06. NEYİ VE KİMİ SEVMELİYİZ?
Doç. Dr. Halil NECATİOĞLU
Sevmek, insanoğluna bahşedilen duyguların en hoşudur. İç ve dış dünyamız sevgi ile renklenir, canlanır ve mânâlanır. Allah’ın bu güzel nimetinden mahrum olanların ise, yüzleri asık, kaşları çatık ve gönülleri karanlıktır. Böyleleri, etrafını kırar geçirir; dilleriyle, halleriyle herkesi incitirler. Sevme duygusu gelişmemek, sevmeyi bilmemek, mahrumiyetlerin en büyüğüdür.
Vücudun gelişmesi, gürbüzleşmesi için iyi ve kuvvetli gıdalar almağa çalışır, iştah şurupları içer, vitamin hapları kullanırız. Beden zindeliği için temiz hava, güneş arar, tatillere çıkar, çeşitli sporlar yaparız. Bunlar kadar, hattâ —çok daha mühim sonuçlar vereceğinden— bunlardan da fazla, mânevî yönümüzün gelişme, güçlenme çarelerini araştırmalı, devalarını bulup kullanmalıyız. Ruhun sıhhati, huzur ve sükûnu konusunda ise, en başta gelen devâ, hiç şüphesiz sevmektir.
Sevme duygumuzu geliştirmek için, çok çalışmak, gayret ve emek harcamak zorundayız. Zira dünya saadeti ve ahiret selâmeti, büyük ölçüde, bu duyguya sahip olmakla ele geçer. Daha çocukluk çağından itibaren, ana, kardeş, oyuncak, kuş, çiçek... sevgisi gibi meşru ve masum sevgilerle, bu melekeyi uyandırmak, beslemek ve geliştirmek şarttır. Bu sevgi eğitimi, bilgiden, ilimden de önce gelir ve çok daha hayırlı sonuçlar verir. Çünkü salt bilgi sadece gurura düşürür ve insanı hodfüruş eder.
Bu yüzden Şeyh Gàlib:
Aşk imiş her ne var âlemde,
İlim bir kıyl ü kàl imiş ancak.
diyor.
Maarif sistemimiz bu gerçeğe göre tanzim edilmediğinden, günümüzün gençliği huysuz, haşin, kırıcı ve yıkıcı olmaktadır.
Çünkü onlara mekteplerimizde sevgi değil; inat, isyan, kin, bencillik, ücub ve gurur gibi çarpık ve sakat duygular verildi. Sinemada, radyoda, televizyonda, gazete ve dergilerde, döğüşmek, devirmek, yıkmak, karşı gelmek ve düşman olmak telkin edildi.
Sevginin her çeşidi kabule şayan mıdır?.. Şüphesiz ki değil! Hiç kimse içki, kumar düşkünlüğünün, gayrımeşrû alâkaların, para, mevki, koltuk... sevgisinin, kendini beğenmişliğin ve bunlara benzer sakîm temayüllerin iyi olduğunu iddia edemez. O halde, sevme duygusunun da kontrol edilmesi güzel ve meşru olan şeylere yöneltilmesi gerekiyor, demektir. Bu takdirde karşımıza şu soru çıkıyor:
“—Acaba neyi ve kimi sevmeli?”
En iyi ve en güzel olan ise, bütün güzelliklerin sahibi, yaratıcısı, mucidi, mübdii olan zât-ı akdes, yâni Hazret-i Allah’tır. Bu dünyada gözlerin gördüğü, gönüllerin sevdiği her güzel şey, onun icadıdır. O, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin akl u hayalinden geçmedik asıl büyük güzellikleri ise, ahiret âlemine saklamıştır. İnsanoğlu güzelliğin ne demek olduğunu, o Zü’l-cemâl ve’l-kemâl Hazretleri, Firdevs-i A’lâ’da bahtiyar kullarına cemâlinin nikàbını açtığı dem anlayacak. Asıl sonsuz lezzeti, o ekmel cemâli müşahede ettiği zaman tanıyacaktır.
Yüksek gönüller, işte bu demin hayalinden, o yüce zatın eşsiz cemalinden mest ve müstağraktırlar. Asıl sevgi budur. Bütün diğer sevgiler ise, ya sevgi duygusunun gelişmesi için bir temrin, ya da aslî sevgiye götüren yolda bir merhaledir. Tasavvuf büyükleri aslî sevgiye aşk-ı hakîkî, beşerî temayüllere ise aşk-ı mecâzî derler. Yunus Emre’yi edebiyatımızın en büyük şâiri yapan, işte bu ilâhî aşktır. Mevlânâ’nın coşkunluğu bu sevgidendir. Fuzulî bu cins sevgiyle mertebe bulmuş, bu yüzden de:
Aşk derdiyle hoşem, el çek ilâcımdan, tabîb!
demiştir. Eşrefoğlu aynı sebepten,
Seni sevmek benim dinim îmanım,
İlâhi, din ü imandan ayırma.
diye söylemiştir.
Ne mutlu bu gerçek sevgiye erebilen ve asıl sevileceği bulabilene!..
Ma’rifet-nâme’den:
Ne devlettir ki, dildârım Sen oldun,
Enîs u mûnis ü yârım Sen oldun.
Dil-i pür-derdimin dermânı Sensin,
Şifâ-yı cân-ı bîmârım Sen oldun.
Bana hasm olsa àlem halkı gam yok.
Ne korku! Çün nigeh-dârım Sen oldun.
Sefâlar, ger cefâlar bulsa canım,
Refîk-ı cümle atvârım Sen oldun.
Sana dil vermişem ey cân-ı àlem!
Ezelden çün ki dil-dârım Sen oldun.
Desem ism-i şerifin, yâ demesem,
Dilimde cümle güftârım Sen oldun.
Sana ta’zîm eder dillerde Hakkî,
Der: İnkârım yok, ikrârım Sen oldun.
(İslâm Mecmuası, München, B. Almanya, Mart 1976, s. 63)