• /
  • Kütüphane
  • /
  • Muhtelif Yazılar
  • /
  • 01. İSLÂMİYET NEDİR?
05. BİRLİK OLMA ZAMANI

F. TERCÜMELER


01. İSLÂMİYET NEDİR?



J. W. LOVEGROVE (Habibullah)

Çeviren: Dr. Halil NECATİOĞLU



SUNUŞ


فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِِّين حَنِيفًا، فِطْرَتَ اللهِ الَّتِى فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا،


لاَ تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللهِ، ذلِكَ الدِّينُ الْقيِّمُ (الروم:٠٣)


“Hakka yönelerek kendini samîmiyetle, Allah’ın insanlara yaratılışta koyduğu fıtrat ve tabiatın muktezası olan dine ver; Allah’ın yarattığında değişme yoktur, doğru din ancak budur.” (Rûm, 30/30) Hristiyanlığın, kilise teşkilâtı ve papazların sorumsuz ve çıkarcı tutumları sonucu, sapık ve mantık dışı bir seyir takip etmekte olduğu bilinen bir gerçektir. Bu haliyle, düşünen Avrupalının aklını ve vicdanını doyuramamakta, şahısların ruhî buhranlara düşmelerine veya dinsizliğe kaymalarına sebep olmaktadır. Bu durumda bir kısım münevverler, dünyada mevcut bütün büyük dinleri dikkatle inceleme, hakikati arama yolunu seçiyorlar.

Kilise teşkilâtı tarafından yürütülen asılsız isnad, iftira ve korkunç propagandalara rağmen, objektif tetkik ve mukayeselerden sonra İslâm’ın hak din olduğunu görerek ona intisab eden sayısız Avrupalı vardır. Bunlar arasında atom âlimleri, müsteşrikler ve hattâ bizzat papazlar bile bulunuyor.

Bu zorlamasız, propagandasız ve davetsiz ihtidalar, İslâm’ın ilâhîliğine kesin delil ve onun Batı teknik ve medeniyetiyle yoğrulan zihinlerle uyuşamayacağı şeklindeki gülünç kanaatlere

451

fiilî cevap mahiyetindedirler.

Doğuda ve Batıda, İslâm’ın mahiyetini ve ruhunu anlatan sayısız değerli eser yazılmış ve neşredilmiş olduğu halde, okuyucularımıza bir İngiliz Müslüman olan J. W Lovegrove’un “What is İslâm?” adlı kitabını sunuşumuz, Hıristiyan doğduğu halde, ihtida ederek İslâm’a girmiş Avrupalıların, İslâm hakkındaki kanaatlerini aksettiren eserlerine hususî bir önem ve mânâ vermemizdendir. Okuyucular bu suretle, batılıların dinimizi nasıl gördüklerini ve nasıl anladıklarını da müşahede etmiş olacaklardır.


Dr. Halil NECATİOĞLU



A. GİRİŞ


Bu sayfalar, İslâm’a giriş sebeplerinin ne olduğu hakkında, birçok yerlerden aldığım soruların ve taleplerin tarafımdan karşılanması maksadıyla yapılmış mütevazı bir teşebbüsten ibarettir. İman sisteminin bir muhasebesini ve müdafaasını yapmak istemiyorum. Onunla ilgili emsalsiz bazı şeyler vardır. Fakat o daha ziyade bir tarih dinidir ve müessisi de tarihi şahsiyettir. Halbuki diğer dinlerin ilk ve aslî talimatı hakkında çok az şey biliyoruz: Doğrulukları kabul edilmiş birkaç ahlâkî emri havi birkaç dağınık tasvir elimize ulaşmıştır. Hemen hemen bütün diğer peygamberlerin hayatları efsane ve esrar ile örtülüdür ve onların kendi talimatlarını, yine kendi hareket tarzlarının ışığı altında tetkik etme hususunda bize yardımcı olamaz.

Buna karşılık İslâm’a gelince, onunla ilgili bilgileri ihtiva eden vesikanın mevsukiyetinden hiçbir kimse asla şüphe edemez. İslâm’ın kitabı Kur’an-ı Kerim, Hazret-i Peygamber’in hayatında nasıl ise, bugün de aynı durumda bulunmaktadır. Onun hareketleri, fiilleri ve kitabın çeşitli hükümlerini açıklayıcı mahiyette olan sözleri bize aslî sâfiyetiyle, olduğu gibi intikal etmiştir.

452

Bundan dolayı, benim bu sayfalarda yazdıklarım, Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamber’in sözleri arasında bulduğum bazı bilgilerin bir şerhi ve izahı mahiyetindedir. Daha başka yerlerde evvelce boş yere arayıp durduğum huzur ve teselliyi, bunlarda bulmuş bulunuyorum.


Ben sade, saf akıl ve mantığımı öldürmeden kabullenemeyeceğim bir takım akide ve fikirlerden uzak ve tatbiki mümkün bir din arzuluyordum. Benim Allah’a ve çevremdekilere karşı vazifelerimi yapmam, her din sisteminin başlıca gayesidir veya öyle olması gerekir. Fakat İslâm, bu esas kaideye tatbik edilebilir bir sûret, amelî bir şekil kazandırmak için gelmiştir. Biz, örnekleri ile hayatın bütün muhtemel hadiseleri ve zaruretlerini karşılayacak hükümler ve bizim karşılaştığımız güçlüklerin çözülmesinde rehber olarak emirler ve talimat istiyoruz ve benim İslâm’da bulduğum işte budur.

Yine İslâm ile ilgili olan ve Hacı Khwaja (Hoca) Kemâleddin

453

tarafından 1924 yılında Wembley Dinî Konferansına takdim edilen Al-İslâm başlıklı, çok enteresan bir yazıyı da, eserime ekleme hususunda izin almış bulunuyorum. Bu ikinci eser, benim ihtisasımın azlığı dolayısıyla farkına varamadığım veya atladığım noktaları daha çok vuzuha kavuşturacaktır.


İslâm, Arabistan’da bundan 13 asırdan fazla bir zaman önce zuhur eden, mukaddes Peygamber Hazret-i Muhammed —ona salât ve selâm olsun— tarafından tâlim edilen dine, bizzat Allah’ın verdiği isimdir. Bu din dünyanın büyük dinlerinin en sonuncusudur. İslâm adı bu dinin sâliklerince uydurulmuş olmayıp, Kur’an-ı Kerim’de sarahatle ver almaktadır. Âl-i İmrân Sûresi’nin 19. âyetinde:


انَّ الدِّن عِنْدَ اللهِ اْلاِسلاَمُ (اۤل عمران٩١)


“Allah nazarında hak din İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 3/19) denilir.

Diğer bir ayette ise:


اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتَى وَرَضِيتُ لَكُمُ


اْلاِسْلاَمَ دِينًا (المائدة:٣)


“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve size olan lütfumu tamamladım, sizin için din olarak İslâm’ı seçtim ve tensib ettim.” (Mâide, 5/3) buyrulmaktadır.

İslâm kelimesi çok mânidârdır; harfi harfine huzur, sulh ve sükûn demektir. Nitekim sulh ye sükûn, onu tesis ettiği bütün sistemin hakim esas fikridir. Kelime aynı zamanda, teslimiyet ve inkiyad mânâsına gelir. Üçüncü bir mânâsı ise, huzur ve sükûna yol

demektir, İslâm adı altında öğretilen bilgiler, sâlikleri bu kelimelerle ifade edilen hallere eriştirir ve günlük hayatta aynen riayet olunursa, bütün dünyada sulh ve sükûn sağlayacağı

454

muhakkaktır.


İslâm’a giren kimseye müslim denir ki, barışçı, uysal ve inkiyad etmiş anlamına gelir. Allah ve onun yaratıklarıyla barış kuramamış bir kimse müslim olamaz. Allah ile barış ve sulh, onun iradesine teslim oluş ve emirlerine uymadan ibarettir. İnsanlarla barış ise, herkese iyi davranmak demektir:

“Allah’ın itaatli seçkin kullarının en iyileri, görüldükleri zaman Allah hatırlanılan kimselerdir. İnsanların en kötüleri ise onun sözünü buna taşıyarak kovuculuk yapanlar, zararcı olanlar, arkadaşları birbirlerinden ayıranlar ve salih kimselerin kusurlarını araştıranlardır.” (Hazret-i Peygamber’in sözü, hadisi)

Hazret-i Peygamber, “Bir müslim, elinden hiçbir kimseye zarar erişmeyen kişidir.” der. Bütün fikir Kur’an-ı Kerim’in şu âyetiyle tam olarak ifade edilmiştir:


بَلىَ مَنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ ِللهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَلَهُ اَجْرُهُ عِنْدَ رَبِّـهِ، وَلاَ


خَوْفٌ عَلَـيْـهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُـونَ (البقرة:٢١١)


“Evet! Kim ki kendini Allah’a tamamen teslim etmiştir ve herkese iyilik yapmaktadır, onun mükâfatı ve taltif edilmesi Allaha aittir. Kıyamet gününde onun için hiçbir korku olma-yacak ve o hüzün ve teessüf duymayacaktır.” (Bakara, 2/112)


B. DİNİN HEDEFLERİ


Her çocuk dünyaya aslında günahsız ve mâsum olarak gelir. O ve Yaratıcısı, birbirlerine karşı barış ve uzlaşma halinde bulunduklarından, İslâm’da kızmış bir Tanrı ile barıştırılma meselesi (!) diye bir şey yoktur; bağışlanması için şefaat veya

455

mevhum bir günahın lekesini izale için kefaret de gerekmez.111 Ona en yüksek kabiliyet ve istidadlar bahşedilmiştir, tekâmülü bilkuvve, yâni imkân bakımından sonsuzdur. Nitekim biz Kur’an-ı Kerim’de şu ayeti görüyoruz:


لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ. ثُـمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ. اِ


الَّذِينَ اۤمَنُوا وعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ (التين: ٤-٦)


“Muhakkak ki, biz insanı en mükemmel sûret ve hilkatte yarattık; sonra onu aşağıların aşağısı haline düşürdük. Bu sefil derekeye, ancak inananlar ve iyilik vapanlar düşmezler ve onlara kesilmeyen bir mükâfat verilecektir.” (Tîn, 95/4-6) Dinin görevi müslümanlara kendi tabiatlerinde istidat olarak mevcut iyi ve asîl şeyleri ortaya çıkarma hususunda vardım etmektir. Bu bakımdan İslâm, yalnız inançlar topluluğu değil, ayrıca hareket ve fiil haline çevrilmesi gereken prensipler ve emirler demektir.

Tatbikatı olmayan kuru bir inanç, İslâm’da ölü bir kanun demektir ve Allah nazarında hiçbir değer taşımaz.


Kur’an’ın öğrettiği gibi biz, varlığımıza Allah tarafından konulmuş harikulade kabiliyete sahibiz ve Allah’a karşı en iyi ibadet veya teşekkür, bunları kendi varlığımızın hayrına olarak ortaya çıkarmak ve kullanmaktır. Biz dua ve ibadet eder, Allah’ı ulular ve yüceltiriz; fakat eğer bu hareketler kendimizi ıslah ve terbiye ile bir arada yürümezse, İslâm dini ölçüsüyle bir kıymete sahip sayılmaz, inançlar, amel ve fiil halinde tatbik edilmedikçe semeresiz, faydasızdır. Tabiatımızdaki servetleri kuvveden fiile çıkarmadıkça, Allah’a hakkiyle kulluk etmiş olmayız; çünkü yaradılışımızdaki en büyük hedefe erişememiş, başarıya



111 Müellif burada Hıristiyanlığın batıl bir itikadına telmihte bulunuyor. Onlara göre çocuk, dünyaya asli ve irsî bir günah ile lekeli olarak gelir ve birtakım dini merasimden geçirtilmedikçe arınmış, affedilmiş sayılmaz. (Mütercim)

456

ulaşamamış demektir.

Hazret-i Muhammed şöyle der:

1. Cenâb-ı Hak, bedene kalbin de refakat ve iştirak etmediği bir ibâdeti kabul buyurmaz.

2. Bir ibadet ki, sahibini yanlış yola gitmekten ve günah işlemekten alıkoymaz, onun, Allah’tan uzaklığını ziyadeleştirmekten başka hiçbir şeye yaramaz.

3. Allah’a, onu görüyormuşçasına ibadet ediniz; çünkü her ne kadar siz onu görmüyorsanız da, o sizi görmektedir.

4. Allah’a sabahları ve akşamları ibadet ediniz ve gündüzleri dünyevî çalışmalarınızla da meşgul olunuz. İbadet, kulu Razikına yakın kılar.

“Bir kişinin hakiki serveti yakınlarına ve arkadaşlarına yapmış olduğu iyiliklerdir. O ölünce, insanlar, ‘Arkasında mal-mülk olarak ne bıraktı?’ diyecekler. Fakat, onu sorguya çeken melek sadece, ‘Kendinden evvel ahiret alemine ne gibi iyi ameller gönderdin?’ diye soracaktır.” (Hazret-i Peygamber)


C. İSLÂM İNSANLIĞIN DİNİ



انَّ الدِّن عِنْدَ اللهِ اْلاِسلاَمُ (اۤل عمران٩١)


“Allah nazarında hakiki ve doğru din sadece İslâm’dır.” (Âl-i İmrân, 3/19)

“Benim emirlerime riayet etmek ve Allah’ın yaratıklarına şefkat yöstermek”; bu, İslâm’ın Hazret-i Muhammed tarafından yapılan tarifi idi. Böyle olunca İslâm herhangi bir zamana ve yere münhasır sayılamaz, insanlığa vahyedilmiş bütün dinlerin temel taşı da odur. Kur’an-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber tarafından bize böyle haber verilmiştir. İslâm dini insanlık alemine tâ ilk çağlardan beri ışıklarını saçmıştı. O Hazret-i Âdem’in ve daha sonraki bütün peygamberlerin de dini idi.

Bu sebepten biz müslümanlar diğer dinlere, insan tekâmülünün muayyen merhaleleri olarak bakmayız; biz onların hepsinin aynı

457

ilâhî menşeden geldiğini ve hepsinin —ilk zamanlardaki saflıkları içinde— Hazret-i Muhammed’in bildirdiği din kadar bizi bağlayıcı olduğunu düşünürüz. Bütün peygamberler bizden eşit saygı isterler ve biz onlara bağlanırken, hiçbirini diğerinden farklı tutmayız. Zaten Kur’an da bunu bize aşağıdaki ayet ile tavsiye etmektedir:


قُولُوا اۤمَنَّا بِا اللهِ وَمَا اُنْـزِلَ اِلَـيـْنَا وَمَا اُنْزِلَ اِلىٰ اِبْرهِيمَ وَ اِسْمعيلَ


وَاِسْحۤقَ وَيَعْقُوبَ وَاْلاَسْبَاطِ وَمَا اُوتِىَ مُوسۤى وَ عِيسۤى وَمَا اُوتِىَ


الـنَّـبـِيـُونَ مِنْ رَبِّـهِمْ، لاَنُـفَـرِقُ بَيـْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْ، وَنَحْنُ لهُ مُسْلِمُونَ

(البقرة:٦٣١)


“De ki: Biz Allah’a; bize vahyedilenlere; İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Ya’kùb’a ve kabilelere indirilen hükümlere; Mûsâ ve İsâ’ya verilenlere, Rableri tarafından diğer bütün peygamberlere vahyedilenlere inanır ve onlardan hiç birini ötekilerden tefrik etmeyiz ve o Tanrı’ya boyun eğer, teslim oluruz.” (Bakara, 2/136)


Dünyada bugün mevcut bütün diğer dinlerin talimatı arasında su harika esas ile mukayese edilebilecek bir şey var mıdır? Mantık ve muhakeme apaçıktır: Biz peygamberlere tapınmıyoruz; onlara Rabbimizin elçileri, sözcüleri olduklarından saygı duyuyoruz. Bu sıfatla hiçbir mübarek, mukaddes (!) ırka, —hele Kur’an, bize o peygamberlerin hepsinin aynı dini getirdiğini söyledikten sonra— meşru olarak diğerine kıyasla bir üstünlük izafe edilemez.

Bir müslüman ile diğer dinden bir şahıs arasında herhangi bir kavga veva ihtilâf sebebi olabilir mi? Kendi dinimize, diğer dinlerin öğrettiklerini küçültmek yoluyla herhangi bir özellik ve bencillik atfettiğimiz an ayrılık ve ihtilâf tohumlarım saçmış olursunuz. Bu esaslı sebepten dolayıdır ki, Kur’an bize müslim adını verir:

458

هُوَ سَميكُمُ الْـمُسْلِمِينَ مِنْ قَبْلِ وَفِى هَاذَا (الحج: ٨٧)


“O (Allah), sizi burada da, bundan önce de müslim diye adlandırmıştır.” (Hac, 22/78) Bazı kereler yanlış olarak kullanıldığı gibi Muhammedî adı değil.

Şüphe yok ki biz, insanlığın başından beri mevcut olan aslî ve kadîm din, yani İslâm’ın son olarak vahyedilmişine, Hazret-i Muhammed’in ta’limi vasıtasıyla mazhar olduk ve onu bu sebepten, kalbimizin derinliklerinden taşan bir sevgiyle sever ve sayarız. Fakat bizzat o, tıpkı bizler gibi aynı dinin bir saliki, yâni bir müslim idi;


وَ اَنَا اَوَّلُ المُسْلِمِينَ (الانعام٣٦١)


“Ben Allah’a teslim olan, itaat eden kimselerin (müslimlerin) ilkiyim.” (En’am, 6/163) Müslim demek, ilâhî kanuna itaat eden, kendi arzu ve iradesini, en yüce varlığınkine tabi kılan kimse demek olduğuna göre, kendine bu ismin verilmesini istemeyecek centilmen tasavvur edemiyorum.

İslâm’dan başka hiçbir din olmamak icab eder. Kendilerine şu veya bu şahsın adı altında ayrı bir etiket yapıştıranlar, vaki sadakat ve bağlılık antlaşması hilâfına gitmiş, peygamberlerinin kendilerinden istediği hususlara hürmetsiz ve aşkın bir hareket tarzı tutturmuş oluyorlar. Değişik insan toplulukları arasında ayrılık ve husumet yaratıyorlar.

Bizim bütün ilham kaynağımız ve kılavuzumuz Kur’an-ı Kerim

ve Hazret-i Peygamber’in talimleri, yâni hadîs-i şeriflerdir. Mukaddes Peygamber Muhammed’in (Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun) teşrifi dolayısıyla, diğer bütün dinlerin tâlimlerini Kur’an’ın ruhuna uygun olmadıkça asla kabul edemeyiz. Çünkü, Kur’an’dan başka hiçbir semavî kitap, beşerin müdahale ve karıştırmasından uzak kalamamış ve bize aslî safiyetiyle ulaşamamıştır. Bu herkesçe bilinen ve kabul edilen bir vakıadır.

459

Kur’an ise bilindiği üzere, bize kadar hiç bozulmadan ve değiştirilemez olarak gelmiştir. Haklı olduğumuz aşikâr değil mi?

Biz Hazret-i Mûsâ’yı da, Hazret-i İsâ’yı da dinin talimcisi olarak kabul ediyoruz: Fakat Tevrat’a ve İncil’e, onların talimlerinin hakiki kayıtları gibi bakıp itimad etmemize imkân var mı?.. Eğer yoksa, ki modern ilmî araştırmalar, mevcut İncil’in itimada şayan olmayan gayr-i mevsuk bir kitap olduğunu ortaya koymuştur. Bize Kur’an’ı, dinî hakikatleri ihtiva eden biricik kitap olarak kabullenmekten başka hiç bir hareket tarzı kalmıyor.


Aslında bu kitap, insanlığın bütün diğer öğreticilerine, peygamberlere vahyedilen eski hakikatleri, tamamıyla içinde hülâsa ve icmal etmektedir:


رَسُولٌ مِنَ اللهِ يَتْلُوا صُحُفًا مُطَهَّرَةً. فِيهَا كُتُبٌ قَيِّمَةٌ (البينة: ٢-٣)


“İşte bekledikleri apaçık delil) Allah tarafından gönderilen ve en doğru yazıları, hüküm ve bilgileri içinde bulunduran tertemiz sahifeleri okuyan bir elçidir.” (Beyyine, 98/2-3)

İlâve olarak, insanlığın diğer ihtiyaçlarını karşılayacak gerçekleri de taşımaktadır:


مَا فَرَّطْنَا فِى الْكِتَابِ مِنْ شَئٍ (الانعام٨٣)


“Biz bu kitapta hiçbir şeyi eksik kılmadık.” (En’am, 6/38) Böylece biz, Kur’an’ı kabul etmek yoluyla İncil’i ve diğer mukaddes kitapların hepsini saf ve aslî şekilleriyle kabullenmiş oluruz.

Kuran-ı Kerim der ki:


تَاللهِ لَقَدْ اَرْسَلْنَا اِلىَ اُمَمٍ مِنْ قَبْلِكَ فَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ فَهُوَ


وَلِيُّهُمْ الْيَوْمَ وَلَهُمُ عَزَابٌ اَلِيمٌ (النحل:٣٦)

460

“Yemin ederiz ki, biz gerçekten senden önce diğer milletlere peygamberler gönderdik; fakat şeytan onlara yaptıkları kötü hareketleri iyi ve doğru gösterdi. Böylece bugün onların yardımcısı, dostu odur ve onlar sonunda elîm bir azaba uğrayacaklardır.” (Nahl, 16/63)


وَمَا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ اِلاَّ لِتُبَيِّنَ لَهُمُ الَّذِى اخْتَلَفُوا فِيهِ وَهُدًى


وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (النحل:٤٦)


“Biz sana, ancak, şaşırdıkları hususları açıklaman için vahyettik ve seni inanan insanlara bir rehber ve rahmet olmak üzere gönderdik.” (Nahl, 16/64)


وَاللهُ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءَ مَاءً فَاَحْيَا بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا، اِنَّ فِى


ذلِكَ َلآيَةً لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ (النحل:٥٦)


“Allah, buluttan yeryüzüne su indirdi ve yere, ölümünden sonra tekrar hayat bahşetti. Muhakkak ki, bunda söz dinleyen kullar için mühim bir delil ve işaret mevcuttur.” (Nahl, 16/65)


Yukarıdaki son ayette Kur’an çok güzel ve yerinde bir benzetme yapar ve ilâhî vahyi yağmurla kıyaslar. Su, hayatı filizlendirir ve ihyâ edici bir tesir yapar. Yağmur eğer yere indiğinde kirlenmeden, pislenmeden kalabilseydi, taze yağmura ihtiyaç olmazdı. Dünyada okyanuslar halinde, geniş miktarlarda su olduğu halde, bu hayatımızı idame için her bakımdan müsait değildir ve bizim saf taze yağmura ihtiyacımızı karşılamaz. İşte bunun gibi ilâhî kelimeler de tıpkı yağmur damlaları gibi zaman zaman gelir ve peygamberlerin kalplerini sular, filizlendirir. Bu hadise, bir evvelki peygambere gelen ruhanî rahmet yağmuru (yani vahiyler sistemi)

461

bulanıp, birikintiler kirlendikçe, tekrar olunur.

Diğer hiçbir kitap kendi aslî mükemmeliyetiyle, tahrif edilmeden kalmamış ve her peygamber gelişinde yeni vahiylere lüzum hâsıl olmuştur. Öyleyse Kur’an-ı Kerim neden ilâhî kitapların en sonuncusudur ve neden Hazret-i Muhammed son peygamberdir?..

Daha önce söylediklerimde bu sorunun cevabı vardır. Allah’ın insanlığa vahyi daima tekâmül yolunu aydınlatmak için gelmiştir ve bizzat o ilâhî haberin alıcıları olan Peygamberler tarafından mucebince hareket edilen bazı belirli hükümler getirmiştir. Bu hüküm ve emirler, peygamberlerin hareket tarzları seklinde tezahür etmiştir. Eğer o emirler ve peygamberlerin hareketlerinin tamamı, fasılasız ve kesiksiz, daha sonraki nesillere iletilmiş olsaydı, ne yeni bir vahye, ne de ikinci bir peygambere lüzum kalacaktı. Böylece insanlığın ilk peygamberi, aynı zamanda en sonuncu olacaktı.

Fakat, tatbikatta her peygamberin getirdiği, maalesef az sonra bir masal ve esrar perdesine büründü; hayatları ve talimatları, doğruluğuna güvenilemez uydurma hikâyeler haline geldi. O derece ki, bazılarının gerçekten yaşamış hakiki şahıslar olduğundan bile şüphe edilmektedir.


Fakat Hazret-i Muhammed’e gelince —ona ve diğer peygamberlere salât ve selâm olsun— tarih tamamen başka bir durumu kaydeder: Onun hem getirdiği emirler, hem de nümune teşkil eden hareketleri, hiç bozulmadan ve karıştırılmadan bize kadar gelmiştir. Onlar hâlâ aslî ve cazip renkleriyle capcanlıdır ve eğer peygamberlik müessesesi vasıtasıyla insanlığı yeniden ilâhi hükümler ve nümunelerle donatmak gerekse, lüzum ve İhtiyaç duyulan her şeyin zâten Hazret-i Muhammed SAS’in bize kadar gelen talimatında var olduğu görülecektir. Hazret-i Peygamber, işte bundan dolayı son peygamberdir.


اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتَى وَرَضِيتُلَكُمُ

462

اْلاِسْلاَمَ دِينًا (المائدة٣)


“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size karşı olan lütuf ve nimetimi tamamladım ve size din olmak üzere İslâm’ı seçtim” (Mâide, 5/3) Bu peygamberlere ait vahyin sona ermiş olması ve insanlarla ilâhî muhaberenin devamı, birbirine karıştırılmaması gereken iki ayrı husustur. İslâm, kemâle ermiş her ruha, ilâhî ilhâmın vaki olabileceğini kabul eder ve bize bu hususta ehliyet kazanabilmenin yollarını da bildirir. Bu nokta, İslâm’ın beni kendisine çektiği, hayran olduğum hadsiz değerlerinden birini teşkil etmektedir.

Kur’an-ı Kerim;


وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَـنَّـهُمْ سُبُلَنَا (العنكبوت٩٦)


“Yolumuzda çalışıp çabalayan, mücadele edenlere, biz doğru ve hakiki yolu göstereceğiz.” (Ankebut, 29/69) demektedir. Allahın doğrudan doğruya, vasıtasız irşadına ve ilhamına mazhar olmak müslümana has bir imtiyazdır.

Yine Yüce Kur’an der ki:


يُنَزِّلُ الْـمَلاَئِكَةَ بِالرُّوحِ مِنْ اَمْرِهِ عَلىَ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ (النحل٢)


“Kendi emirlerini havi vahiylerle yüklü olarak melekleri, kullarından dilediğine gönderen o Allah’tır.” (Nahl, 16/2)


اِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الـْمَلاَئِكَةُ اَ


تَخَافُوا وَلاَ تَحْزَنُـوا وَاَبْشِرُوا بِالْجَــنَّةِ الَّـتِى كُـنْـتُمْ تُوعَدُونَ. نَحْنُ


اَوْلِيَاؤُكُمْ فِى الْحَيَوةِ الدُّنْيَا وَفِى اْلآخِرَةِ، وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَشْتَهِى

463

اَنْفُسُكُمْ وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَدَّعُونَ (فصلت٠٣-١٣)


“Rabbimiz Allah’tır diyerek, doğru yolda gitmeye devam edenlere gelince; onlara melekler iner, ‘Korkmayın, mahzun olmayın, size vaad edilen cennetle müjdelenin!’ derler. Bu dünya hayatında da, bundan sonraki hayatta da sizin dostlarınız biziz. Siz orada içinizin arzuladıklarınızı bulacak, dilediklerinizi elde edeceksiniz.” (Fussilet, 41/30-31) Doğru yolda devam etmek, ancak, bir kimsenin ilâhî ilham ve irşada mazhar olması ile mümkündür. Kur’an bize, bu doğru yolu tarif etmek için gelmiş ve başarıya ulaşmanın prensiplerini koymuştur. Özet olarak bütün Kur’an talimatı bunu temine yarar ve bundan dolayı da vahyin sona erdiğini ileri sürer. Hedefe varmak için belki bin bir yol vardır; fakat doğru yol, sırat-ı müstakîm, yegâne yoldur veya öyle olmalıdır. Kur’an bu yolu göstermeyi başardığına göre, yapılacak daha fazla bir şey yok demektir. İşte bu hakikatın altında da, vahyin artık sona erdiği hususu yatmaktadır.


D. İMANIN ESASLARI


İman, yedi maddede toplanan şu hususlara inanmayı ihtiva ve tazammun eder:

1. Allah’a, 2. Meleklere, 3. Mukaddes kitaplara,

4. Peygamberlere,

5. Ahirete,

6. Hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna,

7. Öldükten sonra dirilmeye, inanmak.


1. İslâm’da Tanrı Kavramı


Vahdet, İslâm’daki kudsî varlık mefhumunun ruhudur. İlâhî zattaki bu birlik mutlak olup, hiçbir tenevvü ve çokluk mânâsıyla iştirak kabul etmez. Müslümanlar ulûhiyetteki şahıs çokluğunu ve

464

bu hususta alemde mevcut varlıklardan herhangi birinin Allah’a ortaklığını şiddetle reddederler. Müslümanların inandığı Allah, bir kavme mahsus tanrı değildir; o dünyaların, alemlerin Rabbidir.

Kur’an onu daha ilk ayette tasvir ve tavsif eder. Son derece güzel ve en mükemmel vasıflar onundur; fakat merhamet sıfatı bütün diğerlerinden önce gelir. Rahmân (faydabahş, lütufkâr) ve Rahîm (merhametli), Kur’an’daki her sûreye başlarken yer alan iki isimdir.


وَرَحْمَتِى وَسِعَتْ كُلَّ شَئٍ


“Rahmetim her şeye şâmildir.” (A’râf, 7/156) buyurmaktadır.

Burada okuyucunun, müslümanların Allah hakkındaki nezih kanaatlerini değerlendirmesine imkân verecek olan bazı Kur’an âyetlerini iktibas ediyoruz:


اَللهُ لاَ اِلـۤـهَ اِلاَّ هـُوَ، الْـحَىُّ الْـقــَيُّومُ، لاَ تَأْخُذُهُ سـِنَـةٌ وَلاَ نَـوْمٌ، لَـهُ


مَا فِى السَّمۤوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضَ، مَنْ ذَا الَّذِى يَشْفَعُ عِنْدَهُ اِلا

بِاِذْنِهِ، يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ، وَلاَ يُحِيطُونَ بِشَئٍ مِنْ

عِلْمِهِ اِلاَّ بِمَا شَاءَ، وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمۤوَاتِ وَاْلاَرْضَ، وَلاَ يَؤُدُهُ


حِفْظُهُمَا، وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظِيمُ (البقرة:٥٥٢)


“Allah, kendinden başka tanrı olmayan ulu varlıktır. Kendi zatıyla kàim, ölümsüz, diridir. Onu iç geçmesi veya derin uyku tutmaz. Göklerde ve yerdeki hep onundur. Onun izni olmadan huzurunda kim şefaatçilik edebilir?.. Onların önlerinde ve ardlarında (mazide ve istikbalde) olanları bilir ve onlar, onun bilgisinden —dilediği müstesna— hiçbir şeyi idrak ve ihata

465

edemezler. Onun ilâhî hükümranlığı, ilim ve kudreti, gökleri ve yeri kaplamıştır; bunların gözetilmesi ve korunması ona ağır da gelmez ve o hadsiz derecede yüce ve uludur.” (Bakara, 2/255).


هُوَ اللهُ الَّذِى لاَ اِلـهَ اِلاَّ هُوَ، عَالـِمُ الْغيْبِ وَالشَّهَادَةِ، هَوَ الرًّحْمَنُ


الرَّحِيمُ (الحشر:٢٢)


“O, görüleni de görülmeyeni de bilen, kendinden başka tanrı olmayan Allah’tır. Lütufkâr, fayda-bahş ve merhametlidir.” (Haşr, 59/22)


هُوَ اللهُ الَّذِى لاَ اِلـهَ اِلاَّ هُوَ، اَلـْمَـَلِكُ الْقدُّوسُ السَّلاَمُ الْـمُؤمِنُ


الْـمُهَـيْمِنُ الْـعَزِيزُ الْجبَّارُ الـْمُتَكَبِّرُ، سُبْحَانَ اللهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ


(الحشر:٣٢)


O, kendinden başka tanrı olmayan, hükmü geçen, çok kudsi, selâmet bahşedici, emniyette kılıcı, mahlûkatını görüp gözetici, sonsuz güçlü, buyruğunu geçirici ve bütün ululukların sahibi olan Allah’tır. Allah, müşriklerin kendine yakıştırdığı, izafe ettiği şeylerden münezzehtir. (Haşr, 59/23)


هُوَ اللهُ الخَالِقُ الْبَارِئ الـْمُصَوِّرُ لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَى، يُسبِّحُ لَهُ مَا


فِى السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ، وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَـكِيمُ (الحشر:٤٢)


O, yaratıcı, şekil verici olan Allah’tır. En güzel vasıflar onundur. Yerde ve göklerdeki bütün varlıklar onu tesbih eder, yakışıksız vasıflardan tenzih ederler. O, çok güçlü ve çok hikmet sahibidir.” (Haşr, 59/24)

466

O, her şeyi duyan, her şeyi işiten, her türlü elemden kurtarıcı, çok bağışlayıcı, kerem sahibi, affedici, yarattığına yakın, iyiliği seven, kötülüğü istemeyen, bütün insanları yaptıklarından sorguya çekecek olan Tanrıdır.

Allah kelimesi —ki Kur’an-ı Kerim’de tanrı için özel isim olarak yer alır— bütün lisanlarda, tanrı mefhumunu ifade etmek için kullanılan kelimeler içinde en mâkul ve yerinde olanıdır. Bütün diğer lisanlardaki, İngilizce God (Türkçe Tanrı) kelimesinin karşılığı olan tabir, kendisine tapınılan her şeye ıtlak olunduğu halde, Allah kelimesi, Arap Edebiyatının hiç bir devrinde bu şekilde kullanılmış değildir. Hazret-i Muhammed’in gelişinden önce Araplar putperest oldukları ve yüzlerce puta tapındıkları zaman bile, Allah lâfzı bu putların herhangi birine asla isim olarak verilmemiştir.


2. Melekler


Müslümanlar da, diğer bazı din mensupları gibi meleklerin varlığını kabul ederler; fakat onlara tapınmadıkları gibi, dua ve ibadetlerinde onlara hitap da etmezler.

Meleklerin bazısı maddî ve fizikî, kâinat sisteminin işleyişinde vazifelidirler. Cansız oldukları halde kendi vasıflarının icabını, bir zekâya sahip imişler gibi şaşmadan ve mükemmelen yapan varlıklarda, melekler ruhun bedendeki rolü gibi bir rol oynarlar. Onlar tabiatlarında mevcut hususiyetlerini ortaya koymakta —

uygun ahval tahakkuk edince— hiç ihmal ve başarısızlık göstermezler. Canlı ve cansız her şey, tekâmülü için Cenâb-ı Hak tarafından konulmuş muayyen bir seyri takip eder görünmektedir. Bu tekâmül yolculuğunda sessiz ve cansız tabiat varlıkları, biz zekâ ve akıl sahibi yaratıklardan daha uysal ve itaatkâr gibidirler. Cansızlardaki bu nizama uyuculuk, tabiattaki muhtelif tezahürler de bir zekâ veya ruh gibi rol oynayan meleklerin tasarrufu sonucudur.

Ruhî ve mânevî sahalarda da, melekler bazı görevler îfâ etmektedirler. İyi şeylere sevk ve teşvikte bulunurlar: Allah’tan

467

kullara vahiy ve haber indirirler; doğru yolda yürümekte olan mütekâmil zatları himaye ederler, iyiyi gösterir, kötü şeylerden onları korurlar. Bir nefis, kemal mertebesine ulaşıp bütün şahsî ve nefsanî kibirlenmelerden soyunduğu zaman, melekler artık onun ihtiyaçlarını karşılayan hizmetçileri olurlar.


3. Mukaddes Kitaplar ve Peygamberler


Yine diğer dinlerin sâlikleri gibi müslümanlar da, insanlığa yol göstermek için, ilâhi vahyin, muayyen, seçkin kişilere indiğine iman ederler. Yalnız arada muazzam bir fark vardır: Müslümanlar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere, sonuncusu Hazret-i Muhammed olmak üzere, hiç birini istisna etmeksizin inanırlar ki, İslâm imanının bu yönünü daha önceki sayfalarda geniş bir şekilde açıklamıştım.


4. Ahiret


Her ne kadar bütün dinler, ölümden sonra yeni bir hayat olduğunu bahis konusu etmişse de, asla ahiretin sırlarını açmak için göz doldurucu, tatminkâr bir teşebbüs yapılmış değildi. Mukaddes kitabımız Kur’an şu hakikati bildirmiştir ki; ölümden sonraki durum, bizim bu hayattaki ruhî durumumuzun tam bir aksidir. Burada bir kişinin inanış ve fiillerinin iyiliği veya kötülüğü onun içinde gizlidir, anlaşılamaz; fakat gelecek hayatta, öbür âlemde gün ışığı gibi zahir ve berrak olacaktır. Biz burada başkalarına göre gizli ve saklı bir varlığız; fakat orada bizim iç güzelliklerimiz veva zihniyet bozukluklarımız, zevk veya ızdırap verici bir perdesiz güzellik veya çirkinliğe dönecektir. Bu şekilde bu dünyadaki iyi veya kötü fiillerimizden dolayı, orada muhasebe ve sorguya maruz kalacağız. Kur’an’da zikredildiğine göre cennet sàlihlerin, ve cehennem günahkârların ikàmetgâhı olacaktır. Kur’an ahiret nimetlerine —

oradaki şeyler hakkında bir tahayyülün hasıl olması için— her ne kadar maddî birtakım isimler verirse de, diğer bir ayette de;

468

فَلاَ تَعْلَمُ نَفْسٌ مَا اُخْفِىَ لَهُمْ مِنْ قُرَّةِ اَعْيُنٍ، جَزَاءً بِمَا كَانُوا


يَعْمَلُونَ (السجدة:٧١)


“Hiçbir nefis, orada onun için hazırlanmış ve saklanmış nimetleri ve hazları şimdiden tasavvur edemez, bilemez.” (Secde, 32/17) buyrulmaktadır. Hazret-i Peygamber bu âyeti şu şekilde açıklamıştır: “Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve kimsenin hatır ve hayaline doğmamış nimetler...” Müslümanların cennet telâkkileri üzerinde ileri geri lâf söyleyenler şu tasvirler üzerinde uzun uzun, insafla düşünmelidirler. Bunlar, bazı malûm garazkâr misyonerler tarafından müslümanların cennet ve cehennemi hakkında söylenenleri tekzip etmektedir:


يَوْمَ تَرَى الـْمُؤْمِنِينَ وَالْـمُؤْمِنَاتِ يَسْعۤى نوُرُهُمْ بَيْنَ اَيْدِيهِمْوَ بِاَيْمَانِهِمْ


(الحديد:٢١)


“O gün ki, imanlı erkek ve kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında giderken görürsün...” (Hadîd, 57/12) ayeti ortaya koyuyor ki, sâlih iyi kadın ve erkeklerin bu dünya hayatında yolunu gösteren ve ancak mânevî göz ile, basiretle sezilebilen o iman nuru, onları ahîrette tekrar dirildiklerinde önlerinden giden ve açıkça bir ışık haline gelecektir. Bu dünyada iyi hareketler yapınca, saadet, kötü fiiller işleyince de ızdırap duyuyoruz; fakat bütün bunlar zihin ye idrakte cereyan ediyor. Ahiret hayatında ise bu zihnî vakıalar, herkese aşikâr olan maddi hakikatler haline bürünecektir. Zihnimizin halihazır yapısı içinde, bizim saadet ve ızdıraplarımızın bürüneceği biçimi tahayyül etmeye ve kavramaya gücümüz yetmiyor. Şu kadar var ki, bizim bu hayattaki inanç ve hareketlerimiz muhakkak, istikbaldeki oluşun sağlam temellerini

469

teşkil edecektir.

Ölümden sonraki hayat, mahiyeti bakımından yeni olmakla beraber, şimdiki hayatımızın devamı demektir. Ölüm, İslâm’a göre mutlak yok olma veya sönüp gitme değildir:


وَلاَ تَقُولُوا لِمَنْ يُقْـتَلُ فِى سَبيِلِ اللهِ اَمْوَاتٌ، بَلْ اَحْـيَاءٌ وَلـۤـكِن


لاَ تَشْعُرُونَ (البقرة:٤٥١)


“Allah yolunda katledilenlere ölü demeyin, bilakis onlar diridirler; lâkin siz anlayamazsınız.” (Bakara, 2/154)

Ölüm, daimî inkişaf eden bir varlığın, her zaman müşahede ettiğimiz gibi, tekâmül edici her şeyin bir merhaleyi tamamlayınca ikincisine atlaması esnasındaki bir anlık fasıla ve inkıta geçirmesine benzeyen bir hâdisedir. İki silsilenin arası daima bir miktar inkıta ve duraklama ile ayrılır. Hareket bir miktar muallâkta kalır. İşte bunun gibi dünya ile ahiret arasındaki aralığa, İslâm ilahiyatında berzah ismi verilmiştir. Bu genel olarak ölüm denilen hadise ile başlayıp (bâ’sü bâ’de’l-mevt) “ölümden sonra dirilme” denilen hâdise ile sona eren bir devredir.


Benim az önce, biz müslümanların inandığı cennet hakkında söylediklerim, cehennemin mahiyeti için de vaki ve kàbil-i tatbiktir. O az veya çok bir günah çekme yeri karakterindedir. Sonsuz bir ikâmetgâh değil, daha fazla manevî arınma ve tekâmüle yarayan muvakkat bir durak tır.

İslâm, tekâmülü sonsuz devamlı bir hayata inanır. Bu hayat muhtelif gelişme kademeleri ihtivâ eder ve bizim yeryüzündeki misafirliğimiz de bunlardan biridir. Tam bir olgunluğa erişebilmemiz için, bir kademe bizi kendinden sonraki kademeye hazırlamaktadır. Fakat eğer biz malûm ruhî yükselme için istenen iyi vasıfları kazanamazsak, bizi bu bakımdan başarısızlığa içimizdeki menfî tesirlerin izalesi için bazı elemli ve ızdıraplı muamelelere tâbi kılınırız. İşte bu şiddetli sıkıntı hayatı, Kur’an’da

470

cehennem diye adlandırılmıştır. Tekâmülümüz ilâhî varlığa erişip, onda damlanın denize kavuştuğu gibi fena buluncaya kadar devam edecektir.


5. Hayır ve Şer


Şerrin menşei meselesi, kolayca çözülemeyecek bir konudur. İslâm gelmeseydi, o halledilmemiş bir sır olarak kalacaktı. Biz şerrin müstakil bir varlığı olduğuna inanmayız. Hayır ve iyilik temelinden sudur etmiş herhangi bir şey iyi olmalıdır, iyidir. Kur’an böyle der. Fakat onun iyiliği, verilen şartlar altında hareket ettiğimiz zaman kendini gösterir. Meselâ afyon veya daha başka bir zehir, muayyen miktarlarda muayyen şartlar dairesinde ve belirli sebeplerden dolayı kullanıldığında, bir ilâç olarak fayda verir. Her şey iyi bir maksatla var kılınmıştır ve bir kullanılma yeri vardır. Eğer hududu aşarsanız, şer oluverir.

Kısacası her şeyin bir kullanma yeri, bir de sûiistimal edilmesi bahis konusudur; yaratıldığı hususi maksada uygun kullanılırsa hayır ve iyilik, sûiistimal edilirse şer ve kötülük ortaya çıkar. Allah’ın vahyi ve ilmî çalışmalar bize her şeyin hakiki kullanış tarzını ve yerini tanıtır. Bu bilgilerin zıddına hareket edersek, kötülük irtikâp etmiş oluruz. Böylece her şey, aslî ve muayyen ölçüsüyle hayır ve iyi, diğer ölçülerde şer ve kötüdür. Bu muayyen ölçüler tağyir ve tebdil edilemez; çünkü, her şeyi yaratan Allah tarafından nizâmlanmıştır.


Hayrın ve şerrin böylece Allah’a raci olduğuna inanmak, İslâm’ın iman esaslarından bir rüknüdür. Başka sözlerle ifade edilecek olursa, bizim illiyet nazariyesi hakkındaki inanışımız ondan çıkar ve ahlâk nizamını korumak bakımından faydalıdır. Biz hayır ve şerrin muhakkak bize vaki olacak olan hareketlerin ve hallerin semeresi olduğuna kuvvetle inanırsak, şer yoluna gidemeyiz. Zehiri ancak tavsiye edilmiş ölçüler içinde, bir ilâç olarak alırız; çünkü onun öldürücü tesirini biliriz. Aynı şekilde bütün dünya, varlıkların sûiistimalinden felâketle neticeler

471

doğacağına, kuvvetle inanmış olsaydı, kötülük ve şer, uzun zamandan beri mevcut olmayacaktı.

Maddî sahada doğru olan bu esas hissî ve ahlâkî sahalarda da doğrudur. İçimizdeki her duygunun belli bir kullanılma yeri vardır. Kendine mahsus saik ve sebeplerden dolayı izhar edildiğinde yüksek bir ahlâk ve fazilet olur; zaptedilemez bir durumda, bizdeki daha iyiyi de alır götürürse kötülük ve günah olur. Hakikatte, İslâm’ın öğrettiğine nazaran varlıkları yanlış yerde kullanmak şerdir. Kişi nefsin isteklerine tâbi olursa, yasakların hudutları içine düşebilir; fakat o arzu ve isteklerin aslında meşrû bir kullanma ve tatmin yeri mevcuttur. İşte bunlardan dolayı biz müslümanlar, tabiaten mevcut, cibillî günaha inanmayız; bilâkis tabiatın yaradılışın suiistimali günahtır, deriz.


6. Tekrar Dirilme


Ahiret başlığı altında söylemiş olduklarımı, burada tekrara lüzum görmüyorum. Bizdeki tekâmül edici aslî elemanın faaliyetinin duraklaması ve geçiş devresi olan berzah hakkında da bilgi vermiştim. Bu devre de bir zaman sonra bitecek ve onun daha yüksek bir âlemdeki inkişafı başlayacaktır.

Ruh, eğer bedenden ayrıldığı esnada bu yenilik için gerekli olgunluğu iktisab etmiş durumda idiyse, Kur’an’da cennet adı verilen o yüksek yerlere kabul edilecek. Bazı belirli karışımlar, kirler sebebiyle bu kemale ulaşamamış, dünyevî cüruflardan pak ve saf olmamış ise, bunlardan arınmak için cehenneme atılacaktır. İslâm ilâhiyatında bu hâdiselerin vuku bulacağı zamana, ölümden sonra dirilme zamanı denilir.

Yeniden dirilme tâbiri, muhakkak maddî vücudun o maddesiyle diriltileceği mânâsını göstermez. Gelecek hayat Hazret-i Peygamber’in dediği gibi tasavvur olunamaz, idraklere sığmaz vasıfta olduğuna göre, kelimenin hakiki mânâsıyla fizikî bir canlanma da olmayabilir.

Müslümanların kabul ettiği cehennem, öyle pek akılları durdurucu olmadığı gibi, ilâhî intikam fikrini de aksettirmez. Daha

472

çok, o bile bir ilâhî rahmet sayılabilir; çünkü cehennem günahları paklayacak, mücrimleri cennete kabul olunmaları için hazır ve müstaîd hale getirecektir. O, çocuğuna, istikbaldeki sıhhatini emniyete almak için cerrahî bir müdahaleye razı olan müşfik bir ana gibi davranıyor da telâkki edilebilir. Belki de bu sebepten Kur’an cehenneme anne sıfatını takmaktadır:


وامَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ. فَاُمُّهُ هَاوِيَـةٌ (القارعة: ٨-٩)


“Tartılınca iyilikleri az ve hafif gelen kimselerin anası cehennem olacaktır.” (Karia, 101/8-9)


E. İSLÂM’IN BEŞ RÜKNÜ


İslâm, daha evvel de anlatıldığı gibi, ilâhî iradeye ve hükümlere boyun eğmeyi gaye edinmiştir. Kendimizi O’nun iradesine teslim etmek, bazı yazarların yanılarak veya kasden ileri sürdükleri gibi, kader ve mukadderat karşısında insanın hiçbir hürriyeti ve seçme hakkı bulunmadığını sandığımız anlamına gelmez. Bilakis İslâm, kulun hareket hürriyetini ve cüz’î irademizi serbestçe kullanmayı mümkün kabul eder. Bize her zaman iki yol açıktır: Biri şer, diğeri hayır yolu. Yüce Tanrı bize iyiyi, doğruyu göstermiş ve tavsiye etmiştir. İşte İslâm, bizim bu irşadı kabullenmemiz, ona teslim olmamız demektir. Benimsemek de reddetmek de elimizde iken, bu seçme hürriyetine rağmen bize kaderci (fatalist) demek ne kadar yersiz düşer!

Kur’an-ı Kerîm’in aşağıdaki ayetleri, doğrudan doğruya bu cebri kaderciliğin reddi demektir ve insanların hareket yollarını seçmede olduklarını belirtir:


اَلَـمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْنِ. وَلسَانًا وَشَفَتَيْنِ. وَهَدَيْنَاهُ النَجْدَيْنِ (البلد:٨-٠١)

473

“Biz onlara iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Onlara iki aşikâr yolu, hayır ve şer yolunu iyice göstermedik mi?” (Beled, 90/8- 10) Allah’ın vahyi bizi irşad için gelmiştir ve İslâm, bizim ona isteyerek inkiyad etmemizden başka bir şey değildir. İçinizde bu teslimiyet ruhunu yaratmak için Allah bize, İslâm’ın beş rüknü

denilen şu hareketleri tavsiye etmiştir:

1. İmanın sözle ifade edilmesi: Kelime-i şehadet getirmek,

2. Namaz kılmak,

3. Oruç tutmak,

4. Zekât vermek,

5. Hacca gitmek.


1. Şehadet Getirme


İslâm imanının düsturu fevkalâde basittir, sade iki cümleciğe sığdırılmıştır:


لاَ اِله اِلاَّ الله، مُحَمَّدٌ رَسُولُ ا


(Lâ ilâhe illa’llàh, muhammedün rasûlü’llàh) “Allah’tan başka tanrı yoktur, Muhammed onun elçi ve habercisidir.” olarak ifade ettiğimiz ilâhî iradeye teslimiyet ile imanımız tahakkuk etse, tamamlansa bile; yine de onun irade ve emirlerinin herhangi bir yolla bize gönderilmiş, vahyedilmiş olması icab ederdi. İşte bu gerekli ve zarurî vahyin, Hazret-i Muhammed vasıtasıyla bize ulaştırılan tebliğler olduğu muhakkaktır.

Kelime-i şahâdetin ikinci kısmı, “Muhammed, Allah’ın peygamberidir.” cümleciği, bizim Hazret-i Muhammed’e taptığımızı, onu ilâh mertebesine çıkardığımızı değil; sadece alemlerin Rabbinin, bize habercisi Hazret-i Muhammed vasıtasıyla mâlûm olan irade ve taleplerine kendimizi vakfettiğimizi göstermektedir.


2. Namaz

474

Tanrıya ve yaratıklarına karşı bazı vazifelerimizin olması, dünyadaki her dinde mevcut iki ana esastır. İslâm’daki namaz, birinci neviye giren davranışların bir özeti ve fihristi gibidir. O, ne sadece bir âyin ve merasimden, ne de bazı sözlerin, duaların şeklî tekrarından ibarettir. Kur’an böyle bir namazı şiddetle takbih eder:


فَوَيْلٌ لِلمُصَلِّينَ. اَلَّذِينَ هُمْ عَنْ صَلاَتِهِمْ سَاهُونَ (الماعون٤-٥)


“Namazlarında şuursuz, gafil ve hatalı olan namaz kılıcılara yazıklar olsun!” (Mâun, 107/4-6)


لَـيْسَ الْـبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَـكُمْقِـبَلَ الْـمَشْرِقِ وَ الْـمَـغْرِبِ وَلـۤكِنَّ


الْبِرَّ مَنْ اۤمَنَ بِاللهِ وَ الْيَوْمِ اْلآخِرِ وَالْـمَلۤــئِكـةِ وَالْكِتَابِ وَالـنَّـبِيِّنَ


(البقرة:٧٧١)

475

“Yüzünü doğuya veya batıya çevirmen, iyi olduğunu göstermez; hakikî iyilik, Allah’a, kıyamet gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanmandır.” (Bakara, 2/177) Kur’an üzerine bir şerh kaleme almış olan Dr. Wherry, eserinde, “Bu Kur’an’daki en asil âyetlerden biridir.” der. Sırf şekilden, kalıptan ibaret bir davranış ile tatbikî, samimî bir dindarlık böylece vazıh olarak birbirinden tefrik edilmektedir. Allah’a iman ve insanlara iyilik, açıkça dinin ruhu olarak ileri sürülmektedir.

Hazret-i Peygamber, “Bir namaz ki, kılıcısını yanlış hareketlerden ve kötülüklerden alıkoymaz, onun sadece Allah ile arasındaki uzaklığı artırır.” der.


Bütün bu deliller müslümanların namaz ve ibadet telakkilerini ortaya koyar. Namaz kulu, yaratıcısı ile karşı karşıya getirir ve Hazret-i Peygamber’in ifadesiyle “Mü’mini Rabbi ile birleştirir.” Namazda, ibadeti yapan kişi Allah’ın, bütün kainatı sevk ve idare eliğini belirten muayyen vasıflarını anar. İslâm’da bütün ahlâk ve faziletin, kendi tavır ve hareketlerimizi ilâhî sıfatlara uygun hale getirebilmek olması sebebiyle, namaz bizim onları tekrar tekrar hatırlamamız için emredilmiştir. Namaza başlarken Allah’ın muayyen sıfatlarını zikrederiz. “Kendini ilâhî sıfatlarla muttasıf eyle” bizim ona parolamızdır ve namaz Allah’ı zikretmek, vasıflarını anmak için en mütekâmil ve üstün bir ibadettir.

Biz namazda ayrıca, bütün faaliyetlerimizde doğru ve müstakim yoldan ayrılmamamız için onun yardımını da dileriz. Eğer hayatımızın her anında ve her adımımızda ilâhî irşad ve kılavuzluğa muhtaç isek, Allah’a bir günde birkaç kere ibadet etmemiz fazla görülmemelidir. Yataktan kalktığımızda ve uykuya çekileceğimiz sıralarda namaz kılarız; günlük hayatımızın bir bölümünü tamamladığımızda ve midemize hizmet etmekten evvel yine namaz kılarız. Müteakiben öğleden sonraki zamanın faaliyetlerini kapatan ikindi namazı gelir.

Hazret-i İsâ’nın, “O kimse sadece ekmekle yaşamayacaktır; Rabb’in ağzından çıkan her kelime de onun gıdasıdır.” sözleri İslâm’da tahakkuk etmiştir. Bir müslüman bedenininkinden önce

476

ruhunun gıdasına, beslenmesine önem verir. Yiyecekler fizikî ve maddî varlığımızı idare için ne kadar lüzumluysa, namaz ve ibadetler de ruhun yaşatılması için o kadar gereklidir.


3. Abdest


İslâm’da temizlik, dindarlık ve müttakîlikten hemen sonra, diğerleri gibi bir mükellefiyet, fakat daha ziyade bir tatbikat ve itiyat halindedir. Bir müslüman namaza girişmeden önce temizliğini yapmak zorundadır. Önce bileklerine kadar ellerini, sonra yüzünü, kollarını ve ayaklarını yıkamalıdır. Dişlerini temizlemesi, ağzını çalkalaması, burun deliklerine su vermesi ve rakat teneffüs için oralarda olanları gidermesi gerekmektedir. İslâm memleketlerindeki her camide, her ibadet ediciye açık parasız temizlenme yerleri mevcuttur.

Yine her müslüman, en az haftada bir kez ve meselâ tavsiye edildiği üzere, cuma günü toplantısına (cuma namazına) gitmeden

477

önce, bütün vücudunu yıkamak zorundadır. Aynı zamanda elbiselerini değiştirmesi, caminin havasını tazelemek için güzel kokular sürünmesi de kuvvetle muhtemeldir.

Bütün bunlar soğuk memleketlerde de, sıcak memleketlerde de çok lüzumlu şeylerdir. Acaba Avrupalı sağlık mütehassısları bize, Hazret-i Muhammed tarafından emredilenlerden daha iyi bir temizlenme yolu gösterebilirler mi?..


4. Oruç


Perhizkârâne, riyazetli bir hayat bizim maddî, ahlâkî ve rûhî sıhhatimizi kuvvetlendirir ve bu hususta, her dince makbul ve mer’î olan oruç, en belli başlı çaredir. İslâm’da oruç yalnız yiyeceklerden değil, kötülüğün her türlüsünden uzak durmak mânâsına gelir. Ahlâkça yükselmek orucun gayesidir; nitekim Kur’an’da:


يَا َايُّهَا الَّذِينَ اۤمَنُوا كُتِبَ عَلَيكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلىَ الَّذِينَ


مِن قَبلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ (البقرة:٣٨١)


“Ey iman edenler! Sizler sàlih, müttakî, iyi kimseler olabilesiniz diye, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de oruç farz kılındı.” (Bakara, 2/183) buyrulmaktadır.

Oruç esnasında, günah olmayan, meşru bazı şeylerden de uzak kalırız. Böyle hakkımız olan, şeriatın müsaade ettiği şeylerden sakınmak ve uzak durmakla, yasak ve kötü şeylerden daha kolay vazgeçebilme meselesini elde ederiz. Meşru olarak sahip bulunduğu şevlerden kendini ayırabilen kimse, kuvvetle muhtemeldir ki kendine ait olmayan şeyleri kendine mal etmeye çırpınmayacaktır.

Asîl Peygamberimiz, “Bir kimse elini, gözlerini ve dudaklarını başkalarına zarar vermekten alıkoyamazsa, onun orucu, yüce Tanrı nazarında hiçbir değeri olmayan, adi bir aç durmadan ibarettir.” der.

478

Hazret-i Peygamber’in sadaka ve hayır verme hususundaki herkesçe malûm cömertliği, oruç ayında bir kat daha artardı; yeme içmeden kesilmenin hakiki mânâsı, onlardan yoksulların yararına feragat etme demek olduğundan, oruç tutarken bu esası, bir kat daha cömertleşerek de tahakkuk ettirirdi.

Ne kadar yazıktır ki, hristiyanlığın Paul tarafından —ve büyük bir haksızlık eseri Hazret-i İsa nâmına— yapılan ifsâdât ve tağyirâtında, aralarında oruç da olmak üzere bütün mukaddes ibadet usül ve hükümleri ilga edilmiştir. Hazret-i İsâ hristiyanlar için en iyi bir imtisal numûnesi olduğuna ve rivâyet edildiği gibi, her zaman sık sık oruç tuttuğuna göre, neden onun izinde yürüyenler, iyi hristiyan olmak için aynı şekilde hareket etmezler?..

Eğer o, bütün dünya namına her türlü iyilik ve fazîleti yerine getirmiş ve böylece, insanları, aralarında oruçda yer alan dinî vazifelerden af ve azad etmişse (!), bunun en tabiî ve mantıkî sonucu olarak, diğer bütün insanî mes’uliyet ve hareketlerden de muaf tutulmamız icab etmez miydi?..

Bu günlerde insanlar, ruhbilim araştırmalarına ve içlerindeki

479

gizli kuvvetleri tetkik ve tahlille ortaya çıkarmaya karşı büyük ilgi duyuyorlar. Bu oruç ve riyazet müessesesini kullanarak, çok büyük gelişmeler elde edebilirler. Hazret-i İsâ kendi büyük ruhî yükselme ve aydınlanmasına tekaddüm eden dört gün, hep oruçlu bulunuyordu. Yine hatırlanmalıdır ki, İslâm’ın ulu peygamberi Hazret-i Muhammed de aylarca oruca müdâvemet edip dururken, en sonunda beşeriyetin her sahası için hakikî bir hidayet ve aydınlanma kitabı olan Kur’an’ı meydana getiren, o harika vahiylere mazhar olmuştu.


5. Zekât


Her din ve her ahlâk sistemi hayrı, sadakayı tavsiye eder; fakat İslâm bunu işlek; tatbiki kabil bir sekil ile nizamlamıştır. O, her müslüman üzerine kendi gelirinin kırkta birini, fakirlerin menfaati uğruna sarf etme mecburiyetini koymuştur. İslâm’da daha birçok malla iyilik etme ve ihsanda bulunma yolu tavsiye edilmiş olmakla beraber, zekât devlet tarafından, geliri muayyen bir seviyeye erişmiş her müslümandan mecburî olarak toplanan bir fakirler vergisi durumundadır. Hazret-i Peygamber, kendisine sorulduğunda zekât hakkında şöyle demiştir: “Zekât, fakirleri, zenginlerin verdikleriyle zenginleştirme müessesesidir.” Bir müslüman, içindeki diğer cömertlik temayüllerini dilediği herhangi bir yolla izhar edebilir; fakat mutlaka kendi gelirinin kırkta birini, fakirlerin yararına olarak devlete vermek zorundadır.

İslâm’daki hayır ve sadaka anlayışı çok geniştir; okuyucunun, meselenin şümûlünü takdir edebilmesi için Hazret-i Peygamber’in bu mevzû ile ilgili bazı sözlerini veriyorum:

..................


6. Hac


Bu mecburiyet, ancak onu yerine getirmeye gücü yetebilecek kimselere mahsustur.

Hakikî ruhî terakkî, dünyevî alâkalardan mutlak surette

480

sıyrılarak tahakkuk edebilir; İslâm’daki hac mükellefiyeti ise, bunun nasıl yapılabileceğini tatbikî ve amelî olarak göstermek ve isbat etmek için konulmuştur. Hacı yalnız yuvasını, sevdiği ve yakın olduğu şeyleri terk etmekle kalmaz, aynı zamanda ulu Tanrı’nın mabedine —Beytullah’a— yaklaştığında kendini, vücudunu örtecek iki geniş örtüden başka her şeyden tecrid eder. Mekke’deki mukaddes mahalle ulaşınca, yüce Tanrı’nın kutlu mabedi Kabe’nin etrafında hakiki ve samimî bir aşığın, sevgilisi evi çevresinde dolandığı gibi, tavaf eder.

O Mescid-i Haram, tek tanrıya tapınılmak için yapılmış insanlarca mâlûm en eski yapıdır. O. Hazret-i İbrahim’in devrinden önce de mevcuttu.


Hazret-i Muhammed, Mekke’da dünyâya şeref verdiği çağlarda, bu mescid henüz bir puta tapınma yeriydi. İçinde üç yüz altmış beş put vardı ve her birine, sıra ile senenin belli bir gününde tapınılıyordu. Bu putperestlik, Mekke Hazret-i Muhammed

481

tarafından fetholunup, müşriklerden alınıncaya kadar sürdü. O zaman Beytullah putlardan temizlendi.

Şimdi Hazret-i Muhammed, Mekke’den 150 mil kadar kuzeyde bulunan Medine’de yatmaktadır. Mukaddes bir belde olarak, Mekke’den sonra Kudüs şehri gelir. Bir müslüman Hazret-i Peygamber’in türbesini, ona karşı duyduğu derin hürmet ve aşktan dolayı ziyaret eder; asla ona tapınmak için değil!


7. Sadaka


“Sadaka, vukuu muhtemel felâketleri önler.” “Zekât vergisi zenginden toplanmalı, fakire verilmelidir.” “Dostları güler yüzle karşılamak, onları ziyafete davet etmek de birer sadaka sayılır.” “Erkeğin, hanımına nazik davranması ve hattâ ağzına bir lokma sunması da sadakadır.” “Çocuklara şefkatle muamele etmek, onları sevgiyle öpmek de sadaka nev’inden bir hareket olur.” “Yolcuyu doyurmak bir sadakadır.” “Yoldan, gelen-geçeni rahatsız edecek şevleri kaldırmak sadakadır.” “Komşularla ilgilenmek, onlara hediyeler göndermek de Sadaka nev’inden hareketlerdir.” “Bir yetimi gözeten, her şeyin karşılığının verileceği cezâ ve mükâfat gününde benimle beraber olacaktır.” “Fakirlere vardım edilmelidir.”


Bazı Yüksek Duygular:


“Seni yaratanı seviyor musun? O halde önce hemcinslerini sev!” “İnsanlara karşı merhametli olmayana Allah merhamet etmez.” “Saadet yurdu olan cennete ancak doğru, pâk ve yumuşak kalbli olanlar girecektir. Allah’ın yaratıklarına ve kendi çocuklarına karşı müşfik olmayanlara yüce Tanrı acımayacak, merhamet etmeyecektir.”

482

“Bir yetimi himayesine alıp yetiştiren, kıyamet gününde benimle birlikte bulunacaktır.” “Dul kadınları gözetip himaye ediniz.” “Fakirlere yardım ediniz.” “Hayır işlerinden biri de yolcuları doyurmaktır.” “Küçüklerine şefkat ve merhamet büyüklerine tazim ye hürmet göstermeyenler bizden (müslümanlardan) değildir.” “Bezgin birinin kalbine neşe doldurana, musibete uğramısın kederini dağıtana mutlaka ecir verilir.”


“Hemcinslerine, onlar sıkıntı ve ihtiyaç halindeyken yardım eden ve dara düşenin imdadına koşan kimselere zorluk zamanında (kıyamette) Allah yardımcı olacaktır.” “Allah’ın lütfuna en ziyade uğramış olan kimdir? O kimse ki yaratıklara en büyük iyilikler ondan gelir ve o kimse ki fakire ihsanda bulunur. Böyle kişilere Allah burada da, öbür dünyada da iyi davranacaktır.” “Benim rızamı, fakiri yoksulu memnun etmekte arayınız.” “Yarım hurma bile olsa, sadaka vermek suretiyle Allah’ın

483

gazabını üzerinizden çevirmeğe, uzaklaştırmağa, çalısınız. Huzur ve saadet yuvaları olan cennetlere ancak doğru, temiz ve merhametli bir kalbe sahip olanlar girecektir.” “Ey Aişe! (Hazret-i Peygamber’in zevcesi; Allah ondan memnun ve râzı olsun!) Yoksulu sakın eli boş, bir şey vermeden geri çevirme, yarım hurma bile olsa ver!..”


F. İNSANLARIN EŞİTLİĞİ


“Komşunu da kendini sevdiğin kadar sev!” kaidesi, Hazret-i İsâ’nın güzel bir tavsiyesidir; fakat diğer birçok emirleri gibi tatbiki kabil, ameli bir vakıa haline getirecek araçlardan mahrumdur. Çünkü, onun peygamberlik süresi çok kısaydı ve vazifesini tamamlayamamıştı. Gayet tabii ilâhî hakikatlerin tamamen tebliğ ve iklimini, kendinden sonra gelecek olan Üstad’a bırakacaktı. Nitekim İncil’de bahsi geçen Hakikat Ruhu (Yunancası: Paraklit)112 Hazret-i Muhammed olup o, Hazret-i İsâ’nın birçok talimat ve öğütlerini nasıl tatbik edebileceklerini bütün dünyaya göstererek, Allah’ın dinini kemale erdirmiştir.


Hiç bir kimse, aralarında müsavat, eşitlik olduğuna inanmadıkça komşusunu kendi gibi sevemez. Asil Peygamberimiz, “Ben de sizin gibi bir kimseyim.” diyordu. Böyle, kendini diğer insanlarla aynı mevkiye koymak suretiyle, insanlar arasındaki eşitlik prensibini tesis etmişti.

“İnananlar, mü’minler kardeştirler.” sözü de Kur’an’ın bir âyetidir. Arapça metinde kardeş mânâsına kullanılan kelime —



112 İncil’in bahis konusu ifadesi, İslâm’ın hak din olduğunu ispat eden son derecede mühim delillerden biridir. Meşhur hristiyan ilahiyat âlimi ve papası İspanyalı Anselme Turmeda da, diğer birçok mühtedîler gibi, bu İncil ayetiyle hakikati bulmuş, ihtiyar üstadı papaz Nikala Mertil’in ikazı ve tavsiyesi üzerine Tunus’a geçerek müslümanlığını ilan etmiş, hristiyanları uyarıcı ve İslâm’a davet edici bir eser de yazmıştı. Bilhassa bu günlerde, her aydının mutlaka bilmesi ve okunması gereken bu eserin mükemmel ve itinalı bir tercümesi yurdumuzda neşredilmiştir. (Hıristiyanlığı Reddiye, Bedir Yayınları, no: 27, İstanbul 1965.) İlmî tetkikleri ve tetebbuyu seven okuyuculara, üniversitelilere ve hakikati arayan hristiyan vatandaşlarıma hararetle tavsiye ederim.

484

Türkçe’de de olduğu gibi— bir ana-babadan doğan kişilere verilen ismin aynıdır. Böylece Hazret-i İsa’nın “Komşunu da kendin gibi sev!” sözü, İslâm’da elle tutulur bir hüküm, bir hakikat oluyor. Bir müslüman, diğer bir müslümanı kendi ana-babasından doğmuş kardeşi yerine sayarsa, kendisi için hissettiklerini ve istediklerini muhakkak onun içinde duyacak ve arzulayacaktır. Âlemşümul İslâm kardeşliği, işte böylece işler hale konulmuştur.


Geçen gün İngiliz müslümanları Woking’de —İngiltere’de bir yer adı— camiin yanındaki binada Emir (Kral) Abdullah Hazretleri ile birlikte öğle yemeği yediler. Cemiyetin muhtelif tabakalarına mensup yüz kadar davetli vardı; fakat hiç bir ictimâî ve seviye tefriki gözetilmedi. Binanın her köşesinde tam bir eşitlik ve kardeşlik ruhu teneffüs ediliyordu: Herkes Emir Hazretleri’nin elini sıkıp, musafaha ediyor ve kendisiyle serbestçe konuşabiliyordu. Yemek vakti gelince, herhangi bir ziyaretçi veya gözlemci için hayli şaşırtıcı olan, harika bir müsavat nümunesi

485

müşahede edildi. Önceden hiç bir hususî koltuk veya önemli misafirlere mahsus herhangi bir liste hazırlanmış değildi. Emir ve maiyetindekiler dahil, oturma yerlerini seçmek misafirlerin arzusuna bırakılmıştı.

Toplantıda bir beyefendi, kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Emir Hazretleri bu yeni din kardeşinin elini ilk sıkan kimse olmakla kalmadı, sarılarak onu öptü ve tabii onun tarafından da öpüldü. İşte bunlar müslümanlar arasında mevcut, köklü ve kuvvetli eşitlik ruhunun tezahürleridir.

Müslüman, bir başkasının evinde de olsa, vasat bir İngiliz ailesinin kendi evinde hissettiklerinden daha rahat ve serbest duygular taşır. Konuşma ve hareket hürlüğü açık kalplilik, şekilden ve sıkılmadan uzaklık o manzaranın ana hatlarını teşkil eder. İslâm, siyah ile bayazı bir aile içinde kaynaştırmayı başarmıştır.


Burada Hazret-i Peygamber’in mevzu ile ilgili bazı talimatlarını zikretmek uygun olacaktır. Son harp iyice göstermiştir ki; hristiyanlık, İslâm dinindeki bu birlik ve beraberlik bağlarından tamamen mahrumdur. Avrupa milletleri, çoklukla aynı inanışa sahip oldukları halde, bıçak bıçağa birbirlerine girmişlerdir. Hristiyan memleketlerinde bağlayıcı kuvvet milliyetçiliktir, (nasyonalizm), din değil; fakat İslâm’da tam tersi, en önde gelen düşünce İslâm dinidir, milliyetçilik değil. Sevgili Peygamberimiz der ki:

“Müslümanlar birbirlerinin kardeşidir, birbirlerine zulüm ve tazyik etmemeli, yardımı kesmemeli ve hor görmemelidir. Takvâ ve iyiliğin yeri kalptir; doğru kalpli kimse, bir diğerini tahkir ve istihfaf etmez. Bir müslümanın her şeyi, kanı, malı ve şerefi diğer müslümanlara haramdır; yâni, onlara tecavüzde bulunamaz.” “Bütün müslümanlar bir duvar ve onun taşları gibidirler, biri diğerini takviye eder. İşte bunun gibi birbirlerini desteklemelidirler.” “Kendisi için istediğini, din kardeşi için de arzu etmeyen kimse tam mü’min olamaz. Bütün müslümanlar bir vücut gibidir. Eğer bir

486

kişinin başı ağrırsa, bütün vücudu ızdırap çeker; gözü rahatsızsa, bütün beden rahatsız olur.” “Din kardeşine, felâkete uğradığında yardım et; doğru yoldan saparsa onu kolla ve kurtar.”


Mevzuun tamamlanması için, müslümanlarda yabancılara gösterilen misafirperverlikten de biraz bahsetmek gerekiyor:

İslâm kasaba ve köylerinde genellikle otel ve pansiyon yoktur. Her müslümanın kapısı, kendi imkânları nisbetinde yabancılara açıktır. Ev sahibi ekmeğini misafiriyle paylaşmaktan ve onun rahatı için elinden geleni yapmaktan bir an geri durmaz. Misafire hürmet göstermek, onu ağırlamak, İslâm’da büyük değere sahip bir harekettir. Hatta Hint hudutlarının medeniyete uzak, iptidâî kasabalarında, kabileler arası kan gütme olaylarının had derecede olduğu bir esnada, ev sahibi, misafirperverliğinden faydalanmak için kapısını çalan kişiye adını bile sormaz. Çünkü konuk düşman kabileye mensub bir kimse olabilir ve bunun anlaşılması candan ev sahipliği hizmeti görmeyi önleyebilir.

Hazret-i Peygamber bu konuda şöyle diyor:

“Allah’a ve âhiret hayatına inanan bir kimse, konuğunu iyi ağırlasın!” “Kim Allah’a ve kıyâmet gününe inanıyorsa, misafire hürmet göstersin! Kim Allah’a ve kıyâmet gününe inanıyorsa, komşusunu incitmesin! Bir mü’min ya hayırlı ve iyi söz söylemeli yahut da sükût etmelidir.” “Bir konuğun ev sahibini bezdirecek, tedirgin edecek kadar uzun müddet kalması doğru olmaz.” “Ey Allah’ın elçisi! Ben bir kimseyle kaldığımda o gereken izzet ve ikramda bulunmazsa; sonra benim evime geldiği zaman, ben de onu o şekilde mi ağırlamalıyım, bana bildirir misin?” denildiğinde, sevgili Peygamberimiz: “Onu güzel ağırla! Misafir çıkarken ev sahibinin onunla birlikte ta kapıya kadar gelerek teşyî etmesi de benim sünnetlerimdendir.” buyurdular.


Velhasıl, Batı’nın başlıca övüncü olan demokrasi ilk önce

487

İslâm’da doğmuştur. İnsanlar arasındaki eşitlik onun temel prensibidir ve müslüman ülkelerde hayatın her sahasında en yüksek derecede tezahür eder. Onlar camilerde günde beş defa karşılaşırlar; cemaatin bazı zümrelerine tahsis edilmiş ayrı sıralar veya koltuklar yoktur. Kim ilk önce girmişse, o en öndeki yeri alır. Dinde, siyasette ve cemiyette tem demokrasi İslâm’ın en bariz özelliğidir. İslâm’ın eşitliğe zorlayıcı kuvvetleri bütün sınıf, renk ve soy sop farklarını ve manialarını yıkmıştır.


G. İSLÂM’DA KADIN


İnsanlar arasındaki eşitlik mevzuu, kadınların durumu hakkındaki bilgi verilmediği müddetçe, yarım kalmış sayılır. İslâm’ın gelmesinden önce bütün dünyada, kadının hemen hemen hiç bir itibarı ve mevkii yok gibiydi. Kur’an, şu hakikati getirdiği zaman İslâm, kadını en düşük mertebeden kurtararak erkek ile eşit saymış oluyordu:


يَا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّـكمُ الذِى خَلَقَـكُمْ مِنْ نَفُسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ


مِنْهَا زَوْجَهَا (النساء:١)


“Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten halk eden ve onun eşini de aynı cinsten kılan Rabbinize itaat ediniz.” (Nisâ, 4/1) Hazret-i Peygamber’in bu ayeti açıklayan şu sözleri ne kadar beliğdir:

“Kadınlar ve erkekler bir bütünün yarım parçaları gibi ikiz varlıklardır.” Bu ibarelerin ışığı altında, “Müslümanlar kadının canı ve hakları olduğuna asla inanmazlar.” diyen garazkâr yazarların yanlış beyanlarına hak vermek mümkün olabilir mi? Yüce Kur’an’ın birçok âyetleri hemen hemen her sahada, ahlâkî, manevî ve kültürel konularda kadın-erkek eşitliğini kabul eder.

Hristiyan ülkelerde kadının bugünkü mevkii ve itibarı,

488

hristiyanlıktan çıkmış değildir. Hazret-i İsâ, bu mevzuda sükût etmiştir. Fakat hristiyan kilise ve akidesinin kurucusu Paul’un, kadınlar hakkında söylenecek iyi sözü olmadığı gayet iyi bilinmektedir. Hıristiyanlığın en temel prensibi, kadın insanoğlunun mahvolması sebebi saymakla, onun rütbesini son derece düşürmüştür. Güya Hazret-i Adem’i günah işlemeğe o zorlamış, ebedî mahkûmiyet ve günahlılığı insanların başına o musallat etmiş, günah kapısını o açmış, dünyaya ölümü o getirmiştir. O bakımdan, ilk muhterem pederlerin kadınlarla ilgili kaba ve haşin sözler söylemesine pek hayret etmemelidir.


Tek bir sözle, Hazret-i Muhammed şunları söyleyerek, onu abideleştirmiş ve en yüksek bir kaideye yerleştirmiştir:

“—Cennet annelerin ayakları altındadır!”

Ne kadar ilgi çekici bir mukayesedir: Hristiyan talimatına göre, ilk anne biz insanları ebedi cehenneme sürüklemiş; İslâm’da ise, anne bize cennetin kapılarını açmıştır.

Son yıllarda erkekler ve kadınlar arasında, her iki tarafın hak ve mükellefiyetleriyle ilgili olarak, kelimenin tam anlamıyla bir savaş vuku buldu; fakat Suffragette hareketinin taraftarları, kadınlar için Kur’an’da zaten mevcut bulunan durum kadar bir gelişme sağlayabilmişler midir ki! Kur’an, “Onların (kadınların), onlardan istenilenler kadar da hakları vardır.” diyor. Bu hükmün ışığı altında bir şahıs, öbür cinsten, onlar lehine aynısını kendi yapmağa hazır olmadıkça, bir mükellefiyet veya vazifenin ifasını isteyemez.

İslâm’da kadının bağımsız bir şahsiyeti vardır; herhangi bir işe girişebilir, kendi nâmına mukavele ve akitler yapabilir. Ana, kız, karı ve kız kardeş durumlarında daima miras hakkına sahiptir ki, bu diğer hiçbir din, medeniyet veya hukuk düzeninde görülmüş değildir.


Bir batılının evi, kadın için beğenilir bir yuva değildir. Evlilik bir tesadüf işidir. Aşk ve sair duyguların yürekler acısı tedavülü, terk ve ihmal edilmiş kadınlar, kızlar ve çocukların bolluğu,

489

bakımsız bırakılmış, yoksul ana-babalar... biz Avrupalıların aile hayatının genel özellikleridir. Fakat bir müslüman ailesine gelince; o bize çok daha başka bir hayatın kapılarını açar. Yeryüzünde müslüman memleketlerinden başka, dinin daha iyi gözetildiği, Büyük Öğretici’ye daha çok itaat edildiği bir yer asla gösterilemez. Okuyucu, Hazret-i Peygamberin aşağıdaki sözlerini hayalinde fiiliyata intikal ettirirse bir müslüman yuvasının mes’ud durumunu gözünde canlandırabilir:


a. Kadınlar Hakkında:


“Sizin en iyiniz, ev halkına en iyi muamele edeninizdir. Kadınlar erkeklerle bir bütünün ikiz parçaları gibidirler. Dünya ve içindekiler değerli şeyler olmakla beraber, dünyada en kıymetli şey iyi ahlâklı, sâlih bir zevcedir.” “Bir kadın beş vakit namaz kılar, Ramazan orucunu tutar, iffetini korur ve kocasına itaat ederse; ona söyleyiniz, cennete hangi kapısından girerse oradan girsin!”

490

b. Zevceler Hakkında:


“Ahlâklı, mütedeyyin bir zevce, kişinin en kıymetli hazinesidir. Hanımlarınıza nezaket dairesinde nasihat ve ihtarda bulunun! Bir mümin hanımından nefret etmemelidir. Eğer ondaki fena bir vasfını sevmemişse, güzel olan diğer bir huyu veya hali ile memnunluk duysun. Siz hiç hanımlarınızı köle gibi döver misiniz?.. Muhakkak böyle bir şey yapmamalısınız.”

“Allah ve yaratıkları nazarında sizin en iyiniz, kendi ailesine en iyi davrananızdır. Ben de aileme en iyi bir tarzda muamele etmekteyim.” Sahabesinden biri, Hazret-i Peygamber’den hanımlara nasıl davranılması gerektiğini sorduğu zaman, o şöyle buyurdu:

“Sen yemek yiyeceğin zaman, ona da yedir! Sen yeni giyinirken, onu da giyindir! Yüzünü tokatlama, hatırını incitme, canın sıkılınca onu kendinden ayırma! Ona güzel güzel öğüt ver! Şerefli ve asil hanımını, köleler gibi döverek te’dip etme!.. Bir günden fazla sürecek uzak yolculuklarda, yanında erkek akrabasından birinin refakat etmesi gerekir.”


H. ÇOK KADINLA EVLENME


Şurası unutulmamalıdır ki çok kadınla evlenme (taaddüd-i zevcât) yeryüzünde İslâm’dan önce de mevcut bulunuyordu. Beni İsrâil’in eski ve hürmete lâyık büyüklerinin çoğu, çok kadınla evli idiler. Bazı hallerde zevcelerin adedi beşyüze yaklaşıyordu. Dünyadaki diğer dinlerin kurucuları da bundan müstesna değillerdi. Hristiyanlık da bu hususta bir değişiklik yapmadı. Hattâ 16. asra değin Hıristiyan dünyasında taaddüd-i zevcâta bol bol rastlanıyordu. Çok karılı tiplerin en kötüleri, rahipler sınıfı ve piskoposlar idi. Günümüzde mevcut bulunan tek kadınla evlenme kanunu, Romalı kanun koyucu, dinsiz ve münkir olduğu malûm imparator Justinyanus’un vaz ettiği müesseselerin ardından ortaya çıktı.

İslâm, bu çok kadın alma sistemini ıslah ve tadil etmek için

491

gelmiştir. Kadınların adedini azaltmış, hudutlamış, ikinci bir kadınla evlenmeye, ancak müstesna mahdut şartlarda izin verilmişti ki, meselenin uygun ve tatbiki kabil hal şekli de zaten bundan başka olamazdı.

Müteaddit zevcelere yapılan muamele tarzına gelince; yüce Kur’an bu hususta da muayyen bazı şartlar ileri sürmüştür. Bunlar çok kadınla evlenmeyi, hemen hemen imkânsız hâle sokmuştur.


İslâm, diğer dinlerden farklı olarak, her konuda kanun ve ahkâm vaz eder. Taaddüd-i zevcât meselesindeki tutumu ise onu önleyici ve kısıtlayıcı mahiyettedir. Müslümanların geniş mikyasta çok karılı olduklarını duyar dururuz; fakat hal-i hazırda bu olaya binde bir kabilinden tesadüf ediliyor.

Bir kere çok kadınla evlenme, dinin koyduğu bir mecburiyet değildi; o, hayatın ancak bu yolla tedavi edilebilecek muayyen itidal durumlarını korumak için konulmuştur. Eğer evlilik —kelimenin kaba manâsıyla— kadın ve erkeğin bazı cinsi maksatlar sebebiyle bir arada kalmaları ise, Avrupalılar tenkit edip durdukları Doğu’dan daha ziyade taaddüd-i zevcât’çıdırlar.

Bir erkeğin hayatında, zaman zaman bazı güç ve sıkışık durumlar hâsıl olabilir ve o anda sakip bulunduğu karısından ayrılmamakla beraber ikinci bir evlenme zarureti ortaya çıkar, yeni bir eş alması kaçınılmaz bir mecburiyet olur. Meselâ, kadının kısır veya çocuk yetiştirime kabiliyetinden mahrum, müzmin hastalıklı bir kimse olduğunu; yahut da diğer eşlik görevlerinden herhangi birini îfâdan âciz durumda bulunduğunu düşünün; ikinci bir kadın almak, insan zekâsının bulacağı diğer bütün hal yollarından daha temenniye şayan düşecektir.


Bu güne kadar insan cemiyetleri gayrimeşrû cinsî münasebetleri ve zina mahsulü çocuk doğurmaları önleyecek elverişli başka çözüm yolları bulmayı maalesef başaramamıştır. Halbuki taaddüd-i zevcât müessesinin var olduğu İslâm topluluklarında, bu kabilden çirkin hareketlere fevkalâde ender tesadüf edilir. Çok kadınla evlenme, yaratılışları icabı taşkın

492

duygulu, nefsi kuvvetli kimseleri, haram yollara sapmaktan koruyan başlıca uygun vasıtalardan biridir.

Bununla beraber, İslâm’da kadın erkek cinsinin bütün hürmet ve himayesine mazhar, hakları korunmuş, mahzur bir durumdadır. Ondan, ağır işlerde çalışması ve kendi hayatını kendi kazanması istenmez. Her iki cins arasındaki fiziki ve bünyevî farktan dolayı hayatın ağırlığı erkeklerin omuzlarına yüklenmiştir. Kutlu kitabımız Kur’an, “Erkekler, kadınların hâmi ve hâkimleridir.” der. Erkeklerin onları koruyup gözetmeleri gerekir.


Kazalar ve diğer olaylar yeryüzünde hep erkekleri tüketmektedir. Aynı sebepten, kadınların sayısı daima erkeklerinkinden aşkındır. Son harp, (II. Dünya Savaşı’nı kasdediyor) takriben bir milyon adamın kırılmasına sebep oldu. İşsizlik meselesi ciddi bir şekilde büyümektedir ve çalışan kadınlar, yerlerini bu işsiz erkeklere bırakmağa zorlanmalıdırlar. Bu sayılanlar hep çok kadınla evlenmeyi imkân ve ihtimal sahasına getiren şartlardandır. Kur’an’ın konu ile ilgili olan ayetlerinin vahyi de, harp zamanında vuku bulmuştur.

Uhud Savaşında İslâm’ın yediyüz seçme askerinden yetmişi, mücadele meydanında düşüp şehid olunca, arkalarında onların dul karıları ve yetim çocukları kaldı. Bunların ahlâksızlık ve sefalet bataklığına düşmeden şerefli bir hayat sürebilmeleri, ancak rahat, şefkat ve emniyet dolu bir çatı altında barınmalarıyla mümkün olabilecekti.

Günümüzde de erkekler öldürülür ve arkalarında zevceleri ve çocukları hamisiz kalabilir. Bu durumda —ve bilhassa kadınların kendi hayatlarını kazanmak için ağır yükler altına girmelerine ve hayat mücadelesi meydanına atılmalarına râzı olmayan şark ülkelerinde— onların korunmaları, yalnız ve yalnız erkeklerin birkaç kadınla evlenmelerini kabul etmekle sağlanabilir.


Hazret-i Peygamber’in evlenmelerinin çoğu da, aynı maksatlar ve duygularla vuku bulmuştu. Hayatının en ateşli zamanlarında, 25 yaşında iken —kadınların iklim icabı çabuk ihtiyârlayıverdikleri

493

sıcak bir ülkede— 40 yaşındaki bir hanımla evlenen, 27 yıl ona tam bir sadakatle bağlı kalan ve ancak onun ölümü üzerine ve kendi 52 yaşında bulunuyorken yeni bir zevce alan sevgili Peygamberimiz’in, ne kadar olgun ve ölçülü hareket ettiği ortadadır. Onun, ihtiyarlığın eşiğinde birkaç zevce almasını, nefsanî hisler sebebiyle olmuş gibi göstermeğe çalışan, bazı iftiracı ve garazkâr garp müelliflerini, bizzat yaş durumları fiilen tekzib etmektedir.

Muhterem Peygamberimiz, ilk hanımının vefatı üzerine eş olarak, arkadaşı ve sahabîsi Hazret-i Ebû Bekir’in kızı Aişe’yi aldı. Sonra cihad devresi geldi, onun birçok sahabisi, geride himayesiz ve çoğunlukla yaşlı olan zevcelerini bırakarak şehid düştüler. Peygamber Efendimiz onları muhafaza etmek ve sıcak bir yuvaya kavuşturmak için bazılarını nikâhı altına aldı.


Maamafih şurası da asla unutulmamalıdır ki, İslâm’da taaddüd-i zevcât ahkâmı, daha evvelki devirlerde olduğu gibi kişiye, keyif ve arzusunun istediği gibi doldurabileceği boş bir çek vermez. Zaten lüzum ve zaruret olmadığında bu çeşit bir teşebbüse izin verilemez, yapılırsa günah işlenmiş olur. Muamele tarzı, yedirip içirme, giydirme... vs. gibi hususlarda hanımlara aynı ölçü ve şekilde davranma kaydı da, alelade hallerde yeni bir kadın nikâhlamayı hemen hemen imkânsız kılar. Kur’an’da daha çok tek kadınla evlenmeyi telkin ve tavsiye eden bir ifade tarzı kullanılmıştır. Tek kadınla evlenme bir gıda ise, çok kadınla evlerime sadece bir ilâçtır ki, bütün acılığına rağmen hastalık zarurî kılıyorsa kullanmak kaçınılmaz olur.

İlgili tarafların serbest, baskıdan azade, rızaları olmadan hiç bir evlenme yapılamayacağı gibi; hiç bir kadın da zaten evli bulunan bir erkeğe ikinci zevce olarak varmağa zorlanamaz. Bir bekâr için, evlenirken ikinci bir zevce alabilme imkânı da kayıtlanabilir. İslâm’da evlilik, bütün kudsiyetiyle beraber, hususî bir mukavele mahiyetindedir. Ve her anlaşmada, her sözleşmede olduğu gibi, bunda da dinin hükümlerine ve mantığa uygun bâzı şartlar ileri sürülebilir; meselâ bir adamın ikinci bir kadınla evlenmesi

494

vukuunda ilk karısının bütün zevcelik görev ve sorumluluklarından affedilmiş ve dilediğini yapmakta hür olacağı bir şart olarak nikâh esnasında teklif edilebilir ve o takdirde ilk kadın dilerse o erkekle olan evlilik bağını keser. Veyahut da, evlenme mukavelesine sokulmuş ise ikinci bir kadın alma halinde

kocaya, muayyen meblağda para veya hayat boyunca nafaka verme zorunluluğu yüklenebilir. Kadın diğer bir kocaya varabilir ve tayin dilmiş para bu yeni durumda bile aynen alınabilir.

Kısaca söylemek gerekirse İslâm’a taaddüd-ü zevcât, zayıf cinsin menfaatlerini korumak için ve aslında onun lehine düşünülerek konulmuş bir müessesedir; belki de insan cemiyetlerindeki bütün ahlâk hastalıklarının temizlenebildiği bir devirde kendiliğinden tatbik ve tedavülden kalkacaktır. İslâm hukukuna nazaran meselenin ruhu, bizim yukarıda kısaca anlattığımız tarzdadır.


Burada boşanmakla ilgili birçok şey söyleyerek sözü uzatmak istemem. Şu kadar var ki, Batı dünyası, Tanrı tarafından birleştirilmiş karı kocanın birbirinden asla ayrılamayacağına inanan katı Hıristiyan akidesinin, ne kadar büyük zorluklar ve haksızlıklar doğurduğunu acı bir şekilde anlamış bulunuyor. Rutherford’unkü gibi dâvalar, uygunsuz ahval ve mizaçların bile meşru bir boşanma sebebi sayıldığı İslâm’da, tasavvuru bile imkânsız olaylardır. Batıdaki boşanma dâvası skandalları doğuda hiç bilinmez. Boşanma özel bir iştir ve her iki tarafın karşılıklı anlaşması, onları başkalarının dedikodularına sermaye olmaktan ve halkın diline düşmekten koruduğu gibi, istikbalde tesis edecekleri yeni evlilikleri için gerekli iyi havayı da bulandırmaz.

Boşanma, bu husustaki bütün imkân ve serbestliklere rağmen, müslüman ülkelerde nadir görülür. Bu, müslüman koca ile karısı arasında, ne kadar mes’ud ilişkiler bulunduğunu ihsas ettiren bir hadisedir.

Mevzûyu yüce Peygamberimiz’in, “Kadın evinin hâkimidir.” ve “Meşrû (helâl) olduğu halde Allah tarafından en sevilmeyen şey, boşanmadır.” sözlerini anmak suretiyle hitama erdiriyoruz.

495

İ. HISIM AKRABAYA KARŞI DAVRANIŞLAR


1. Allahın rızâsı babanın hoşnut edilmesine, kızgınlığı da babanın üzülüp kızdırılmasına bağlıdır.

2. İçinde, yakınları ile ilgiyi kesmiş bir fert bulunan aileye Allah’ın rahmet ve bereketi inmez.

3. Kim Firdevs cennetine girmek dilerse anne ve babasını memnun ve hoşnut etmeye çalışsın.

4. Bir sahabî:

“—Ey Allahın elçisi!” dedi, “Ben bir günah işledim; acaba yapmak suretiyle Allah’tan affedilmemi dileyebileceğim herhangi bir hareket var mıdır?” “—Senin, bir teyzen vardı, değil mi?” denilince, o:

“—Evet.” diye cevap verdi.

Peygamberimiz de:

“—Git ona iyilikte bulun; bu suretle günahın bağışlanır.” buyurdu.

496

5. Sevgili Peygamberimiz genç iken bir ara ona dadılık etmiş olan bir kadın için, her geldiğinde ayağa kalkar ve oturacağı yere örtü yayardı.

6. Sevgili ve muhterem Peygamberimiz, kızı Fatıma, kocasının evinden kendini ziyarete geldiğinde onu karşılamak için ta kapıya kadar çıkardı.

7. Bir kimse, kendisine haksızlık etmiş, zarar vermiş de olsalar ana-babasına daima iyilik yapmalıdır.

8. Daha küçük bir kimsenin, kendinden daha yaşlı bir kimseye karşı görev ve tutumu, çocuğun babasına davranışı gibi olmalıdır.

9. Herhangi bir fakire verilen sadakanın sadece bir sadakalık mükâfatı vardır; fakir bir akrabaya verilenin ise sevabı iki kattır.

10. Şefkat ve yumuşaklık imanın alâmetidir, şefkatli olmayanın imanı da yok demektir.

11. Yaratıklara karşı merhametli olana yaratan yüce Allah merhamet eder.


J. HÜKMEDENLERE SAYGI


İslâm, Allah’a itaat ve inkiyad demektir. Ve bunun bir neticesi olarak mevcut otoriteye (ulü’l-emre) itaate hususi bir önem verir. Aile yuvası hakiki bir terbiye ocağı ve ahlâk kaynağıdır ve İslâm’da gayet kuvvetle öğretilen ve tatbik edilen ebeveyne ve diğer büyüklere saygı bize, cemiyeti idarede vazifeli kişilere ve hükmetme mevkiinde olanlara da aynı şekilde davranma şuurunu ilham eder. Hazret-i Peygamber’den nakledilen bir hadise göre, hükümetin başındaki, zenci bir köle bile olsa ona ve onun emirlerine itaat etmek gerekir. Kesin ve meşru bir sebep yokken kargaşalık ve isyan çıkarmak, ammenin ve idarenin huzurunu korumak maksadıyla mutlak olarak yasaklanmıştır. Cuma namazlarında, ta Hazret-i Muhammed’in zamanından beri Kur’an’ın şu ayeti okunagelmiştir:

497

اِنَّ اللهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَاْلاِحْسَانِ وَاِيتَائِ ذِى الْقُرْبَى وَينْـهَى عَنِ


الْفَحْشَاءِ وَالـْمُنْكَرِ وَالْبَغْىِ (النحل:٠٩)


“Allah size adil olmanızı, iyilik ve ihsanda bulunmanızı, yakınlarınıza yardımı esirgememenizi emreder; (zararı şahsınıza alt olan) çirkin davranışları, (başkalarını da mutazarrır eden) kötü fiil ve hareketleri, (zararlı etkileri bütün cemiyete şâmil olan) fitne, zulüm ve taşkınlıkları yasaklar, yapmamanızı ister.” (Nahl, 16/90) Bir müslüman için bir yandan ulü’l-emre (otoriteye) itaat etmek bir mecburiyet ise, diğer yandan da idarede gördüğü kötülükleri ve hataları, saygıyı elden bırakmadan, vazifeli ve ilgili mercilere duyurmak, onları ikaz etmenin de mukaddes bir cihad olduğu açıklanmıştır. Mukaddes cihad, ille de kılıç kullanmak suretiyle yapılmaz. Yanlışlık ve kötülükleri ortadan kaldırmak için sarfedilen her gayret de bir cihaddır.


Adalet ve eşitliğe riayet edilmek ve onlara uygun olmak şartıyla, müslümanlar için yabancı bir ülkede yaşamak, onun imanı ile zıt düşmez.

İngiliz imparatorluğu idaresinde bulunan müslüman tebaa, bütün diğer ırk ve milliyet mensuplarından daha itaatkâr idi ve son ızdırap verici olaylar, sadece, bizim devlet adamlarımız tarafından takip edilen hatalı ve basiretsiz siyaset yüzünden çıkmıştır. Çünkü, bu saygısız idare tarzının, kendi iman ve inançlarıyla taban tabana zıt olduğu kanaati, ister istemez müslümanlar arasında husul bulmuştur. Zira onlar nazarında iman en önemli unsurdur.

Dini bir müslümana, kendini idare edenlere itaatkâr olmasını telkin etmekle beraber, İslâmî ve dinî müesseselerin korunmasına müteallik vaki ve mevcut taahhütlere riayet edilmediği an, itaati terki tavsiyeye başlar. Meselenin özü budur.


K. İSLÂM’DA KILIÇ NE ZAMAN KULLANILIR?

498

Dünya hiçbir zaman savaştan hâli kalmamıştır. Sulh ve selâmetin Efendisi bile; şu sözleriyle savaşın bazan bir zaruret haline gelebileceğini gösteriyordu: “Ben sulh ve selâmeti kılıç ile tesise geldim.”

Hazret-i İsa’nın bize, hristiyan aleminin dini nâmına icra edilen hunharlıklardan âzâde kalabilmesi için, kılıç ve ateşin sadece ne gibi hallerde kullanıldığını belirten bazı tavsiyeler bırakmasını ne kadar isterdim.

Hristiyanlık, kölelerin ve güçsüzlerin dini olduğu müddetçe, tevazu, sakinlik ve mahviyetten ibaret gibiydi. Fakat çok zaman geçmeden, kendine İmparator Konstantin’in şahsıyla saltanatlı şaşaalı bir durum sağladı ve daha sonra da kanlar su gibi akmağa başladı. Hiç bir dinin sâlikleri, kendilerine “Düşmanını bile sev!” diye nasihat edilmiş olan bu hristiyanlar kadar müsamahasızlık, zulüm ve işkence gösterememiştir.

Düşmanları bir yana koyalım, aynı Üstad’ın (Hazret-i İsâ) yolunu izleyen kimseler dahi, sadece bir kısmı ona berikilerinki tarzında uzanıp ibadet etmiyor diye, gırtlak gırtlağa girip kan

499

dökmüşlerdir. Haçlılar zamanında Kutsal Mezar Kilisesi o kadar çok kan akıtılmasına sebep oldu ki, eğer onun nezaretçiliği, Allah’tan müslümanların eline verilmemiş olsaydı, muhakkak toprak yığını haline gelirdi.

Meselâ, Yunan Kilisesi’nin Katolik Kilisesi’ne karşı duyduğu derin kin ve nefrete karşılık, müslümanlar, hangi dine ait olursa olsun, içinde tanrıya ibadet edilen her mabede saygı göstermeğe ve onları zarardan korumaya Kur’an’ın talimatı mucebince mecburdurlar. Kutsal Mezar’ın anahtarlarının müslümanlarda kalması —Allah bilir ya— mahallin muhafazası için değil, fakat hristiyanlığın mütecaviz ve yırtıcı güruhlarını, birbirlerinin boğazlarına atılmaktan alıkoymak için gerekmiş olmalıdır!


Savaş henüz yeryüzünden bertaraf edilmiş de değildir. Medenî (!) garp, bütün zekâ ve bilgisini, hâlâ yeni harp silahları icat etmeğe harcamaktadır. Binâen aleyh dünya, insanları savaşın ne zaman, nerede ve nasıl yapılması gerektiği hususunda aydınlatacak bir harp ahlâk ve ahkâmı sistemine muhtaçtır. İşte Hazret-i Muhammed, eşsiz, tâlim ve tebliğleriyle bu boşluğu da dol durmuştur. Buradan itibaren İslâm’da cihad ve savaş konusunun anlatılmasını bizim Waking’deki camimizin değerli imamı Hâce Kemalüddin’e bırakıyorum. Son derece akıcı bir üslûple kaleme almış olduğu yeni eseri The House Divided’de üstad şöyle buyuruyor:

İcabında kılıç kullanmak gerektiği anlamında Hazret-i İsâ’dan rivayet edilen ve zahiren diğer hristiyan malûmatına aykırı gibi görüldüğünden, Hazret-i İsâ’ya değil de eski İncil alimlerine atfedilmeğe çalışılan bilgiler, bir müslüman müdekkik nazarında hakikatin ta kendisidir ve zannedildiğinin tam aksine, Hazret-i İsâ’ya ait asıl doğru rivayetler bunlardır.

Muhtelif durumlar, Zuhur ettikleri zamana göre özel açılardan mütalâa edilmelidir. Bazı ahvalde ehemmiyetsiz olan bir detay, diğer hallerde zaruri bir parça teşkil edebilir. Binâen aleyh, Hazret- i İsâ’dan gelen bazı rivâyetlerin zahiri yönden mütenakız gibi görünmeleri, hakikatte sözlerin başka başka durumları anlatmak

500

için söylenmiş olmasından ileri geliyordu. Bu ayrılıklar hiç şüphesiz, bır bir izah edilecekti; fakat onun çok kısa süren peygamberliği süresinde değil. Çünkü, o zaman bu işi ifaya yetecek kadar çok değildi ve bundan dolayı bizzat kendisi bir başka öğreticinin geleceğini ve yarım kalan vazifeleri tamamlayacağını bildirmişti (Yohanna, XVI)


Biz müslümanlar, Hazret-i Muhammed’in şahsında bu vadedilen öğreticiyi bulmuş olduk. Nitekim insanlığı, ihtilaflı noktalarda sevgili Peygamberimiz tenvir buyurmuştur. Hangi şartlar altında müslim bir kulun aleme ateş ve kılıç sevk edeceğini ve hangi durumlarda sevgisinin düşmanlarına bile açık olacağını, gerek fikir ve gerek hareket olarak, nazariyet ve tatbikatta o göstermiştir.

Hazret-i İsâ’nın sözlerini Kur’an-ı Kerim’in ışığı altında okuyunuz, o zaman bizim yukardaki tezimizin ne kadar doğru olduğunu, o sözlerin nasıl derin mânâlar kazandığını, canlandığını göreceksiniz. Aksi takdirde o güzelim sözler, tatbiki gayr-ı kàbil ve hattâ birbiriyle çelişik birtakım ifadeler yığınından ibaret kalacaktır.

Umumiyetle bizzat hristiyan vaazları ve İncil açıklayıcıları bile, ibarelerin tam ve nazik bir anlamını verebilmekte acze düşüyorlar. Onlar, İncil hakikatlerini mücerret ve muğlak bir idealizm olarak tevil etme yolunu seçmişlerdir. Biz müslümanlar nazarında ise, işin aslı hiç de böyle değildir. Onlar hakikatte, tamamen anlaşılabilir, doğru ve tatbik edilsin diye söylenmiş sözlerdir.


Burada müslümanların savaş hükümlerine ve harp ahlâkına dair kısa bir atıfta bulunmak da yerinde olacaktır.

Sabık başvekil Bonaı Low, bütün dünya için bu sulh siyaseti takip etti ve bu davranışından dolayı herkes ona derinden müteşekkir olmalıdır. Yine de yeni bir harbin, insanlığın başına patlamayacağı söylenemez. Belki de müstakbel bir Loyd George —

bizzat bu efendi olmasa da— bu satırlarda kendisi için bir îmâ gölgesi sezebilir. Şurası muhakkaktır ki bir hristiyan hükümet,

501

dini ve hristiyanları haksızlıktan korumak maksadıyla kılıçları kınından sıyırırsa, bir müslüman da, Kur’an’dan istihraç ederek ileriye kaydettiğimiz prensiplerin ışığı altında, onunla omuz omuza çarpışarak yardımda bulunacaktır. Bu, haksız ve mütecaviz kuvvette müslümanlar olsa bile farketmez.

Kur’an kılıcın kullanılmasına, ancak muayyen ahvalde izin verir. Bunların ilki ve en önemlisi dînî şart ve durumdur. Bahis konusu din ister İslâmiyet, ister başkası olsun... Savaşı meşru kılan dînî ahval için iki ayrı şık zikredilir:

Evvelâ, İslâm’ın (veya hristiyan, yahudi, hindu, budist veya diğer herhangi bir dinin) ibadet yeri tecavüze uğradığı zaman, bir müslüman onu tahribden korumak ve kurtarmak için, bütün gayretini göstermekle mükelleftir.


Kur’an-ı Kerim der ki:


اِنَّ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَ بِاَنَّهُمْ ظُلِمُوا، وَاِنَّ اللهَ عَلىَ نَصْرِهِمْ لَقَدِيرٌ


(الحج:٩٣)


“Haksızlıkla kendilerine savaş açılan kimselere, karşı koyma ve çarpışma izni verildi. Allah onlara yardım etmeye tamamen muktedirdir.” (Hac, 22/39)


اَلَّذِينَ اُخْرِجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ بِغـَيْرِ حَقاِلاَّ اَنْ يَقُـولُوا رَبُّنَا اللهُ، وَلَوْ


لاَ دَفْعُ اللهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَهُدِّمَتْ صَوَامِعُ وَ بِيَعٌ وَ صَلَوَاتٌ

وَمَسَاجِدُ يُذْكَرُ فِيهَا اسْمُ اللهِ كَثِيرًا، وَلَيَنْصُرَنَّ اللهُ مِن ْيَنْصُرُهُ، اِنَّ


اللهَ لَقَوِىٌّ عَزِيزٌ (الحج:٠٤)

502

“Onlar haksız yere ve sadece ‘Rabbimiz Allah’tır!’ dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah insanların bir kısmını diğeri ile savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah adı bol bol anılan camiler tahrib edilir giderdi. Şüphesiz ona yardım edenlere, Allah yardım eder. O çok kuvveti ve çok muktedirdir.” (Hac, 22/40) Burada camilerin son olarak kaydedilmesi de, bir hayli dikkat çekicidir. Bu tek ayet bile içinde —ne cinsten olursa olsun— ibadet yapılan mahallerin mahfuz ve emin tutulması hususunu isbata kâfi gelir. Bin yılı çok aşan uzun İslâm hâkimiyetine rağmen, Hindistan’da hâlâ binlerce putperestlik mabedi bulunuyor. Biz Avrupalıların tarihlerinde bu ölçüde bir âlicenaplık misâli mevcut mudur?.. İspanya’nın, Sicilya’nın, Güney Fransa’nın, Malta’nın ve diğer yerlerin şerefi ve şa’şaası olan o büyük ve muhteşem camileri şimdi nerededir diye sorulsa, ne cevap verilebilir?.. Tabii çoğunun temelleri bile kazınmıştır.

Kılıcın kullanılmasını meşrû ve zaruri durumların ikincisi; vicdan hürriyetinin tehlikede olmasıdır. İslam’ın, din hürriyetini

503

sağlam bir şekilde tesis etme hususunda bütün dinlerden üstün pek mümtaz bir mevkii ve rolü vardır. Kur’an;


لاَاِكْرَاهَ فِى الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَىِّ، فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ


وَيُؤْمِنْ بِاللهِ َفقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُروِةِ الْوُثْقَى (البقرة:٦٥١)


“Dinde baskı ve zorlama yoktur, çünkü artık sapkınlık da, doğru yol da iyice malûm ve aşikâr olmuştur. Kim bâtıl şeyleri terk eder ve Allah’a inanırsa, sağlam bir sapa tutunmuş demektir.” (Bakara, 2/256) der ve bu kaide İslâm idaresi altındaki her türlü inanç sahipleri için bir din Magna Charta’sı113 olmuştur.


Yalnız başkalarının dinî kanaatlerine sataşma ve müdahale yasaklanmamış, müslümanlar, böyle bir tazyik kılıç zoruyla yapılmak istendiğinde, onu gerekirse zor kullanarak önlemekle vazifelendirilmiştir. Din mevzuunda Tanrı ile kulu arsına girmeğe kimsenin hakkı yoktur. Kişinin, hangi tarafı doğru sanıyorsa ona uyması doğal bir hakkıdır. Her ne pahasına olursa olsun, bir kimseye eziyet edilmesine müslümanlar mâni olmalıdır. İncitilenin yahudi veya hristiyan olması hükmü değiştirmez.

Dinî ahvâli belirttik; dünyevî meselelere gelince, burada kılıcın kullanılması sınırlandırılmıştır. Yalnız ve yalnız bir durumda olabilir: Nefsi müdafaa gerektiği zaman... Hatta bu gibi ahvalde verilen izin daha da kısıtlanmış ve şu şart koşulmuştur: Eğer düşman düşmanlığını bir yana kor ve barışa temayül ederse, müslümanlar da aynı şekilde davranmalıdır.


Hazret-i Muhammed SAS, hayatında yedi savaş yaptı. Bunların ilk üçü en önemlileri olup, diğerleri umumî harp havasının mevcut olduğu devrelerde vuku bulmuş, küçük çarpışmalar karakterindedir. İlk üçü bizim incelemekte olduğumuz konuya ışık



113 Magna Charta, derebeylerinin tazyikiyle 1215 yılında kral John tarafından neşredilen bir fermandır ve İngiliz demokrasisinin temelini teşkil eder.

504

tutacak esasları vermeye yeter.

13 uzun yıl, sevgili Peygamberimiz ve sahabileri, Mekkeli müşriklerin elinde birçok gayri insani zulüm ve eziyete uğradılar ki, bu dost ve düşman herkesin kabul ettiği tarihî bir gerçektir. O bunlara misliyle mukabele etmemiş, daima sabır göstermişti. Fakat artık bu zulümler onun mübarek hayatını bile tehlikeye sokacak raddeye gelince, birtakım korunma ve savunma tedbirleri almak zarureti hasıl oldu. Suikastçıların onu öldürmeyi tasarladıkları bir gece, kendisinden hiç ayrılmayan vefakar dostu Hazret-i Ebu Bekir ile birlikte, Medine’ye yerleşmek üzere Mekkeyi terk etti.

Düşmanları Mekke’den kilometrelerce uzak olan bu yeni yerde de onun peşini bırakmadılar. Yeni ikamet yerindeki başarılarını kıskanarak, İslâm’ın narin filizini, daha tomurcuklanmadan söküp atmak için, birçok gayretler sarf ettiler. Bunun üzerine ve sırf İslâm’ın müdafaası amacıyla kılıcın kullanılması bir zaruret halini aldı. Bu çarpışmaların ilki müşriklerin merkezi Mekke’ye 120, Medine ye ise sadece 30 mil uzaklıktaki Bedir’de oldu. Burada 1000

505

Mekkeli müşrik ile, 313 müslüman çatıştı.

İkinci savaşın yeri Uhud idi ki, bu saha müslümanların yeni yurtlarına ancak 12 mil uzaklıktadır. Çarpışan kuvvetler 1000 müslümana karşılık 3000 Mekkeli idi.

Üçüncüsü artık bizzat şehre bir tecavüz olup, düşman Medine’ye 10.000 kişilik bir kuvvetle yüklenmişti.


Bütün bu teferruat, savaş yerleri ve tarafların birbirlerine nisbetleri, çarpışmaların sadece İslâm’ı savunmak ve yok olmaktan kurtarmak amacıyla yapıldığını açıkça göstermiyor mu? Anlatılanlar, tamamen Hazret-i İsâ’nın, elbiselerini satıp kılıç tedarik etmeye çalışmamızı istediği durumdur. Fakat Hazret-i Muhammed bunun yanı sıra, Dağda Vaaz (Sermon on The Mount) parçasının hristiyanlara telkin ettiği hareket tarzının, mükemmel bir tatbikini de göstermiştir. Şöyle ki:

Uzun yıllar müslümanlara zulüm ve ceza sahnesi olan Mekke’ye doğru 10.000 kişilik bir kafile halinde yola çıktı. Şehir kuşatıldı ve bir damla kan akıtılmadan kolayca zaptedildi. Evvelce müslümanlara eziyet etmek için ellerinden gelen her şeyi yapmış, bütün maharetini kullanmış, olan o mağluplar, korkunç mukavemetin elebaşları, işkenceciler, zâlimler ve katiller, tamamen galip ve muzaffer müslümanların insaflarına terk edilmişlerdi... Böyleleri için asrımızda, modem askeri kanunlarda bile çok sert cezalar yer almış iken, onlara hemen hemen hiç bir ceza verilmedi, hepsi bağışlandı.

Çünkü Hazret-i Muhammed SAS, Sermon on the Mount

parçasındaki sözleri söyleyen Hazret-i İsâ’yı tamamlayacak, onun tâlimlerinin tatbikatını gösterecek ve insanları tam doğruya sevk edecek olan, o hakikat ruhunun ta kendisiydi. Hazret-i İsâ’nın “Düşmanını bile sev!” kaidesini, müşahhas ve mücessem bir örnek haline getirecek ve insanlara nümune olacaktı.


Müşriklerin liderlerini davet etti. Haklarında en korkunç hükümler verileceğini umdukları bir anda, hiç beklemedikleri bir yumuşaklık ile sokaklarda, “Bu gün sizler için hiçbir sistem ve

506

serzeniş olmayacaktır!” diye nidâ ettirdi. Böylesine âlicenap bir af müslümanlara, başka hiç bir yolla elde edemeyecekleri faydalar sağladı. Zafer kazanılmıştı ve düşmanların kalbi sevgi ile fethedilmişti. Kana susamış kinlerin üç beş engeli de, basit darbelerle bertaraf edildi. Kin ve nefret yaralarının üzerine, sevgi ve hoşgörürlük merhemleri sürülerek, tedavi sağlandı.

Büyük ve meşhur müslüman saltanatı Emevî imparatorluğu —

ki dünya, göz kamaştırıcı sanat, ilim ve felsefe hâzinelerini onların devrine borçludur— işte bu şekilde İslâm’a kazanılan düşman elebaşlarının torunları tarafından kurulmuş ve yönetilmiştir.


İnsanlar, malûm iptidaîlikleriyle kaldıkları ve karakterleri —

temelde bir ve aynı olan— dürüst bir müslüman veya aslî ve hakîkî bir hristiyan karakteri gibi olmadığı müddetçe, harp dünya hayatının zaruri bir vakıası olarak kalacaktır. Mutlak bir sulh ve saadetin hüküm süreceği ideal devir gelinceye kadar, başıboş vahşiliğin neticesi olan zulüm ve elemleri dindirecek birçok şey yapılabilir. İslâm, harbi tamamen bertaraf edilemez bir kötülük sayarak, mümkün olan kaide ve kayıtları koymuş, onun mazarratını asgari hadde indirmeğe çalışmıştır.

Birkaç yıl önce Lahey konferanslarında, lüzumsuz kan dökmeleri ve zulümleri önlemek maksadıyla bir harp kanunnamesi meydana getirildi ise de, tatbikatta ne dereceye kadar muvaffak olabileceğini söylemek kabil değildir. Bu hükümler Allah’ın izniyle kabul edilir ve yürürse, umulur ki dünyadaki çeşitli din ve inanmış mensuplar daha çok rahata kavuşurlar.


Kur’an der ki:


اِنَّ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَ بِاَنَّهُمْ ظُلِمُوا، وَاِنَّ اللهَ عَلىَ نَصْرِهِمْ لَقَدِيرٌ


(الحج:٩٣)


“Haksızlığa uğratılarak, zulmen kendilerine savaş açılan

507

kimselere karşı koyma ve savaşma izni verildi. Hiç şüphe yok ki Allah onlara yardım etmeğe tamamen muktedirdir.” (Hac, 22/39)


وَقَاتِلُوا فِى سَبيِلِ اللهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلاَ تَعْتَدُوا، اِنَّ اللهَ


لاَيُحِبُّ الْـمُعْتَدِينَ (البقرة: ٠٩١)


“Sizinle çarpışanlarla siz de Allah yolunda çarpışınız, fakat haddi aşmayınız, Çünkü Allah, hiç şüphe yok ki haddini aşanları sevmez.” (Bakara, 2/190)


وَاقْــتُلُوهُمْ حـَيْثُ ثَـقِـفــْتُمُوهُمْ وَاَخْرُجُوهُمْ مِنْحَيـْثُ اَخْرَجُوكُمْ


وَالْفِتْنَةُ اَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِ، وَلاَ تُقَاتِلُوهُمْ عِنْدَ اْلـَمْسجِدِ الْحَرَامِ


حـَتَّى يُقـَاتِلُوكُـمْ فِـيـهِ، فَإِنْ قَاتَلُوكُـمْ فَاقْــتُـلُـوهـُمْ، كَذَلِكَ جَزَاءُ


الْكَافِرِينَ (البقرة:١٩١)


“Müşrikleri nerede bulursanız öldürün ve onların sizi çıkardıkları yerden, siz de onları sürüp çıkartın! Fitne ve işkence, öldürmekten daha fenâ ve daha şiddetlidir. Onlarla, size saldırmadıkları müddetçe, Mescid-i Haram içinde savaşmayın! Fakat eğer sizlerle çarpışırlarsa, onları öldürün! İnanmayanların cezası işte budur.” (Bakara, 2/191)


فَاِنِ انْتَهَوا فَاِنَّ اللهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (القرة: ٣٩١)


“Eğer vazgeçerler, dönerlerse, şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir, onları bağışlar.” (Bakara, 2/192)

508

وَقَاتِلُوهُمْحَتَّى لاَتَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ ِللهِ، فَاِنِ انْتَهَوْا فَلاَ


عُدْوَانَ اِلاَّ عَلىَ الظَّالِـمِينَ (البقرة:٣٩١)


“Onlarla, hiçbir fitne ve eza kalmayıncaya ve din sadece Allah için oluncaya kadar savaşın! Eğer döner, yaptıklarından vaz geçerlerse, zâlimlerden başkasına düşmanlık edilmemelidir.” (Bakara, 2/193) Peygamber Hazret-i Muhammed’in söylediği muharebe tarzı, sevgili sahabisi ve ilk halife Hazret-i Ebû Bekir’in ifadesiyle şöyle idi: “Savaşta düşmanın ile karşılaştığın zaman, iyi bir müslümana yakışır şekilde sâkin ve vakur ol ve ceddin Hazret-i İsmail’in doğru ve adil torunları zamanında olduğunu daima hatırında tut! Ordunun tertip ve sıralanışında ve bütün savaşlarda, kendi bağlı olduğun sancağı kahramanca takip etmekte dikkatli ol ve dâimâ amirlerine itaat et! Sakın boyun eğip düşmana teslim olma ve düşmana arkanı dönme, kaçma! Senin savaşman, iyiliğin kötülüğe galip gelmesi için yapılan hayırlı bir davranıştır.

Cennete kavuşmak gibi asil bir duygu ve arzu ile çarpışıyorsun; binâen aleyh. Savaşın ta ortasına dalmaktan korkma! Sizden fazla bile olsalar, düşmanlar sizi asla yıldırmasın. Allah zaferi size verecek olursa, üstünlüğümüzü suiistimal etmeyin! Kılıcınızı lekelemekten sakının!”


“Düşmanlarınızın arasında bulabileceğiniz çocuklara, kadınlara ve takatsiz, yaşlı ihtiyarlara dokunmayın! Düşman topraklarına ilerlerken, meyva ağaçlarını kesmeyin, mahsulleri tahrip etmeyin, tarlaları bozmayın, evleri yakmayın! Düşmanlarımızın dükkân ve ambarlarından sadece size lâzım olan ihtiyaç maddelerini alın! Yersiz hiçbir tahribatın yapılmasına müsaade etmeyin! Fakat düşmanın şehrine hakkıyla hâkim olun, hasımlarınıza barınak ve sığınak olabilecek yerleri bozun!

Esirlere, mahpuslara ve sizin merhametinize iltica etmiş

509

olanlara, ihtiyaç anında Tanrı’nın size yapmasını istediğiniz şekilde mülayim muamele edin! Fakat mütekebbir, asî ve serkeşleri ayaklarınızla çiğneyin! Kabul ettirilen şartları yerine getirmeyen, dönek ve hilekâr güruhları ezmekte ihmal göstermeyin!..

Düşmanlarla yaptığımız anlaşmaların tatbikinde bir hata veya vefasızlık olmamasına gayret edin! Kendinizi daima dürüst ve asil kimseler olarak düşünün ve bütün vaadlere vefakâr ve riâyetkâr olun, sözlerinizi tutun! Bir köşeye çekilip ibadetle meşgul olan kimselerin ve münzevî keşişlerin huzur ve rahatını kaçırmayın, onların meskenlerini tahrip etmeyin! Teklif ettiğimiz şartlara yanaşmayanları çok şiddetli ve ölüm sarıcı bir şekilde çarpışarak dize getirin...”114


Bütün bu tavsiyeler, dünya çapında tatbik edilecek olursa, insanlığın refah ve saadeti için neler temin edecektir, bunun takdirini okuyucuya bırakıyorum. Umumiyetle denilebilir ki; müslümanlar, savaşlarda bu kaidelere güzelce riayet etmişlerdir. Osmanlı Türklerinin eski ve yeni zamanlarında, bunların sayılı misalleri mevcuttur.


L. İSLÂM’IN BAZI AHLÂK KURALLARI


Hiçbir din ahlâkî emirler ve terbiyevî tâlimlerden mahrum değildir; fakat İslâm bunlara daha sistemli bir şekil kazandırmış, ahlâkın hiçbir dalını ihmal etmemiştir. Diğer dinler genellikle kendine bazı kavim ve ırkları muhatap tuttuğu halde, İslâm bu kayıtları ve sınırların hepsini aşarak bütün insanlığa hitab eder ve milletlerarası konularla meşgul olur. Halbuki hristiyanlık bilhassa bu son noktada susmaktadır. Hristiyanlık da, İslâm’da olduğu gibi, şahsî ve ferdî tekâmülü bahis konusu eder; fakat İslâm bir millet ile diğeri arasındaki münasebetleri de yönetir. O bir kavmin veya ırkın dini değil, âlemşümul bir inanç sistemidir.

İslâm’da bilhassa şu noktalar benim büyük hayranlığımı



114 The Law Guarterly Review, 1908.

510

çekmektedir:

Hazret-i Peygamber SAS, ilim ve bilginin elde edilmesi ve kazanılması konusuna büyük önem vermiştir. O, sahabîlerine, ilim öğrenmek uğruna, gerekirse Çin gibi çok uzak bir ülkeye dahi gitmekten kaçınmamalarını söylüyordu. O, aynı şekilde, “Kişinin kısa bir zaman bile olsa iyilik ve hayır konularında tefekkür etmesi, bütün gecesini ibadetle geçirmesinden daha değerlidir.” demişti.

Çalışma, onun tebcîl ettiği şeylerin bir diğeridir. Hazret-i Peygamber çalışmayı mukaddes saymış, tembelliğin bir günah olduğunu belirtmişti.


Başkaları yaptığı halde, O, kendine tâbî olanların, bir seyahate çıktıklarında veya dinî bir görevle bir yere yollandıklarında, ceplerinde para olmadan yola çıkmalarına müsaade etmezdi. Bir müslüman, Hac maksadıyla Mekke’ye bile olsa, kendi yol ve seyahat ihtiyaçlarını karşılayacak maddiyata sahip bulunmadıkça seyahat edemez.

Hazret-i Peygamber, başkaları gibi cennetin kapılarını zenginlerin yüzüne kapamamıştı. Bilâkis eğer zenginlik insanlık prensiplerini tervic ve teşvik yolunda kullanılırsa, onun bildirdiğine göre, cennete girmeyi sağlayan en emin vasıtalardan biridir. Şahısların her türlü serveti, kabiliyetleri ve sair güçleri, Allah’ın mahlûkatı lehine kullanılsın diye verilmiş emanetlerdir.

Bu mahdut sayfalar bana, İslâm ahlâkını enine boyuna uzun uzun anlatma imkânını maalesef veremiyor. Bundan dolayı aşağıda, Kur’an-ı Kerim’den ve sevgili Peygamberimiz SAS’in kutlu sözlerinden çıkarılmış bazı ahlâkî hükümleri vermekten daha uygun bir hareket olamayacağını düşündüm:


اِنَّ الَّذِينَ يَرْمُونَ الْـمُحْصَنَاتِ الْغَافِلاَتِ الـْمُؤْمِنَاتِ لُعِنُوا فِى الدُّنْيَا


وَاْلآخِرَةِ، وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ (النور:٣٢)


“Şüphe yok ki iffetli, mü’min ve bir şeyden habersiz kadınlara

511

iftira edenler, bu dünyada da, ahirette de lânetlenmişlerdir. Onlar fecî bir azaba uğrayacaklardır.” (Nûr, 24/23).

Yukarıdaki hüküm temiz ve dürüst kadınlar hakkında olur olmaz rivayetler ve yanlış haberler yaymayı âdet edinmiş olan ve her toplulukta bol bol rastlanılan dedikoduculara şâmildir. İslâm bu çeşit rezaletleri şiddetle yasaklar.


يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اۤمَنُوا لاَ تَدْخُلُوا بُيُوتًا غَيْرَ بُيُوتِكُمْ حَتَّى تَسْتَأْنِسُوا


وَتُسَلِّمُوا عَلىَ اَهْلِهَا، ذلِكُمْ خَيْرٌ لَـكُمْ لَعَلَّـكُمْ تَذَكَّرُونَ (النور:٧٢)


“Ey inananlar! Kendinizinkilerden başka evlere izin almadan ve içindekileri selâmlamadan girmeyiniz; bilecek olursanız bu sizin için daha iyi bir davranıştır.” (Nûr, 24/27). Araplar, Peygamberimizin gelişinden önceleri, evlere izinsiz dalarlar ve kapıları vurmazlardı. Yukarıdaki ayetle bu yabanî hareket ilga ve men edilmiş oluyordu. Ayet gelişmiş, olgun bir cemiyetin muhtaç olduğu aile emniyet ve sükûneti temelini atmıştır. Bu kanun, müslümanların, kadınlara karşı takip ettikleri güven ve emniyet dolu muamelenin açık bir şahididir ve onları iftiralardan emin tutacak koruyucu bir ölçü teşkil eder.


a. Mahremiyete Saygı


يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اۤمَـنُوا لِيَسْتـَأذِنُــكُمُ الَّذِينَ مَلَـكَتْ اَيْمَانُـكُمْ وَ الِّذِينَ


لـَمْ يَبْلُغُوا الْحُلُمَ مِنْكُمْ ثَـلــۤثَ مَرَّاتٍ، مِنْ قَبْلِ صَـلَوةِ الْـفَجْرِ وَحِينَ


تَضَعُونَ ثِيَابَكُمْ مِنَ الظَّهِيرة وَمِنْ بَعْدِ صَلَوةِ الْعِشَاءِ، ثَلـۤثَ عَوْرَاتٍ

عَوْرَاتٍ لَـكُمْ، لَـيْسَ عَلـيْــكُمْ وَلاَ عَـلَـيْهِمْ جُـنَاحٌ بَعْدَهُنَّ، طَوَّافُونَ

512

عَـلَـيْــكُمْ بَعْضُـكُمْ عَلىَ بَعْضٍ، كِذلِكَ يُـبَـيِّنُ اللهُ لَـكُمُ اْلآيَاتِ، وَاللهُ


عَلِيمٌ حَكِيمٌ (النور:٨٥)


“Ey inananlar! Ellerinizin altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginliğe ermemiş olanlar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuzda ve yatsı namazından sonra, yanınıza gireceklerinde üç defa izin istesinler. Bunlar, sizin açık saçık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta, size de, onlara da bir sorumluluk yoktur. Allah size âyetlerini böylece açıklar, Allah her şeyi bilir ve her işi hikmetle yapıcıdır. (Nûr, 24/58)

Devlet meselesi, şahsî konulardan önce gelmektedir:


اِنَّمَا الـُمُؤمِنوُنَ الَّذِينَ اۤمنُوا بِاللهِ وَرَسُولِهِ وَاِذَا كَانُوا مَعَهُ عَلىَ اَمْرٍ


جَامِـعٍ لـَمْ يَذْبـَهُوا حَـتَّى يَـسـْتَأْذِنُـوهُ، اِنَّ الَّـذِينَ يَسـْتَأْذِنُـونَكَ اُولَـئِـكَ


الَّذيِنَ يُؤْمِنُونَ بِاللهِ وَرَسُولِهِ (النور:٢٦)


“Allah ve Peygamberine inanan mü’minler, Peygamberle beraber bir işe karar vermek için toplandıklarında, ondan izin almaksızın gitmezler. Ey Muhammed! Senden izin isteyenler, işte onlar, Allah’a ve Peygamberine hakikaten inananlardır.” (Nûr, 24/62)


وَ اِنْ طَائِـفَـتَانِ مِنَ الْـمُؤْ ْمِنِينَ اقـْـتَـتَلُوا فَاَصْلِحُوا بَيْـنَهُمَا، فَاِنْ


بَغَتْ اِحْدَاهُمَا على اْلاُخْرَى فَقَاتِلُوا الَّتِى تَبْغِى حَتَّى تَ فِئَ اِلىَ

اَمْرِ اللهِ، فَاِنْ فَائَتْ فِاصْلِحُوا بَيْنَهُمَا بِالْعَدْلِ وَاَقْسِطُوا، اِنَّ اللهَ

513

يُحِبُّ الْـمُقْسِطِينَ (الحجرات٩)


“Eğer mü’minlerden iki grup birbiriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz. Eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldırganlarla savaşınız. Eğer dönerlerse, adalette aralarını yapınız; adil davranınız, çünkü hiç şüphesiz Allah àdil davrananları sever.” (Hücurât, 49/9)


اِنَّمَا الْـمُؤمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللهَ لَعَلَّـكُمْ


تُرْحَمُونَ (الحجرات:٠١)


“Şüphesiz, mü’minler birbirleriyle kardeştirler; öyle ise dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltiniz; Allah’tan sakının ki, merhamet olunasınız.” (Hücurât, 49/10)


b. Şeref ve İtibara Saygı


يَا اَيـُّهَا الَّذِينَ اۤمَنُوا لاَ يَسْخَرْ قَوْمٌ مِنْ قَوْمٍ عَسَى اَنْ يَكُونُوا خـَيْرًا


مِنْهُمْ وَلاَ نِسَاءٌ مِنْ نِسَاءٍ عَسَى اَنْ يَكُنَّ خـَيْـرًا مِنْهُنَّ، وَلاَ تَلْمِزُوا


اَنْفُسَكُمْ وَلاَ تَنَابَزُوا بِاْلاَلْقَابِ، بِئْسَ اْلاِسْمِ الْ فُسُوقُ بَعْدَ اْلاِيمَانِ،


وَمَنْ لَـمْ يَتُبْ فَاُولئِكَ هُمُ الظَّالمِوُنَ (الحجرات:١١)


“Ey inananlar! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın! Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar, ola ki onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Kendi kendilerinize dil uzatmayın ve birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın! İnandıktan sonra yoldan çıkmak ne kötü bir vaziyettir.

514

Bu durumlarına tövbe etmeyenler yok mu, işte onlar asıl zâlimlerdir.” (Hucurat, 49/11)


يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اۤمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثِيرًا مِنَ الظَّنِّ، اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ

وَلاَ تَجَسَّسُوا وَلاَ يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا، اَيُحِبُّ اَحَدُكُم ْاَنْ يَأْكُلَ


لَـحْمَ اَخِـيـهِ مـَيْـتـًا فَكَرِهــْتُمـُوهُ، وَ اتَّـقـُوا اللهَ، اِنَّ اللهَ تـوَّابٌ رَحــِيمٌ


(الحجرات:٢١)


“Ey inananlar! Zanların çoğundan kendinizi alıkoyun! Çünkü, zannın bazıları suç ve günah teşkil eder. Birbirinizin suçunu araştırmayın! Kimse kimseyi çekiştirmesin! Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? İşte ondan tiksindiniz bile! Allah’tan sakının, şüphesiz ki Allah tövbeleri dâimâ kabul edicidir, kullarına acıyıcıdır.” (Hucurat, 59/12)


يَا اَيُّهَا النَّاسُ انَّا خَالَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنـْثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا


وَ قَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا، اِنَّ اَكْرَمَـكُمْ عِنْدَ الله اَتْقَيكُمْ، اِنَّ اللهَ عَلِيمٌ


خَبِيرٌ (الحجرات:٣١)


“Ey insanlar! Muhakkak biz sizi bir erkek ile bir dişiden türettik; sizi, birbirinizi tanıyasınız diye kabile kabile kıldık. Şüphesiz ki, Allah nazarında en değerliniz, ona karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah her şeyi bilicidir ve her şeyden haberdardır.” (Hücurât, 49/13)


Bütün bu ayetler, medenî olduğu söylenen cemiyetlerde bugün bile alabildiğine yayılmış birtakım kötülüklerle ilgilidir. Temas

515

edilen hususlar, toplulukları ta içinden çürütüp yıkacak mahiyette önemli problemlerdir. Böyle fena davranışlar, genel olarak, zenginlikle ortaya çıkıyor. Çünkü lüks ve konfor içinde yaşayan insanlar, meslekî konularda veya diğer şahsî meselelerde bir üstünlük sağlamak için, karşısındakinin kusurlarını aramak ve görmek itiyadını benimsemişlerdir. Bu yol ise, kardeşçe duyguların ve dostça alâkaların zayıflamasına ve unutulmasına yol açarak, karşılıklı bir nefret meydana getiriyor.

İnsanların çok geniş çapta kardeşliği, İslâm’daki gibi bir ahlâkî reforma bağlı ve muhtaçtır; ancak böylece değişik ırklar ve renkler arasında daha mükemmel bir karşılıklı anlayış teessüs edebilir.

Kur’an-ı Kerim insanlara, aynı ailenin mensubları olduklarını hatırlatır ve öğretir. Kabileler, cemiyetler, millet ve ırklara ayrılmaları, birbirlerini yabancı tutmalarına değil, bilâkis, birbirlerini daha iyi anlamalarına ve sevmelerine temel olmalıdır. Bir şahsın veya bir milletin, diğerine göre hakiki üstünlüğü, renk, içtimaî sınıf ve zenginliğe değîl, sadece ahlâkın mükemmelliğine dayanır.

Kim enerji ve gayretini, kendini mânevî değerler yönünden yükseltme ve insanlara iyilik etme hususlarına sarfederse, o büyük ve muhterem olup, neticede bu hayatın asıl payesi olan cennete girecektir. Böyle bir insan Rabbine ve onun yaratıklarına iyi kulluk ve iyi hizmet yaparak, kendine cennetteki nimetlerin en üstünlerini sağlamıştır.


Yukarıdakiler, insanlığa vahyedilen son mukaddes kitap Kur’an’dan alınmış bazı ahlâkî kurallardır. Bunlar, Hazret-i Muhammed’in (Ona ebedî salât ve selâm olsun!) ne kadar yüce bir zat olduğunu ve kendine inananları ne kadar yükseltmeğe çalıştığını gösterir. Onun getirdiklerinin gayesi, insanlar arasında karşılıklı derin sevgi ve mutluluk havasının yerleşmesiydi. Tesisine

çalıştığı cemiyet, kişilerin, tabiatlarındaki hayvani içgüdüleri terbiye etmiş oldukları, ölçülü, mantıkî davrandıkları, kendilerini asîl bir şekilde yönettikleri vazifelerini insanca ve faziletli bir ruhla yerine getirdikleri bir topluluktur. Aşağıda onun hikmet dolu, eşsiz

516

değerli sözlerini, hadislerini veriyoruz:

“İnsanoğlunun vücudunda küçücük bir parça vardır ki, o iyi olursa bütün beden iyi olur; bozuk ve kötü ise, bütün vücut kötü olur. Biliniz ki o kalptir.” “Kelimenin en doğru manâsıyla, sözünde, hareketinde ve düşünüşünde dürüst olmayan hiçbir insan iyi sayılamaz.”


“Rabbim bana şu dokuz şeyi yapmamı emretti:

1. Zahiren ve bâtınen ona tam olarak tâzim ve huşû göstereceğim,

2. Saadet ve felâkette, daima edeple konuşacağım ve doğruyu söyleyeceğim,

3. Güçlülük ve bollukta bile ölçülü hareket edeceğim,

4. Akrabama ve diğer yakınlarıma onlar bana iyi davranmasalar, alâkayı kesmiş olsalar bile hoş muamele edeceğim,

5. İstediğimde bana vermeyen, benden esirgeyen kim şeye bile ben vereceğim,

6. Beni inciteni affedeceğim,

7. Benim sükûtum Tanrı’nın bir bilgisini kazanmak için olacak,

8. Konuştuğumda onu anacağım,

9. Allah’ın yaratıklarına baktığımda, o onlardan bir misal ve ibret olacak.

Bunlara ilâve olarak, Rabbim bana daima doğru ve iyi olanı yapmamı emir buyurdu.”


“Allah’ın bütün mahlûkları onun ailesidir ve kim bu yaratıklara en iyi tarzda muamele yaparsa, o Tanrı’nın en sevgili kulu olur.” “Mü’minler, emânete riâyet eden, sözlerinde hata yapmayan ve ahidlerine sàdık olanlardır. Bir müslümanın kanı, malı ve şerefi diğerlerine haramdır.” (Yâni onlara tecavüz edilemez.)

“İlim öğrenin! Çünkü o, sahibini doğruyu eğriden ayırmağa muktedir kılar, cennetin yolunu gösterir ve aydınlatır. Çölde yoldaşınız, yalnızlıkta arkadaşınızdır. Sizi saadete ulaştırır, sefalete düşürmez. Dostlar arasında ziynetiniz, düşmanlara karşı silâhınız olur.”

517

“Kötülerle arkadaşlık etmekten yalnız oturmak evlâdır ve sâlih bir kimseyle buluşmak, yalnız durmaktan daha iyidir. Bilgi arayana söylemek, sükût etmekten; sükût etmek ise, kötü sözlerden daha hayırlıdır.”


“Kendinize cefâ ve eziyet etmeyin ki, Allah sizi bundan dolayı cezalandırmasın. Manastır hayatı, dünyayı terk edip uzlete çekilmek, İslâmiyet nazarında makbul bir hareket değildir.

“En mühlik günahlar; Allah’a şirk koşmak, ana ve babaya isyan ve serkeşlik, hemcinsini öldürmek, kendi canına kıymak ve yalan yere yemin etmektir.” “Yaptığın iyi bir fiilden dolayı zevk ve memnunluk duyuyor; irtikâb ettiğin bir günah veya fenalıktan üzülüyorsan, hakikî bir mü’minsin demektir.” “En büyük cihad, nefse karşı yapılan mücadeledir. Her felâket ve mihnet, insana ancak kendi hatalarından dolayı gelir ve Allah onların daha birçoğunu da affeder.” “Kılınışında, vücud ve kalbin de iştirak etmediği gàfilcesine bir namazı Allah kabul etmez.”




(Politika Dergisi, Aralık 1966 – Şubat 1967)

518