VASIFLARI
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi cümlenizin üzerinize olsun...
Bu cuma sohbetimi, Peygamber SAS Efendimiz’in mevlidi münasebetiyle, yani önümüzdeki çarşamba gecesi Mevlid Kandili olduğu için, Peygamberimiz’le ilgili hadis-i şerifleri sohbetimin konusu olarak seçtim.
Bu hadis-i şeriflerde Peygamber SAS Efendimiz, kendisine sorulduğu zaman; “Ya Rasûlallah sizin hakkınızda bilgilenmek istiyoruz. Zât-ı şerifiniz hakkında bilgi verir misiniz?” diye sordukları zaman, bu sözleri ifade eylemiş; onları okuyacağım. Böylece Peygamber SAS Efendimiz’in kendi mübarek hadis-i şerifleriyle, kendisini öğrenmiş olcağız.
a. Ben İnsanların En Şereflisiyim!
Okuyacağım hadis-i şeriflerin birincisi, Câbir RA’dan. Ondan başlıyorum:99
أَنَاأْشْرَفُ النَّاسَ حَسَبًا ، وَ لاَ فَخْرَ؛ وَأَكْرَمُ النَّاسِ قَدْرًا، وَلاَ فَخْرَ .
أَيُّهَا النَّاسَ! مَنْ أَتَانَا، أَتَيْنَاهُ ؛ وَمَنْ أَكْرَمَنَا، أَكْرَمْنَاهُ؛ وَمَنْ كَاتَبَنَا،
كَاتَبْنَاهُ؛ وَ مَنْ شَ ـيَّعَ مَوْتَانَ ا، شَيَّعْنَ ا مَوْتَاهُ؛ وَ مَنْ قَامَ بِ حَقِّنَا، قُمْنَا
بِحَقِّهِ . أَيُّهَ ا الـنـَّاسَ! جَ الِسُوا الـنَّ اسَ عَ لٰى قَدْرِ أَحْسَابِهِمْ، وَ خَالِطُوا
99 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.45, no:111; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.584, no:32044; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VI, s.492.
الـنـَّاسَ عَلٰى قَدْرِ أَدْيَانِهِمْ، وَ أَنْزِلُوا النَّ اسَ عَلٰى قَدْرِ مُرُوَّاتِهِمْ؛ وَدَارُوا
الـنـَّاسَ بِعُقُولِكُمْ (الديلمي عن جابر)
RE. 153/3 (Ene eşrefü’n-nâsi haseben ve lâ fahra, ve ekremü’n- nâsi kadren ve lâ fahra. Eyyühe’n-nâs! Men etânâ, eteynâhü; ve men ekremenâ, ekremnâhü; ve men kâtebenâ, kâtebnâhü; ve men şeyyea mevtânâ, şeyya’nâ mevtâhü; ve men kàme bi-hakkınâ, kumnâ bi-hakkıhî. Eyyühe’n-nâs! Câlisü’n-nâse alâ kadri ahsâbihim, ve hàlitu’n-nâse alâ kadri edyânihim, ve enzilü’n-nâse alâ kadri mürüvvâtihim, ve dâru’n-nâse bi-ukùliküm.) Deylemî’nin rivayet ettiği bu hadis-i şerifte Efendimiz SAS buyuruyor ki:
(Ene eşrefü’n-nâsi haseben) “Ben haseb bakımından insanların en şereflisiyim!” Haseb, insanın saygınlığı, sayılması, hürmet görmesi mânâsına.
Biliyorsunuz, insanlar İslam’da, İslam’ın ahkâmının karşısında, tarağın dişleri gibi eşittirler. Ama farkları takvâlarına göredir:
إِن أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللهَِّ أَتْقَاكُمْ (الحجرات:٣١)
(İnne ekremeküm inda’llàhi etkàküm) [Sizin Allah katında en değerli olanınız, en soylunuz, en asiliniz en takvâlı olanınızdır.] (Hucurât, 49/13) buyrulmuştur.
İnsanların en kıymetlisi, en müttakî olanıdır. Allah’ın emirlerini en çok tutan, Allah’tan en çok korkan insan, en kıymetli insandır. Köle de olsa, fakir de olsa, çoban da olsa, ümmî de olsa, Allah’ın sevgili kulu olan, sevdiği işleri yapan en kıymetli olur.
Onun için, “Saygınlık bakımından, ben insanların en şerefli- siyim!” diyor Peygamber Efendimiz SAS. Durumun ifadesi bu... Durumun ifadesi olduğu için, arkasından da, (ve lâ fahra) “Öğünmek yok!” buyuruyor. Yâni, “Siz benim kimliğimi, benim vasıflarımı sordunuz. Cenâb-ı Hak böyle takdir buyurmuş, ezelden beni seçmiş, böyle yaratmış, böyle görevlendirmiş. Onun için,
insanların saygınlık bakımından en saygını, en şereflisi benim; öğünmek yok!” diyor.
Yâni, “Ben bununla öğünmüyorum.” diyor. Ancak şükredebilir insan böyle bir durumda. Yoksa ben böyleyim diye, başkalarına bunu baskı unsuru, ezâ, cefâ unsuru yapmaz tabii... Efendimiz onu özellikle belirtiyor.
(Ve ekremü’n-nâse kadren ve lâ fahra) “İnsanların kıymet bakımından da en asiliyim, en kıymetlisiyim; yine öğünmek yok!” Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri onu peygamber yapmış. Allah’ın seçip peygamber yaptığı, görevlendirdiği bir insan... Hem de Habîbullah, yâni Allah’ın sevdiği bir insan; Halîlullah... O bakımından kadir itibariyle en kadirlisi, en kıymetlisi, soylusu...
Yine “Öğünmek yok!” diyor.
Başka hadis-i şerifler de okuyacağım ama bu sözlerin arkasından şöyle buyuruyor:
(Eyyühe’n-nâs! Men etânâ, eteynâhu) “Ey insanlar! Biz bize gelene gideriz.” Peygamber Efendimiz ziyareti severdi. Ziyarete teşvik ederdi. Kardeşliği teşvik ederdi. İyiliğe iyilikle mukabele etmeyi, hediyeye hediyeyle mukabele etmeyi daima tavsiye ederdi. İnsanlar arasındaki münasebetlerin daima güzel olmasını dâimâ öğütlerdi. Kendisine gelene, o da giderdi.
Hatta, davet eden kimse çok fakir de olsa, çok kıymetsiz bir şey bile sunsa... Hani bir deve parçasını koymuş kaba, kaynatmış; onu bile sunsa ki, o zaman o çok kıymetli bir yemek sayılmıyor. Ona bile giderdi.
“Bize gelene biz de gideriz. (Ve men ekremenâ, ekremnâhü) Kim bize ikramda bulunursa, iyi muamele yaparsa; biz de ona iyi muamele yaparız. Soylu insan muamelesi yaparız. O zaman hatırını kollarız.”
(Ve men kâtebenâ, kâtebnâhü) “Kim bizimle yazılı anlaşma yaparsa, biz de onunla o anlaşmaya uygun olarak imza atar, o anlaşmaya riayet ederiz.”
Kâtebe-yükâtibü-mükâtebeten; daha ziyade köleyle efendisi arasında yapılan anlaşma için kullanılan bir kelime. Köle efendisine diyor ki: “Ben kendi ücretimi, bir yerlerden çalışıp ödeyeceğim. Sen beni satacağın zaman ne kadar para alacaksan, o
kadar parayı ben sana vereceğim. Anlaşalım!” diyor. Efendisi de pekiyi diyor, köleyle bir anlaşma yapıyorlar, imzalıyorlar. Köle de gece gündüz çalışıyor, çabalıyor, kendi parasını ödüyor. Buna mükâtebe deniyor. Yazıyla bir anlaşma yazmak demek ama, burada özel bir anlamı var.
“—Kim bizimle anlaşma yaparsa, biz de onunla anlaşırız. Yâni eğer bizden bir köle, bizimle böyle bir şey yapmak isterse, imzayı atarız; biz de onun anlaşmasına sadâkat gösteririz. Başka hususlarla bir anlaşma isterse, yine riayet ederiz. Yani zorluk çıkartmayız, iyiliğe mukabele ederiz.” demek istiyor.
(Ve men şeyyea mevtânâ, şeyya’nâ mevtâhü) “Kim bizim cenazemize, vefat eden kimsemize son görevleri yaparsa, cenazeyi teşyî ederse; biz de onun cenâzesini teşyî ederiz.”
Cenazeyi teşyî etmek; namazını kıldıktan sonra kabre götürüp, son vazifeleri yapıp, defnetmek demek. “Kim bizim vefat etmiş olanlarımıza bu son görevleri yaparsa, biz de onların vefat edenlerine bu muameleyi yaparız.”
Bunlar aynı zamanda, bize de bir nasihat oluyor. Yâni insanlara beşeri münasebetlerde, onların yaptıkları gibi siz de karşılık verin mânâsına.
(Ve men kàme bi-hakkınâ, kumnâ bi-hakkıhî) “Kim bizim hakkımızı çiğnemezse, yerine getirirse; biz de onun hakkını çiğnemeyiz, biz de onun hakkını yerine getiririz, hakkını veririz.”
(Eyyühe’n-nâs) “Ey insanlar! (Câlisü’n-nâse alâ kadri ahsâbihim) İnsanlarla, onların saygınlıkları ölçüsüne göre, mecliste oturun!” Yani saygın insanın karşısında, öyle davranılacak. Yaşlı, başlı, saygın, itibarlı kimseye karşı davranış, büyüğe olan davranış, samimi arkadaşa, kendisinden küçüğe karşı olan davranışa benzemez. “İnsanların saygınlığına göre, haseblerine göre onlarla oturmanıza, kalkmanıza, meclisteki davranışlarınıza dikkat edin!”
(Ve hàlitu’n-nâse alâ kadri edyânihim) “Ve insanların dindarlıklarındaki kuvvetine göre, onlarla samimiyetinizi ilerletin, onlarla kaynaşın!” Demek ki, dindar insanla kaynaşmayı daha çok yapacak. Çünkü hem kendisi dindarlığını onun yanında daha kolay yürütür; hem de ondan birçok şeyler öğrenir,
birbirlerini etkilerler. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uygun kulluğu yapmak daha kolay olur.
(Ve enzilü’n-nâse alâ kadri mürüvvâtihim) “Ve insanları mürüvvetlerinin, mertliklerinin miktarına göre konuklayın!”
Mürüvvât, mürüvvetin çoğulu oluyor. Mürüvvet aslında imru’ kelimesinin masdarı oluyor. Yani erlik demek, mertlik demek... Adam gibi, olgun yetişmiş bir insanın davranışları gibi davranan, onu gösteren kimseye mürüvvetli derler. Onları göstermeyen kimseye de, mürüvvetsiz derler. Yani ergin davranmıyor, tam bir adam değil. Hani, “O adam, adam değil!” deriz ya, bazen böyle döneklik yapanlara.
Mürüvvet erlik mânâsına geliyor, ama bu da muamelede güvenilirlik, sözünde durma mânâsına.
(Ve dâru’n-nâse bi-ukùliküm.) “İnsanlara aklınızı kullanarak, aklınızı kullana kullana muamele yapın; onları öyle dirayetle idare edin!” Yani onları aklınızla, dirâyetle idare edin! Veya bunun aksi, akılla idare etmenin aksi ne olur? Nefsinizle, yâni nefsânî duygularla yaparsanız; o zaman şöyle dedi, kızarsınız, böyle söyledi kızarsınız; oturdu kızarsınız, kalktı kızarsınız...
“Öyle yapmayın da, aklınıza göre davranın!” diyor Efendimiz.
Demek ki, kendisini kısa bir tanıtma ile tanıtmış, ama arkasından etrafındaki müslümanlara, insanlarla beşeri ilişkilerini güzel yapmaları konusunda mütekàbiliyet esasına göre, iyi davranana iyi davranmayı tavsiye eylemiş.
Ondan sonra da, dindar insan seçmeyi, onlarla daha iyi arkadaşlık yapmayı ve saygınlığına göre insanlara muameleyi dikkatlice yapmayı tavsiye eylemiş. “Hissiyâtınıza mağlub olarak insanlarla münâsebetlerinizi kızgınlıklarla, sevgilerle, düşmanlıklarla götürmeyin de aklınızla götürün, mantıklı davranın!” diye tavsiye buyurmuş.
b. Ben Cihad Peygamberiyim!
Diğer hadis-i şerif. Orada da buyurmuş ki Peygamber Efendimiz:100
أنَا مُحمَّدٌ وَأَحْمَدٌ، َأنَا رَسُولُ الرَّحْمَةِ، أَنَا رَسُولُ الْمَلْحَمَةِ ،
أَنَا الْمُقـَفَّي وَ الْحَاشِرُ، بُـعـِثْتُ بِالْجِهَادِ، وَ لَمْ أُبـْعَثْ بِالزِّ رَاعِ
(ابن سعد عن مجاهد مرسلًَ)
RE. 153/4 (Ene muhammedün ve ahmedün, ene rasulü’r- rahmeti, ene rasûlü’l-melhameti, ene’l-mukaffî ve’l-hàşiru, buistü bi’l-cihâdi, ve lem üb’asü bi’z-zirâ’)
Bu hadis-i şerifte de, Peygamber Efendimiz kendisi hakkında bilgi veriyor. O bilgilerden de bize çok faydalı işaretler çıkacak. Buyuruyor ki:
(Ene muhammedün) “Ben Muhammed’im.” Dedesi Abdü’l- Muttalib, doğduğu zaman bu torununa Muhammed ismini vermiş. Muhammed; çok medhedilmiş, çok öğülmüş kişi demek. Araplar
100 İbn-i Sa’d, Tabakàtü’l-Kübrâ, c.I, s.105; Mücâhid Rh.A’ten.
Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.627, no:32167; Câmiü’l-Ehàdîs, c.Vıı, s.35, no:5736.
arasında yaygın bir isim değil. Şaşırmışlar:
“—Niye bu ismi verdin?” demişler.
Demiş ki:
“—Yerde de, gökte de öğülen bir insan olsun diye düşündüm.”
Tabii, öyle mübarek insanların isminin konulması da, hep Cenâb-ı Hakk’ın işaretiyle olur. Muhammed bir ismi...
(Ve ahmedün) “Ben Ahmed’im.” Ahmed de aynı mânâya gelir. Bu da ism-i mef’ul olan Mahmud’un, ism-i tafdilidir. Yâni çok Mahmud, çok övülen; yine Muhammed gibi. Hammede- yuhammidu, teksir ifade ediyor. Arapça bilenler bilir, tef’il bâbı
çokluk ifade eder. Meselâ darabe döğdü demek; darraba, tadrîb
çok döğdü demek. Hamide, hamd etti demek; ahmede çok hamd etti demek. Muhammid, çok hamdeden; Muhammed ise çok övülen, beğenilen mânâsına geliyor. Ahmed de, çok Mahmud
demek; aynı kapıya çıkıyor.
Eski kitaplarda, Allah’ın eski peygamberlere vahiyle indirmiş olduğu eski kitaplarda, Peygamber Efendimiz’den Ahmed diye de bahsedilir. Meselâ, İncil’de Paraklitus diye geçer. İncil’in kendisi
yok ortada, tercümeleri var. Tercümelerinde Paraklitus diye bir kelime var; o da aynı mânâya, yâni çok öğülen mânâsına geliyor. Ama İncil’in tam aslı bulunsa, orada Ahmed olduğu anlaşılacak.
Çünkü Saf Sûresi’nde Cenâb-ı Hak Teàlâ buyuruyor ki:
وَإِذْ قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ يَابَـنِي إِسْـرَائـِيلَ إِنِّي رَسُـولُ اللهَِّ إِلَ ـيـْكُمْ
مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرَاةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَأْتِي مِنْ بَعْدِي
اسْمُهُ أَحْمَدُ (الصف:٦)
(Ve iz kàle îsebnu meryeme yâ benî isrâîle innî rasûlu’llàhi ileyküm musaddikan limâ beyne yedeyye mine’t-tevrâti ve mübeşşiran bi-rasûlin ye’tî min ba’dismühû ahmed.) [Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrâil Oğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti.] (Saf, 61/6) “—Ben, benden sonra gelecek, ismi Ahmed olacak olan bir peygamberi müjdeleyiciyim. Mûsâ AS’dan, peygamberlerden gelen eski ahkâm-ı ilâhiyyeyi de tasdik ediciyim. Onların arasındayım. Eskiyi tasdik edici ve gelecek olan bir peygamberi, âhir zaman peygamberi, Ahmed isimli peygamberi müjdeleyiciyim.” diyor.
Zaten İncil’in müjde mânâsına geldiğini biliyoruz. Abdü’l-Ehad isimli bir zât var; papazlıktan İslâm’a girmiş, çok yüksek tahsilli. İsmi Abdü’l-Mesih iken, ismini değiştirmiş Abdü’l-Ehad adını almış. Çok doktoralar yapmış, profesör olmuş, ilimde, irfanda ilerlemiş, çok lisan bilen bir kimse. İncil üzerine, Kur’an üzerine kitap yazmış. O diyor ki:
“—İncil, müjde demektir. Çünkü Hazret-i İsâ AS vaazlarında, ‘Benden sonra bir peygamber gelecek, aman o geldiği zaman ona tabi olun!’ diye müjdeliyordu. Onun için müjde mânâsına gelir.” diye açıklıyor.
Bir papazın açıklaması böyle...
Demek ki, Ahmed ismi de var, Muhammed ismi de var. Kur’an-
ı Kerim’de de hem Muhammed diye geçiyor... Meselâ, Fetih Sûresi’nde;
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهَِّ (الفتح:٩٢)
(Muhammedün rasûlü’llàh) [Muhammed Allah’ın rasûlüdür.]
(Feth, 48/29) diye geçiyor. Başka bir ayet-i kerimede;
وَمَا مُحَمَّدٌ إِلاَّ رَسُولٌ (آل عمران: ٤٤١)
(Ve mâ muhammedün illâ rasûl) [Muhammed ancak bir peygamberdir.] (Ali İmran, 3/144) diye geçiyor. Saf Sûresi’nde Ahmed diye geçiyor.
Peygamber Efendimiz’in çeşitli sıfatları vardır, onları da göreceğiz. Yâni, sıfatlar isimler grubuna dâhildir.
“Ben Muhammed’im ve Ahmed’im!” diyor Peygamber Efendimiz. (Ene rasûlü’r-rahmeti) “Ben rahmet peygamberiyim!” Allah’ın rahmetini insanlara bildiren, Allah’ın insanlara rahmet olarak gönderdiği peygamberim mânâsına gelir. Allah’ın bize rahmetini müjdeliyor tabii: “Bakın, mü’min olursanız cennete gideceksiniz, rahmet-i Rahmâna ereceksiniz!” diye... Ama asıl;
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ (الأنبياء:٧٠١)
(Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-àlemîn) (Enbiyâ, 21/107) diye, kendisinin àlemlere rahmet olarak gönderilmesi dolayısıyla, rahmet peygamberi Peygamber Efendimiz.
Ne demek àlemlere rahmet olarak gönderilmek, onu da tekrar açıklayalım: Rahmet, acımak demek, yâni merhamet etmek mânâsına geliyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamber Efendimiz’i, alemlere rahmet olarak göndermiş; ne demek?.. İnsanların gerçekleri görüp de, şaşkınlık yapmayıp da Allah’ın lütfuna ermesi, cennete girmesini sağlamak için, Allah bir ikazcı olarak, bir müjdeci olarak göndermiş ki, bu güzel bir şey tabii...
Önceden haber veriyor Cenâb-ı Hak: “Bak böyle yapın, cenneti
kazanırsınız! Şöyle şöyle yapmayın, onlar fenadır. Öyle yaparsanız, zarara uğrarsınız. Şöyle yaparsanız, cehenneme girersiniz.” diye bildiriyor. Bunları önceden bildirmesi rahmet... Bildirmeyip de, insanları sessiz sedasız imtihan edip de, dünyaya gönderip de, sonunda hatalıları cehenneme atmak yerine; Allah-u Teàlâ Hazretleri rahmetinden, insanlara merhametinden, peygamberler gönderiyor ki, “İkaz olsunlar, mütenebbih olsunlar, kendilerini düzeltsinler de, Allah’ın lütfuna ersinler!” diye...
Peygamber Efendimiz de ancak rahmet olarak indirilmiştir, merhamet olarak indirilmiştir. Yâni, insanların iyiliği için indirilmiştir, insanlar kurtulsun diye indirilmiştir. O bakımdan Rasûlü’r-rahme’dir. Peygamber Efendimiz rahmet peygamberidir. Rahmet olarak gönderilmiş bir peygamberdir. Doğrudan doğruya kendisinin varlığı, peygamberliği rahmettir.
(Ene rasûlü’l-melhameti) “Ben Savaş peygamberiyim!” Melhame savaş demek. Etlerin kesildiği, insanların birbirleriyle çarpıştığı ve yaralandığı ve öldüğü bir olay olduğu için, savaşa melhame denmiştir. Yâni kanların döküldüğü, etlerin kesildiği, insan vücutlarının yaralandığı yer mânâsına.
Peygamber Efendimiz aynı zamanda buyuruyor ki:
“—Ben rahmet peygamberiyim. İnsanların dünya ahiret saadetini sağlamak için müjdeci ve ikazcı olarak gönderildim, bu bakımdan rahmetim. Ama bir taraftan da savaş peygamberiyim!”
Bu ne demek?.. Yâni, eğer bazı kötü insanlar Allah’ın emirlerini dinlemezlerse, Allah’ın emrinin tebliğini, insanlara bildirilmesini engellerlerse, Allah’ın buyurduğu güzel şeyleri yaptırtmamaya çalışırlarsa, Allah’ın yasakladığı çirkin işleri yapmaya kalkarlarsa, o zaman bunlara karşı tedbir almak gerekir. Dünyanın nizamı, insanların mutlu bir şekilde yaşaması buna bağlıdır. Onun için devletler kurulmuştur, kanunlar konulmuştur, polis vardır, zabıta vardır, asayiş vardır, yanlış iş yaptırmazlar. Yakalarlarsa muhakeme ederler, cezalandırırlar.
Tarihten beri böyle olmuştur. İnsanlar kötülüğe fırsat vermemeğe çalışırlar. Kötüleri caydırmağa, cezalandırmağa çalışırlar. İyiliği de yapmağa çalışırlar. Umûmiyetle böyledir.
Bu izahları şu bakımdan yapıyorum: Bir peygamber savaş
yapar mı?.. Yapar. Çünkü, peygambere karşı savaşa kalkışılırsa, o zaman kendisini savunması gerekir. İyiliklerin yapılmasını engellemeye kalkıyorsa bazı insanlar, onlarla çarpışılır.
Polis de çarpışıyor. Baskın yapıyor, çeteyi dağıtıyor. Bu işin tabiiliğini anlatmak için söylüyorum. Ordular da çarpışıyor. Bir kötülük gördüğü zaman engellemek ve ülkeyi savunmak için çarpışıyorlar.
Peygamber Efendimiz sessiz, sedasız, pısırık, susan, sesini çıkartmayan bir peygamber değil. Yakalanan, gadredilen, testereyle kesilen bir insan değil. Peygamber Efendimiz merdâne, kötü insanlarla da çarpışan bir peygamber olarak gönderilmiş. Onun için Rasûlü’l-melhame’dir.
Ve buyuruyor ki SAS Efendimiz: (Ene mukaffi) “Ben mukaffîyim, artçıyım.” Ne demek mukaffî?.. Şiirin kelimelerin en sonunda bir şey geliyor, kàfiye diyoruz ona. O kelime ile ilgili, aynı kökten. Mukaffî; bir şeyi kapatıcı, bitirici. Neyi bitiriyor?.. Peygamberler dünyanın hayatı, asırları boyunca gelmişler, insanlara olayları anlatmışlar, gerçekleri bildirmişler, Allah’ın
güzel kulu olmalarını sağlamak için öğütlerini vermişler. Bunların sonuncusu, bu işi kapayan kim?.. Peygamber Efendimiz. Yani ne demek?.. Ahir zaman peygamberi demek, son peygamber demek...
Mukaffî demek; artcı, en sonuncu, en sonda gelen demek. Bitiriyor, artık kapatıyor. Peygamber Efendimiz‘den sonra peygamber yok. (Men lâ nebiyye ba’dehu) Kendisinden sonra peygamber olmayacak olan, ahir zaman peygamberi.
O halde şimdi bu sıralarda ikide birde gazetelerde, haber kaynaklarında, “Birisi ben peygamberim dedi.” vs. diye duyarsak, nedir o?.. Ya mecnundur, tımarhaneden kaçmıştır; veya tımarhaneliktir, tımarhaneye konulması gerekir. Gerçekten Allah’ın peygamberi değildir. Çünkü Peygamber Efendimiz, ahir zaman peygamberidir. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir.
Peygamber SAS Efendimiz gelmeden evvel, onun ahir zaman peygamberi olduğunu, Allah öteki peygamberlere de bildirmiş. Yâni, nebiyy-i ahiri’z-zaman, ahir zaman peygamberi diye onun evsafını verirken, ondan sonra peygamber gelmeyeceğini bildirmiş.
Binaen aleyh, Peygamberimiz’den sonra peygamber olmadığını, hem alim, insaflı hristiyanlar bilirler... Hem alim, insaflı yahudiler, yahudi alimleri bilirler ki, Peygamber SAS Efendimiz’den sonra peygamber yok... Mukaffî, yâni artçı, artık bu işin sonuncusu; ondan sonra yok!
Senden sonra var mı?.. Yok! İşte ona mukaffi derler. Efendimiz vasıflarını söylerken, onu da söylüyor.
(Ve’l-hàşir) “Ben aynı zamanda kıyamette insanları toplayıcıyım.” Hàşir; haşr etmek mânâsına, ism-i fail bu... Haşr
edici, yâni toplayıcı demek.
Peygamber Efendimiz insanları kıyamette toparlayacak. Kimleri toparlayacak?.. Bütün mü’min insanlar Peygamber Efendimiz’in etrafında toplanacak. Hazret-i Adem’den İsâ AS’a kadar bütün peygamberler, sıddîklar, şehidler, sàlihler onun yanında yer alacaklar; Livâü’l-Hamd’i altında bulunacaklar.
Ve buyuruyor ki: (Buistü bi’l-cihâdi) “Ben cihad göreviyle gönderildim; (ve lem üb’asü bi’z-zirâ’) çiftçilikle gönderilmedim.
Çiftçilik yapmak için gönderilmedim; Allah’ın emrini yerine getirmek için, engelleri aşıp, cihad yaparak İslâm’ın yerleştirilmesi için gönderildim.” buyuruyor.
Zira’; fial vezninde, mufâale babından masdardır. Muzâraa ne demek; ziraat yapmak demek. Toprağı eşmek, kazmak, sürmek, tohumu ekmek, fidanı dikmek, mahsûlü almak mesleği,
ziraatçilik.
Peygamber SAS Efendimiz ziraatçilikle emrolunmamış, cihadla emrolunmuş, cihad yapmak göreviyle gönderilmiş. Onun için, bütün müslümanların en başta gelen, en kıymetli, en şerefli hizmeti cihaddır. Allah yolunda, Allah’ın dinine hizmet etmektir. Allah’ın emrettiği güzel şeylerin, doğru inancın, hak dinin korunmasına yayılmasına gelişmesine çalışmaktır. Efendimiz bunu açıkça bildiriyor.
Başka bir hadis-i şerifte SAS Efendimiz şöyle ifade buyuruyor:
“—Eğer müslümanlar kazançla, ziraatle meşgul olurlar da, emr-i ma’ruf, nehy-i münker ve cihadı yapmazlarsa; o zaman, Ümmet-i Muhammed’in başına Allah öyle fitneler, musibetler, belâlar gönderir ki, sàlih kimseler dua etseler bile, Allah onların dualarını kabul etmez, o belâyı kaldırmaz; müslümanlar asıl görevlerine dönmedikçe...”
Müslümanlar asıl görevleri olan; İslâm’ı yaymak, öğretmek, insanları İslâm’a çağırmak, davet etmek ve Allah’ın emrini, dininin güzelliklerini insanlara anmak vazifesini yapmaktan geri dururlarsa; o zaman düşmanlar gàlip gelir, mafiyalar gàlip gelir, çeteler gàlip gelir.
Düşmanlar bir yeri istila ettiler mi, berbat ederler. Bombalarlar şimdiki duruma göre... Eskiden yakıp yıkarlardı. İnsanları öldürürler; makinalı tüfeklerle, bombalarla, evleri yıkarlar, yakarlar... Çocukların hali perişan; kızların, kadınların hali perişan... Erkekler kanlar içinde yerde... Çok fena şeyler olur. Çünkü iyiler çalışma yapmadılar, kötüler hakim oldu. İnsafsız, merhametsiz insanlar öyle yaparlar.
Müslümanlar gittikleri yerde ne yapmışlar?.. Gittikleri yerde ahaliye iyi bakmışlar. Meselâ, Balkanları fethetmişler, Viyana’ya kadar dayanmışlar, Sırplar Sırp olarak kalmış, Yunanlılar
Yunanlı olarak kalmış, Bulgarlar Bulgar olarak kalmış; kiliseleri, papazları devam etmiş. Yedi asır Osmanlı idaresinde, Osmanlı onları en medenî şekilde yönetmiş. Gayet güzel...
Askere alınmamış, müslümanlar askere çağırılmış, ölmüş. Ankara’nın en güzel yerlerinde Rumların, Ermenilerin köşkleri var; Keçiören’de... Kayseri’nin en güzel yerlerinde, Talas’ta ve sâirede köşkleri var kesme taştan... Konya’da, başka şehirlerde huzur içinde, asırlarca yaşamışlar...
Hattâ birisi söylemişti: Anadolu erkeklerinin Anadolu’dan İstanbul’a çalışmaya geldikleri gibi, bu Amerika bulunduktan sonra, uyanık olan Ermeniler Doğu Anadolu’dan kalkar, Amerika’ya giderlermiş. İşte 1800’lü yıllarda, Osmanlıların son devirlerinde... Orada çalışırlarmış, para kazanırlarmış, gelirlermiş. Avrupa’ya giden işçilerin para kazanıp geldikleri gibi... Doğu Anadolu’da, Erzincan’da bir Ermeni’ye demiş ki birisi:
“—Yâ, hanımını da götürsene gittiğin yere, Amerika’ya!”
Demiş ki:
“—Ben aptal mıyım? Hanımım burada emniyette, namuslu, kimse ona yan bakmıyor, bir zarar vermiyor, huzur içinde... Ben de çalışıyorum, para kazanıyorum geliyorum.” demiş.
Bunu oralardaki bir kimseden duymuştum, askerlik yaptığım sırada. Ben de hayret etmiştim. Yâni, emniyette olduğu için, hanımını bırakıyor, kendisi çalışıp dönüyor.
Huzur içinde yaşatmış. Onlardan vezir seçmiş, hükümete almış, milletvekili seçmiş. Amma dış kışkırtmalardan, tahriklerden sonra da, onlar büyük katliamlar yaptılar. Ahaliye, kendilerine asırlarca komşu muamelesi yapan, hiç bir zarar vermeyen bu asil millete ne kötü günler yaşattılar.
Düşmanla işbirliği yaptılar. Ruslar Erzurum’a kadar geldiği zaman, onlara öncülük, kılavuzluk ettiler. Fransızlar güneye geldiği zaman, öncülük ettiler. İtalyanlar geldiği zaman, Yunanlılar geldiği zaman, her taraftan saldırıya uğradığımız o kara günlerimizde, eski iyilikleri unuttular, çok kötü şeyler yaptılar. Maraş’ta vs. yerlerde silahlandılar, saldırdılar. Ondan sonra da tabii, ahali de kendisini savundu.
Yâni, iyilere görev düştüğünü anlatmak için bunları
söylüyorum.
“—Bu savaş da ne oluyor?” diyenlere, ben de aynı şeyi söylüyorum:
“—İslâm savaşmıyor, savaş da ne oluyor? Niye İslam’la savaşıyorsunuz?.. Herkes fikrini söylesin, bakalım kim haklı? Puta tapan mı haklı, haça tapan mı haklı, yeri göğü yaratan Rabbü’l-àlemîn’e tapan mı haklı?.. Niye siz Haçlı Seferleri düzenleyip de üstümüze geldiniz?.. Niye Hindular bu kadar saldırılar yaptılar?..”
Geçen gün öğrendim: Sihler başlarına bir kırmızı kurdele takarlarmış. Bir müslümanı öldürmeyince, o kurdeleyi çıkartmazlarmış. Şu düşmanlığa bak!..
Müslümanlar öyle yapmıyor ki!.. Gidiyor: “—Buda’ya tapmayın! Bu puta, bu ineğe tapmayın; Allah’a kulluk edin! Doğru olan din, Allah’a kulluk etmektir.” diyor.
“—Pekiyi” derse, her şeyi olduğu gibi kalıyor. Çok daha mutlu yaşıyorlar.
Ama bunlar, fırsat buldu mu katliam yapıyorlar. Kadınlara kötülük yapıyorlar, kızlara kötülük yapıyorlar. Küçük çocukları, bebekleri süngünün ucuna takıyorlar. Mâsum insanları kazıklara oturtuyorlar.
Tarihte bunlar görülüyor. Bu haçlılar geldikleri zaman, küçük çocukların eti körpe diye, çocuk eti yemişler. Onlarla beraber gelen bir papaz, hatıratında bunları yazıyor. Onun için kimse kalkıp da iftira etmesin, eğri otursa bile doğru konuşsun!
Bu savaş da ne oluyor? Niye yapıyorsunuz bunu?.. Çünkü fikrin karşısında duramıyorsunuz. Fikrin karşısında duramayınca da, menfaatleriniz kaçmasın diye savaşa kalkışıyorsunuz. “Lâ ilâhe illa’llàh” deyin, oturun! Biz sizden başka bir şey istemiyoruz ki...
Allah CC, Allah’ın varlığını birliğini kabul etmenizi istiyor: “—Ben yaratıyorum, ben besliyorum; benden gayrıya tapıyorlar! Bu ne biçim iş?” diyor.
Biz böyle bir yanlışlığı engellemeye çalışıyoruz.
Binâen aleyh, mütecâvizin alacağı cevap vardır. Birisi tecâvüze kalkışmışsa, o zaman o kavgayı başlatana cevap verilir. Cevap hakkı doğar, savunma hakkı doğar.
c. Ben Peygamberlerin Efendisiyim!
Diğer hadis-i şerife geçiyorum. Aynı minval üzere, Efendimiz’in kendisinden bahsettiği hadislerden. Buyuruyor ki, Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri:101
أَنَا سَيِّدُ الْمُرْسَلِينَ إِذَا بُعِثُوا، وَسَابِقُهُمْ إِذَا وَ رَدُوا، وَمُبَشِّرِهِمْ إِذَا
أُبْلِسُـوا، وَ إِمَامِهِمْ إِذَا سَــجَدُ وا، وَ أَقرَبـُهُمْ مَجْلِسًا إِذَا اجْتمَـعُوا؟
أَتَكَلَّمُ، فَـيُصَدِّقــُنِي؛ وَأَشْفَعُ، فَيَشَفِّ عُنِي؛ وَأَسْـئَلُ، فَيُعْطِينِي (ا بن
101 Kenzü’l-Ummâl, c.11, s.584, no:32043; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.17, no:5701.
النجار عن أم كرز
RE. 152/4 (Ene seyyidü’l-mürselîne izâ buisû, ve sàbikuhüm izâ veradû, ve mübeşşiruhüm izâ üblisû, ve imâmühüm izâ secedû, ve akrabühüm meclisen ize’ctemeù, etekellemü feyüsaddikunî, ve eşfeu feyüşeffiunî, ve esel’ü feyu’tînî.)
Ümm-ü Kerz RA’dan rivayet olunmuş. Burada da kendi vasıflarını, kendi mübarek lisânıyla söylediğini görüyoruz.
Buyurmuş ki Peygamber SAS Efendimiz:
(Ene seyyidü’l-mürselîn) “Ben mürsellerin, yâni peygamberlerin, görevli olarak insanlara gönderilmiş mübarek enbiyâullahın, Allah elçilerinin seyyidiyim!”
Peygamber Efendimiz, mertebe bakımından peygamberlerin en üstünüdür. Allah-u Teàlâ Hazretleri ona ahirette Makàm-ı Mahmud’u vermiştir. Kendisinin de bir adı Mahmud’dur; hem de kendisi, sàhib-i Makàm-ı Mahmud’dur. Makàm-ı Mahmud cennetteki en yüksek derecedir. Bir kişi içindir o; o da Peygamber Efendimiz’dir. Makàm-ı Mahmud’un sahibi ve peygamberlerin serveridir. En yüksek mertebelisidir.
Bütün peygamberler hâl-i hayatlarında, onun ümmeti olmayı temenni etmişlerdir. Adem, Musâ ve İsâ peygamberler, hepsi onun şanını, şerefini, üstünlüğünü, efdaliyetini ümmetlerine bildirmişlerdir.
(Ene seyyidü’l-mürselîne izâ buisû) “Peygamber olarak gönderildikleri zaman, ben peygamberlerin en saygınıyım, seyyidiyim, efendisiyim, en soylusu, asâletlisiyim!” buyuruyor.
(Ve sàbikuhüm izâ veradû) “Ve Havz-ı Kevser’in başına vardıkları zaman, mahşer yerine vardıkları zaman, Havz-ı Kevser’in başına gidildiği zaman, ben en önde gideniyim.” Verede, vârid olmak, vürûd etmek, yâni gelmek mânâsına, umumiyetle bir suya gitmek mânâsına kullanılır Arapça’da. Evet, Peygamber Efendimiz bu önceliğe sahip, ilk önce o gidecek.
(Ve mübeşşiruhüm izâ üblisû) Eblese-iblâs-üblisû; me’yus olmak, ümit kesmek, ümitsizliğe düşmek demek. “İnsanlar mahşerde Allah’ın kahrını, gazabını heyecanla gördükleri zaman, tir tir titrerken, ümitleri kalmadığı sırada, ben onlara müjde
vericiyim.” Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyaz edecek, şefaat edecek. “Haydi üzülmeyin ey insanlar!” diye onların ümitsizliklerini, korkularını izale edecek.
(Ve imâmühüm izâ secedû) “Secde ettikleri zaman, namaz kıldıkları zaman, ben onların imamıyım!” Peygamber Efendimiz Mi’rac’da da bütün peygamberlere imamlık etmişti. Mahşerde de en önde, onların imamı olacak. Çünkü onların seyyidi, en önde geleni, rütbesi en yüksek olanı.
(Ve akrabühüm meclisen ize’ctemeù) “Toplaştıkları zaman, ben oturma yeri bakımından Allah’a en yakın, en şerefli yerde oturanıyım!” Mahşer yerinde toplandıkları zaman, Allah-u Teàlâ Hazretleri, Arş-ı A’lâ’nın gölgesinde Allah’ın sàlih kulları gölgelenirken, kendisine en yakın, en şerefli yere onu oturtacak.
(Etekellemü) Ben konuşacağım mahşer günü, söz isteyip konuşacağım. (Feyüsaddikunî) [Benim sözlerim tasdik edilecek.] Allah-u Teàlâ Hazretleri benim sözümü, söylediğim sözleri: “Doğru söylüyorsun Ey mübarek Rasûlüm, doğrusun, tamam Rasûlüm!” diye beni tasdik edecek. Kim?.. Allah.
(Ve eşfeu) “Ben şefaat edeceğim. ‘Yâ Rabbi, ümmetime rahmeyle! Günah işlemiş olsalar bile, suçlularını affeyle!’ diye şefaat isteyeceğim. (Feyüşeffiunî) [Şefaatim kabul edilecek.] Allah- u Teàlâ benim şefaatimi makbul, geçerli şefaat sayacak.” Şefaatim iş görecek. Yâni, şefaate muhtaç olanlar şefaate erecekler, kurtulacaklar.
(Ve esel’ü, feyu’tînî) [İsteyeceğim, istediğim verilecek.] “Cenâb-ı Mevlâ’dan isteyeceğim, o da bana istediklerimi bahşedecek.”
Orada herkes tir tir titrerken, konuşmaya cesareti yokken, Cenâb-ı Hak Peygamber Efendimiz’e bu üstünlükleri vermiş. Şefaat edince, şefâati makbul; konuştuğu zaman, sözü dinleniyor; istediği zaman, istediği veriliyor. Meclisi Allah’ın huzurunda, Allah’a en yakın meclis; secde ettikleri zaman toplanınca,
peygamberlerin imamı; ümitsizliğe düştükleri zaman, onlara müjde veren, mahşer yerine geldikleri zaman en önde gelen, peygamberlerin serveri Peygamber Efendimiz SAS...
d. Livâü’l-Hamd Benim Elimde Olacak
Sonuncu hadis-i şerifi okuyarak sohbetimi tamamlamak istiyorum. Bu hadis-i şerif de Ahmed ibn-i Hanbel, İbn-i Mâce ve İmam Tirmizî tarafından rivayet olunmuş, hasen hadis-i şerif. Kitapları muteber ve rivayetleri kuvvetli mübarek hadis alimleri bunlar. Kimse itiraz edemez, onları herkes sever, sayar; hadis ilmindeki hükümlerinin ne kadar değerli olduğunu bilirler.
Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:102
أَنَا سَيِّدُ وَلَدِ آدَمَ يَوْمَ القيَامَةِ، وَلاَ فَخرَ؛ وَبِيَدِي لِوَاءُ الْحَمْدِ، وَلاَ
فَخْرَ؛ وَ مَا مِنْ نَبِيَ يَوْمَئِذٍ آدَمُ فَمَنْ سِوَاهُ، إلاَّ تَحْتَ لِوَائِ ي؛ وَ أَنَا
أوَّلُ مَنْ تَنْشَقُّ عنْهُ الأَرْضُ وَ لا َفَخْرَ؛ وَأَنَا أوَّلُ شَافِ ـعٍ وَ ََأوَّلُ مُشَفَّعٍ
وَلاَ فَخْرَ (حم. ت. حسن، ه. عن أبي سعيد)
RE. 152/2 (Ene seyyidü veledi âdeme yevme’l-kıyâmeti ve lâ fahra, ve bi-yedî livâü’l-hamdi ve lâ fahra, ve mâ min nebiyyin yevme izin âdemü femen sivâhü illâ tahte livâî; ve ene evvelü men tenşakku anhü’l-ardu ve lâ fahra; ve ene evvelü şâfiin ve evvelü müşeffain ve lâ fahr.) (Ene seyyidü veledi âdeme yevme’l-kıyâmeh) “Ben kıyamet gününde Adem AS’ın evlâtlarının, yâni insan cinsinin seyyidiyim, en şereflisiyim, en efendisiyim, en önde geleniyim; (ve lâ fahra) iftihar yok!” Durum bu merkezde; ben Allah’ın bana bahşettiği bu dereceyi, sordunuz diye ifade ediyorum demek.
(Ve bi-yedî —veya bi-yedeyye— livâü’l-hamdi ve lâ fahra) “Hamd sancağı, Livâü’l-Hamd benim elimde —veya iki elimde— olacak; öğünmek yok.”
102 Tirmizî, Sünen, c.V, s.308, no:3148; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1440, no:4308; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.2, no:11000; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.
İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XIV, s.398, no:6478; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.
Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XIII, s.401, no:7493; Abdullah ibn-i Selâm RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.530, no:31882; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.15, no:11; Câmiü’l- Ehàdîs, c.VII, s.25, no:5712.
Bu Livâü’l-Hamd’i, Peygamber Efendimiz’in eline verilecek Hamd Sancağı’nı anlamak için, Hacca gidenler Arafat’ı, Müzdelife’yi, Mina’yı hatırlasınlar. Topluluk halinde gelmiş olan hacılar, birbirlerini kalabalıkta görsünler, tanısınlar diye, başlarında bulunan kimse, uzun bir sopaya bir bayrak takıyor, bir renkli bez takıyor. Herkes bakıyor, “Hah, tamam, bizim kafile şurada!” diye onun peşinden gidiyorlar. Kafile belli oluyor.
İşte bunun gibi, mahşer gününün kalabalığı içinde, Allah-u Teàlâ Hazretleri Hamd Sancağı’nı Peygamber Efendimiz’in eline verecek. O bayrakla Peygamber Efendimiz’in yerini, yanını herkes bilecek; peygamberler, sıddîklar, şehidler, sàlihler, mü’minler onun etrafında toplanacaklar. Hamd Sancağı’nın Efendimiz’in elinde olması çok büyük bir şeref!..
Çünkü bayrak, sancak şereftir, büyüklerin yanında olur ve çok önemli bir işarettir, çok derin anlamı vardır. Ahirette de Peygamber Efendimiz’in Livâü’l-Hamd’i, Hamd Sancağı olacak.
(Ve mâ min nebiyyin yevme izin) “Peygamberlerden hiç bir peygamber yoktur ki, o kıyamet gününde, (âdemü femen sivâhü)
Adem ve ötekiler...” Halbuki Hazret-i Adem, insanların hepsinin dedesi, Peygamber Efendimiz’in de dedesi; yaşça büyük ama, hiç
bir peygamber yok ki, (İllâ tahte livâî) “O gün hepsi benim Livâü’l- Hamd’imin, benim dalgalandırdığım şanlı Hamd Sancağı’nın altında olacaklar.” Adem AS da gelecek, Adem AS’dan sonraki bütün yüz yirmi dört bin peygamber —sayısını Allah bilir— onlar hepsi benim sancağımın altında toplanacaklar.” Allah bizi de orada toplananlardan eylesin... Bu arada hemen duamızı yapalım!
(Ve ene evvelü men tenşakku anhü’l-ard) “Yeryüzü yarılıp da, içindekileri çıkardığı zaman, ilk çıkan ben olacağım.” Bundan maksat, insanlar kabre gömülüyor. Sonra kıyamet kopunca, sûra üfürülünce, onlar kabirlerinden kalkacaklar. Toprak açılacak, kabirden öyle kalkacaklar. Ama kabrinden ilk kalkan Peygamber Efendimiz olacak. Çünkü server o, önder o, en önde gidecek o... Onun için ilkönce toprak onun üstünden açılacak. Kabr-i şerifinden Efendimiz kalkacak, öne geçecek. İlkönce o haşrolunacak, o ba’solacak. (Ve lâ fahra) “Öğünmek bahis konusu
değil.”
(Ve ene evvelü şâfiin) “Ve ilk şefaat edecek olan ben olacağım.”
“—Yâ Rabbi, kullarını afv ü mağfiret eyle! Mü’minleri bağışla, günahlarını mağfiret eyle...” diye, Peygamber Efendimiz’in şefaat ettiği muhtelif yerler olacak. Kıyamet gününde muhtelif yerlerde, muhtelif zamanlarda şefaat edecek.
(Ve evvelü müşeffain) “Ve şefaati ilk kabul olan kimse de ben olacağım. (Ve lâ fahra) Bir öğünç bahis konusu değil.” diye buyuruyor.
Tabii, Efendimiz’in kendisi hakkında bilgi verdiği daha başka pek çok hadis-i şerifler var. Biliyoruz ki, cennetin kapısına ilk gelecek olan da Peygamber Efendimiz olacak. Cennetin yüksek surları olacak.
Hattâ Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:103
آتِي بَابَ الْجَنَّةِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ، فَأَسْتَفْتِحُ، فَيَقُولُ الْخَازِنُ : مَنْ أَنْتَ؟
فَأَقُولُ: مُحَمَّدٌ. فَيَقُولُ : بِكَ أُ مِرْتُ لاَ أَفْتَحُ لأَحَدٍ قَبْـلَكَ (م. حم.
وعبد بن حميد عن أنس)
RE. 3/1 (Âtî bâbe’l-cenneti yevme’l-kıyâmeh) “Cennetin kapısına ben vardığım zaman, (feesteftihu) onun açılmasını isteyeceğim.
(Feyekùlü’l-hàzin) Cennetin bekçisi Hàzin isimli melek, soracak:
(Men ente?) “Kimsin sen?.."
Peygamber Efendimiz de kendisini tanıtacak:
103 Müslim, Sahîh, c.I, s.188, no:197; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.136, no:12420; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.379, no:1271; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.119, no:400; İbn-i Ebî Àsım, Evâil, c.I, s.62, no:10; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.VII, s.447; Ebû Avâne, Müsned, c.I, s.138, no:418; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.462, no:955; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.532, no:31890; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.I, no:2; Câmiü’l- Ehàdîs, c.I, s.9, no:1.
(Ene muhammedün) “Ben Muhammed’im! Allah’ın habîbi, ahir zaman peygamberi Muhammed’im.” diyecek.
O zaman cennetin bekçisi meleğin, Rıdvân’ın cevabı şu olacak:
(Bike ümirtü en lâ efteha kableke) “Yâ Rasûlallah! Senden evvel bu kapıyı başka birisine açmamakla emrolunmuştum. Buyur, gir!” diyecek.
Yâni, Cenâb-ı Hak: “—Sakın ha ey Rıdvân, Rasûlüllah’tan evvel kimseye açma! İlkönce o girecek buradan...” diye meleğine bildirdiği için, melek de onu beyan ediyor.
Böylece, cennete ilkönce Peygamber Efendimiz girecek. Her şeyin en üstünü, en önde geleni, ilki oluyor Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri.
e. Rasûlüllah’ı Tanıyalım!
Bizim ne yapmamız lâzım?.. Bizim Rasûlüllah SAS Efendimiz’i iyi tanımamız lâzım, iyi anlamamız lâzım!.. Onun büyüklüğünü,
neden Allah’ın Habîbi olduğunu, niye peygamberlerin serveri olduğunu iyi anlamamız lâzım! Ve onun sevgisini gönlümüze yerleştirmemiz lâzım!..
Çünkü zâten tanıyınca, sevmemek mümkün değil. Onu gören aşık-ı sàdıkı olurdu. “Ondan önce ve onda sonra, hiç onun kadar güzelini görmedim!” derdi. Onu tanıyan da, aynı şeyi diyecektir muhakkak...
Rasûlüllah’ı tanıdıktan sonra, sevdikten sonra, müslümanın yapacağı iş, Peygamber SAS Efendimiz’in sünnetine ittibâ etmektir. Sünnete ittibâ etmek ne demek?.. Hadis kitaplarını açmak, hadis-i şerif müslümanı olmaktır. En yüksek müslüman nasıl müslümandır?.. Hadis-i şerif müslümanıdır.
“—Başka ne tip müslümanlıklar var hocam?” diyecek olursanız; ahir zaman müslümanlığı var. Müslümana benzemez. Kendisine müslümanım der ama, “Ne biçim müslüman?” diye şaşarsınız. Çünkü İslâmî vazifeleri yapmaz. Günahların her çeşidini işler. Yine de o da bir derece, hiç olmazsa “El-hamdü lillâh, ben müslümanım!” der. Ama yanlış tarafı nedir?.. İyi olanı anlayamamaktır, iyi olanı da tenkit etmektir.
“—Biz de müslümanız!” deyip, daha iyi olan müslümanı tenkit eder, “Ne lüzum var?” filan der, cahilliğinden.
Ne lüzum olduğunu Allah biliyor, Rasûlüllah biliyor. Madem emretmiş, vardır bir sebebi...
“—İçki içme!”
“—Pekâlâ...”
“—Örtün!”
“—Pekâlâ...”
“—İbadet eyle!”
“—Pekâlâ...”
“—Yalan söyleme!”
“—Pekâlâ...”
Bunların hepsini yapar müslüman. Hadis-i şerif müslümanı odur. Zamane müslümanı da kendi kafasından uydurur, kaytarır, kıvırtır; yine de müslümanlığı kimseye bırakmak istemez. Allah ıslah etsin...
Başka ne çeşit müslümanlıklar var?.. Bid’atlara saplanmış
insanların müslümanlığı var. Bazı insanlar kendilerini dindarlık yapıyorum sanarak, sünnete aykırı yaşayışlara sürüklerler. Eski
konuşmalarımda anlattığım gibi, demişler ki:
“—Salamura zeytin yemeyelim!.. Beyaz peynir yemeyelim!..”
Hatta birisi demiş ki, gülüyorum:
“—Bal yemeyelim!..”
Balı Kur’an-ı Kerim’de Allah medhediyor:
فِيهِ شِفَاءٌ لِلنَّاسِ (النحل:٩٦)
(Fîhi şifâun li’n-nâs) “Onun içinde insanlar için şifâ var!” (Nahl, 16/69) buyuruyor. Peygamber Efendimiz tavsiye buyuruyor. Güzel bir gıda, kuvvetli bir gıda... İçinde her türlü kıymetli, besleyici ve insan vücudunu zindeleştirici maddeler var.
Niye bal yemeyecekmişiz? Mantığa bakın: Arı her çiçekten gidiyormuş, bal alıyormuş. Bazan o çiçekler filancanın tarlasında, bazan falancanın tarlasında... Tarlalar da, çiçekler de, bitkiler de hepsi Allah’ındır. Arı da Allah’ın kuludur. Biz de Allah’ın kullarıyız. Allah-u Teàlâ Hazretleri arının çalışıp, çabalayıp
topladığını yemeyi bize helâl kılmıştır. Yani aşırılıklar çok yanlış!
Kimisi et yemiyor. Neden yemiyorsun? Peygamber Efendimiz yemiş. Yâsin Sûresi’nde, “Bunları insanlar için biz yarattık!” diye, Allah-u Teàlâ Hazretleri beyan ediyor. Yenilecek olanların yenilmesini helâl ediyor. Binilecek olanlarının, üzerine binilmesini helâl ediyor. Yani sen Allah’ın helâl ettiğini, müsaade verdiğini ne diye tenkit ediyorsun?
Aşırılıklardan, kendi aklına göre şeytana uyup, şeytan tarafından kışkırtılıp, böyle abuk sabuk şeylerle çeşitli işler yapanlar oluyor. Bunlara da, “bid’atçı müslüman” diyoruz. Yâni İslâm’ın özünde, aslında olmayan; Peygamber Efendimiz’in yaşantısında, hadis-i şerifinde olmayan tip fikirler ve davranışlar... Bid’at, yâni sünnete aykırı, sonradan uydurma şeyler.
İnsanlar çok çeşitli şeyler uydururlar. Kendilerini serbest bırakırsan, yüz verirsen, o kadar şaşırırlar ki, sonunda başlarlar putlara, taşlara, hayvanlara, ineklere, hatta yılanlara, hatta tenâsül cihazlarına taparlar. Hindistan’da öyle bir mezheb de var... Şeytan onlara bir mantık aşılar. O mantığı da uygun sanar ve ondan dolayı öyle yapar gider. Kimisi şeytana da tapıyor. Neden?... Tapalım da bize zarar vermesin filân gibi bir düşünceyle. Halbuki Allah, “Şeytan insanların düşmanıdır.” diye bildiriyor. Kimisi de öyle yapıyor.
Allah-u Teàlâ bizi, sünnet ve hadis-i şerif müslümanlığından, Peygamber Efendimiz’in yolundan ayırmasın... Allah hepinizden razı olsun...
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
09. 06. 2000 - AVUSTRALYA