• /
  • Kütüphane
  • /
  • Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan'ın Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri
  • /
  • 1. DİRİLİŞ ÜFLEYEN ADAM’IN ARDINDAN
VIII. SAKAL

YEDİNCİ BÖLÜM:


M. ES’AD COŞAN HAKKINDA YAZILANLAR



A. BASINDA YAZILANLAR


Coşanı’ın gurbette, şüpheli bir trafik kazası ile ani ölümü, Türkiye’de her kesimden insanı üzdü. Her kesimden yazarlar, bu konuda onlarca yazı yazdılar. “Niçin gurbette yaşamak zorunda bırakıldı? Kimseye bir zararı olmadığı halde neden bu kadar zulme maruz kaldı?” gibi sorular soruldu.

Ailesinin müracaatı üzerine, cenazesinin Türkiye’ye getirilip Süleymaniye’ye, Hocasının yanına defnedilmesi için Hükümet kararname çıkardı. Bu sefer bu konu tartışıldı. Müsbet, menfi yazılar yazıldı. Sonunda Cumhurbaşkanı Sezer, kararnameyi imzalamadı. Bu sefer bunun hakkında yazılar yazıldı, üzüntüler dile getirildi. Ailesiyle görüşmeler yapıldı.

Sonunda ailesinin kararıyla, Eyüp Sultan Kabristanına defnedildi. Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazı, cemaatin kalabalıklığı, cemaatin ağırbaşlılığı günlerce yazılı ve görüntülü medyada konuşuldu. Yazılar yazıldı, açıkoturumlar yapıldı.

Basında çıkan bu yazılar ve haberler, Hacı Ali Erkaya tarafından toplanıp

düzenlenerek “Hocamız’ın Ardından” adı altında yayımlanmıştır.

Yazılan yazılardan bir örnek:


1. DİRİLİŞ ÜFLEYEN ADAM’IN ARDINDAN


Fehmi Çalmuk


Geçen Şubat ayının ilk haftası, merhum Prof. Dr. Mahmud Es’ad Çoşan'ın birinci ölüm yıldönümüydü. Onun ölümüyle ilgili olarak yazdığım bir yazımı sizinle paylaşmak istedim: 1969 yılında Ankara'da doğdum. Çocukluğum Ankara İlâhiyat Fakültesi’nin bahçesinde geçti. Babamın işi nedeniyle soluğu bahçede alır, koşar oynardım. Fakültenin öğretim üyeleri beni gördüklerinde saçımı okşar, bana ilgi gösterirlerdi. En çok siyah sakallı mütebessim adamı severdim.

Hicri 1400 kutlamasında Fakülte bahçesinde onun ellerinin arasına ilişivermiştim.

329

Her taraf kuşatılmış, insanlar sindirilmiş, bir fırtınadan arda kalan sessizlik vardı. Ankara’nın Kalaba semtinde iki katlı evin bahçesinden çıkan orta boylu, siyah sakallı, etrafa tebessüm saçan adam metanetliydi, vakurdu... Diriliş üfler gibiydi... Etrafındaki birkaç genç, olan bitene hiç

aldırmadan bir arabaya binerek bu mütebessim adamı götürdüler. Birazdan Ankara’nın Demetevler semtindeki Özelif Sitesi’ne ulaştık. Gençlerin sayıları giderek arttı. Yüzlerinde bir tatlı heyecan, gözlerinde bir umut vardı. Mütebessim adamın ellini öptüler. Birazdan camiyi dolduracak gençlerin

hepsi 12 Eylül ihtilalinden arta kalan aksiyonun, gece zahidliği, gündüz mücahidliği anlatır gibiydiler.

İnce bir tok ses yükseldi cami içerisinden... Konuşan mütebessim adamdı. Yarım kalmış bir hesabı yeniden görür gibi Hadis dersini bitirdikten sonra gençlerin içine daldı.


Gençler Ankara İlahiyat Fakültesi/nin bahçesinde, yine onu bekliyorlardı. Tebessüm yayan profesörün yanında pervane oldular. Kapıdaki yasak yazısını beraber okudular.

Başörtülü öğrencilerin yanı sıra, sakallı öğrenciler hatta sakallı öğretim üyeleri -uygun kıyafet haricinde- okula giremeyeceklerdi. Gençler eyleme koyuldu. İki öğretim üyesi kalmıştı, kuşatılmışlığa boyun eğmeyen... İkisinin adı da Esad idi. Ama mütebessim adam öğrencilerin yanından hiç ayrılmadı! Sakalını da kesmedi. Kimsenin siyah ipliğe siyah, beyaz ipliğe beyaz diyemediği günde, o mütebessim adam iplikleri pazara çıkartmakla meşguldü. İnadına diriliş üflüyordu...


Aradan fazla süre geçmedi bu gençleri TOBB Salonunda bir kitap fuarında gördüm. Ellerinde küçük broşürler vardı. Yeni çıkacak bir derginin tanıtım broşürünü dağıtıyorlardı. Halil Necatioğlu’nun yazısını okuyanları yeni bir heyecan alıyordu. O yine başyazısıyla diriliş üflemeye devam etti: “El-hamdü lillâh müslümanız; gayemizin kaynağı imanımızdır. Biliyoruz ki dünya bizim asıl yurdumuz, değil, muvakkat bir imtihan yeri. Ömrümüzün rüzgâr gibi, süratle geçip gittiğini gördükçe, ahiretimiz için halisane ve yoğun salih ameller işlemek gerektiğini daha kuvvetle hissediyoruz. Fırsat kaçmadan insanlık için faydalı işler yapmak, dinimize ve din kardeşlerimize bütün imkânlarımızı kullanarak hizmet etmeliyiz...

Müslümanlar olarak İslam’ı iyi temsil etmek, tanımak, tanıtmak, yaymak, ve tebliğ ile vazifeliyiz. Bu ise kuvvetli bir merkezin, ilmi ve dini bir

330

otoritenin varlığı ile mümkündür.”


Aradan çok geçmedi. O gençleri RP Genel Merkezí’nde gördüm. Zaten Özelif sohbetlerine Ahmet Tekdal geliyordu; diz çökerek, ağlayarak... Gençler Ahmet Tekdal’ın makam odasında görev taksimi yapıyorlardı. Sakalları kömür karası gençler, Türkiye’nin dört bir yanına yayılarak kuşatılmışlığı delmek, yarım kalmış bir marşı yeniden söylemenin sabırsızlığı içindeydiler. Türkiye’nin dört bir tarafında RP teşkilatlarını kurdular.

Sağına soluna bakmadan, o mütebessim adam herkesten iki adım öndeydi. Diriliş üflemeye devam ediyordu.


O gençler, “seha, vefa ve deha” esrarını ondan öğrendiler. Hizmet etmeyi, devleti yönetmeye talip olmayı ondan öğrendiler. Bir yandan aksiyon adamı, diğer yandan teorisyenliğiyle ilmek ilmek dokudu. Yetiştirdiği gençlerin bir kısmı siyasi ikbal uğruna kendisine ihanet etse de, o bunu hiçbir zaman konu etmedi. Yoluna devam etti. Sökülen kilimi yeniden dokudu.


“Kaderimiz bizi bir gün bir okyanusta yakalar.”demişti o mütebessim adam... Ahmet Ziyaüddin Gümüşhanevi’nin Avustralya’ya dergah kurduğunu yıllar önce ondan dinlemiştim. O yarım kalmış bir hizmet için, Anzaklar

ülkesini yeniden imar ile meşguldü. İmarı yarım kaldı. Mütebessim adamın, o gönül ehli insanın, diriliş üfleyen adamın vefatını öğrendim. Duyduğumda gözlerimin önünden geçen film şeridi bunlardı. Alimin ölümü böyle oluyormuş demek ?, Alim öldü. Bir zahid, bir mücahid ölümüyle bile bize dersler verdi. Ama alemin kayıtsızlığı, öldüğünün farkına varamayışı, her ölümü anladığı gibi sıradan, dudak ucundan, “Allah Rahmet

eylesin!” deyişi alimden anlamadığımızı, kadir kıymet bilmediğimizi ortaya koyuyor.


Bu yazıyı intisabım olmadığı halde, hamurumuzda alın teri olan, yoğrulmamızda ilim ve feyzini esirgemeyen Mahmud Es’ad Coşan Hocamızın arkasından yazıyorum.

Halen diriliş üfleyen sesini duyar gibiyim: İslâm Dergisi’ni böylesine bir mektep olarak gördüm. Benim gibi birçok kişinin medya dünyasına atılması onun eseri oldu. Elimizden tuttu. Telefonla konuşmayı, bilgisayar

kullanmayı, ehliyetimiz olmasını, tasavvufun içinde kaybolmayı öğretti.

Öğrenci yurtlarında yüzlerce kişinin bulaşığını yıkarken, nefsimizi nasılda terbiyeden geçirmemiz gerektiğini, Hadis sohbetleriyle nasıl münevver

331

olmamız gerektiğini öğretti.

O İslâm’ı anlıyor, ve anlatıyordu. Şöyle diyordu:

“İslâm’ı küçük bir eşyamız kadar tutmuyoruz. İslâm’a arabamıza baktığımız kadar bile baktığımız yok. Onu sadece yemeğimizin üzerindeki biber gibi, tarçın gibi, tuz gibi, ağzımızın tadı daha iyi olsun diye tutuyoruz.

Kendimize göre bir yaşayış yolu tutturmuşuz. Müslüman olmazsak içimiz

rahat etmeyecek, vicdanımız bizi içeriden dürtecek, rahatsız edecek, onun için birazcık müslümanız.”


Biz nerede yanlış yaptık! İskenderpaşa Dergâhı’nın geleneksel öğretisi, 1980 sonrası ortaya çıkan boşlukta inanılmaz bir görevi başardı. Siyasi organizasyon ile iç içe olmuş bir hareketin, askerin düdük çalmasıyla kendi köşesine çekilmesi, aksiyoner gençlerin İran Devrimi’nin arkasında devrim naraları atıp, mantar

tabancasına bile sahip olamayışı karşısında Ankara İlahiyat Fakültesi’nden inanılmaz kararlıkta bir ses yükseldi.

Yeniden reorganizasyonu sağlayacak ve sekteye uğramış İslami Hareketi yeniden rotasına oturtacak bir çalışma yaptı. Bir ilim hareketi olmasını sağlamak için Perşembe günleri Ankara’da Özelif Camii’nde, Pazar günleri İskender Paşa Dergahı’nda Hadis sohbetleri verdi. Mahmud Es’ad Coşan bu manada inanılmaz bir döneme imzasını attı. O zaman da intisab-biat çekişmesini ortaya atarak yapılan bu hayırlı çalışmaları bertaraf etmek; siyasal hareketi, içinde nüvelendiği, yoğrulduğu dergahtan koparmak; binlerce gençlik organizasyonunun üzerine, nokta kadar hakkı olmamasına rağmen konmaya çalışarak, gençlik örgütlenmeleri arasında fitneyi yaymak; siyasi ikbal uğruna büyüdüğü gül bahçesine, mezun olduğu Görünmez Üniversite’ye karşı anlamsız bir tavrın içine girmek gibi durumlar meydana gelmişti.


Hoca Efendi’yi ilkönce kurmay kadrosu terk etti. Vakıfların mütevelli heyetlerinden birer birer ayrıldılar. Hadis sohbetlerine gitmez oldular. Sonra

bazı talebeleri ayırdılar. Önceleri musluğun başındaydılar, gittikleri siyasi organizasyonda da musluğun başına geçtiler. Esnafları, tüccarları ayırdılar.

Öğrenim görmekten başka amacı olmayan gençleri yurtlarından attılar. Gül

fidelerini kopardılar, bahçeyi tarumar ettiler.

Hoca Efendi, bütün bunlara karşı gül yetiştirmeye, diriliş üflemeye devam etti.

332

“Alimin ölümü, alemin ölümüdür.” Bunun bilmek, anlamak lazımdır. Bu kadar alimin ölümünün ardından alemin yetim ve öksüz kalmasının, ruhumuzun çorak toprağa dönüşmesinin hesabını ne zaman yapacağız? Biz nerede yanlış yaptık demenin tam zamanı değil mi?

Şimdi ne olacak? Bayrak düştüğü yerde, yitik kaybolduğu yerde

aranacaksa, diriliş üflemeyi kimler nasıl ve nerede yapacak?

Alimin ölümü bize bir şeyler anlatmalı... Ölümün öğretisi de olur. Mahmud Es’ad Çoşan’ı sağlığında anlamayan, anlamak istemeyen, anlamaya direnenlerin ölümüyle bir şeyler anlamasını dilerim.

Şimdi gözyaşımızdan utandığımız andır. Ölümü bile bize diriliş üflüyorsa, makamı cennet, ruhu şad olsun Hoca Efendi’nin...333


B. KİTAPLAR


1. Hocamızın Ardından


Hacı Ali Erkaya tarafından hazırlanmış, Nisan 2001’de Sonuyarı Gazetesi tarafından yayımlanmıştır. Coşan’ın vefatından sonra basında yer alan Coşan’la ilgili gazete manşetleri, yazılar ve fotoğraflardan oluşmaktadır. 13,5 x 19.5 cm ebadında, 416 sayfadır.


2. Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hoca Efendi İle İlgili Hatıralar


Emekli Ankara merkez vaizi Talip Uluşan tarafından hazırlanmıştır. Ankara’da, 2002 yılında kendisi yayımlamıştır. Yazarın Coşanla ilgili kendi hatıralarından ve derlediği hatıralardan oluşmaktadır. 13,5 x 19.5 cm ebadında, 252 sayfadır.


3. Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan (Rh.A)


Basında ve internette yayınlanan, Coşan’la ilgili seçme yazılardan oluşmaktadır. Coşanın doğumunun 71. yılı dolayısıyla hazırlanmıştır (13 Safer 1428 / 03 Mart 2007). Kayseri’de yayımlanmıştır.



333 Çalmuk, Fehmi, Akit, 7 Mart 2002.

333

C. HATIRALAR



I. MAHMUD ES'AD COŞAN HOCAM'IN HATIRASINA


Prof. Dr. Abdülkerim Abdülkadiroğlu


Merhum ile hukukumuz 40 sene kadar öncesine uzanır. Şöyle ki: 1962-1963 ders yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne kaydoldum. O zaman tek bir ilâhiyat fakültesi vardı. Klasik Dînî Türkçe Metinler (daha sonra Türk-İslâm Edebiyatı) dersimize merhum Prof. Necati Lugal hoca ile birlikte asistan olarak gelirdi.

Es’ad Hoca’nın gönül adamı olması, bizleri ders dışında da görüşmelere çekti. Zaman zaman evine de ziyarete gidiyordum. Hatta merhume annem Ankara'ya gelmişti, onu da götürdüm. Bu ziyaretlerde, hocanın “Muhterem Hanım!” hitabını duyar, kendi kendime: “—Ne kadar da saygılı bir aile, eşine Muhterem Hanım demeden hitap etmiyor!” diye düşünürdüm.

Sonradan öğrendim ki, eşinin adı Muhterem imiş. Onlar gerçekten de huzurlu ve saygılı bir aile idi.


Es'ad Hoca, ilk sene asistan olarak Necati Lugal Hoca’nın refakatinde derslere gelirdi. Orijinal hattıyla metinleri tahtaya yazardı. İkinci sınıfta (1963-1964) Necati Lugal Hoca’nın hastalığının ağırlaşması üzerine dersleri o üstlendi. İkinci yarıyılda Necati Lugal Hoca vefat etti (23 Mart 1964). Kürsünün bütün sorumluluğu Es'ad Hoca’nın üzerine kaldı.


Es'ad Hoca, mükrim bir kimse idi ve yaşadığı hayatı bunu gerektiriyordu. Hanımı da aileden gelen gelenekle buna alışkın, hatta teşvikkâr idi. Bir keresinde şöyle anlattı;

“—Ankara'ya geldiğimiz aylarda idi. Dr. Emin Acar Beyler hoş geldine gelmişlerdi. Ayın son günü idi ve ertesi gün maaş alacaktık. İkram edecek hiç bir şey, hatta kuru ekmeğimiz bile yoktu. Şayet ekmek olsaydı, bir tencere su ile birlikte ortaya getirecek, sünnet üzere buyurun, şu anda olan bu deyip ikram

334

edecektik. O kadarını da yapamadık. Onlar Hocamızın (Mehmed Zâhid Kotku Hz.) hatırına bizi adam yerine koyup ziyarete geliyorlar, yoksa biz kim oluyoruz ki...” demişti.

Unutamadığım acı bir hatıradır.


Hoca israfın aksine, iktisatlı hayatı sever ve uygulardı. Bir keresinde şöyle anlatmıştı:

“—Fakültede idim. Sular kesilmiş, namaz vakti geçmek üzere idi. Aksi bir tesadüf, odamda bulundurduğum stoklar da kullanılmış, bir su bardağı su kalmıştı. Namazı kazaya bırakmayı göze alamadım ve (mestli olarak) bir bardak su ile abdest aldım, namazımı edâ ettim. Sonra sular gelip de muslukları açınca, ne kadar da israflı su kullandığımızı düşündüm.” demişti.


a. Asistanlık İmtihanım


Benim Türk-İslâm Edebiyatı dersine ilgim çok eski yıllara dayanır. Merhum Necati Lugal ile merhum Es'ad Coşan'ın sevgileri bunu perçinlemiştir. Fakat ben mezun olduğum fakültede bir başka kürsüden asistanlık imtihanına girmiştim. Dersin hocası bana olumlu sinyal veriyordu, fakat bir başkasına kesin söz verdiğini daha sonra öğrendim. Diğer kürsülerde de benzeri şeyler olmuş. Daha sonra bu imtihanlar topluca iptal edildi.

Ben, açık olunmamasına kızarak fakülte ile irtibatımı kestim, altı-yedi yıl hiç uğramadım. O arada müfettişlik işine başladım.

Bir gün hummalı bir çalışma içinde iken, saat 15.00 sularında, Es’ad Hocam, daireye beni ziyarete gelmişti. Saat 17.00'da Devlet Bakanı’na sunulmak üzere dosya topluyordum.

“—Abdülkerim! Eski yönetmeliğe göre son bir imtihan açıldı. Bugün müracaatın son günü, yarın dil imtihanları var. Bundan sonra formaliteler artıyor. Üniversite dışından devam etmek üzere verilen bu son hakkı değerlendirirsen iyi olur. Daha doğrusu sana haber vermeğe geldim.” dedi.

“—Hocam! Bugün öyle bir gün ki, halimi görüyorsunuz!” dedim.

“—Dilekçeyi yaz, ben götürüp vereyim!” dedi.

Hocam beni tamamen muhayyer bırakmakla birlikte, yaptığı

335

bu âlî-cenablığa mütevazı bir karşılık olarak, onun kürsüsünden müracaat ettim.


Ertesi gün dersin gereği olarak alınan karar üzerine, her biri bir sonrakine baraj olmak üzere, sırayla İngilizce, Arapça ve Farsça dillerinden peş peşe imtihana alındım.

Akabinde tez konusu araştırması başladı. İstanbul kütüphanelerinde dört ay süren hummalı bir çalışmadan sonra biriken notlar iyiden iyiye kafamızı karıştırmış, karar vermeyi zorlaştırmıştı. Bir akşam vakti idi. Hocanın odasında tartışırken,

“—Abdülkerim, bu iş uzadıkça altından kalkmakta zorluk çekeceğiz. Gel seninle F. Edhem Karatay'ın katalogunu açalım, ne çıkarsa kabul edelim!” dedi. Dediği gibi yaptık. İsmail Beliğ'in Güldeste-i Riyâz-ı İrfan’ı çıktı. Notlarım arasında Beliğ de olmakla birlikte, o ana kadar tez konusu olarak düşünmemiştim. “Bunda da bir hayır vardır!” diyerek, hayatımdaki İsmail Beliğ sayfasını açmış oldum.

Hocam o tarihte, “Beliğ üzerinde çalışma yok, uzun vadede bütün eserlerini neşredersin!” demişti. O istikamette mesafe almaktayım.


b. Es’ad Hocam Ehliyet Alıyor


Merhum Prof. Dr. Âmil Çelebioğlu ile merhum Prof. Dr. Es'ad Coşan'ın arkadaşlıkları ve yakınlıkları üniversite yıllarına dayanır. Fakat, Âmil Hoca’yı Ankara'da Es'ad hocalara ailece ziyarete götüren ilk ben oldum.

Âmil Hoca, Es'ad Hoca'nın ilmî çalışmaları ikinci planda tutarak, fazlaca sosyal hareketlilik içinde olmasını pek hoş görmüyor; o birikimle, bir değerin heder olduğu görüşünü ifade ediyordu.

1974 yılında iki kapılı bir Taunus arabam vardı. Âmil Hocalarla hafta sonları Ankara çevresine ve çevre ilçelere kır gezilerine giderdik.


Benim araba ile sağa sola giderken, bir gün sanayie uğramıştık. Hocanın araba alma arzusu birden kabardı ve kendisine ikinci el bir Opel aldık. Diyebilirim ki o şoförlüğü yarım

336

saatte öğrendi ve birden bire şehir trafiğine çıktı. Ben Keçiören'den, o Kalaba/Meteoroloji kavşağından geliyor ve zaman zaman yol boyu karşılaşıyorduk. Hızlı bir şofördü ve bu hızlılıkla ara sıra kuralları çiğnediği oluyordu.

Ehliyet imtihanına müracaat etti. Ben, şoförlüğünün biraz daha pişmesinin iyi olacağını söylüyor, başarısız olmasından korkuyordum. İmtihan günü birlikte gittik. Bir hususu tatlı bir hâtıra olarak itiraf etmeliyim. Onun direksiyon başında olduğu dakikalar, başarılı olması için samimiyet ve ihlâsla Allah'a nasıl dua ettiğimi düşünüyorum da, kendim için o derece mahviyet içinde olamadığımı anlıyorum.

Bir taraftan da gözlerimle takip ediyordum. Hataları olmuş, bir keresinde motoru istop bile ettirmişti. Bunlara rağmen başarılı olduğu müjdeli haberi ile geldi. Kendim için bu kadar sevinmemiştim. Artık iki araba, üç aile hafta sonlarını değerlendiriyor, çevreyi geziyorduk. Çubuk Barajları, Karagöl, Bağlum...


c. 1974 Kastamonu Gezisi


Ben Taunus arabamı alınca hem uzun yol tecrübesi yapmak, hem de yakın dostlarıma şehrimi göstermek düşünceleriyle Es'ad Coşan Hoca, Hakim Coşkun Duygu, Vaiz Sadık Aydın ve Mühendis Mümin Kara Beyler olmak üzere Ilgaz Dağı üzerinden Kastamonu'ya gittik. Yol üzerinde Ilgaz'da ikamet eden Şeyh Ahmed Abduşoğlu Hocaefendi'yi (1890-1975) ziyaret ettik. Kastamonu'da merhum Feyzi Efendi'yi ziyaret ettik. Şehirdeki ziyaret yerlerini gezdik.

Şehre vardığımız akşam İbrahim Küçük Hocaefendi'nin evinde, mahallî etli ekmek ikram edildi ve çok beğenildi. Şa'ban-ı Velî Dergâh evinde kaldık. Ahmed Efendi ve Feyzi Efendi merhumlar, her ikisi de kendi sohbet gelenekleri içinde misafirleri âdeta mest ettiler. Bunlar da tatlı birer hâtıra olarak kaldı.


d. Es’ad Hoca’nın İlmî Şahsiyeti


Es’ad Hoca’nın zekâsından, birikiminden ve meziyetlerinden sitayişle söz etmişimdir. Aradaki yaş farkının fazla olmamasına ve

337

arzu etmemesine rağmen elini öpmekten de keyif aldım. Fakat ne Hoca efendiye ne de başkasına derviş olmadım. Bu kültürle uğraşan ve yayınları olan biri olmama rağmen intisab nasib olmadı. Böyle bir ilişkim olsa, saklamayacak kadar da hür ve demokratım.

Ayrıca bir kimsenin falan takımın fanatik taraftarıyım diyebileceği derecede falan zâta intisabım var diyebilmesi ortamının yaşanabilmesi lâzım. Ben de Amil Hoca görüşüne katılarak Es'ad Hoca'nın ilmî kişiliğini birinci planda tutmasının daha isabetli olacağını hep düşünmüşümdür.


Merhum hocam M. Tayyib Okiç, merhum Mahir İz'den söz ederken, bir gün aynen şunları söylemişti:

“—Mahir Bey, Eski Türk Edebiyatı dalında dünyada meşhur beş kişi arasına girer ve ikinci sırayı işgal eder, daha aşağıya düşmez.”

Benim de acizane kanaatim şudur ki:

“—Şayet Es'ad Hoca firâseti, fetâneti, dil ve kültür malûmatı çerçevesinde bütün mesaisini bu dalda sarf etmiş olsaydı, dünya çapında aynı düzeyde ilk sıraları işgal eder, kolay kolay eline kimse su dökemezdi.”

Hocanın yaşadığı şartlarda bile, elde ettiği verim fevkalâde yüksektir. Tevarüs ettiği bu aile geleneği içinde çevresi ile bunca içli dışlı iken, ilmî çalışmalarına ayırabildiği zaman da mühimdir. Hoca bir haftada kitap hazırlamış kişidir.


Ben bu genel yazımda onun iki çalışması üzerinde durmak

istiyorum. Bazı şâirler için, “Divanı olmasa bile şu bir tek gazeli olsaydı, onun büyük şâir olduğuna delil teşkil ederdi.” veya “Şu bir risale bile onun ciddî bir ilim adamı olduğunu ispatlar.” denir. Es'ad Hoca’nın bu vesile ile üzerinde duracağım iki çalışması onun gerçek ilmî değerini ortaya koymaktadır:

Bunlardan biri, “Bazı Yazmalarda Görülen Bilmeceli Tarih Kayıtları”334 dır. Sahasında ilk ve hem doyurucu hem de kaynak olan bu yazı, günümüzde bilmecelisi şöyle dursun, rakam ile



334 Ankara Üniv. İlahiyat Fak. İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi II, Ankara 1975, s.55-65

338

yazılmış tarihleri bile dürüstçe okuyamadığı halde bazı unvanlara sahip olanların sayılarının arttığı bir dönemde, ayrı bir önem arz

etmekte ve merhum hocanın ciddî ilim adamlığı kişiliğini ortaya koymaktadır.


Bir diğer eseri Hacı Bektaş-ı Velî'nin Makàlâtı’dır. Aslı doçentlik tezi olan bu yayının (İst. LXI+127 sayfa), günümüzün şartları dikkate alındığında önemi daha da artacaktır. Merhum Hocanın bu konuyu seçmiş olması tesadüfi olmamalıdır. Bu konuda sözü uzatmadan, bir iki ay önce yaşadığım bir olayla irtibatlandırmak istiyorum:

Yüksek tahsilli Alevî-Bektaşî biri ile konuşuyorduk. Laf Hacı Bektaş-ı Velî'ye geldi. Ben bu yayından ve bu konudaki diğerlerinden söz ettim. Hacı Bektaş'in fikirlerinin, eserlerinin okunmakla elde edilebileceğini söyledim. İşlediği konuları anlatıyordum ki:

“—Yahu hoca, Hacı Bektaş'ı da mı elimizden alacaksınız?” demez mi?

“—O zaten bizim, başkasının mı sanıyordun?” diye cevapladım.

Okumuşu böyle olunca, gerisini siz düşünün! Koca Hünkâr üzerinde oynanan siyasî oyunlar ve adı etrafında, aslından koparak bayraklaşan hizipler için bu olay câlib-i dikkat bir örnek olmalıdır. En evvel Hacı Bektaş-ı Velî Hazretleri iyice tanınmalıdır. İşte hocanın bu konudaki hizmeti de asla inkâr edilemez.


e. Esad Hoca’nın Şeyhliği


Bilindiği üzere kayınpederi ve irşadda mürşidi M. Zahid Kotku Hazretleri’nin irtihali üzerine, nöbet Es'ad Coşan Hoca'ya devredilmiş oldu. Zahid Kotku Hoca'nın dünyasını değiştirdiğinde İngiltere'de bulunuyorduk. Bir sabah, rüyamda gördüğüm büyük bir depremle ve dehşetle uyandım. Şehrin büyük kısmı tamamen göçmüştü. “Eyvah, Türkiye'de bir şeyler oldu!” dedim. Hayra yorarak günlük işin içine girdik. Tahminen on saat içinde İstanbul'dan kardeşim telefonla arayarak, bu ufûlü haber verdi.

Nöbetin Es'ad Hoca'ya devrolma esnasında bazı şeyler söylendi. Dönüşte bir sohbet esnasında kendisinden söylenenlerin

339

keyfiyetini sorduğumda; bir sohbet sonunda, şahitler huzurunda Şeyh Efendi'nin "Bizden sonra Es'ad bu sorumluluğu devralır.” dediğini söyledi. Hatta Es'ad Hoca, “’Benim omuzlarım bu yükü kaldıramaz.’ dedim, ‘Yardımcıların olur.’ cevabında bulundu.” dedi.

Keyfiyetinde ve görevin tevdiinde şüphe olmamakla birlikte, bazıları haksız yersiz ve değişik yorumlarda bulundular. Bu bir nöbettir, devreder gider.


Es'ad Hoca merhumun, İlahiyat Fakültesi mezunu olarak ilk doktora öğrencisi ve kendisinden ilk doktora yapan benim. Benden sonra doktora sırasını, hepsi de profesör olan Cemal Muhtar Hocam, Ali Yılmaz, Mehmet Akkuş, Hikmet Özdemir Beyler ve diğerleri takip etti.

Es'ad Hoca iki tercih arasında kendi tercihini öyle kullandı. Bu da bir takdirdir; ama yetiştirdiği talebesi ile ilmî kişiliği devam ederken, o hayatının bir günü de olsa ilim yolundan ve halka hizmetten geri kalmamış, çok güzel bir hayat sürmüş, Allah ve Rasûlü rehberliğinde dolu dolu yaşamıştır.

Ölüm mukadder olduğuna göre, er geç göçeceğimize inanıyorsak, Hz. Peygamber'in ömrü kadar yaşayıp dünyasını değiştirmek her kula nasib olmaz. Allah erenleri arasında 63 yaşından sonra mezar hayatı yaşayanlar olmuştur.335 Hocam Es'ad Coşan Efendi’yi ve bir süre aynı üniversitenin çatısı altında çalıştığımız damadı Ali Yücel Uyarel Bey'i rahmetle yâd ediyor, ebedî mekânlarının Cennet-i A'lâ olmasını diliyor; ailesine, talebesine ve yakınlarına sabrı cemil niyaz ediyorum.


6 Şubat 2001 /Ankara336





335 Prof. Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu da 2 Şubat 2006 tarihinde, 63 yaşındayken Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur.

336 Abdulkadiroğlu, Abdulkerim, Güncel Yazılar III, Ankara, 2002.

340

II. ES'AD HOCAM'LA ASKERDE BERABERDİK


İsmet Sönmez


Muhterem Es'ad Hocam'ı, Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde öğrencilik yaptığım zaman tanıdım (1962-1966). Kendisi Prof. Necati Lugal Hoca’nın asistanı idi. Klasik Türk Edebiyatı derslerine hocasıyla beraber girerdi. Tahtaya yazılan yazıları gayet düzgün bir şekilde Es'ad Hocam yazardı. Kelimeleri açıklama konusunda hocasına yardımcı olurdu. Es'ad Hocamız hocasına saygılı, nezaketli, bilgili ve çalışkan bir kimse idi. Öğrenciler olarak kendisini seviyor ve sayıyorduk.

Ben fakülteden mezun olduktan sonra, dört beş yıl Es'ad Hocam’ı göremedim. 1971 yılı Ekim ayının 15. günü askerlik görevimi yapmak üzere Tuzla Piyade Yedek Subay Okulu'na gittiğim zaman, nizamiyenin dışında Es'ad Hocam'ı gördüm. Selâm verdim. Hal ve hatırını sordum ve:

“—Hayrola hocam! Yoksa burada askerlik yapan bir tanıdığınız var da onu görmeye mi geldiniz?” diye sordum.

“—Ben kendim askerlik yapmaya geldim!” dedi.

Ben de oraya askerlik yapmaya geldiğimi söyledim. Hocam bana, aynı yere düşebilmemiz için nasıl hareket edeceğimiz anlattı. Aynen onun söylediği gibi yaptım. İlgililer ikimizi de 3. Bölüğe, tanksavar takımına yazdılar. Numara ve isimlerimiz arka arkaya olduğu için, ikimizi aynı koğuşa, yan yana olan yataklara verdiler.


Es'ad Hocam hiç aksatmadan sabah namazlarına kalkardı. Abdestini aldıktan sonra beni kaldırırdı. Koğuşta namaz kılmasına izin vermiyorlardı. Yukarıya çıkan, fakat kullanılmayan bir merdiven vardı. Onun bir yerinde, iki kişi namaz kılacak kadar düz bir kısım vardı. Hocam namaz kılmak için orayı keşfetmişti. Karton bulup oraya sermişti.

Oraya çıkar sabah namazını kılardık. Es'ad Hocam imam olurdu, ben cemaat olurdum. Cemaatle namazımızı kılardık. Duayı yaptıktan sonra Kur'an okurdu. Seccadesini yanında devamlı taşıdığı bir çantası vardı, Oradan ayrılacağımız zaman, çantayı açardı. İçinden bir kırmızı elma ile bir çakı bıçağı

341

çıkarırdı. Elmayı soyardı, yarısını kesip bana verirdi. Elmalarımızı yerdik. Konuşarak koğuşa gelirdik. O zamana kadar, öteki arkadaşlar da kalkmaya başlarlardı.


Es'ad Hocam'la birbirimizden hiç ayrılmıyorduk. Yemekte beraberdik. Tâlimde ve derste beraber oluyorduk. Kendisi hiçbir şeyden şikâyet etmezdi. Her görevi, bütün dikkatini vererek ve gayretini harcayarak, en iyi şekilde yapmaya çalışırdı.

Öğle namazları yemek tatili zamanına gelirdi. Garnizon içinde bir cami vardı. Oraya giderdik ve namazımızı orada kılardık. İki, üç saf kadar cemaat olurdu.

Bizim dönem ilâhiyat fakültesi ve yüksek İslâm enstitüsü mezunlarının çok olduğu dönemdi. Onun için namaz kılanların sayısı fazla idi. Bizden önceki dönem de öyle imiş. Hayrettin Karaman ve arkadaşları varmış. O namaz kıldığımız cami onların zamanında açılmış.

Cuma namazlarını da o camide kılardık. Cami dolardı. Subaylardan da cumaya gelenler olurdu. Biz o camiye minare yaptırmak istedik. Ancak okul komutanlarından izin alamadık. Bu sebepten minare yapılamadı.


İkindi namazlarının vaktinde tâlimde bulunurduk. Mehmet Mergen adında bir üsteğmen vardı. Bize tâlimi o yaptırırdı. Aslında o zât sert görünen bir kimse idi. Fakat iyi tarafları vardı. İkindi namazı vaktinde on dakika istirahat verirdi.

Biz hemen Es'ad Hocam'la namaz kılmaya dururduk. Arkadaşlarımızdan başkaları da gelirdi. Parkalarımızı yere serer cemaatle namaz kılardık. On kişi kadar olurduk.

Üsteğmen kenardan bizi gözetlerdi. Namaz bitmeden düdüğünü çalmazdı. Namaz bittikten sora düdüğünü çalar ve tâlimi başlatırdı.

Bu subay Es'ad hocamızın değerli bir ilim adamı olduğunu biliyordu ve namaz kılmasını kolaylaştıracak şekilde davranırdı. Bu durumdan biz de faydalanırdık.


Tâlimde asker selâmını öğrenmiştik. Hocamla ikimiz Tuzla'ya çıkmıştık. Hocam bana şöyle dedi:

“—İsmet, bugün bir komutanı selâmlayalım ve ona da iyi

342

dikkat edelim!”

Biz beraber giderken karşımıza bir albay geldi. Biz ikimiz birden ona güzel bir selâm çaktık.

Cuma günü namaz için camiye gittik. İçeri girip yan yana oturduk. Bir albay bizlere nasihat etmek için konuşuyordu. Baktık ki, o selâmladığımız albaydı. Birbirimize bakıp: “—Selâmımız boşa gitmemiş!” diye fısıldaştık.


Ankara'nın Kalaba mahallesinden, Es'ad Hocamızı iyi tanıyan Sacit bey vardı. O başka bölükte idi. Fakat, fırsat buldukça hemen bizim yanımıza gelirdi. Sacit girişken ve konuşkan bir arkadaştı. Hoş sohbetlere vesile olurdu.

Es'ad Hocam bize çok güzel beyitler okur ve onların açıklamasını yapardı. Ben hoşuma giden beyitlere, "Hocam! Ben bunu almak istiyorum!" derdim. Hocam onu bir kağıda yazıp bana verirdi. Beyitlerin çoğunu ezberlemiştim.

Hocam çok konuşmazdı. Az ve öz konuşurdu. Konuştuğu zaman da tam taşı gediğine koyuverirdi.


Bölüğümüzde sağ-sol gruplar vardı. Derslerde iki grup arasında tartışmalar çıkardı. Es'ad Hocam tartışmaları önce dinlerdi. Sonra o konudaki fikrini, herkesin kabul edeceği bir şekilde açıklardı. Yani son noktayı o koyardı. Ondan sonra da söz söyleyen olmazdı. Zira Hocam, doçent seviyesinde bir ilim adamı idi. Herkesin ona saygısı vardı. Arkadaşlar ona, "Ağabey!" veya "Hocam!" diye hitap ederlerdi.

Hafta sonları cuma akşamından Hocam İstanbul'a giderdi. Cumartesi ve pazar günlerini, İskenderpaşa camisinde bulunan kayınbabası Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendi'nin ve çocuklarının yanında geçirirdi. Pazar akşamları gelirdi. Çantadan çıkarttığı elmaları da oradan getiriyordu.

Fakülteden arkadaşımız Ahmet Yüceler de Tuzla'da aynı devredeydik. Onun bir arabası vardı. Nizamiyenin dışında bir kenarda dururdu. O çoğu zaman hafta tatillerinde Ankara'ya giderdi.


Tuzla'da yedek subay okulunda çok hoş vakit geçiriyorduk. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamazdık. Değerli Hocamın sayesinde

343

askerliğin zor kısmını kolay geçirdik.

Altı ay bitince, bizim okul devresi tamamlandı. Hepimiz yedek subay asteğmen olduk. Kuralarımızı çektik. Es'ad Hocam'a kur'ada Ağrı Patnos çıktı. Bana başka bir yer çıktı. Oradan ayrıldık, kıta görevimizi yapmaya gittik.


O zamanlar yedek subaylar için askerlik 18 aydı. Ancak biz askerde iken bir indirim yapıldı. 15 ay oldu. 1972 yılının sonunda askerlik görevlerimiz bitti, terhis olduk. Esas görevlerimizin başına döndük.

Sonraki zamanlarda ben Ankara'ya geldikçe Es'ad Hocam'ı ziyaret ederdim. Her konuda bana yardımcı olmaya çalışırdı. Onun vefatı bizler için büyük bir kayıp oldu. Cenâb-ı Allah mekânını cennet eylesin...337





337 Uluşan Talip, Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN Hocaefendi İle İlgili Hatıralar, s. 207-212, Ankara 2001.

344
III. HOCAMIZ’LA KOMŞU İDİK