bağlarlar, o maaşlarla onlar rahat rahat geçinirlerdi.

Niçin? Biz ehl-i Rasûlüllah’ı seviyoruz, onun için Rasûlüllah’ın efrâd-ı ailesine de böyle hizmet ediyoruz. Onlara kimseye muhtaç olup da ellere bakınmasınlar diye birer maaş bağlamışızdır bunlara… Onlar da başlarına yeşil yeşil sarık sararlardı. Yeşilleri sardıklarından dolayı ehl-i beyte mensup oldukları o zaman anlaşılırdı. Şimdi onlar da kalmadı.

Binâen aleyh nimetleri veren Allah’ı seviniz! Beni seviniz, ben

401

sizin delilinizim; ehl-i beytimi seviniz, onlar, ehl-i beytim de benim fer’imdir. Binâen aleyh onları da sevmekle bahtiyarız.

Allah cümlemizi onları sevenlerden ayırmasın…


l. Üç Sebepten Arab’ı Sevin!


Taberânî, Beyhakî ve Hàkim Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet etmişler.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:126


أَحِبُّوا الْ عَرَبَ لِثَلاَثٍ: لأنِّي عَرَبِي ، وَالْقُرْآنُ عَرَبي ، وَكَلاَمُ أَهْلِ


الْجَنَّةِ عَرَبِي (عق. طب. ك. هب. عن ابن عباس)


RE. 17/12 (Ehibbü’l-araba li-selâsin: Li-ennî arabiyyün, ve’l- kur’ânü arabiyyün, ve kelâmü ehli’l-cenneti arabiyyün.) (Ehibbü’l-araba) “Arab’ı seviniz, Arap kavmini de seviniz.” Neden? (Li-selâsin) “Üç sebepten dolayı Arap kavmini seviniz.” 1. (Li-ennî arabiyyün) “Çünkü ben Arabım.” Bazıları derler ki “Peygamber Türk’tü.” büyük hatadır. Burada da diyor ki, (Li-ennî arabiyyün) “Ben Arabım!”

2. (Ve’l-kur’ânü arabiyyün) “Okuduğumuz kitap, Kur’an-ı Kerim, o da Arapçadır.”

3. (Ve kelâmü ehli’l-cenneti arabiyyün) “Cennet ehlinin konuşacağı dil de Arapçadır.” Bazı yerlerde Süryani dilini methetmişlerse de asıl olan Arap dilidir.



126 Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.97, no:6999; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XI, s.185, no:11441; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.V, s.369, no:5583; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.230, no:1610; Ukaylî, Duafâ, c.VI, s.454, no:1530; Temmâmü’r-Râzî, Fevâid, c.I, s.128, no:127; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.25, no:16600; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XIX, s.115; İbn-i Hacer, Lisânü’l- Mîzân, c.IV, s.185, no:486; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.44, no:33921; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.54, no:133; Câmiü’l- Ehàdîs, c.I, s.447, no:714.

402

m. Fakirleri Sevin ve Onlarla Oturun!


Hàkim Müstedrek’inde Ebû Hüreyre RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:127


أَحِبُّوا الْ فُقَرَاءَ وَجَالِسُوهُمْ، وَ أَحِبَّ الْ عَرَبَ مِنْ قَلْبِكَ، وَلْيَرُدَّكَ عَنِ


النَّاسِ مَ ا تَعْلَمُ مِنْ نَفْسِكَ (ك. عن أبى هريرة)


RE. 17/13 (Ehibbu’l-fukarâe ve câlisûhüm, ve ehibbe’l-arabe min kalbike, velyeruddüke ani’n-nâsi mâ ta’lemü min nefsike) (Ehibbu’l-fukarâe) “Aynı zamanda fukarayı da seviniz.” Bu çok dikkate şayan bir şeydir. Cenâb-ı Peygamber SAS



127 Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.368, no:7947; Ebû Hüreyre RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.469, no:16583; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s. 449, no:716.

403

zamanında insanlar çok fakirdiler. Çok fakir idiler, o kadar fakir idiler ki, namaz kılınıyor ya; imam efendi başta durur, arkada erkekler durur, arkasında çocuklar durur, arkasında da hanımlar dururdu. Cenâb-ı Peygamber’in zamanlarının ilk devrelerinde cemaate hanımlar da gelirdi. Binâen aleyh Cenâb-ı Peygamber kadınlara hitaben derdi ki;

“—Siz başlarınızı secdeden kaldırmayın, erkekler kalkma- dıkça… Erkekler ayağa kalkmadıkça siz başlarınızı secdeden kaldırmayın!” Çünkü erkeklerin entarileri kısa. Eğildikleri vakitte avret yerlerinin gözükmesi tehlikesinden dolayı onlara diyor ki: “—Siz başınızı kaldırmayın!” Giyecek elbiseleri yok, öyle iki entarisi olan nâdirattan… Binâen aleyh siz fakirleri seviniz.

Bu şimdi bizim için çok acı bir şey. Fukarayı sevmekten çok uzağız. Hatta fukaraya ters suratla bakarız, acı da söyleriz, kovarız da... Ama Allah fakirlerimizi de kanaatkâr fakirlerden

eylesin…

Böyle el açıp dilenenler de fukara zümresinden değildirler. Fukara kendisini tanıtmaz ve bildirmez. Binâen aleyh bu fakirleri

seviniz.


Sevmenizle beraber, (Ve câlisûhüm) “Onlarla beraber oturunuz.” Ramazan’da olsun başka zamanlarda olsun ekseriyetle davetler olur, herkes kendi âyârını çağırır. Akrân u emsâlini yani. Zenginler kendi akranlarını çağırır, orta halli kendi akranlarını çağırır. Hiçbir fukara zengini çağıramaz çünkü gelmez. Bir zengin de fukarayı sofrasına çağırmaz, onunla oturup yemekten hoşlanmaz. Çağırsa da ona bir parça bir şey yollar, “Verin de kapının önünde dışarıda otursun da yesin.” der. Ondan dolayı bu hususta zayıfız. Allah muhafaza etsin cümlemizi… Her zaman Ebû Hüreyre Ebû Hüreyre diyerekten rivayet ederiz ya, birçok hadisleri o nakleder bize. Zavallı, bu devrin fakirlerinden bu. Ashâb-ı Suffe’nin arasında fakirlerden bir zât.

404

Ebû Hüreyre RA’ın açlıktan anası ağlamış, yürüyemez hale gelmiş sokağa yatmış; gelene geçene derdini anlatmak istiyor. Peygamber SAS oradan geçiyormuş, onu almış getirmiş mescide… Hediye olaraktan bir süt gelmiş, Cenâb-ı Peygamber ona demiş ki: “—Ashâb-ı Suffa’ya haber ver gelsinler, bu sütten içsinler.” İşte bir çanak bir süttür meselâ, koca kazanla değildir ya!

Ebû Hüreyre RA diyor ki: “—Yüreğim sızladı. Ashâb-ı Suffe da gelsin deyince yüreğim, içim sızladı; çünkü süt ancak bana yeter, ben içerim, o sütle doyarım diye düşünüyordum.”


Ashâb-ı Suffa 50 kişi, 100 kişi, 300 kişi arasında değişiyor. O günkü kaç kişidir bilmeyiz de en az 50 kişidir filan neyse gelmişler.

Cenâb-ı Peygamber, o zaman bardak tabak filan yok ki birer bardak versinler. Herkes bir parça içmiş yanındakine vermiş; o içmiş, yanındakine vermiş; o içmiş, yanındakine vermiş…

405

Cemaati dolaşmış ama süt eksilmiyor.

Ebû Hüreyre son sırada, sıra ona gelmiş; “—İç!” demiş Efendimiz. İçmiş içmiş doymuş, şişmiş karnı.

“—İç diyorum sana!” “—Doydum yâ Rasûlallah!” demiş.

“—İç!” Tekrar bir daha, biraz daha içmiş yine bırakmış.

“—İç!” “—Doydum yâ Rasûlallah!” demiş.

“—Canım iç iç! Sen çok acıkmıştın hani, bak dermansızdın, iç, azcık canlan!” Bir daha içmiş, içmiş; bakmış ki sütün biteceği yok… Sütün biteceği yok; yani mûcize-i peygamberîden bir tanesidir.


Fakat o zamanki fukaralığın halini anlatmak istiyorum ki, çok acıdır. Asker harbe gidiyor, bir müfreze ayrılmış: “—Siz haydi gidin, filan yerde düşmana baskın yapın, şunu yapın, bunu yapın!” Kaç kişi olduklarını bilmiyorum, müfreze çıkmış yola. Tabii o zaman devlet teşkilatı yok; bizim gibi arkamızdan arabamız gelsin, yemeklerimiz gelsin, ekmeklerimiz gelsin, öyle değil. Herkes yiyeceğini torbasına koyuyor, torbasındakiyle beraber gidiyor askerliğine; silahı yanında, torbası yanında... İşte o zamanki günde, buğdayı un yapıyorlar, unu yağ ile biraz kavuruyorlar, torbaya koyuyor. Acıktıkça torbasından birer ikişer kaşık, birer avuç yutuyor.

Tabii bu gideceklere yere kadar işte birer okka, ikişer okka

neyse yeter demişler, herkes alacağını almış ama yolda bitmiş erzak.

Yolda erzak bitmiş, bitince ne yapsınlar? Şimdi geriye dönseler, dönülmez, uzaklaşmışlar. Gidecekleri yer de uzak, erzak da kalmadı. Çöl! Çölden insan geçmeye de korkar yani, çöl dediğin yer çok kimsesiz bir memleket… E ne yapsınlar?

406

Bir hurmacık kalmış birisinde; o hurmacığı birisi emmiş, ötekine vermiş; o emmiş buna vermiş; yemek yok yani. Ağızlarında biraz şöyle emişiyorlar, onun üzerine birer parça yürekleri yanıyor su içiyorlar; bununla o mevkîlerine kadar gedebilmişler. Böyle bir zaruret...

Allah bugün bize ne nimetler vermiş el-hamdü li’llâh! Bir kere onların sabırlarını ölçmeye imkânımız yok. Onun için, biz ne kadar hayır yapsak, onların yaptığı hayırların zerresine denk gelmez.

“—Binâen aleyh fukarayı seviniz. (Ve câlisûhüm) Ve onlarla beraber oturunuz. Bu sizin için büyük bir devlettir.” Büyük bir devlettir, yarın rûz-ı kıyâmette Cenâb-ı Hak o fakirleri sizler için şefaatçi kılacaktır. Binâen aleyh onlara ikramınız nisbetinde onların şefaatine nail olursunuz.


(Ve ehibbe’l-arabe min kalbike) “Arabı da kalbinden sev!” (Ve’l-yeruddüke ani’n-nâsi mâ ta’lemü min nefsike) “Kendi nefsin hakkında bildiğin şeyler, seni diğer insanlardan men etsin. Kendi kusurların ile meşgul ol, başka insanların ayıpları ile uğraşma!” Çok hikmete şâyan bir söz. Hatadan hiçbirimiz sâlim olmadığımız halde, karşımızdaki hatalı insanı çok aşağıya düşürüyoruz. Halbuki kendi hatalarımızı şöyle gözümüzün önüne bir sıralasak, ne kadar yüz kızartıcı çirkin hallerimiz vardır. Hep mestur kalmıştır, Allah’tan başka kimse bilmez onları. Binâen

aleyh bunları biz yapmışız, biz yaptığımız halde bizi Allah affetmiş de bak bugün serbest bir durumdayız. Karşımızdaki adamı niçin ta’yib edelim? Allah onu da affetsin deriz.

Onun için, (Ve’l-yeruddüke ani’n-nâsi mâ ta’lemü min nefsike) “Nefsinde bildiğin kusurlardan dolayı nâsın ayıplarıyla meşgul olma!” Kendinde gördüğün ayıplarından kurtulmaya bak! Bir kere çocukluğun hep böyle olgun gelmedi ki bu dünyaya canım. On beş yaşından tut da 45-50 yaşına kadar yapmadığımız çirkinlikler yoktur belki de. Bugün tevbe etmişiz, yola gelmişiz, ıslah olmuşuz

407

da başkalarına ayıplıyoruz. Ama bizim de yaptıklarımızı şöyle bir gözümüzün önüne getirirsek, ne kadar yüz kızartıcı hallerimiz vardır. Allah bunları setretmiş, binâen aleyh öteki kardeşimiz hakkında ayıplarını meydana koymaktan çekinmemiz lazım! Onun için, Cenâb-ı Peygamber ne güzel bize bir nasihat buyurmuş: “—Başkalarının hatalarını ortaya dökmekten çekin! Kendi hatalarını düşün, kâfi sana...”


n. Arapların Bekàsı


Ebü’ş-Şeyh Ebû Hüreyre RA’dan rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:128


أَحِبُّوا الْ عَرَبَ وَبَقَ اءَهُمْ، فَإِ نَّ بَقَاءَهُمْ نُور فِي الإِسْلاَ مِ، وَإِنَّ فَنَاءَهُمْ


ظُلْمَة فِي الإِسْلاَ مِ (أبو الشيخ فى الثواب عن أبى هريرة)


(Ehibbü’l-araba ve bekàehüm) “Arabı sevin ve onların bekàsını sevin! (Feinne bekàehüm nurun fi’l-islâmi) Çünkü Arabın bekàsı İslâm için bir nurdur. (Ve inne fenâehüm zulmetün fi’l-islâm) Son bulmaları ise İslam’da zulmettir.” Arapların hayatta kalması İslâm için bir nurdur, Araplar öldü mü o nur ortadan kaybolur. Onun için Arabı seviniz, çünkü Peygamberin geldiği bir nesildir.


o. Miskinleri Sevin!


Yine bir hadîs-i şerîf. Deylemî Selman RA’dan rivayet etmiş.



128 Ebû Nuaym, Ahbâr-ı Isfahan, c.X, s.88, no:2006; Ebü’ş-Şeyh, Tabakàtü’l- Muhaddisîn, c.IV, s.497, no:1346; Sehàvî, el-Makàsîdü’l-Hasene, c.I, s.64; Ebû Hüreyre RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.43, no:33917; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.448, no:715.

408

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:129


أَحِبُّوا الْ مَسَاكِينَ، وَ ادْنُوا مِنْهُ مْ؛ إِنْ تُحِبُّوهُمْ يُحْبِبْكُمُ اللهُ، وَإِنْ تُدْنُوهُمْ


يُدْنِكُمُ اللهُ، وَإِ نْ تَكْسُوهُمْ يَكْسُكُمُ اللهُ، وَإِ نْ تُطْعِمُوهُم يُطْعِمْكُمُ اللهُ،


جُودُوا يَجُدِ اللهُ عَلَيْكُمْ (الديلمى عن سلمان)


RE.17/15 (Ehibbü’l-mesâkîne, ve’dnû minhüm; in tuhibbûhüm yuhbibkümu’llàh, ve in tüdnûhüm yüdnikümu’llàh, ve in teksûhüm yeksükümu’llàh, ve in tüt’imûhüm yut’imkümullàh, cûdû yecüdi’llâhü aleyküm.) (Ehibbü’l-mesâkîne) “Miskinleri seviniz, (ve’dnû minhüm) onlara yakın olunuz.” Fakirle miskinin arasındaki fark; fakirin evi vardır, çanağı çömleği de vardır, tabağı bardağı vardır, akşamlık yemeği de vardır ama fakirdir. Yani şer’an zenginlik servetine ulaşmamıştır. Meselâ, bugünkü altın kıymetinde 14 altına muâdil bir varlığı yok, fakir sayılır o. Binâen aleyh miskin, bir şeyi yok; bulursa akşama yiyecek, şükredecek; bulmazsa sabredecek. Bir şeyi yok; yatacak yeri de yok, yatağı yorganı da yok. Veysel Karânî gibi.

“—Siz bunları seviniz ve bunlara da yakın olunuz.” Bunlara yakınlıktan ne çıkar?

Bunu yaradan Allah’tır, bu da Allah’ın kulu. Beni böyle varlıklı yaratmış el-hamdü lillâh, tam sıhhatli yaratmış, çalışır para kazanır bir zekâ da vermiş, kuvvet kudret de vermiş. Bu zavallıyı da böyle aklı zayıf, çalışamaz, ekmeğini kazanamaz bir durumda yaratmış. Yaradan Allah, hor görme! Yaradan Allah’tır, sahibi de Allah’tır. Onun çalışamadığına bakıp da “Miskin herif, çalışsana!” deme sakın!

Seni de o duruma düşürse ne yaparsın sen?



129 Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.450, no:718.

409

Seni de o duruma düşürse, o aklı, o zekayı senden alsa, kudreti kuvveti alsa ne yaparsın?

El-hamdü lillâh, Allah-u Teàlâ’ya çok şükür edelim ki tâmu’s- sıhhat, akıl yerinde, fikir yerinde çalışabiliyoruz; ekmek paramızı kazanabiliyoruz, kimseye muhtaç olmuyoruz ama yaradan Allah, veren Allah… Bizi böyle yaradan Allah, ötekini de öyle garip yaratmış.

Onun için, onu sev ve ona yakın ol! Ona yakın ol da çünkü gece olmayınca gündüzün kıymeti bilinmiyor, karanlık olmayınca gündüzün kıymeti anlaşılmıyor. Soğuk olmayınca yazın kıymeti anlaşılmıyor. Fakirlik olmayınca sağlığın kıymeti de, varlığın kıymeti de anlaşılmaz. Fakirlikten sağlığın ve Allah-u Teàlâ’nın verdiği nimetlerin kıymeti gözünün önünde büyüyecek. Onu göreceksin;

“—Yâ Rabbi! Onu böyle yaratmışsın, el-hamdü lillâh bana ev vermişin, mal vermişin, sıhhat afiyet de vermişin, kazana- biliyorum; bak buna da bir şeyler verebiliyorum, sana çok şükür el-hamdü lillah!” diye daima hamdimize vesile olacağından dolayı onları seviniz ve onlara yakın olunuz.


Onlara yakın olun! Niçin? (İn tühibbûhüm yuhbibkümü’llàhu) “Onları severseniz, Allah da sizi sever.” Daha var mı ötesi?

Onları sevmenizden dolayı Allah da sizi sever. Allah sizi sevdikten sonra, en bahtiyar insan sizsiniz. Allah Celle ve A’lâ sizi sevdiyse en bahtiyar, en mükemmel insan sizsiniz.

(Ve in tüdnûhüm) “Onlara yakın olursanız, (yüdnikümü’llàhu) Allah da sizi kendisine yakın eder. (Ve in teksûhüm) Onları giyindirirseniz, üst başlarına bayramlarda ve sair zamanlarda bir şeyler alırsanız, (yeksükümu’llàh) Allah da sizi giydirir.” İksâ, giyindirmek, esvap vermek. İster eskilerinden ver, yenisini giymişin, o eskisini ver fukaraya, o giysin. Onunla o daha çok zaman geçiçir.

(Ve in tut’imûhüm, yut’ımükümü’llàh) “Eğer siz onları yedirir- seniz, Allah da size yedirir.” Sıhhat verir vücuduna, afiyet verir vücuduna, nimetler bol,

410

yersin, hiç zarar görmezsin. Bakarsın başın ağrır, dişin ağrır, karnın ağrır, bacağın ağrır, sebebi var: Fakirlere bakmıyorsun çünkü, fakirleri hoş görmüyorsun çünkü… O zaman paralar işte şuralara buralara gidiyor; eczacılar kazanıyor. Onun sebebi sırf fakirlerle ünsiyetimizin olmayışıdır. Sevmeyiz fakirleri…


Bizim damat (Mahmud Es’ad Coşan) Münih’te şimdi, bize fıtra paralarını havale etmiş;

“—Ben burada fıtra verecek adam bulamadım!” diyor.

Fukara yok, heriflerin memleketi zengin, herkes orada para kazanıyor.

E bu da bir nimettir. Bugün zekâtımızı verecek fukarayı bulamazsak, fıtramızı verecek fukarayı bulamazsak ne yaparız? Biz de o zaman paralarımızı yollayacak yer ararız.

(Cûdû) “Cömetlik yapınız, (yecüdi’llâhü aleyküm) Allah da size cömert davranır.” Allah cömerttir, O cömert olduğundan dolayı cömerti de sever. Siz cömertlik yaptığınız vakitte Allah-u Teàlâ da size cömert olur. Bakarsınız ihsanlarını, ikramlarını mütemadiyen arttırır.

“—En az bire on veriyor değil mi?” En azı bire on veriyor; 20 de verdiği de olur, 30 da olur, 50 de verir, 100 de oluyor yerine göre. Bu verilenin ihlasının mukabilinde.

Allah kusurlarımızı affetsin… Tevkîfât-ı samadâniyesine mazhar etsin... Sevdiği ve razı olduğu kulların arasına cümlemizi kabul etsin inşallah…


Sübhàne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yesifûn, ve selâmün ale’l- mürselin, ve’l-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn.

Bir salât u selâm okuyalım:

“—Allàhümme sallî alâââ... Seyyidinâââ... Muhammedinin- nebiyyi’l-ümmiyyi ve alâ... Âlihîîî, ve sahbihîîî, ve sellim. (3 defa)

Li’llâhi’l-fâtihah!


[Hatim için dağıtılan cüzler okundu.]

411

p. Hatim Duası


Sübhàne rabbiye’l-aliyyi’l-a’le’l-vehhâb… El-hamdü lillâhi hakka hamdihî, ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayri halkıhî seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn… Allàhümme rabbenâ, yâ rabbenâ, tekabbel minnâ, inneke ente’s-semîü’l-alîm… Ve tüb aleynâ yâ mevlânâ inneke ente’t- tevvâbü’r-rahîm… Ve’hdinâ ve veffiknâ ile’l-hakkı ve ile’n-necâti ve ilâ tarîkın müstakîm… Bi-bereketi hatemâti’l-kur’âni’l-azîm ve bi- hürmeti men erseltehû rahmeten li’l-àlemîn… Va’fü annâ yâ kerîm… Va’fü annâ yâ rahîm… Va’ğfir lenâ zünûbenâ bi-fadlike ve cûdike ve keremike yâ ekreme’l-ekremîn ve yâ erhame’r-râhimîn… Allàhümme zeyyinnâ bi-zîneti kur’âni’l-azîm… Ve ekrimnâ bi- kerâmeti kur’âni’l-azîm… Ve edhilne’l-cennete bi-şefâati kur’âni’l- azîm…

Allahümme’c’ali’l-kur’âne karinen… Ve fi’l-kabri mûnisen… Ve fi’l-kıyâmeti şefîan… Ve ale’s-sırâti nûran… Ve ile’l-cenneti refikan… Ve ile’l-hayrâti küllihâ delîlen ve imâmâ...

412

Allahümme’rhamnâ bi’l-kur’âni’l-azîm… Vec’alhu lenâ imâmen ve nûran ve hüden ve rahmeten yâ erhame’r-râhimîn…


Allahümme zekkirnâ minhü mâ nesînâ… Ve allimnâ minhü ma cehilnâ… Ve’rzukna tilâvetehû alâ tàatika anâe’l-leyli ve etrâfe’n-nehâr… Va’hşurnâ mea’n-nebiyyi salla’llàhü aleyhi ve selleme ve âlihi’l-ahyâr…

Ve evlene’llàhümme’s-saàdete, ve’s-selâmete, ve’l-beşârete, ve’l- emân… Ve lâ tahrim lenâ bi’ş-şerri, ve’ş-şakàveti, ve’d-dalâleti, ve’t-tugyân… Ve nebbi’nâ an nevmi’l-gafleti, ve’l-keselân… Min kabli en tumîtenâ, ve min ekli’d-dîdan... Allàhümme yemmin kitâbenâ… Ve yessir hisâbenâ… Ve sekkıl mîzânenâ… Ve a’tik rikàbenâ… Ve beyyıd vücûhenâ… Va’hşurnâ tahte livâi’l-mustafa… Bi-rahmetike yâ erhame’r-râhimîn…


Ya Rabbi, bu okuduklarımız hatimlerden, dualardan, tesbihlerden hasıl olan ecr ü mesûbatı sevgili Peygamberimiz salla’llàhü aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin ve bi’l-cümle peygamberan-ı izâm hazeratının evlâd, ezvâc, ashàb ve etba’larının ve bu ana kadar geçmiş olan bi’l-cümle mü’minûn, müminât ve meşâyıh-ı izâmın ruhlarıyla beraber, memleketimizin medar-ı iftiharı Eyyüb Sultan Hazretleri’nin ruhuna ve bilumum eshabı güzin rıdavanu’llàhi aleyhim ecmain hazretlerinin ruhlarına; Salâtin-i maziyyenin ruhları ile birlikte İskender Paşa’nın ruhlarına, bi’l-umum ashabı hayratın da ruhlarına; bâhusus hazırûn ve cemâat kardeşlerimizin ve bu hatimleri okuyan kardeşlerimizin geçmişlerinin ruhlarına, ayrı ayrı hediye eyledik Mevla vâsıl eyleye… Cümlesinin ruhlarını mesrur, kabirlerini pür nûr, makamlarını âlî, derecelerini yüksek eyleyip, seyyiatlarını ve seyyiatlarımızı da hasenata tebdil eyle yâ Rabbi!

Bizlere de onlar gibi bu dar-ı dünyadan göç vakti gelince, cümlemizi az ağrı, asan ölüm ve kâmil bir iman ile ve buyurun: “—Eşhedü en lâ ilâhe illla’llàh, ve eşhedü enne muhammeden

413

abdühû ve rasûlüh…” Aşk ile bir dahi:

“—Eşhedü en lâ ilâhe illla’llàh, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh…” Şevk ile bir dahi: “—Eşhedü en lâ ilâhe illla’llàh, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh…” kelime-i tayyibe-i münciyesini de can u gönülden söyleye söyleye çene kapayıp göz yummayı Mevlâ cümle Ümmet-i Muhammed’e, hâsseten biz aciz kullarına da lütf u ihsân eyleye… Allàhümme’c’alnâ mine’t-tevvâbîn… Vec’alnâ mine’l- mutatahhirîn… Vec’alnâ min ibâdike’s-sàlihîn… Vec’alnâ mine’llezîne la havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn… Allàhüme’hdinâ min indik… Ve efid aleynâ min fadlik… Ve esbiğ aleynâ min rahmetik… Ve enzil aleynâ min berekatik… Allàhümme innâ nes’elüke temâme’n-nimeh… Ve devâme’l- âfiyeh… Ve hüsne’l-hàtimeh... Bi-hürmeti’l-fâtihah!


19. 10. 1975 – İskenderpaşa Camii

414
12. ZAYIFLAR VE MİSKİNLER