• /
  • Kütüphane
  • /
  • Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan'ın Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri
  • /
  • III. HOCAMIZ’LA KOMŞU İDİK
1. DİRİLİŞ ÜFLEYEN ADAM’IN ARDINDAN

III. HOCAMIZ’LA KOMŞU İDİK


M. Fuat Hasçiçek


Es’ad Efendi Hocamız’ı 1965-66 öğretim yıllarından itibaren, A. Ü. İlâhiyat Fakültesi’nden tanıyordum. Hem fakülte hayatımız boyunca hocamız oldu, hem ömrümüz boyunca mürebbîmiz oldu. Kendilerine olan şükran borcumuzu nasıl öderiz bilmiyorum.

Aslında üzerinde akademik çalışmalar yapılacak olan Hocamız’ın hayatı, ender hayat hikâyelerinden biridir. Bendeniz hem talebeleri, hem komşuları olarak rahmetle vesile olur ümidiyle bu satırları kaleme alıyorum:


Yıl 1665, orta tahsili bitirdik, üniversite imtihanlarını kazandık. İlk tercihimiz İlâhiyat Fakültesi idi. Hocamız o zaman Ankara İlâhiyat Fakültesi’nde, Klasik Dinî Türkçe Metinler Kürsüsü asistanıydı.

İsparta’nın Uluborlu ilçesinden, çok sevdiğim bir kardeşim çok az farkla İlâhiyat’ı tutturamadı. Durumdan Hocamız’ı haberdar ettik.

“—Sabredin, birkaç gün içinde giriş puanı düşmeye başlar.” dedi.

Bu arada Hocamız, o nûrânî çehresi, pırıl pırıl gözleriyle hadisenin üzerine eğildi. Rahmetli fakülte sekreteri Fevzi Bayraktar beyle temasa geçti. Hemşehrim, çok sevdiği ilâhiyata kaydını yaptırdı. Bu kardeşimiz bir ömür boyu öğretmenlik yapmış, Hocamızın bu yakın alâkasını her yerde anlatmıştır.


Fakülte hayatımız boyunca Hocamız’dan çok istifade ettik. Sünnetlerin yerini örf ve adetler almış gibiydi. Böyle bir ortamda aile boyu İslâm nasıl yaşanır, sünnet nasıl ihyâ edilir, ilk defa kendisinden öğrendik. Şüphesiz o yıllarda fakültede kıymetli hocalarımız da vardı. Ancak hususî hayatıyla, dersleriyle sünnet çizgisini bize nakşeden kendileri oldu. Rahmetullàhi aleyh...

1965’li yıllarda fakültede resmî ders olarak Kur’an-ı Kerim yoktu. Öğrenciler kendi gayretiyle Arapça’dan, Farsça’dan esinlenerek Kur’an okumayı öğreniyorlardı. Tabii bu yeterli olmuyordu. Bunu gören Hocamız, öğle tatillerinde, boş ders

345

saatlerinde hasbî olarak, isteyenlere Osmanlıca ve Kur’an-ı Kerim dersleri veriyordu. Böylece talebeler, kaideleriyle bu ilimlere aşina oluyordu.

Bu hasbî, özel derslerde o zaman asistan olan sayın Süleyman Ateş beyin de katkıları olmuştur. Mevlâ iyi niyetli bütün hocalarımızdan razı olsun...


Hocamız’ın fakültedeki mütevazi odası, talebelere ardına kadar açıktı. Talebe gelir, kapıyı çalar, derdini döker, cevabını alır; müsterih bir çehre ile ayrılırdı. Onun talebeleriyle böyle hasbî ilgisi, gönüllerde taht kurmasına sebep olmuştur.

Hocamız ilmi ile âmil bir zât idi. Hem talebesi, hem komşuları olarak söylediklerinden, öğrettiklerinden yapmadığı olmamıştır diyoruz.

Sahasında söz sahibi idi. Hadis ve tefsiri çok severdi. Bilhassa Osmanlıca ve Türk-İslâm Edebiyatı konusunda, fakültemiz için ilk müracaat merkezi idi. Daha önce doçent olmuş, profesör olmuş nice komşu kürsü hocalarımız vardı ki, ağır bir parça, çetin bir şiir oldu mu:

“—Es’ad bey! Şuna beraber bakabilir miyiz? Müellif neyi kasdetmiş, ne demek istiyor?” diye teşrik-i mesâîyi zevk sayıyorlardı.

Öyle ki, bazıları, özellikle İslâm tarihçileri kendisinden ders alırcasına istifade etmişlerdir.


a. Yurttan Eve Taşının!


Yıl 1966, Cebeci’de Hukuk Yurdu’nda kalıyorduk. Beşevler’e taşınan İlâhiyat Fakültesi’ne boynuzlu troleybüslerle, bin bir zahmetle gidip geliyoruz. Mart ayları idi. Hocamız bize:

“—Bir ev tutun, yurttan taşının! Bundan sonra orada çalışmalar yapacağız.” dedi.

Kısa bir aradan sonra Dışkapı’da, hâlen meskûn bulunan Nur apartmanında bir daire tuttuk. Yedi arkadaş okula oradan gidip geliyorduk.

Unutulmaz hatıralarla dola olan bu güzel binada, Türkiye’de ilk defa İhyâ tercümesine başladık. Hocamız ders bitimi fakülteden bize gelir, şu anda Bursa’da bulunan Salih Sayın’ın

346

hazırladığı, kenarları çerçeveli kağıtlara Hocamız’ın tercümelerini kelime kelime yazardık. Hocamız bu çerçeveleri özellikle tenbih eder, “O boşluklara yazılacak notlar var. Bu bir israf değildir.” derdi.

Önce Kitâbu Âdâbü’l-Ülfet bölümünü tercüme ettiler. Mâlum olduğu gibi, bu bölüm kardeşlik ve dostluğun faziletinden bahsediyordu.

“—Hem kendimiz öğrenip yaşayalım, hem okuyanlar uygulasın, kardeşliği, sevgiyi öğrensin! İnsanlar birbirine karşı sevgi ve saygıyı unutmuşlar. Sevgi okulları açmalıyız!” derdi.

Biz bu tercümeyi yaparken, ne A. Serdaroğlu’nun, ne A. Arslan Aydın’ın tercümeleri henüz yoktu.


Cennet mekân Hocamız ziyaretleşmeyi çok sever, bizleri de teşvik ederdi. Özellikle hafta sonlarında, bizleri Kalaba’daki hâne- i saadetlerine davet eder, o kalabalık öğrenci topluluğuna bizzat ikram ederdi.

Meşrû çerçevede ziyaretleşme nasıl olur, ev sahibine nasıl hitap edilir, onların hizmeti nereye kadar olur; bunları ilk defa uygulamalı olarak kendisinden gördük.

Burada, Muhterem Validemizin henüz kerimeleri çok küçüktü, cefâkâr ve vefâlı davranışlarını, mesai tanımaz gayretlerini hürmetle yâd etmek istiyoruz.


Yıllar ne çabuk geçti. Bizim Seherciler, yatsı ve sabah namazlarını mutlaka cemaatle Hacı Bayram’da kılarlardı. Bir zaman geldi, kardeşlerimiz mezun oldular. Her birimiz bir yerde hizmetlere başladık. Kader, bendenizi Kalaba’da Hocamız’la komşu eyledi. Askerliğimizi yapmış, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştık. Hocamız bizim seviyemize iner, fakirhânemizi teşrif ederdi.


b. Hocamız’ın Komşuluğu


Komşuluk hakkında çok şeyler okumuş ve dinlemişizdir. Ama onun uygulamasını ilk defa Hocamız’dan öğrendik. Kederli halimiz olur, sevinçli halimiz olur, bayram olur, merasim olur... Hocamız bütün yorgunluklarına rağmen, kıymetli zamanlarını

347

ayırır. Biz karşılık vermesek de kendileri bizleri teşrif ederdi. Çoğu zaman “Meal-aile mi gelelim, ben yalnız mı geleyim?” buyurur, bizi mahcup ederdi. Sanki onların lügatinde, “Her şey karşılıklı olur.” sözü yoktu.

1972 yıllarından itibaren, Hocamızın Özgürler Sokak’taki hâne-i saadetlerinde komşuluğumuz başladı. En yakın komşuları alt üstlü ikamet buyurdukları araştırmacı yazar, H. Feridun Yılmaz Yüceler beylerdi. Evleri alt üstlü paylaştıkları gibi, bahçeyi de tam ortadan bölmüşlerdi.

Hocamız, bahçeyi ve ziraatı çok sever, bizzat bahçe malzemelerini kullanırdı. Bazen biz de karınca kararınca yardım ederdik.

Evlerinin kıble tarafına gelince, önde kemal sahibi H. Hafız Ziya Birbilen, onun hemen yanında Hocamız’ın hep sitayişle bahsettiği süper insan, mühendis, muhaddis, müfessir İsmail Turan Hocamız vardı. Mevla iki cihanda komşuluklarını nasib eylesin...


c. Hocamız’ın Ziyaretleri


Ziyaretleşmeye özel alâka gösterirdi. Alabildiğine yoğunluğuna rağmen ahbap ve dostlarını, talebelerini mühim günlerinde yalnız bırakmaz, onların sevinç ve kederlerini paylaşırdı.

Bir defasında en yakın komşularının peder-i âlileri “Pamuk Dede” H. Necmeddin Yüceler vefat etmişti. Hocamız İstanbul’da idi. Haberi alır almaz hemen hareket etmiş ve aynı gün öğle sularında merhumun evine ulaşmışlardı.


Ziyaretlerinde tebessümü eksik etmez, bizlere de:

“—Selâmlaşma ve musafaha anında, yüzünüz de davranışlarınıza ortak olsun! Bazıları selâm veriyor ama, yüzü sirke satıyor.” derdi.

Zaman zaman iki komşu balcı esnafını hatırlatır. Güzel yüzlü olanın dükkânının arı gibi çalıştığını misâl verirdi. Ziyaret edilen evde ev sahibi bulunmazsa, üç kere kapıyı çaldıktan sonra geri dönmeyi, üzülmemeyi, zira iki misli sevap alınacağını vurgulardı.

Ev sahibi, tavşankanı çayların yanında çoğu kere okkalı pastalar getirir. O zaman, “Aç gelmek lâzımmış!” buyurur, birer

348

nebze tatlarına bakardı.


Bir bahar günü, Hocamızla beraber Salih Sayın’ı ziyarete gidiyorduk. Kendisi Çamaltı Sokak’ın zirve kısmında oturuyordu. Kibrit kutusu gibi eski müstakil evleri bir bir geçiyorduk. Beraberce yaya olarak gidiyorduk. Mezkur sokağın ortalarında rengârenk çiçekli, sarmaşıklarla çevrilmiş çok şatafatlı bir villaya geldik. Arkadaşlardan biri:

“—Ne güzel bir ev!” diyerek içini çekti.

Bunun üzerine Hocamız biraz bekledikten sonra:

“—Matlûb olsaydı Rasûl-i Ekrem evini böyle yapardı.” buyurdular.


Filhakîka ağacı, çiçeği çok severlerdi. Mâlum Özelif Sitesi’nin yerini uzun araştırmalardan sonra kendileri bulmuş ve aynı isimle anılan kooperatifi kurdurtmuşlardı. Bizlere de:

“—Bu kooparatife ortak olun, yıllar geçiyor, elinize çıkagelir.” dediler.

Öyle de oldu. Yoksa bir memurun öyle geniş, kaloriferli eve sahip olması mümkün değildi.

Hâsılı, Hocamız’a maddî yönden de çok şey borçluyuz. Şimdi oturduğumuz evler oranın bereketidir. Tabii orada yolu izi bir aileler, yıllar yılı oturdu. Komşuluk etti, hanımlar sosyal faaliyetlerde bulundular. Talebe evleri oluştu. Fıkıh Enstitüsü nâmıyla özellikle master talebeleri eğitildi. Arapça ve yabancı dillerde diğer İslâmi ilimler tedris edildi. Bu huzurlu hayat hâlâ devam etmektedir.


Bir noktayı arz etmeden geçemeyeceğim: Hocamız, kendilerinin de ortağı bulunan Özelif sitesi bahçesi hakkında:

“—Herkesin bir ağacı olsun. Ona baksın, sulasın, çapalasın, budasın; dört mevsim onu gözünden ırmasın!” demişlerdi.

Şimdi on bir kat boyunca yükselen o müsebbih ağaçlar, o zaman dikilen ağaçlardır.


d. Cami Yaptırma Çalışmaları


1960-1970 yıllarında Kalaba’da Toygar Camii’nden başka

349

hiçbir cami yoktu. Es’ad Hocamız hâne-i saadetlerinde olduğu müddetçe çalışmalarını noktalar, namazlarını o zaman bu camide imam-hatip olan merkez vaizi Talip Uluşan Hoca’nın arkasında cemaatle kılardı.

Ne var ki, herkes Hocamız gibi atik ve cevval olamazdı. Merkez Bankası Evleri’nde küçük de olsa bir camiye ihtiyaç vardı. Hocamız cami yaptırma derneğini kurdurup çalışmalara başladı.

Önce aynı sokakta oturan vefalı komşu, doğru tacir H. Ömer Uğurlu’nun evinin bahçe katı düzenlendi. Mescid haline getirildi. Çok kısa bir zaman sonra, ciddi muhaliflere rağmen eski Muradiye, şimdiki Safiye Yüceler Muradiye Kız Kur’an Kursu Külliyesi’nin oturduğu merkez bankası evi satın alındı. Önceleri içeriden, dışarıdan engellemeler had safhada idi. Ama Hocamızın kararlılığı, bu çok kıymetli, köşebaşı evi satın alıp mescid haline getiriverdi.


Çok iyi hatırlıyorum, bizzat cemaate katılanlardan biri:

“—Es’ad Bey, biz orayı alamayız, gücümüz yetmez, siz çok cüretkâr davranıyorsunuz!” yollu acı serzenişlerde bulunabiliyordu.

Azim ve sebat, Mevlâmızın yardımıyla insanı nelere muvaffak ediyor. Kıyâmete kadar daha nelere inşallah muvaffak edecektir.

İşte yeşil Bursa’mızdan esinlenerek isimlendirdiğimiz Muradiye külliyesinin ilk nüve çekirdek binası bu. Ve çalışkan Hocamız da onun ilk bânisi oldu. Mekânları cennet-i âlâ olsun.

Hocamız 70’li yılları Özgürler Sokak’taki Siteler, Hüseyin Gazi manzaralı hâne-i saadetlerinde geçirdi. İlâhiyat Fakültesindeki derslerine ilâveten Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi’nde hocalık yaptı. Talebelerinin sayısı on binleri buldu.


Hocamızın halka yönelik sohbetleri de oluyordu. Önceleri haftada iki gün hadis sohbetleri yapıyordu. Genelde çarşamba ikindiden sonra Muradiye mescidinde, cumartesi günü aynı saatlerde Özelif Cami’sinde, ekseriyeti fakülte talebesi olan tıklım tıklım cemaate hitap ediyordu. Bu sohbetlere Ankara dışından da katılımlar olur, başka vilâyetlerden yolcu otobüsleriyle günü birlik

gelen müttaki kardeşlerimizi beklerdi.

Hocamız bu derslere büyük önem verir, henüz yoldan gelmiş

350

olsalar bile saatinde sohbete başlardı. Aksamasına gönlü râzı olmazdı, hatta şöyle diyordu:

“—Biz olmasak da bu dersler devam etmeli, bizim yetişemediğimiz, yurt dışında olduğumuz olabilir. O günler falan falan kişiler sürdürsünler. Dinleyiciler de gerekli alâkayı göstersinler.” derdi.

Sohbetler bantlara alınır, çoğaltılır ve dağıtılırdı. Daha sonra video-bantlardan da istifade edildi. Sohbetler ne uzun, ne kısa olur. Şöyle 60’luk bir bandın iki yüzünü dolduracak şekilde, bir saat kadar sürerdi.


Sohbetin sonunda, küçük kağıtlara kaydedilen güncel soruları Hocamız cevaplandırır, herkes merak ettiği meselelerin cevabını almış olurdu.

Dünkü gibi hatırlıyorum, yine böyle Özelif Cami-i Şerifi kahir ekseriyeti gençlerden müteşekkil olarak tamamen dolmuştu. O zaman sevgili babacığım hayatta idi. Kendilerini çok severdi. Beyaz sakallı, uzun cübbesiyle kürsüye kadar yaklaştı, oturdu. Can kulağıyla dinliyordu. Hocamız da kendisine iltifat etti. Dersin sonunda bir küçük kağıt da ben yazmıştım:

“—Hocam, Mevlâ bir kız çocuğu daha lütfetti. Büyük anneleri Afife ve Havva idi. Ne isim buyurursunuz?” dedim. Cevaben:

“—Afife diyelim, iffetli olsun.” Buyurdular. Sözün özü, bu

cevaplar çok müşkili hallediyor, sadra şifa oluyordu.


Üzerinde çok durduğu bir husus, bütün namazlar gibi sabah ve yatsı namazlarının cemaatle kılınması idi. Özellikle sabah namazından sonra camiden hemen çıkılmayıp, evrad ve ezkârla meşgul olunması; şöyle güneş doğduktan 30-35 dakika sonra, iki rekât işrak namazı kılıp öyle çıkılması idi.

Kendileri bunu her zaman yaparlardı. Çok geç yatmış olsalar da, misafirler geç uğurlanmış olsa da, eğer evlerinde iseler sabah cemaatine gelir, imam efendi mihraba davet eder, o da bunu reddetmezdi.

Namazdan sonra evradı bizzat okurdu. Bazen bizlere bir bölüm okuturdu. Ömrümde bu işe bu kadar düşkün başka bir insan görmedim.

Hamd olsun o gün, bu gündür camilerimizde sabah

351

namazından sonra, Rasûl-ü Ekrem AS Efendimiz’in bir müjdeli hadisi uygulanmaktadır. Mealen:

“—Kim sabah namazını cemaatle kılar, sonra biraz oturur. Allah’ı zikir ile meşgul olur, güneş doğunca da iki rekât işrak namazı kılarsa; tam bir hac ve umre sevabı alır, tam bir hac umre sevabı alır.” buyrulmuştur.


e. Fikir Alış-verişini Severdi


Mevsim biraz soğuyup kış yaklaştığı zaman ziyaret için daha geniş imkânlar doğardı. Cemaatle yatsı namazı kılınır, sonra Hocamızı ziyaret ederiz, şöyle hal ve hatır sorulduktan sonra:

“—İnanmış insanlar olarak neler yapmalıyız, düşüncelerinizi söyleyin!” derdi.

Bizleri fikir üretmeye, velûd olmaya alıştırırdı. Bir gün böyle bir ziyarette fikirler kızışmış, gecenin geç vakitleri olmuştu. Kayda değer fikirler not ediliyordu. Müzakere o kadar uzamıştı ki, hocamız sordu: “—Sabah namazına ne kadar?”

“—Tahminen iki saat...”

“—Hadi çocuklar, sabah namazına Hacı Bayram-ı Veli camisine gidelim!”

Dışarı çıktık, in cin top atıyor. Bir tek vasıtaya bile denk gelmedik. Hocamız’la beraber yürüyoruz. Kalaba’dan Hacı Bayram’a geldik. Henüz ezanlar okunmamıştı. Hâlâ taaccüb ediyorum: Akşam ziyarete git... Gece boyu fikir teatisinde bulun... Kalk sabah namazına Ulus’a kavuş...

Hocamız’ın mesai mefhumu böyleydi. Bir işe el attı mı, onu koparmadan bırakmazdı. Fikrî ve ilmî müzakereleri sever, fikir üretenlerden memnun olurdu.


Araştırmayı çok severdi. Bizlere birer doktora yapmamızı tavsiye ederdi. Ecdâdın, özellikle Osmanlı’nın kültür hazinelerini gün ışığına çıkarmamız gerektiğine dikkat çeker, lisans tezlerimizi bu istikamette yönlendirirdi. Bizim talebe evi arkadaşlarımızdan Prof. Dr. Ramazan Ayvalılı’ya ilk hareketi kendileri vermişti.

Kütüphanelere, yazma eserlere hayrandı. Osmanlı

352

müelliflerini didik didik eder, her talebenin bir müellifi konu edinmesini isterdi. Türk-İslâm Edebiyatı ve Tasavvuf kürsülerinde onlarca öğretim üyesi yetiştirmiştir. Mevlâ sayılarını çoğaltsın.


Kur’an-ı Kerim’i mânâsıyla anlayarak hıfzetmeyi tavsiye eder, özellikle anlamdan tecrid edilmesini istemezdi. Sık sık şöyle dört başı mâmur, hafızlık yaptıracak müesseselerimizin olmasını, orada her yaştan isteyene dersler verilmesini öğütlerdi.

Bu cümleden olarak Hocamız’ın 1968-1969 yılı mezunları komşuları olan bizler namazlardan sonra, Amme cüzünü tek tek pekiştiriyor ve kendilerine dinletiyorduk. Bize çok müsamahakârlı davranıyordu. Salih Sayın, Mustafa Kalfaoğlu ve fakir bu grupta idik. Ne kadar teşekkür etsem, dualar etsem azdır ki, bu tavsiyeler akrabalarımdan birçoğunun İstanbul hafızı olmasını nasib etti. Yıllar sonra bizim ilk oğlumuz, M. Fatih İstanbul’da hıfzını tamamlayıp bir bayram münasebetiyle Ankara’ya gelmişti. Hocamız’ı ziyaret ettik. Mâlum o uzun salon seçkin misafirlerle doluydu. Tabii Fatih o zaman henüz 13 yaşlarında minyon tipli bir çocuk... Hocamız o vakur çehresiyle:

“—Fatih, sen şöyle divana çık bakalım. Aşrı orada oku. Kur’an’ın hafızı iltifata daha lâyıktır.” buyurdular.


f. İşe Fiilen Omuz Verirdi


“Lâf ile peynir gemisi yürümez.” “İşidir kişinin aynası, lâfına bakılmaz.” deyişlerini misallerle izah ederdi. Hizmet edenin izzet bulacağını, Kâinâtın Efendisi’nin hep böyle yaptığını söylerdi. Gölgeyi tercih etmediğini, “Ashabım çalışırken ben gölgede oturmayı istemem!” hadis-i şeriflerini geniş geniş izah ederdi. “Bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir.” hadis- şerifini fiilen yaşardı. Defalarca olmuştur, Kalaba’da cuma pazarına gideriz. Pazar çantalarımız ağır ağır dolar, kurşun kesilirdi. Hocamız’ın Wolks Vagen, yere yakın tip arabası vardı. Tam eve döneceğimiz zaman:

“—Fuatcığım, bekle hemen geliyorum. Arabamla seni evine götüreyim!” derdi.

353

Önce bendenizi bırakır. Sonra kendi çantalarını hânelerine götürürdü. Gül Hocamız Hızır gibi yetişirdi. Bizleri terbiye için nelere göğüs gererdi.


Mâlum bahçeli evin nimeti gibi külfeti de olur. Hocamız bundan yılmaz, bildiğimiz ziraat aletlerini bizzat kullanırdı. Pırıl pırıl nâsiyesindeki inci tanesi gibi terleri silmeyi zevk bilirdi.

Bir gün, hâne-i saadetleri ışıktan daha iyi nasib alsın diye bir pencere açmayı düşünmüş ve tam batı tarafını işaret koymuşlardı. İş uygulamaya gelince bizzat kazmayı alıp vurmaya başlamışlar. Maşallah gönüllü gönüllü vuruyorlardı.

O günlerden öğretmen ağabeyim Ankara’ya ziyarete gelmişti. Biz de Hocamız’a bir selâm verelim deyip ziyarete yönelmiştik. Merhum ağabeyciğim sıva ve yapı işlerinden iyi anlar, bir usta kadar yüz güldürürdü. Selâm ve hürmetten sonra, müsaade alıp kazmayı istedik. Ağabeyciğim bütün gücüyle vurmaya başlayınca, pencere yeri kendini gösteriverdi. Bunun üzerine Hocamız: “Fuatçığım, ağabeyiniz pehlivan gibi maşallah, eline yakışıyor.” buyurmuşlardı. Çalışanı severdi.

Günler ayları, aylar yılları getiriyordu. Hocamız ünvanları bir bir, alnının teriyle aldı. Kürsü başkanı oldu. Yıllar yılı, bir hoca bir talebe babası olarak binlerce talebenin gönlüne taht kurdu. Asistanları, doktora talebeleri de aynı yolu izlemişlerdir.


Hocamız sık sık İstanbul’a gidiyordu. Hem muhterem büyüklerini ziyaret ediyor, hem kütüphanelerde çalışmalar yapıyordu. Kaynaklara inmeden yazmayı sevmezdi.

1975 yılının nisan sonlarına geldik. Hocamız’la meal-aile bir İstanbul ziyareti çıktık. Güzel bir Avrupa Ford minibüsünü doldurup yola çıktık. Bildiğiniz eski yoldan karga sekmez virajlar nasıl bitti bilemiyorum. Kızılcahamam’dan yolda harcamak için en tazelerinden biber, domates, salatalık vs. aldık. Azaphane deresini bitirdik. Kalp tarafında ormanlık kısımda mola verdik.

O zamanın vasıtasıyla ve yollarıyla buraya kadar bir hamlede gelmek kolay değildi. Çoluk çocuk iyice acıkmıştık. Çamların çok sesli Hû’ları, yeşilin ve kokuların çeşitliliği içerisinde unutulmaz bir kır yemeği yedik. Kırda yemek adâbını da ilk defa Hocamız’dan görmüşümdür. Kahvaltının miktarı, sünnetlere

354

riayet, çevre temizliği, güler yüz ve tatlı dil...


Akşama doğru İstanbul’a geldik. M. Zâhid Kotku Rh.A Hocamız’ı ziyaret ettik. Akşam tarifinden aciz kaldığım o taze balıklı ikramlardan sonra yatma zamanı geldi. Fakir kardeşinize, o mübarek İskenderpaşa cami-i şeriflerinin meşrutasında gecelemek nasib oldu. Büyüklerle beraber olmak bir başka oluyor. Saatler geçiyor ama fevkalâdelikler zincirinde geçiyor. Mâlumunuz erkence kalkıp sabah cemaati, o tatlı evrad ve ezkârdan sonra işrak namazı, musafahalar, hürmetler... Büyükler çoğu defa aile boyu büyük oluyor.

Hocamız 1977’den itibaren büyük Hocamız’ın isteği ile hadis sohbetlerine başladı. Artık İstanbul’u Ankara’ya yaklaştırmıştı. Kış demez, yaz demez, soğuk demez, sıcak demez her hafta gidip bu görevi yapardı. Hele 13 Kasım 1980’den sonra ömürleri yollarda geçmeye başladı. Nihayet 1987 yılında emekli oldular ve İstanbul’a taşındılar. Biz sükût-u hayâle uğradık. “Kıymetini bilemedik, kaçırdık.” diyorduk.


g. Ayda Bir Özelif’e Geliyorlardı


Artık Ankara’ya ayda bir gelebiliyorlardı. Görevleri yoğundu, zamanlar dar geliyordu. Geldiklerinde damad-ı muhteremleri merhum Prof. Ali Uyarel’in evinde kalırlardı. Yukarıda geçtiği gibi, “Ben olmasam da bu haftalık dersler devam etsin, ınkıtaa uğramasın!” derlerdi.

Yolculuk kendilerin kıs kıvrak sarıyordu. Ankara’da bir kardeşin evinde Hocamız’la beraberdik. Çeşitli tavsiye ve temennilerden sonra Hocamız:

“—Ne olur benim için matbuatı tarayın, küpür toplayın, makaleleri tarih ve yeriyle benim için kesin! Döndüğümde okurum. Zira ömrüm yollarda geçiyor.” demişlerdi.


Umumiyetle her ayın ilk perşembesi iple çekilir. Özelif camii tıklım tıklım dolardı. Bütün Ankara’ya ilâveten çevre illerden, Konya’dan, Sivas’tan, otobüsler sıralanır, pırıl pırıl gençler camide hazır bulunur, hanımlar kısmı da tamamen dolardı. Hocamız o sade ve bembeyaz kıyafetleri ile sohbete başlar, ağzından bal

355

akardı.

Bazı çatlak sesler, “Kur’an’a göre” maskesinin ardında gizlenip hadise dil uzatırsa, onların ilmî delillerle ne kadar kof, ne kadar kötü niyetli olduklarını; hadissiz İslâm’ın bir mânâ ifade edemeyeceğini, bilhassa müsteşriklerin yıllar yılı bütün dünyada bu kapıyı zorladığını, geniş geniş anlatırdı.

Dinleyiciler ise başlarının üzerinde kuş varmış gibi pür dikkat dinler, “Şu sohbet biraz daha sürseydi.” derlerdi. Dersin sonunda yazılı sorular cevaplanır, mümkünse musafahalaşılır, hürmetler arz edilirdi. İnanın gençler camide çıkmak istemezlerdi.


h. Zamanının Evliya Çelebisi


Koca dünya gözlerinde küçülmüştü. Hemen hemen her sene hac veya umreye gider, dünya müslümanlarıyla fikir teatisinde bulunurdu. Hicazı çok severdi. Bizleri isim isim yâd eder “Falan falan nerede, niçin gelmedi” der, selâmlar gönderirdi. Harameyn’in o sıcak ikliminde sohbet için akşamları tercih eder, münasip mekânların üstü açık damları şenlenirdi.

Hocamız yalnız Hicaz’a değil, Avrupa’ya, İngiltere’ye, Amerika’ya, uzak doğuya, Avustralya’ya gider, oralarda nice gönüllere mesaj ulaştırırdı. Buralarda, özellikle Avustralya’da camiler, külliyeler açılır, müslümanlara, hatta bütün insanlığa hizmet sunardı. Rabbim kıyâmete kadar bu yolda bizlere halel getirmesin...

Bizlere seyahati tavsiye eder, “Mezkûr memleketlere, Avrasya’ya gidin. Oralarda yurt yuva kurun, iş yerleri açın; hâlen ve kavlen İslâm nizamını anlatın!” derdi. Şu anda bu tavsiyeleri tatbik eden gençler binlercedir.

Sık sık şöyle söyler ve yazarlardı: “Türkiye’nin dışına çıkın, Türkiye’nin sınırlarına kapanıp kalanlara hayret ediyorum.”


i. Son Bir Hatıra


1992’de sevgili babacığım vefat etmişti. Sıcak bir Ağustos günü Uluborlu’da defnettik. Rabbim rahmet buyursun... Ankara’ya döndüğümüzde Hocamız meal-aile tâziyeye geldiler. Haberi aldığımız için Kalaba ve Basınevleri’ndeki kardeşlerimizi de

356

çağırmıştık. Hanımlar karşı komşuda idi. İsmail Sürücü ve Talip Hocam da hazır idiler.

O gün hüzünle sevinci beraber yaşattı Hocamız. Hüzünlüydüm, babamı ebediyete uğurlamıştım. Sevinçliydim, çok uzaklardan Hocamız, pek muhterem annemizle evimizi teşrif etmişti. Bu vesile ile kardeşlerimiz bire bir sohbet imkânı bulmuştu. Hocamız beşüş ve vakur çehreleriyle dualar ettiler, taziyede bulundular. Bütün büyüklerimize rahmet-i vasia dilediler. Babam da kendilerini çok severdi.


Sıra kahvaltıya gelmişti. Hocamız uzunca salonun kıble tarafına, halka şeklinde cemaate doğru oturdular. Kendilerine biraz açık bir çay takdim etmiştik. Gerçekten sofra rengârenk olmuş, bereketlenmişti. Besmele ile kahvaltıya başladık. Hocamız hem lâtife ediyor, hem çayını yudumluyordu.

Doyasıya yedik, mübalağa etmiyorum, bir o kadar daha cemaat olsaydı, onlara da yeterdi. Kahvaltı her zaman yapılır, yemen her zaman yenir ama, büyüklerle beraber alınan bir lokma taamın, bir yudum meşrubatın durumu bambaşka oluyor. Hem gönlümüz, hem karnımız doyuyor.

Kahvaltıda hafıza kızların özene bezene yaptıkları bol havuçlu yoğurtlu bir taam vardı ki, onu çok beğendiler. “Buyurun, bu yoğurtlu havuç pek nefis olmuş, bunları sünnetleyelim!” dediler. Lâtifeleri çok tatlı idi.


Talip Hocamla ailecek tanışır, yıllar yılı ziyaretleşirlerdi. Sofrada epey sohbet ettiler. Hocamız sordu, Talip Hocam cevapladı. Kalaba’daki eski komşular yâd edildi.

Aziz kardeşlerim, bu satırlara vesile olan Talip Hocam’a teşekkürü bir borç biliyorum. Dua buyurun da daha geniş hatırata vesile olsun. Cümlenize sevgi ve saygılar sunuyor, Hocamız’ın mekânları cennet-i Firdevs olsun diyorum.


14. 08. 2001 - Ankara338



338 Uuşan, Talip, Prof. Dr. M. Es’ad COŞAN Hocaefendi İle İlgili Hatıralar, s. 215-234, Ankara 2002.

357

IV. BAKIŞI İBRET, SUSMASI TEFEKKÜR, KONUŞMASI NASİHAT İDİ


İsmail Yüksek


Hocaefendi’yi Medine’den geldikleri gün, teravihten sonra gördüm. Hemen halimi sorup, validemin selâmını söylediler. Zemzemden bir yudum içip, teberrüken bize verdiler. Sonra, sa’ye çıktılar.

Bir defa da Şeref’in evinde ziyaret ettim, selâmlaştık. İstirahate çekildiler, ben de ayrıldım. Mekke’de hiç umûmî sohbetini duymadım.


İ’tikâfa benden bir gün sonra babası Necati Amca, Osman ve Kuddusî amcalar, Korkut Özal ve taifesi ile girdiler. Tesadüfen bana komşu oldular. Aramızda üç direk vardı. Yerimiz Rükn-ü Yemânî’nin mukabilinde, ikinci katta idi.

Yemeklerde beni de çağırdılar. Belki çay içerken umûmî güzel cümleler sarf etti. Yemekleri Necdet Şadoğlu, Şeref ve başkaları getiriyordu.

İlk sabah, namazdan sonra:

“—Artık herkes ibadetle meşgul olsun, konuşma faslı bitsin!” dediler. Her haliyle sofrada bile insana örnek oluyor, bereketleri sofrada zahir oluyordu. Yemekte, hatimlerimizin sonunda ve diğer vakitlerde güzel dualar yapıyordu.

Herkes uyurken, o ibadette idi, Kur’an tilâvetinde idi. Her yanına yaklaştığımda gördüm ki, bakışı ibret, susması tefekkür, konuşması nasihat idi. Allah ömrünü uzun etsin, feyizlerimizi bol etsin ve ümmete rahmet etsin...


Bir gün dedi ki:

“—İsmail ne dersin, Avustralya’da bir ihvanımızın kızı var. Onların iyi bir hocaya ihtiyacı var. Orası yeşillik, zengin bir ülke... Süzme insan arıyorlar, iki iyiliği beraber toplamak istiyorlar. Durumun nasıl?..”

“—Burada tahsile devam etmek istiyordum. Başka mânîsi yok!” dedim.

358

“—O zaman, bu tabii daha mühim, başkasına bakarız.” buyurdular.


“—Hocam, hediye olarak şu kitabı (İmam-ı Debûsî’nin Emedü’l-Akvâ’sı) kabul eder misiniz?” dedim.

“—Aaa, hoca olana da bu sorulur mu?.. Tabii, seve seve... Bir de imzanız olursa, güzel hatıra olur. Kendi yazdığın o gerideki yazıyı da silme, çok güzel, hatıra kalır.”

“—Hocam, burada çok yeni güzel kitaplar çıkıyor, isterdim ki hangisinden isterseniz size hemen temin etsek...”

“—Ben de istiyorum bunu... Bir kitaplarınızı göreyim! Şu şu kitapları Medine’den aldım.” buyurdular.

Fakat i’tikâftan sonra hemen, kitapları göremeden döndüler. İnşâallah ileride yine görüşürüz.

Fıkıh ile tasavvufu cem eden o kitap, çok hoşuna gitmiş, epeyce okudular. Ayrıca Hâzin tefsirinden Kadir Sûresi’nin tefsirini kendilerine okudum, hareke hatalarımı düzelttiler. Harekelerde bile çok dakikler.

359

Etrafındaki bazı kimselerden yakındım. Bunun üzerine:

“—Hocamız Rahmetullàhi aleyh de etrafındakilerden çok sıkılırdı. Kaç defa: ‘Es’ad, işi sen yürüt! Ben Bursa’daki evime çekileyim!’ demiştir.

Şu dediklerinizi, etrafımızdakileri biz bilmez değiliz. Onları idare etmeyip açık konuşsak, kimse kalmaz. Biz de evimize çekilip te’lifle, dersle meşgul oluruz ve rahat ederiz... Ama irşad vazifesi icabı sabrediyoruz, tahammül ediyoruz, müsamaha ediyoruz.

Aynen Hacı Bayram misâli. Onun birbuçuk müridi varmış, bizim de biraz gençlerden var... Onlar büyüyecekler, belki 40-50 sene sonra bir şeyler olur.

Bu işleri Allah idare ediyor. Ne yaparlarsa yapsınlar, kervan yürüyor. Değil mi?..” buyurdular.


“—Halvet nedir?” dedim;

“—Kırk gün i’tikâftır. Çok az bir gıda ile yaşanır. Hocamız Rh.A, bir ay olunca 35 kg. kalmış ve hasta olmuş. Yapanın gönlünden ve dilinden şırıl şırıl hikmet akar imiş. Sûre-i A’raf’taki Hz. Mûsâ AS’ın kırk gün mikatından alınan bir şey... Birçokları tahammül edememişler, ölüp şehid olmuşlar.” buyurdular.


7 Şevval 1407 / Haziran 1986 / Mekke

360

V. HOCAMIZ’IN SON HACCINDAN...


Mahmut ÇELEBİ


2000 yılında biz de ailece hacca gitmiştik. Mekke'deyken, uzun aramalardan sonra nihayet Hoca Efendimiz'in kaldığı oteli öğrendik. Mescid-i Haram'ın yakınında, Hilton’un yan arka tarafında bir otelmiş. Hanımla birlikte otele gittik. Hoca Efendi çok yakından ilgilendi, bir saat kadar beraber oturduk. Hanım da öbür odada Vâlide Hanım’la sohbet ettiler.


Bizim hanım kapıda Hoca Efendimiz'i görünce ağlamaya başladı:

"—Efendim, biz perişan olduk! Daha ne zaman Türkiye'ye geleceksiniz?" dedi.

Hoca Efendimiz de:

"—Sohbetlerimi dinleyin, kitaplarımı okuyun, günlük zikir vazifelerinize devam edin; inşaallah perişan olmazsınız!" buyurdu.


Oğlum yeni bir resmî işe başlamıştı. O münasebetle ibadetler konusunda karşılaştığı zorluklardan bahsettim. “Acaba o işten alsak mı?” dedim.

Hoca Efendimiz de:

"—Sabretsin! İnşaallah üç-dört yıla kadar bir ferahlama olacak!.." buyurdu.


Hoca Efendimiz o gün Medine'ye geçeceklerini söyledi. Fakat biz, Medine'de nerede kalacaklarını sormayı unutmuşuz. Otelden çıktıktan sonra aklımıza geldi ama geri dönmeye de utandık.

Medine'ye geldikten sonra birkaç otele sorduk, denk gelmedi.

Hanımla birlikte, “Yâ Rabbi, Hoca Efendimiz’le görüşmek nasib eyle!” diye, yana yakıla dua ediyorduk. Bir türlü bulamadık.

Bir gün sabah namazından sonra Evrad okuyordum. Tanımadığım bir genç yanıma geldi:

“—Hacı Ağabey, Hocamız Addas Oteli'nde, şu numaralı odada kalıyor.” dedi.

Çok şaşırdım, çok sevindim. Hanımla birlikte o otele gittik, ziyaret ettik.

361

Hoca Efendimiz'e, “Efendim, nasılsa tanımadığım birisi geldi, sizin kaldığınız oteli ve oda numarasını söyledi.” deyince; Hoca Efendimiz, “Boş ver, fazla kurcalama!” dedi.


Orada Mehmed Ali Torlak vardı, başka ziyaretçiler de vardı. Çeşitli memleket meselelerinden bahsettiler. Askerler ekonomiden anlamadığı için, ülke ekonomisinin kötüye gittiğinden bahsettiler.

Hocamız o gün Medine'den ayrılacakmış. Birkaç fotoğraf çekmek istediğimi söyledim. Hocamız da izin verdi. Sonra M. Ali Torlak, Hocamızla beraber benim resmimi çekti.

Ayrılırken, “Ankara'ya gidiyoruz Efendim, bir emriniz var mı?” dedim.

“—Herkese bizden selâm söyle!” buyurdular.


8 Nisan 2000 / Sincan339




339 http://www.sonuyari.org/mec2000hac.htm

362

VI. HOCA EFENDİ’DEN HATIRALAR


Sabahaddin Bilgiç


İmam-hatip lisesi son sınıfta okurken, Hasan Gümüş Hoca’nın rehberliğinde üç kişi Edirne’den otobüsle İstanbul’a hareket ettik. Heyecanlıydık, çünkü o ana kadar görmediğimiz M. Es’ad Coşan

Hocamızın sohbetine gidiyorduk. İskenderpaşa Camii’ne vardığımızda müthiş bir kalabalıkla karşılaştık. Biz erken varmanın avantajıyla, caminin içinde yerimizi aldık.

Namazdan sonra, Hoca Efendi vaaz vermek üzere kürsüye çıktığında cami daha da doldu. Cemaat bulabildiği iki karış yere oturabilmek için yarış etti. Diz üstü vaziyette, başlar gönüllerinin üzerine düşmüş, huşu içinde vaazı dinledi.

Sonrasında defalarca aynı ortamları paylaştık Hocamızla... Allah vesile olanlardan razı olsun... Hocamızı tanımak, müridi olmaya çalışmak, hayatımın en önemli nasibi diye görüyorum.


a. İlâhiyat Fakültesi


İmam-hatip lisesini bitirip Ankara İlâhiyat’ı kazanınca (1985),

okulda Hocamızla devamlı beraber olduk. Şimdi bu satırları yazarken, Rahmetli Hocamızın üniversite koridorlarında simsiyah sakalları, kravat takmamak için giydiği boyunlu kazağı ve koyu renk takım elbisesiyle vakur bir şekilde mescide veya sınıfa gidişi ve bütün öğrencilerin Hocamız geçerken hürmeten ayağa kalkışı gözlerimin önünde canlanıyor.

Hoca Efendi’yi fakültede devamlı gördüğüm gibi, kaldığım yurt da evine çok yakındı. Bazen evine giderdim. Bahçesindeki kirazları toplamaya yardım ettiğimi hatırlıyorum.

Özelif Sitesi’ndeki vaazına gitmek üzere ilk defa arabasına bindiğimde, hızlı fakat dikkatli araba kullandığına şahit olmuştum. Akşam namazını müteakip arabayla giderken, Vakıa Suresi’ni okumamızı istemişler; ezbere bilmediğimizi söyleyince de, ezberlememizi tavsiye etmişlerdi.

Ben Hocamızın zamanını hiç boşa geçirdiğini görmedim. Her anımızı faydalı bir şeylerle geçirmemizi tavsiye etmiş, kendisi de örnek olmuştur.

363

b. Çanakkale


Hoca Efendi kendisine rahat ulaşılan, rahat konuşulan samimi, her davet edenin davetine katılan bir kimseydi.

Köyümüzde (Çanakkale-Ayvacık- Sapanca Köyü) İlim Kültür ve Sanat Vakfı’nın temsilciliğini açacaktık. Hazırlıklar yaptık, keşkekler, pilavlar vs. pişirttik. Açılış için Hocamız’ı davet ettik. Köye getirmek üzere yazlığına gittim. Kendisine iletilen yanlış saati düzeltmek için nasıl söyleyeceğim telaşında iken;

“—Sabahattin ne istiyorsun çabuk söyle, ne gerekiyorsa yapalım!”dediler.

“—Efendim ikindiyi müteakip değil, öğleni müteakip açılış ve Mevlid olacak.” dediğimde, öğle ezanına yarım saat vardı.

“—Düşündüğün şeye bak, hemen gideriz!”dedi. Hemen hazırlanıp hareket ettiler, öğlen namazına köye yetiştik. Temsilcilik hayır dualarıyla açıldı. Köylülerle sohbetler oldu. Hamd olsun, Hocamız köyümüzü şereflendirdi. (1995)

Mübarek bir babanın mübarek bir oğluydu. Rahmetli babaları Necati Amca’nın kibarlığı, nezaketi, sevecenliği ve edebine şahit olanlar Hoca Efendiyi daha iyi anlayabilirler diye düşünüyorum.


Halil Çevik kardeşimle beraber, Hocamız’ı Bayramiç- Ayazma’ya pikniğe davet etmek üzere Ahmetçe köyüne, yazlığına gittik. Bu arzumuzu söyleyince:

“—Pikniğe gidip de ne olacak? Hayırlı bir şey yapalım, hem makbule geçsin, hem de arzunuz yerine gelsin!” dediler.

Bunun üzerine;

“—Efendim, ailenizin Çırpılarlı Ali Efendi ile ilgisini okudum. Onu anma programı yapmayı düşünebilir miyiz?” dedim.

Çok sevindiler, “Hayatını da araştırın!” diye tavsiyede bulundular. Biz de kısa bir zaman sonra, Hoca Efendi’nin de katılımlarıyla, çok güzel bir yerde, çınar ağaçlarının altında, geniş bir katılımla, Çırpılarlı Ali Efendi’yi anma toplantısı yaptık (29 Ağustos 1996). Ali Efendi’nin hayatını ve hatıralarını araştırmak ve ortaya çıkarmak nasip oldu.


Hoca Efendi’nin kişiliği beni çok etkilemiştir.

364

Bir keresinde kardeşimin motosikletiyle yazlıklarına ziyarete gitmiştim. Benim o şekilde geldiğimi görünce çok hoşuna gitti. Dediler ki: “—Aslında benim de canım çok istiyor: ‘Bir motosiklet alayım, sırtıma çantamı koyayım, şu köyleri, şu dağları, bayırları dolaşayım!’ diyorum.”


c. İsveç Günleri


Çanakkale’de vakıf ve dernek işlerini yürütürken, 28 Şubat sürecinde şartlarda bozulmalar oldu. Acaba ne yapabilirim diye çare ararken, tekrar öğretmenliğe dönmek veya İsveç’ten yapılan davete icabet etmek söz konusu oldu. Durumu istişare etmek üzere, Hocamız’ı aradım. Kendileri o sıralar Avustralya’daydı. Telefonla durumumu arz etim. İsveç’e gitmemi emir buyurdular.

Bunun üzerine tası tarağı toplayıp, çoluk çocuk, her tarafın karlarla kaplı olduğu bir günde Stockholm’e vardık ve evimize yerleştik. (1999)

Daha sonraki günlerde, Hocamız’ın da katılımıyla Hollanda’da arkadaşlar bir aile eğitim kampı düzenlediler. Biz de konuşmacı olarak katıldık (Eylül 1999).


İlk buluşmamızda, ben yanımda çocuklarımla beraber Hoca Efendi’yi karşılarken, doğrudan çocuklara: “—Siz nerelisiniz?” dediler.

Onlar da;

“—Ankaralıyız.” dediler.

Ankara’da doğdukları için Ankaralıyız derlerdi, Çanakkaleli olmayı kabul etmezlerdi.

Hoca Efendi: “—Hayır, siz Çanakkalelisiniz; hemşeriyiz!” dediler.

O günden bu yana çocuklar Çanakkaleli oldular.


d. Hafızlık Çalışması


2000 yılının son üç ayında Hoca Efendimiz İsveç’te bulunuyorlardı. Sabah namazını kılmak üzere, günlerce uğraşıp mescid haline getirdiğimiz mahalledeki lokale gittim. O sıralar,

365

uzun süredir bir fabrikada çalışıyordum. Hoca Efendi İsveç’e yeni gelmişlerdi. Mescidi açtım ve Hoca Efendi’nin gelmesini beklemeye başladım. Hoca Efendi geldiler, sünnetler kılındı. Sıra farza gelince, ben içimden: “—Hoca Efendi şimdi bana dönecek, müezzinlik yap!” diyecek

diye düşündüm.

Aynen öyle oldu. Döndüler ve “Kamet getir!” dediler.

Ertesi sabah ben yine içimden:

“—Bu sabah Hoca Efendi namazı bana kıldırtır.” dedim.

Döndüler ve bana, “Namazı kıldır!” dediler. Ondan sonraki sabahlarda da hep ben kıldırdım. Namazın peşinden yapılan sohbetlerde, ben bir kaç gün Hoca Efendi’yle hep gönlümden konuştum. Arkadaşlara bu durumu söyleyince, maalesef bu durum kesiliverdi .


İlk sabah namazını kıldırdığım gün, Hoca Efendi orada bulunan hoca arkadaşlarla beraber bana, birinci cüzün son sahifesini ertesi sabaha ezberlememizi emrettiler. Sonraki sabahlarda namazın arkasından her sabah bir sahife, ikinci cüze geçince iki sahife olmak üzere ezber verdim. O kadar müşfik, o kadar nazik ezber alıyordu ki ertesi sabahı hasretle çekiyordum. Fabrikada çalışmama rağmen, mahcup da düşmemek için Hoca Efendinin bu mübarek teşvikine can u gönülden sarılmıştım.

İşyerine Kuran’ı Kerim’i götürüyor ezber yapacağım sahifenin fotokopisini çalıştığım makineye yapıştırıyor, hem çalışıyor hem ezberliyordum. Ama ertesi güne o sahifeyi mutlaka veriyordum. Ne büyük şeref Hoca Efendi’nin önünde öğrenci olmak, hafızlık çalışmak…

Tabii, bir önceki gün verdiğim ezberle sabah namazını da kıldırınca, ezberim daha da koyulaşıyordu. Ama hataları öyle nazik düzeltiyordu ki, bizi dinleyen cemaat sezmiyordu bile.

Bir sabah ezberi okumam esnasında, “Namazda okuduğun sahifeyi bir daha okuyalım mı?” dediler.

Ben, “Emredersiniz!” deyip, tekrar okumaya başladım. Çekilmesi gereken yeri çekmemişim, orayı düzelttiler. Ama, “Şurayı yanlış okudun, çekmen lâzımdı.” demediler. Allah’a şükür, Hoca Efendi’ye elli dört sahife ezber verdim .

366

Cuma namazı ve vaazına davet ettiğimde, imamete geçmezler, benim kıldırmamı isterlerdi. Her hutbeden sonra da tebrik ederler, “Çok güzel hazırlamışsın!” derlerdi.

Hoca Efendi’nin beni etkileyen bir öğüdü vardır: “—Bir konuşma dinlediğinizde, ona eleştirilerinizi, taltiflerinizi söyleyin! Bu o kişiyi onore eder. Hatta ben bile

konuşsam, bana da söyleyin!” derdi .


e. İslâm’dan Taviz Vermezdi


Stockholm’de görev yaptığım camide sabah namazını Hoca Efendiyle beraber kıldıktan sonra, her sabah hazırlanan mütevazı kahvaltı sofrasında muhabbet edilir, karşılıklı konuşulurdu. O sıralar misafir olarak bulunan ve memleketi Kulu’da esnaflık yapan Mehmet Amca da namaza ve sofraya iştirak ederdi. Hoca Efendi bir gün Mehmet Amca’ya dedi ki: “—Bir insan için en vazgeçilmez nedir bilir misin?”

Arkasından eklediler: “—Bir insan için havadan da, sudan da, yemeden içmeden de,

367

anadan babadan da önemli ihtiyaç hocadır. Çünkü ana baba insanın dünyası için uğraşır ama, hocalar ahiretini kurtarmak için uğraşır.”


Hoca Efendi geniş bir ufuk, müthiş bir kavrayışa sahipti. İslâmî konularda tavizsizdi. İlahiyatçı bir yazarın gazetesindeki köşesinden kendince şeriatçıdır diye gammazlamasına; “Bizi şeriatçı diye isimlendiriyorlar, el-hamdü lillâh şeriatçıyız!” demişti.

Beraber arabada bulunduğumuz sırada, Türkiye’den telefon geldi. Hocamızın cevabından, arayan kişinin okula başörtüsüz girmeyi sorduğunu anladım.. Hoca Efendi böyle bir fetva veremeyeceğini söyledi. “Nasıl başlarını açsınlar diyebilirim ki?” dedi.


Mescidde bulunduğumuz bir ortamda, bir ilâhiyat fakültesi dekanının bir konuşmasında, başörtüsünü bir metre bez diye nitelendirmesine o kadar çok kızdı ki, ben Hoca Efendi’nin bu kadar kızdığına hiç şahit olmamıştım.

“—Bir metre bezmiş… Allah’ın hoş görmediğini kim hoş görebilir? Allah'ın haram kıldığını kim helâl kılabilir?” dedi.

Günlerce hep o dekandan bahsetti. “Hemen protesto çekin mektup yazın!” dediğini hatırlıyorum.


O günler, (2000 Yılı’nın son ayları) İsrail’in Filistinlilere zulmünü yoğunlaştırdığı günlerdi. Bir babayla oğlunun siper gibi bir şeyin arkasına sığınmaya çalıştığı, ama İsrail askerlerince kurşunlandıkları görüntüler tüm müminleri üzmüştü. Biz Hoca Efendi’yle beraber kalabalık bir grup, Mehmet Ali Bey’in lokantasına akşam yemeğine davetliydik. Davette emekli bir müftü de vardı. Hoca Efendi yemekte: “—Bu zulme karşı ne yapılabilir?” diye fikir sordular.

Emekli müftü:

“—Bunların zulmüne karşı kalemle mücadele etmeli, zulümlerini yazmalıyız!” deyince, Hoca Efendi kızdılar:

“—Zalimler öldürüyor, zulmediyor, istila ediyor; sen hala kalemle mücadeleden bahsediyorsun! Bu zalimlerin zulmünü engellemek için, Yahudilerle mücadeleyi bütün dünyaya yaymak

368

lâzım!” dediler .


Hoca Efendi’yle hangi konuyla ilgili konuşsanız, çok bilgili olduğunu anlardınız. Bir arkadaşımız bir hatırasını anlatırken; arabasının teknik aksamı ve helezon yaylarıyla ilgili verdiği bilgilerden mest olup çok etkilendiğini söylemişti.

Nerede dolaşsanız, oralarla ilgili size bilgi sorar, alternatif yolları araştırır. Haritayı açar, haritadan yer tespitleri yapar, harita çalışması yaptırırdı. Şayet bulunduğunuz mahallenin, bulunduğunuz şehrin özelliklerini bilmiyorsanız, her an mahcup olabilirdiniz. Çünkü en ince teferruatına kadar sorardı. Onun için, biz İsveç’te tabelaların mânâlarına varıncaya kadar dersimize çalışırdık.


İsveç’ten ayrılmadan önceki günlerinde, Hoca Efendi birkaç sabah hep Mehdi’den ve Deccal’den bahsettiler. Hatta, bu konularla ilgili hadisi şerifleri araştırmamızı istediler. Ve konuşmaları esnasında: “—Bana bundan altı yıl önce, bir gece rüyamda ‘Bu gece Mehdi doğdu.’ dediler. Arkasından şu cümleyi de eklediler: “Ama yatmadan önce hiç bu konuyla ilgili bir konuşma vs. de olmamıştı.” dediler.

Bir süreliğine bizim mahallede misafir kalan Kulu’lu Mehmet Amca’ya dönüp: “—Mehdi’yi sen ve ben göremeyiz ama, bunlar görecekler!” dediler.

Nitekim, kısa bir süre sonra, hem Mehmet Amca, hem de Hocamız rahmet-i Rahman’a yürüdü.


f. Memleket Özlemi


Gurbet garipliktir. Gurbette olanın gönlünde burukluk vardır.

Vatandan ayrı düşmek, hele de hicrete mecbur tutulmak insanı daha da hassaslaştırır.

Rahmetli Hoca Efendi’de vatan hasretini çok hissetmişimdir. Aynı ilçeden olmamız dolayısıyla, memleket sohbetleri yapardık. Ayvacık şivesiyle konuşur, köylerimizdeki adetlerimizden, yemeklerin nasıl yapıldığından falan bahsederdik.

369

Hoca Efendi’nin memleket özlemini hissedince, telefon edip Hoca Efendi için; hakiki zeytinyağı, zeytinyağı sabunu, ayva, kekik suyu, peynir helvası v.s den oluşan bazı siparişler verdim. Sağ olsun, Halil Çevik kardeşim bu siparişleri toparlamış İstanbul’a göndermiş.

Tanzer Deniz İstanbul’dan telefon etti, “Senin siparişlerini getiriyorum!” diye. Ben de kendisine dedim ki:

“—Lütfen doğru Hoca Efendi’nin evine gel!” Hoca Efendi, kiralanan bir evde Hacı Anne’yle beraber kalıyorlardı. Bizler de evlerde hazırladığımız yemekleri götürüp ikram ediyorduk. Tevafuka bakın ki, ikram sırası o gün bizdeydi. Hocamızın evine gittik, yemeği servis yaptık. Tam yemeğin ortasında bizim koli geldi. Yemeğin arkasından, Çanakkale’nin o meşhur peynir tatlısını tabağa koydurdum, sofraya getirirken:

‘’—Efendim, bir sürprizimiz var!’’ dedim.

Hoca Efendi’nin peynir tatlısını görünce, sevinçle ellerini çırparak, “Bravo, bravo!” deyişini hatırladıkça, kendi adıma hem sevinirim, hem de içim burkulur. Hoca Efendi’yi gurbete mahkûm edenler, şimdi kendileri mahkûm oluyorlar.


Hoca Efendi son derece nazik, ev sahiplerine iltifat eder, ev sahibesi hanımların gönlünü de alırdı.

Bir keresinde Hocamızı iftara davet etmiştik. Bizim hanım yemeklerin yanında tereyağlı kadayıf da hazırlamıştı. Yemeğin peşinden kadayıf geldi. Hoca Efendi yediler ve mutfakta oturan Hacı Anne’ye seslendiler.

“—Hacı Hanım, tadına baktın mı, senden güzel yapmış!” Tabii biz yemekten sonra, tatlıcılığımızın da verdiği hızla, kadayıftan bir yiyelim dedik. Bir tattım ki, bizim kadayıf tuzlu. Meğer hanım yanlışlıkla tuzlu tereyağı kullanmış. Halbuki Hoca Efendinin o iltifatıyla mest olmuştuk.


Hep farklı bir şeyler denemek isterdi. Yemekte; yemekleri birbirine karıştırır, mesela çorbanın içine salatayı katar, ‘Ne kadar karıştırıcı bir hocayım! ’diye de sofradakilere takılırdı.

Bir keresinde bir kır gezintisine çıktık. Mevcut meşrubatlardan hatırlayabildiğim kadarıyla bir pet bardak içine bir miktar çay, arkasından muzlu süt, ayran, portakal suyu

370

karıştırdılar oradaki herkese ikram ettiler. İstisnasız hepimiz

karışıma hayran kaldık.


Her gün görev yaptığım mescide gelir, oradaki cemaatle senli benli konuşurlar, onlara iltifat eder, onların diliyle konuşurlardı. Vefat edip de televizyonlarda günlerce Hoca Efendiden, misyonundan bahsedilip, cenazelerindeki büyük kalabalığı izleyince, bizim cemaat dediler ki: “—Vah ne büyük adammış, anlayamadık! Ne büyük tevazu… Koskoca profesör burada bizimle senli benli, bir hacıağa gibi konuştu, görüştü.” dediler.

Nasib işte, insan sahip olduğu nimetin kıymetini bilemiyor.

Ne derler: “—Ol mâhîler ki derya içredir, deryayı bilmezler.”


g. Altmış Üç Yaş


Üniversitede okuduğum yıllarda, Es’ad Coşan Hoca Efendi’den üniversite öğrencilerine bir konferans vermesi arzusunda bulunmuş, kendileri de uygun görürse güncel konularda bir konuşmanın olmasını arzu ettiğimizi eklemiştik. Konferans günü geldiğinde, tutmuş olduğumuz salonda Hoca Efendi kürsüye geldi ve: “—Size her insan için her zaman en güncel konuyu söyleyeyim mi?” dediler ve arkasından devam ettiler:

“—Gençler! Bir insan için en güncel konu ÖLÜMDÜR!” dediler.

Biz günlük siyasetin, günlük olayların değerlendirileceği bir konu beklerken, çok önemli bir ders almıştık o gün.


Altmış üç yaş, sünnet ömür olarak kabul edilmiş bir çok İslam büyüğü tarafından. Bundan dolayıdır ki, Ahmed Yesevî Hazretleri altmış üç yaşından sonrasını, kendine mezar kazdırarak orada geçirmiş. Niceleri de, sünnet yaşta vefat etmenin bahtiyarlığını yaşamışlar.

Bir akşam Hoca Efendiyle beraber bulunduğumuz lokalden çıkarken, şu anda hatırlayamadığım konunun devamı olarak, arabasına giderlerken bir an dikildi ve bana dönerek:

371

“—Sabahattin, biliyorsun sünnet yaş altmış üçtür!” dediler.

Bu cümleyle muhatap olurken, göz göze geldik. Ben o an oradaki mesajı gördüm; söylediği, bildirmek istediği bir şey vardı. Müthiş bir ürpertiyle içime doğan cümle, “Aman efendim!” oldu. Dilimin ucuna kadar gelmesine rağmen söyleyemedim ve “Biliyorum efendim.” dedim.

Kısa bir süre sonra Hoca Efendi İsveç’ten ayrıldılar ve bir ay sonra Rahmet-i Rahman’a kavuştular.


h. Orijinal Bir İnsan


Bizim Hocamız çok farklı özellikleri olan, alışılmışın dışında bir Şeyh Efendi’ydi. Bir karar alındığı zaman, ona uyardı. Kır gezintisi düzenlediğimiz bir günde, sonradan hava bozunca, biz: “—Efendim, isterseniz erteleyelim!” dedik.

“—Hayır, kar da yağsa gideceğiz!” dediler.

Gerçekten soğuk bir gündü ve biz çoluk çocuk epeyce kalabalık güzel bir yere gittik. Vardığımızda kar da yağmaya başladı. Bir ara, özellikle kadın ve çocukların üşüdüğünü görünce; bütün

372

cemaati çoluk çocuk beden eğitimi sınıfı gibi dizdiler ve önümüze geçip kültür-fizik yaptırdılar.

O gün çok tatlı ve çok anlamlı bir gündü. Uzun zamandır çekmediğim şınavı, kaçamayıp Hoca Efendi’ye yakalanınca, çekmek zorunda kaldım. Ama günlerce kaslarım ağrıdı . Ben sizlere, “Hoca Efendi’yle o gezintide ve diğerlerinde futbol

oynadık, voleybol oynadık.” desem, gülümsersiniz sanırım. Ama öyle sadece oynamak değil, mesela yüze kadar saydırmadan oyunu bırakmak yok.

İnanın kesinlikle Hoca Efendi gibi estetik koşan, hareketleri cezbedici kimse bilmiyorum. Bir keresinde Hocamız’la beraber yarış pistindeki gibi dizildik. Karşıda bir hedef tesbit edildi. Başladık koşmaya… Edeben Hocamız’ın arkasından gidiyorum, zaten bünyem de hızlı koşmaya da müsait değil… Ama seyretmek harika bir haz veriyordu.

Çocukların Hoca Efendi’nin etrafında neşeyle nasıl cıvıl cıvıl oynaştıklarını, Hoca Efendi’ye koştuklarını; her sohbetten sonra elini öpmek için bir birleriyle yarış ettiklerini, şu an tebessümle hatırlıyorum. Çocuklarla büyüklerle konuşur gibi konuşur, onlara öğütler verir, iyi yetişmeleri için anne-babalara nasihat ederdi.


Hoca Efendi’yi başkasına benzeterek değil, nev-i şahsına münhasır diye anlatmak daha doğru olsa gerek. Çünkü her haliyle, her davranışıyla, her faaliyetiyle orijinal bir insandı. Her şeye kafa yorar, farklılıklar ortaya koyardı. Mesela, alaturka ve alafranga tuvalet taşlarını beğenmez, yeni bir tasarım yapmak için uğraşırdı.

Hele kıyafetleri!.. Çok harika bir giyim tarzı vardı. Giydiği Afgan kıyafetine benzeyen elbisesinin tasarımını kendisinin yaptığını söylemişti . Konuşmalarını mutlaka şiirle süslerlerdi. Ben okuduğu şiirleri yazmağa çalışır, yazamadıklarımı da sohbetten sonra Hoca Efendiye sorar tamamlardım. Bu ilgi Hoca Efendi’nin hoşuna giderdi.


i. Vefat Haberi


4 Şubat 2001 sabahı, hafta sonu yatılı kurs düzenlediğimiz

373

çocukların başında kalırken, saat 04.00 sularında Bayram Abi gelerek beni uyandırdı. Ağlamaklıydı. Hayırdır dediğimde:

“—Hocamız Avustralya’da trafik kazasında vefat etmiş!” dedi.

Bir an donup kaldığımı hatırlıyorum.

“—İnna li’llâhi ve innâ ileyhi râciùn!”


Gönüllere ateş düştü, haneleri hüzün kapladı, gözlerden yaşlar aktı. Artık gemiler sığınacak limandan yoksun kaldı. Hocam diyerek çare arayanlar yasta… Ağızların tadını kaçıran ölüm, bu sefer bütün alemleri öksüz bıraktı.

Arafe günü ayrılmadan önce itikâftan çıkıp, itikâf yaptığım mescide gelerek, “Allah kabul etsin!” deyip yanağımı okşamışlardı. Öpmeğe doyamadığımız o yumuşacık şefkatli ellere artık dokunamayacaktık.


Sevenleri onu sonsuzluğa uğurlamak için buluştular. Yüz binler mübarek Kâbe örtüsüyle örtülmüş tabutunu taşımaya koştu. Uzun bir yürüyüş oluşturdular gönüller sultanının ardından, Fatih’ten ta Eyüp’e kadar...

İsveç’e son gelişlerinde o kadar çok gayretliydi ki, vefatlarından sonra bu gayretini, vefatlarının kendilerine malum olduğuna yordum.

Ölmeden ölümü tadanlar, kendileri için değil başkaları için yaşayanlar, elbette irşad etmeye devam ederler. Nitekim Hocamız her gün sesiyle ve eserleriyle on binlerce mü’mini irşad etmeğe devam ediyor.

Merhum Hocamız, inşâallah hayırla yad edilmeye devam edecektir. Hayatlarında göstermiş oldukları vefa, kendileri için de gösterilecektir340 .







340 Bilgiç, Sabahaddin, habername.com, 11-14 Şubat 2009.

374
VII. BRİSBANE ONUN ONUNCU KÖYÜYDÜ