52. ASIL GAYEMİZ
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!
Muhterem aziz kardeşler!
Bu dünyaya gelmiş bulunuyoruz. Cenâb-ı Hak hepimizi affetsin de, buraya niçin geldiğini, niçin bulunduğu idrak eden bahtiyar kullarının arasına bizi kabul etsin...
Tabii, buraya geldikten sonra dünyanın bin bir çeşit hadiseleriyle karşı karşıyayız. Onun için bir sürü mekteplere gider, hep dünyayı öğrenmeye çalışırız. Öğrene öğrene en nihayet
de aya gidersin... Şuraya gidersin, buraya gidersin. Çeşitli, envai çeşit bilgiler meydana gelir. Bunlardan istifade ederiz. Fakat bunların hiç birisi bizim insanlığımızla alâkadar değildir. Belki bizim insanlığımızı zedeleyen, hırpalayan ve mahveden eşyalardır, şeylerdir.
Onun için bizim asıl gayemiz; burada bizi yaratan Allah-u Teàlâ’yı tanımak, bilmek ve onun emrine inkıyad etmek...
Allah-u Celle ve A’lâ bizlere buyuruyor ki:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلإِنسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ (الذاريات:٦٥)
(Ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li-ya’büdûn) “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)
(Li-ya’rifûn) “Bilmeleri için…” diye mânâ vermişler. Bileceğiz ki, ona ibadet edelim! Bilmeden ibadet olmaz. Bilmek için dünya bilgileri kâfî gelmiyor. Dünya bilgileri, bizi ancak dünyaya bağlıyor. Yaşama sevdası içinde, nasıl müreffeh bir hayata nâil olacağız diyerekten, ömrümüz bu yolda kaybolup gidiyor.
İçimizde müreffeh yaşayış gayesi var. Tatlı yaşayalım, güzel
yaşayalım... Mal, mülk, varlık sahibi olalım, servet sahibi olalım... İçimizde yaşıyor bu... Bu yaşayışta Allah-u Teàlâ’yı bilmek de mümkün olmuyor. Bu bilgilerin bize faydasından çok, dünyaya
faydası var. Ahiret ilmine zararı oluyor. Ahiret ilmini bilmek için de, Allah’ı bilmek için de, nefsimizi bilmek lâzım!
Buyrulmuş ki:76
مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُِ، فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُِ
(Men arafe nefsehû, fekad arafe rabbehû) “Kim nefsini bilirse, Rabbini de bilir.”
Nefsimizi kim bilecek? İlm-i teşrih denilen bir ilim var, ilm-i tıb… İnsanı güzelce anlatır. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri olsun, İmam-ı Gazâlî Hazretleri olsun bunu güzelce beyan etmişler. Tıp kitaplarında da çok güzel anlatırlar. İşte insanın bir gözü var, kulağı var, kafası var, kalbi var. Bunların her birisinin ayrı ayrı vazifesi var. İşte şu şuna bağlı, bu buna bağlı diyerekten birçok şeyler söylerler.
Söylerler ama bu bağlanış nereden geliyor insana? İnsan denilen şu mahlûk, topraktan hâsıl olmuş bir mahlûk da, bu varlık nasıl oluyor? Gözün şu kadar tabakası var, şöyle görür. Kulak şöyle işitir. Fakat insanda bir can var; o can çıktıktan sonra bu cesedin ne kulağı var, ne gözü var, ne de dili var! Hiçbir şeyi yok…
Hani o güzel söyleyen dil? Hani o kâinatı gören göz, niçin görmüyor şimdi? Ondan can çıktı artık! Ondaydı iş… İş o canda... O can çıktıktan sonra bu ceseddeki güzellikler, görüşler, söyleyişler... Her şey yok oldu gitti. Ondan sonra onun yeri ancak mezarlık oluyor. Akıbet bundan ibaret!
Halbuki biz bunun için yaratılmadık ki! İnsan anadan doğarken, doğuşunda, yâni ana rahminde iki tane huy veriliyor insana: Birisine hevâ diyorlar ki şehvet ondan doğuyor. Çocuk memesini arayıp buluyor. Bağırıyor çağırıyor, memeyi istiyor. İkincisi de gadab’ı var. Çocuk zararları kendisinden onunla def ediyor. Birisi menfaatını, birisi de zararını kurtarıyor.
76 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.2, s.1529, no:2532.
Menfaatını celp, zararını def için, Cenâb-ı Hak iki tane huy vermiş insanoğluna... Onun birisine şehvet diyorlar, birisine de gadap diyorlar. Ne kadar kötü huy varsa —60 küsür— bu ikiden doğuyor. Bunlar ana şey...
Şimdi insan gadaplı... Ateş gibi adam, ne söylersen kızıyor, bağırıyor, çağırıyor, vuruyor... Gadabın icabı... Bu insanlıkla yaşamaz, insanlık bununla yaşayamaz. Bunu tebdil etmek lâzım! Neye? Şecaate…
Şimdi şehvetten dünya sevgisi doğuyor... Şehvetten doğan şey dünya sevgisi, yaşama hevesleri insanda... Gayeler: Güzel giyinme, güzel ev sahibi olma, güzel hanım sahibi olma... Her şeyin güzelini istiyor.
Halbuki bu güzelleri isterken de, asıl güzellerin güzeli olan Allah’tan uzak oluyoruz. Çünkü gàye; para toplamak, mal toplamak, yaşama sevdası... Halbuki biz bunun için değil; bizi
yaratanı sevmek, bilmek ve onun emrini tutmak için dünyaya gelmişiz.
Bu dünya sevgisini, muhabbet-i ilâhiyyeye çevirebilmek hüneri var. Onun için, en büyük hüner nefsi ıslahta... Nefsini ıslah edebildin mi, en iyi adam sensin! Nefsini ıslah edemeyince de, en şerli o oluyor.
Allah cümlemizi affetsin... Bu büyük, geniş bir derstir; bunların mütâleasını size tavsiye ederim.
Dünya ilimlerini öğreniyoruz, en nihayet Ay’a gidiyoruz. Meselâ, farz edelim ki, Merih’e de gittik, diğer yıldızlara da gittik; ne çıkar? Gaye nedir? Alt tarafı, masraftan başka bir şey değil. Hiç, Ay’a gittik de ne oldu yâni, ne öğrendik?.. Mülkün sahibi Allah, onu öyle yaratmış, Güneş’i öyle yaratmış... Diğerlerini de öyle yaratmış... İçinde mahlûk varmış; o da bize ait değil... Biz kendimizi bilelim! Gayeyi bilelim!..
Gaye Allah’a kul olmak! Bu da neyle olur? İki şeyle; emrine imtisal, yasaklardan ictinâbla olur. Yasaktan korunamayan insanın emre imtisâli itibardan sakıttır. Yani, zehirle bal bir arada barışmaz ki! Emrine itaat ediyor, fakat nehiylerden, yasaklardan, günahlardan kaçmıyor. Bu, zehirle balı karıştırmak gibi olur. Zehir galip gelir, bal hiç fayda etmez; öldürür gider insanı...
Binâen aleyh, günahlar böyle, insanların maneviyatını öldürücü birer zehirin zehiridir. Allah hepimizi muhafaza etsin...
Onun için aciziz, bunlardan korunmak elimizden gelmez. Beşeriyet bunların içinde gömülü. Öyleyse sahibimiz olan Allah’a daima iltica edip; “—Aman yâ Rabbî... Aman yâ Rabbî… Sen beni koru, muhafaza et... Hıfz ü himayende eyle... Beni nefsime terk etme...” diye yalvaralım!
Büyüklerimizin dediği gibi:77
اَللَّهُمَّ لاَ تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ .
(Allàhümme lâ tekilnî ilâ nefsî tarfete aynin) “Bir göz açıp kapayacak kadar az bir zaman bile, beni nefsime bırakma yâ Rabbi!” diyelim!
Nefis bizi yener. Onun için, (Allàhümme innî eùzü bike min şerrin nefsî) “Nefsimin şerrinden sana sığınırım yâ Rabbî! Ondan ancak senin hıfz ü himayenle ben korunabilirim.” buyurdu Hazret-i Peygamber... Biz de iltica edelim! Cenâb-ı Hak bizi, kendisinin razı olacağı bir kul eylesin.
Allah cümlenizden razı olsun... Sa’yleriniz meşkûr olsun... Ömürleriniz uzun olsun... Rızıklarınız bol olsun... Dünya ve ahiretleriniz de ma’mur olsun... Sevdiği bir kul olarak ahirete göçmeyi Cenâb-ı Hak cümlemize nasib eylesin...
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàh!
23. 05. 1980 – İskenderpaşa Camii
77 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.42, no:20446; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.117, no:869; Taberânî, Dua, c.I, s.314, no:1032; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.197, no:17131; Ebû Bekre RA’dan. Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.492, no:2008; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.288, no:17409; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Bezzâr, Müsned, c.II, s.282, no:6368; Ziyaü’l-Makdisî, el-Ehàdîsü’l-Muhtâre, c.III, s.23, no:2319; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.433, no:8653; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.158, no:17008; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.186, no:3674; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VI, s254, no:5132.