• /
  • Kütüphane
  • /
  • İslâm, Tasavvuf ve Hayat
  • /
  • 04. İSLÂM’DA NEFİS TERBİYESİ
03. İNSANININ SORUMLULUKLARI

04. İSLÂM’DA NEFİS TERBİYESİ



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Kemâ yenbağî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayri halkıhî seyyidinâ ve senedinâ ve tâci ruusinâ ve üsvetüne’l- haseneti muhammedini’l-mustafâ...

Sözlerime Allah’ın adıyla başlarım...

İnsanı yeryüzünde kendisinin halifesi kılan, dağların taşların, yerlerin göklerin yüklenmekten kaçındığı emâneti taşımaya lâyık gören, yerde ve gökte bulunan cümle varlıkları insanoğluna musahhar kılan ve onu ahsen-i takvim üzere yaratan, eşref-i mahlûkat kılan yüce Allah’a hamd ü senâlar olsun...

Onun alemlere rahmet ve insanlığa Örnek olarak gönderdiği Habîb-i Edibi Muhammed-i Mustafâ’sına ve onun yolunda gidenlere sonsuz salât ü selâm olsun...


a. Yaratılışımızın Gayesi


İbrahim Hakkı Erzurûmî, emsalsiz eseri Ma’rifetnâme’nin başında, ayetlerden ve hadislerden çıkarmış olduğu bir ömür hulâsası olarak, bir bilgi konsantresi olarak diyor ki:

“—Hak Teàlâ dû cihanı benî Âdem için, onu da kendisini bilmesi için yaratmıştır. O halde, hilkat-i âlem ve Adem’den maksad-ı aksâ ve matlab-ı a’lâ, ma’rifet-i Mevlâ’dır.” Yâni, yerin göğün yaratılmasından, insan neslinin bu cihana gönderilip bezenmesinden asıl maksad, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin bilinmesidir.

İnsanoğlunun o ma’rifetullaha ulaşması hayatının gayesidir. İnsan o irşad sonucuna ulaşamadığı zaman, son derece kötü ve zararlı bir varlıktır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak insanoğlunun yaratılacağı meleklere bildirildiği zaman meleklerin cevabı:

135

أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ (البقرة:٠٣)


(E tec’alü fîhâ men yüfsidü fîhâ ve yesfikü’d-dimâ’) olmuştur. “Yâ Rabbi, orada fitne fesat çıkartan, kanlar döken bir varlık mı yaratacaksın?” (Bakara, 2/30) İnsanoğlu ahsen-i takvîm üzere yaratılmıştır ama eğitimden ve ma’rifetullahtan mahrum olunca, esfel-i sâfilîne düşer. İnsanlık tarihi incelendiği zaman görülür ki, irşad olmazsa insanlar yaratıkların en şerlisidir. Yağmacılık savaşlarıyla birbirlerini mahvetmişlerdir. Kuvvetli zayıfı ezmiştir. Kandırma ve sömürme sürmüştür. Geçim derdiyle kız çocukları diri diri toprağa gömülmüştür. Kadın horlanmıştır. Avrupa’da kadın miras alamamıştır. Şeytanî sayılmıştır. Sosyal haklardan mahrum kılınmıştır.

Nil nehrine bereket getirmesi için, asil bir kızın Nil nehrine kurban edilmesi Mısırlılar tarafından yapıla gelmiştir. Hindis-

136

tan’da ölen koca ile sağ kalan karısı beraber yakılmıştır. Eskimo yaşlıları beyaz ayılara yem edilmiştir. İbn-i Fadlan’ın seyahatnamesinde anlattığına göre, eski Sibirya’da bir kadın, din nâmına, inanç nâmına sarhoş edilerek feci şekilde kurban edilmiştir. İntiharlar ve katiller doludur.


Halbuki İslâm fıkhı beş büyük gaye gösteriyor. Şeriatın ahkâmı incelendiği ve onların hikmetleri, sebepleri, gayeleri düşünüldüğü zaman, İslâm’ın bu ahkâmı koymakla insanoğlunun lehine beş büyük amacı amaçladığı, fıkıh kitaplarında kaydediliyor:

İslâm, inancı ve ruhu korumayı esas alıyor. Onun için küfrü, şirki ve bâtıl inançları yasaklamıştır. Bedenin korunmasını esas alıyor. Onun için intihar ve katli yasaklanmıştır. Vücudu tahrib eden maddelerin alınması, içkinin içilmesi yasaklanmıştır. Neslin korunmasını esas alıyor. Evlenmeyi teşvik ediyor. Kürtajı yasaklıyor. Çocukların öldürülmesinin karşısına çıkıyor. Malın korunmasını esas almıştır. Mecelle’nin kaideleri arasına:16


لاَ ضَرَرَ وَلاَ ضِرَارَ فِي اْلِِسْلاَمِ


(Lâ darara ve lâ dırâra fî’l-islâm) kaidesi girmiştir. İslâm’da mala zarar vermek şeklinde bir hukuk hadisesi olamaz, yoktur ve yapılmış bir zarara zararla mukabele de mümkün değildir. O da yasaktır. Malı tahrib etmek de yasaktır. Tahrib edilmiş bir malın mukabelesinde, karşı tahrible ona cevap vermek de yasaktır... Aklın korunması esas alınmıştır. İçki aklı örttüğü için yasaklanmıştır.

İnsanlar eşit sayılmıştır. Padişahla köle aynı saftadır. Müslimle gayri müslim insan olarak adalet karşısında eşit durumdadır. Fakirle zengin farkı yoktur. Fatih Sultan Mehmed, camisinin kubbesini eksik yapan mimarı cezalandırdığı zaman



16 Mecelle, Kavâid-i Külliye, 19. Madde: Zarar ve mukabele bi’z-zarar, zarara zararla karşılık vermek yoktur.

137

mahkemeye verildiğinde, İstanbul kadısının huzurunda mindere oturmak isteyince, “Padişahım, burası adalet yeridir. Sanık mevkiine geç!” diye ihtar almıştır.

İnsanın azaları kesilemez. Savaşta dahi müsle ve âzâ kesme şeklinde işkence yapılamaz. İnsanın dirisine olduğu gibi kabrine, mezarına da hürmet vardır. İnsanın dişi, tırnağı bile lâlettayin çöpe atılamaz; toprağa gömülür. Cenaze geçtiği zaman ayağa kalkılır. Cenazeye hürmet edilir.


b. Şerrin Kaynakları


İslâm, insanın karşılaştığı şerlerle mücadele etmiş, onları kaldırmağa engellemeğe çalışmıştır. İslâm’a göre şerrin kaynakları şunlardır:

l. Şeytan: Görmediğimiz, varlığını Kur’an’dan öğrendiğimiz bir varlık. Ayet-i kerimede;


إِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُعَدُوًّا (فاطر:٦)


(İnne’ş-şeytàne leküm adüvvün fe’ttehızûhü adüvvâ) “Şeytan sizin için aşikâr bir düşmandır. Siz de onun düşman olduğunu bilin! Onun hilelerine karşı uyanık olun! Ona karşı tedbirli bulunun!” (Fâtır, 35/6) diye ikaz olunmuşuzdur.

Şeytanın hizbi vardır. Şeyâtînü’l-ins ve’l-cinn vardır. İnsanlardan da cinlerden de şeytanlar vardır. İnsanlar arasında şeytanlaşmış kişiler vardır. Görünmez varlık olan cinlerden olan şeytanlar vardır.

Dünya üzerindeki insanlar iki hizibdedir: Birisi hizbu’llah, birisi hizbü’ş-şeytan... Fakat şeytanın insan üzerine kesin bir tesiri yoktur. Nahl Sûresi’nin 99. ve 100. ayetlerinde bildiriliyor ki:


إِنَّهُ لَيْسَ لَهُ سُلْطَانٌ عَلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ

138

(النحل٩٩)


(İnnehû leyse lehû sültànun ale’llezîne âmenû ve âlâ rabbihim yetevekkelûn.) “Mü’minlere ve Rabbine tevekkül edenlere onun sultası, tasallutu geçerli değildir.” (Nahl, 16/99]


إِنَّمَا سُلْطَانُهُ عَلَى الَّذِينَ يَتَوَلَّوْنَهُ وَالَّذِينَ هُمْ بِهِ مُشْرِكُونَ (النحل:٠٠١)


(İnnemâ sultanühû ale’llezîne yetevellevnehû ve’llezînehüm bihi müşrikûn.) “Onun tesiri, onu dost edinip ona yönelenlere ve onunla Allah’a şirk koşanlaradır.” (Nahl, 16/100)

Tesiri onlaradır. Mü’minlere tesiri yoktur.

Demek ki, sadece bir vesvese verme gücü vardır. Şerrin çeşitlerini insanın gözü önüne sıralar. Onları tercih etmesini sağlamak için vesvese verir.

2. İslâm’a göre kötülüğün diğer bir kaynağı insanın kendisidir, nefsidir.


إِنَّ النَّفْسَ َلأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّي (يوسف:٤٥)


(İnne’n-nefse le’emmâretün bi’s-sûi illâ mâ rahime Rabbî) [Muhakkak ki, nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbimin acıyıp koruması müstesnâ.] (Yûsuf, 12/53)

Yusuf AS’ın dili ile Kur’an-ı Kerim’de ifade edilmiş bir hakikattir. Allah’ın müstesna kıldığı kimseler hariç, nefis insanlara kötülüğü emretmekte adetâ meslek sahibi olmuştur. Âmir değil emmâre —mübalağa ism-i fail sigasiyla— çok emredici bir varlıktır. Şeytanın içimizdeki yardakçısıdır. İnatçı ve ısrarcıdır. Terbiye edilmesi gerekir.

Şeytan gibi nefsin de insana vesvese vermesi vardır.

139

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الِِْنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ (ق٦١)


(Ve lekad halakne’l-insâne ve na’lemü mâ tüvesvisü bihî nefsühû) [Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz.] (Kaf, 50/16)

Binâen aleyh, Yunus Emre merhumun dediği gibi, bizim içimizde, “Bir ben vardır bende, benden içeru...” Çeşitli mânevi varlıklar görüyoruz, odaklar görüyoruz; vesveseler alıyoruz.

Şeytanın vesvesesi ile nefsin vesvesesi arasındaki farkı, mutasavvıflar, birisinin aynı şeyi söylemekte ısrar etmesi, diğerinin oyundan oyuna geçmesi ile ayırt ederler. Şeytan usta bir aldatıcı olduğu için ve insanı Allah’ın rızasından ayırmak hedefinde, gayesinde olduğu için, bir günahı yaptıramazsa başka bir günaha geçer. Bir oyunu tutmazsa bir başka oyun uygulamaya çalışır. Ama nefis, inatçı bir çocuk gibi aynı şeyi isterim de isterim diye tutturur. Onun nefisten geldiği öylece anlaşılır.


Şeytana karşı Allah’a sığınmak, tevekkül etmek ayet-i kerimede bize bildiriliyor. Çünkü tevekkül edenlere tesiri yok...

Onun için işlerimizde eùzü-besmele çekiyoruz. Şeytanın bize tesir edebileceğini düşünerek, onun tesirinin olmamasını önceden kendi kendimize böylece, pratik bir yolla hatırlatmış oluyoruz.

Onun düşman olduğu ve onun düşmanlığını hatırlamamız bize Kur’an-ı Kerim’de emredildiği için, devamlı teyakkuz halinde, alarm halinde olmamız gerektiği anlaşılıyor.

Şeytanın hulûl yollarını tıkamak, bir başka mücadele şekli... Göze hakim olmak, günaha götüren yollara ayak dahi atmamak... gibi. Bunun için Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri;


لاَ تَقْرَبُوا الزِّنَٰى (الِسراء:٢٣)


(Lâ takrabu’z-zinâ) [Zinaya yaklaşmayın!] (İsrâ, 17/32) buyurmuş, (Lâ teznû) “Zina etmeyin!” dememiş, “Zinaya

140

yaklaşmayın!” demiş. Yâni, “Zinaya götürecek yollara adım dahi atmayın! Çünkü, yola girince sonucu kaçınılmaz olabilir.”

Onun için, içki yasaklanmıştır. Çünkü içki aklı alır, kontrolü alır ve insanı ne yaptığını bilmez duruma düşürür.

İnsanın nefsi aslında gereksiz bir varlık da değildir. Peygamber SAS Efendimiz:17


نَفْسُكَ مَطيُِّتكَ فَارْفَقْ بِهَا


(Nefsüke matiyyetüke, fe’rfak bihâ) “Nefsin senin bineğindir, ona rıfk ile muamele eyle; haşin davranma, sert davranma!” buyurmuştur.

O halde insanın nefsi olması ayıp değildir. İnsanın asli günahla doğması gibi, kendisinin kesb etmediği bir suçla suçlanması doğru değildir.

Peygamber SAS Efendimiz bu konuda şöyle buyurur:18


كُل مَوْلُودٍ يُولَدُ عَلَى الْفِطْرَةِ ، فَأَبَوَاهُ يُهَوِّدَانِهِ، أَوْ يُنَصِّرَانِهِ أَوْ


يُمَجِّسَانِهِ (خ. م. د. ت. ومالك، حم. حب. ط. ع . ق .



17 Alûsî, Rûhu’l-Meànî, c.V, s.180.

18 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.465, Cenâiz 29/91, no:1319; Müslim, Sahîh, c.IV, s.2047, Kader 46/6, no:2658; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.642, Sünnet 34/18, no:4714; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.447, no:2138; İmam Mâlik, Muvatta’ (Rivâyet-i Yahyâ), c.I, s.241, no:571; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.233, no:7181; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.337, İman, no:129; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.311, no:2359;

Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XI, s.282, no:6394; Abdü’r-Rezzâk, Musannef, c.XI, s.119, no:20087; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.203, no:11925; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.IX, s.228; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.I, s.86; no:119; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.III, s.308; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.304; Ebû Hüreyre RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.I, s.284, no:830; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.II, s.240, no:942; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.II, s.434; Esved ibn-i Seri’ RA’dan.

141

حل. عن أبي هريرة


(Küllü mevlûdin yûledü ale’l-fıtrati, feebevâhü yümeccisânehû, ev yühevvidânehû, ev yünassırânehû.) “Herkes İslâm fıtratı üzere doğar. Her çocuk, temiz bir nâsıye ile, mâsum bir insan olarak dünyaya gelir. Fakat anası babası onu yahudî, yahut nasrânî, ve yahut da mecûsî yapar.” Yâni, eğitimle insan bozulup, asıl fıtratından çıkabilir.

O bakımdan, bir üçüncü düşman cahillik’tir. Bilmezlik, birtakım gerçeklerden habersizlik diyebiliriz. Buradaki cahillik, tahsil görmemiş olmak, diploma almamış bulunmak gibi şeklî bir şey değildir. Takvâ yoksulluğudur. Çünkü, bazan alimler de, diplomalılar da cahillikler ederler. Bu, dinî bilginin eksikliği, Allah’ın ilâhî adaletinin sonuçları, emirlerindeki hikmetlerinin, kanunlarının bilinmemesi, sosyal, ahlâkî ve dinî görgü, bilgi ve kültür eksikliğidir. O halde hiç tahsil görmemiş bir kimse, din noktasından cahil olmayabilir, arif olabilir.

Odunculuk yapan bir Yunus Emre, çok yüksek bir şahıs olabilir de medresede okuyan bir hırslı alim, çok aşağı durumda kalabilir. Azab bakımından en büyük azabı görecek kimselerden birisi, ilminden kendisini faydalandıramamış olan alimdir. Biliyor, bilgeliğin yolunu tutmuyor. Biliyor, kusurlardan, kötülüklerden geri dönemiyor.


Onun içindir ki, İslâm, insan terbiyesinde ilk önce, ilk seviyede, bilgi noksanlığını, görgü noksanlığını izale etmeye önem verir. Hatta, okuma-yazma, öğrenci-öğretmen daha yüksek seviyelerde fevkalâde desteklenmiştir. Hazret-i Ali Efendimiz’in KV;

“—Bana bir harf öğretenin, ben kölesi olurum!” sözü meşhurdur.

Peygamber SAS Efendimiz zamanının çok asil kişileri, sahabe- i kiramın çoğu ümmî kimselerdir. Arap şairlerinden meşhur Adiyyi’bni Hatem (veya, Hatem-i Tayî’nin oğlu Adiyy) Hazret-i

142

Peygamber’in yanına gidip ondan bir berat alınca, Medine çarşısında beratını okutacak bir kimse bulamamıştır. Şair olmasına rağmen kendisi okuyamadığı gibi, onu okutacak kimse dahi bulamamıştır. Ancak bu, kısa zamanda değişmiş ve İslâm alemi, dünya durdukça adı anılacak büyük âlimler yetiştirmiştir.

Hazret-i Peygamber’in birçok hadisleri talebeyi, hocayı, öğrenmeyi, öğretmeyi teşvik ve tecviz eder. Peygamber SAS Efendimiz’in bir hadisini söyleyerek diğerlerini geçiyorum:19


طَلَبُ العِلْمِ أَفْضَلُ عِنْدَ اللَِّ مِنْ الصَّلاَةِ والصِّيَامِ وَالحَجِّ وَالْجِهَادِ فِي


سَبِيلِ اللَّ عَزَّ وَجَلَّ (الديلمي عن. بن عباس)


RE. 312/12 (Talebü’l-ilmi efdalü inda’llàhi mine’s-salâti ve’s- sıyâmi ve’s-sadakati ve’l-hacci ve’l-cihâdi fî sebili’llâhi azze ve celle.) “İlim öğrenmek Allah indinde, namazdan, oruçtan, sadakadan, hacdan ve aziz ve celîl olan Allah’ın yolunda savaşmaktan bile daha üstündür.”

Fakat, İslâm’da sadece bilmek yeterli değildir. Sadece bilenler helak olacaklar, bildikleriyle amel edenler müstesna. Sadece bilip amel etmek de yeterli değildir, yaptıklarını Allah rızası için iyi niyetle yapanlar müstesna. İhlâsla yapanlar müstesna. Onlar dahi nice tehlikeler içindedir.

İslâm’da böylece kuru bilgi yığını yeterli sayılmamış, insanın ham veya çiğ, veya kötü fikirli, veya muzır, veya kaprisli, veya sadist olabileceği daima göz önünde bulundurulmuştur. Ecdadımızdan nakledilen menkıbelerde;

“—Evlâdım, ben sana paşa olamazsın demedim, adam olamazsın dedim.” sözü meşhurdur.



19 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.438, no:3910, Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.10, s.228, no:28655; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.122, no:13929.

143

İslâm, kişinin kâmil, olgun, bilge, nefsinin terbiye edilmiş bir nefis olmasını amaç edinmiştir. Nefis nedir?.. Nefis insanın kendisidir, kendi benliğidir. İnsanın maddi hayatını, bedenî menfaatlerini temsil eden ve vücudu yönetmekle Allah tarafından görevlendireni benliğidir. Faydalıdır, olmalıdır, ölmemelidir. Fakat terbiye edilemediği zaman en büyük düşman haline gelmektedir.

Peygamber SAS Efendimiz, savaştan dönen bir grup kimseye

dedi ki:20


قَدِمْتُمْ مِنَ الْجِهَاد اْلأَصْغَرِ إِلَى الْجِهَادِ اْلأَكْبَر. قِيلَ: وَمَا الْجِهَادُ


اْلأَكْبَر؟ قَالَ: مُجَاهَدَةُ الْ عَبْدِ هَوَاهُ (خط. والديلمي عن جابر)


(Kadimtüm mine’l-cihâdi’l-asgari ile’l-cihâdi’l-ekber)”Şimdi küçük savaştan büyük savaşa geldiniz!”

(Kîle) Denildi ki: (Ve me’l-cihadü’l-ekber) “Büyük savaş nedir?”

(Kàle) Buyurdu ki: (Mücâhedetü’l-abdi hevâhü) “Kişinin kendi nefsiyle mücadelesi, nefsinin arzularıyla cihadı büyük savaştır.”

Yâni, “Kendi nefsinizi yenme, kendinizi aşma, arzularınıza hakim olma savaşı” diye bunun en büyük savaş, cihad-ı ekber olduğunu belirtmiştir.


أَعْدٰى عَدُوُّكَ نَ فْسُكَ الَّتِي بَيْنَ جَنْبَيْكَ .


(A’dâ aduvvüke nefsüke’lletî beyne cenbeyke) “En büyük düşmanın, iki yanın arasında bulunan şu kendin, kendi benliğindir, nefsindir.” buyurmuştur.21



20 Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XIII, s.523, no:7345; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.430, no:11260; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.425, no:1363; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXXIV, s.106, no:36961.

21 Beyhakî, Zühdü’l-Kebîr, c.I, s.359, no:355; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

144

أفْضَلُ الْجِهَادِ أنْ يُجَ اهِدَ الرَّجُلُ نَفْسَهُ وَهَواهُ (ابن النَّج ار عن أبي ذر)


(Efdalü’l-cihâdi en yücâhide’r-racülü nefsehû ve hevâhü) “Cihadın en faziletlisi, kişinin kendi nefsiyle ve nefsinin arzularıyla mücâdele etmesidir.” diye bildirilmiştir.22 İslâm’da nefsin bazı istekleri tabii görülmüştür. Redde- dilmemiş, kanalize edilmiştir. Meşru yollardan karşılanması, dinin buyrukları arasına girmiştir.

Yemek, ma’kul ölçüde meşrudur. Izdırar halinde, muzdar kalan insanın, çölde kalan bir insanın haram bir şeyi yemesi bile caiz olur canını kurtarması için.

Uyku, insanoğlunun enerji biriktirme vasıtasıdır. Ertesi gününü rahat geçirme ve enerji doldurma vasıtasıdır. Tavsiye edilmiştir?

Evlilik; neslin bekàsı için, insanın huzuru için, sükûnu için tavsiye edilmiştir.


Nefsin bazı arzuları doğru değildir. Meşru değildir. Normal değildir. Anormaldir. İşte onların karşısına çıkmak, İslâm’ın başlıca görevlerinden biridir. Çünkü bunlar, hilkatin kendisine koyduğu duyguları, başka istikametlere tevcih etmesinden kaynaklanmaktadır. Hilkatin yozlaşmasıdır, rayından çıkmasıdır. İstikametinden sapmasıdır.

Meselâ; kişinin “Rabbenâ, hep bana” diye düşünmesi. Yâ Rabbi, hep bana ver, her şey benim olsun. Başkası ne yaparsa yapsın... Ben öldükten sonra, benden sonra her şey tufan... Ne olursa olsun, beni başkası ilgilendirmez... gibi. Kibir gibi, ücub


Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.408, no:5248; Harâitî, İ’tilâlü’l-Kulûb, c.I, s.35, no:32; Ebû Mâlik el-Eş’arî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.431, no:11263; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.143, no:412, 2144; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.270, no:19379.

22Münâvî, Feyzü’l-Kàdir, c.II, s.31, no:1247, Ebû Zer RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.744, no:11262; Câmiü’l-Ehàdîs, c.V, s.196, no:3977; RE:76/12.

145

gibi, cimrilik gibi, riya gibi, hırs gibi, kin gibi, gadab gibi ve nefsânî şehvetler dediğimiz bir yelpaze bir yığın arzular gibi, tembellik gibi, zevk ü sefaya düşkünlük gibi, gaflet gibi, söylenilen hakkı kabul etmemek gibi, haram yemek, giymek, almak, işin kolayına kaçmak gibi bazı temayüller...


c. Nefsin Arzuları


İnsan nefsinin ilk tutkusu, küçüklüğünde yeme arzusuyla başlar diyor mutasavvıflar. Buna şehvet-i batın derler. Şeker ister, helva ister, çukulata ister, elma şekeri ister, horoz şekeri ister... İster boyna. Bu, midenin arzusudur, şehvetidir.

Sonra, şehvet-i ferc devresi, seks devresi gelir. O zaman, insanın başından aklı biraz yukarılara gider. Dinin emirlerinden, kontrolünden dışta, kabul edilmeyecek işlere sapabilir.

Bir zaman sonra aile kurar. O zaman dünya sevgisi gözünü kaplar. Hubb-u cem’i mal: Mal toplama arzusu... Benim bu çocuklarım ne olacak?.. “Viran olası hanede evlâd ü iyâl var” duygusu başlar. Sonra, zengin olunca, niye ben bu kadar zenginim de herkes bana itibar etmiyor; şöyle yükseklere çıksam da herkes bana itibar etse diye hubb-ü câh başlar. Mevki makam hırsı, arzusu başlar...

Küçük mevkilerden de bir zaman sonra tatmin olmamaya başlar. Bu sefer hubb-ü riyâset ister. Âlâlardan daha âlâlara çıkmak ister... İşte bunlar, nefsin çeşit çeşit arzularıdır, hevâsıdır. Kim Rabbinin makamından korkar, nefsi bu hevâlardan alıkoyarsa o, cennete girecektir. Cennet onun durağı ve barınağı olacaktır.


d. Nefsin Terbiyesi


Nefsin terbiyesi elbette mümkündür ve yapılmıştır. Tarih boyu bunun nice güzel misallerini görüyoruz.

Nefis emmâre iken, Kur’an-ı Kerim’den ayetlerden alınan bir takım sıfatlarla sıfatlandırılarak hangi merhalelerden geçebildiği,

146

nerelere vardığı belirtilmiştir. Levvâme olur; hatasını anlayıp kendi kendisini tenkit etme, kritik etme noktasına gelir. Buna nefs-i levvâme derler. Bir zaman sonra mülheme olur. Mânevî hayatın bir takım güzelliklerini sezmeğe, Allah’tan gelen bir takım ilhamları almağa başlar. Buna nefs-i mülheme derler.


فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰ يهَ ا (الشمس:٨)


(Feelhemehâ fücûrahâ ve takvâhâ.) [Sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki...] (Şems, 91/8) ayetinden alır ismi. (Mülhime sözü yanlıştır, doğrusu mülheme.) Sonra istikrar kazanır. Oturur, karar bulur, sükûn bulur, rahat bulur. Karakteri sağlamlaşır. Kötülüğü sevmez. İyilikte severek devam eder hale gelir. Mutmainne olur. Mutmainne olmuş bir nefs haline gelir. Böyle olunca da, mükâfatı hak eder.


يَاأَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ . اِ رْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً . فَادْخُلِي


فِي عِبَادِي . وَادْخُلِي جَنَّتِي (الفجر: ٧٢-٠٣)


(Yâ eyyetühe’n-nefsü’l-mutmainneh. İrcıî ilâ rabbiki radıyeten merdıyyeh. Fe’dhulî fî ibadî. Ve’dhulî cenneti) [Ey mutmain olan nefis! Sen ondan râzı, o senden râzı olarak Rabbine dön!.. Seçkin kullarımın arasına katıl ve cennetime gir!] (Fecir: 89/27-30) diye, Allah-u Teàlâ Hazretleri ahirette ona iltifat buyurur.

Cennetine davet edeceği için radıyye, merdıyye; yâni, Rabbinin kendisine takdir ettiğinden razı, hoşnut, memnun, kadere itiraz etmeyen, Rabbi’nin her halini, her fiilini hoş gören;


Hoştur bana senden gelen

Ya gonca gül yahut diken

Ya hil’at ü yâhut kefen,

Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..

147

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler.


gibi duyguların sahibi olan bir insan haline gelir. Tabii sonra, merdıyye; Allah tarafından sevilen bir insan haline gelir. Bundan yukarısı da peygamberlerin derecesi olan nefs-i safiyye’dir. Bu merhaleler, çeşitli metodlarla müslümanlara kazandırılmıştır.

Tabii nefsin terbiyesi deyince, zamanın da sınırları bahis konusu oluyor. Galiba, nefsin terbiyesinde sabır çok önemli olduğu için, size de biraz sabır düşüyor. Nefsin ıslahı ve terbiyesi metodlarını mutlaka ifade etmek gerekiyor.

Nefsin ıslahı için çâre, bizzat İslâm’ın kendisidir. İslâm’ın uygulanmasıdır. İslâm’ın emir ve yasaklarıdır. Çünkü o her şeyi ıslah eder. Namaz, bir insanı günde beş defa yıkayan, üzerinde kir pas bırakmayan ve daima kendisinin Rabbinin kulu olduğu şuurunda kalmasını sağlayan bir ibadettir.

“—Üç vakit olsa olmaz mı?..” 0lmaz, az gelir!

“—Bir vakit olmaz mı?..” Olmaz, yetmez!

“—Haftada bir olmaz mı?..” Çok yanlış olur. Bir hafta çok geç kalınmış olur.


Oruç, iradeyi eğiten çok kıymetli bir ibadettir. Nefsin şehvetlerini kesen, söndüren, bilhassa gençlere Peygamber Efendimiz’in tavsiye ettiği bir ibadettir.

Zekât, merhamet duygusunu, yardımlaşma duygusunu, kardeşlik duygusunu geliştiren ve lafta bırakmayan, tatbikat sahasına indiren güzel bir ibadettir.

Hac, evrensel müslüman kardeşliğini sağlayan bir ibadettir. Dünya üzerinde hakkın hakimiyetinin sağlanması yolları ibadetlerle müslümanlara çizilmiş, mekanizma konulmuştur.

Nefsin ıslahı için yollardan bir diğeri, kurb-u nevâfil diye anlatılır. Bir hadîs-i kudsîde Allah-u Teàlâ Hazretleri şöyle

148

buyurur:23


وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْدِي بِشَيْءٍ أَحَبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَ ـلَـيْـهِ، وَ مَا


يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بِالنَّ ـوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ ؛ فَإِذَا أَحْبَبْـتُهُ، كُـنْ ـتُ


سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ، وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ، وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ


بِهَا، وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا (خ. عن أبي هريرة)


(Ve mâ tekarrabe ileyye abdî bi-şey’in ehabbe ileyye mimme’fteradtü aleyhi) [Kulum bana, kendisine farz kıldığım ibadetlerden daha sevimli bir şeyle yaklaşamaz; en çok farz ibadetlerle yaklaşır. ( Ve mâ yezâlü abdî yetekarrabü ileyye bi’n- nevâfili hattâ ühibbehû) Kulum nâfile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder, nihayet o kulumu severim. (Feizâ ahbebtühû) Bir kere de onu sevdiğim mi, (küntü sem’ahü’llezî yesmeu bihî) işiteceği kulağı olurum; (ve basarahü’llezî yübsiru bihî) göreceği gözü olurum; (ve yedehü’lletî yabtışü bihâ) tutacağı



23 Buhàrî, Sahîh, c.V, s.2384, Rikàk, 84/38, no:6137; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.58, Birr ve İhsân, no:;347; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.206, no:7833; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XII, s.520, no:7087; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.346, no:6188, Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.4; Bezzâr, Müsned, c.II, s.460, no:8750; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.380; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.II, s.175, no:1438; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XXVI, s.96, no:5460; Ebû Hüreyre RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.221, no:7880; Ebû Ümâme RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.256, no:26236; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.IX, s.139, no:9352; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.327, no:1457; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, el-Evliyâ, c.I, s.23, no:45; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXVII, s.277, no:7491; Hz. Aişe RA’dan.

Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.381; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.168, no:4445; Hakîm-i Tirmizî, Nevâdirü’l-Usûl, c.II, s.232; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.XI, s.192, no:20301; Hasan-ı Basrî Rh.A’ten.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.229, no:1155-1160 ve c.VII, s.770, no:21327; Mecmaü’z- Zevâid, c.II, s.513, no:3498, 3499; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VIII, s.82, no:6898; Nevevî, Riyâzu’s-Sàlihîn, c.I, s.246, no:1.

149

eli olurum; (ve riclehü’lletî yemşî bihâ) yürüdüğü ayağı olurum.]

“Kul, kendisine farz kılınmış olan ibadetleri yaptıkça, Allah’ın sevgisini kazanır ama, nafile ibadetlerle öyle bir gelişme gösterir ki, öyle ilerlemeye devam eder ki; Allah onun kıldığı nafile namazlarla, tuttuğu nafile oruçlarla, mecbur olmadan gönül hoşluğuyla verdiği sadakalarla, hayırlarla öyle bir mertebeye getirir ki, nihayet Allah o kulu sever. Ve Allah o kulu sevdiği zaman, gören gözü olur, duyan kulağı olur, tutan eli olur, yürüyen ayağı olur.” diyor Peygamber Efendimiz.

Bu, ibadetlerin önemini gösteren nefsin terbiyesinde ibadetlerin fonksiyonunu ifade eden hadislerdendir.


Bilgi verip, ikaz ve ihbar etmek, müjdelemek ve korkutmak, Kur’an’ı Kerim’in bir metodudur. Yâni, bazan cenneti anlatır, bazan cehennemi... Bazan müjdeler, bazan korkutur... Ve kulu havf ile recâ arasında bir istikrar makamında tutar.

Bir mutasavvıf diyor ki:

“—Kul havf ile recâ arasında, iki bağlı aslanın arasındaki tilki gibi olmalıdır. Bir tarafa yanaşırsa tehlike vardır. Öbür tarafa fazla yanaşırsa daha başka bir tehlike vardır. Havf ile recâ arasında olacak. Ümidi fazla olup gevşemeyecek, korkusu fazla

olup erimeyecek.”

Havf ile recâ, nefsin terbiyesi için Kur’an-ı Kerim’in kullandığı bir yoldur.

Kendini tanıma, mahiyetini sezme, bir yoldur. Daha önceki kardeşlerimiz ifade ettiler:24


مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ، فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ


(Men arafe nefsehû, fekad arafe rabbehû) Bunun izahı sayfalarca, ciltlerce sürecek genişlik gösterir. “Kendisinin yapısındaki mükemmelliği gören, yaratıcısını bulur. Kendisinin aczini anlayan, Kadir-i Mutlak’ı görür. Daha başka



24 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.2, s.1529, no:2532.

150

muhakemelerle Rabbine intikal eder.” İç gözlem tavsiye edildiği gibi, dış gözlem de tavsiye edilmiştir.


إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ َ لآيَاتٍ


لأُولِي الأَلْبَابِ (آل عمران:٠٩١)


(İnne fî halki’s-semâvâti ve’l-ard, va’htilâfi’l-leyli ve’n-nehâri le âyâtin li üli’l-elbâb) [Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde, aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.] (Âl-i İmrân, 3/190) ayeti kerimesi, yerlerin, göklerin tefekkürünü emreden, tavsiye eden ayetlerden bir tanesidir.

Seyahat, olgunlaşmak için bir yol olarak kullanılmıştır. Yunus Emre’nin bir dörtlüğünü hatırlarsınız:


Gezdim Urum ile Şam’ı, Yukarı illeri kamu,

Çok aradım bulamadım, Şöyle garip bencileyin…


diyor. Demek ki; o olgunluğu uzun seyahatlerle, çeşitli insanları görerek, çeşitli meşakkatleri çekerek kazanmış.

Bilgili ve bilge bir kimseyi kendisine rehber edinmek ve ona teslim olmak; kendi ayıplarını onun direktifleriyle düzeltmeye çalışmak, kullanılmış çok yaygın bir yoldur. Hazret-i Peygamber’in yoludur. Hazret-i Peygamber SAS sahabesini sohbet metoduyla eğitmiştir. Musahabet yoluyla eğitmiştir. Yanında bulundurmak suretiyle, hayatın içinde uygulamalı olarak eğitmiştir. Onun için bu, en harcı alem, en güzel, en kolay, en müessir metoddur.

Onun için, biatler olmuştur. Tekkeler kurulmuştur. Tarikatlar kurulmuş ve çalışmıştır. Tarikatların her birinin kendisinin özel metodu vardır. Birbirlerinden farklı oldukları için tarikat adını

151

almıştır. Bir başka yol, bir başka metod manâsına usüller çoktur.

Tasavvuf kitaplarında:


الطُّرُوقُ إِلَى اللَِّ بِعَدَدِ َأنْفَاسِ الْخَلاَئِقِ


(Et-turûku ila’llàhi bi-adedi enfâsi’l-halâik) buyrulmuştur. Yâni, “Allah’a giden yollar kulların, mahlûkların —değil kendileri— nefeslerinin sayısı kadar çoktur. Fevkalâde çoktur.” Ama, bunların elbette en kestirmesini, en müessirini seçmek meselesi vardır.

Mevlevîlerde duyarsınız, mutfakta çalışmıştır bir müddet. Aşçı olarak çalışmıştır. Ama, olgun bir derviştir. O meşakkati çeksin diye, o hizmet ona yüklenmiştir . Hizmet ederek izzet bulmuştur.

Aziz Mahmud-u Hüdâî’nin, Bursa kadısı iken, Üftâde Hazretleri’ne gidip kendisinin eğitimini istemesi üzerine, Üftâde Hazretleri’nin ona, sırığa ciğerleri taktırıp, Bursa sokaklarında ona ciğer sattırması meşhurdur. Çünkü, hakimliğin, kadılığın verdiği nefsî gururu, kibri ancak öyle sert bir metodla kırmak mümkün olur. Yoksa yanına yanaşılmaz.


Bahâeddîn Nakşıbend Hazretleri’nin senelerce —değil insanlara— hasta hayvanlara, kuşlara hizmet ettiği kayıtlıdır. Yedi sene kırık kanatlı kuşlara, hastalıklı kedilere ve sair mahlûklara hizmet ettiği yazılıdır. Çünkü, mahlûkata merhamet etmeyen, Allah’ın merhametine liyakat kesb edemez.

Arif Nihat Asya merhum onun için diyor ki, Bir güzel duası vardır:

“—Halka, mahlûka sevgiden gayri kusur verme ilâhî, kusur verme bana!”

Evet, gayriyi sevmek bir kusurdur ama, yaratılanı yaratan için sevmek de, onun razı olduğu bir kusur oluyor. Onun için, “Halka mahlûka sevgiden gayri, kusur verme ilâhi, kusur verme bana!” diye dua etmiş.

152

Tarikatlarda iki ana usûl vardır:

l. Tarik-ı nefsânî denilen, nefsi riyâzetlerle eritmek, zayıflatmak; böylece aklın ve kalbin insan üzerinde kont- rolünü ve hakimiyetini sağla- mak yolu. Meşakkatli riyazet yolu... Bu metodu uygulayan tarikatlara Turuk-u Nefsâniyye

derler. Yâni, nefsi ezme yoluy- la insanın olgunlaşmasını, nefsin ıslahını sağlayan yoldur.

2. Diğer bir yol da ruha kuvvet vererek, kalbi nurlan- dırarak insanı aşk ile şevk ile doldurup, aşkullah ve muhab- betullahtan gözü başka bir şey görmez hale getirip, her emri seve seve yapar hale getirmektir.

Herhalde, Orhan Şaik Gökyay merhumun, hani, bu vatan kimin sorusuna cevabında:


Bîr gül bahçesine girercesîne,

Bu kara toprağa girenlerindir.


diye cevap vermesi gibi; insanın canını vermesi, çok aziz canını vermesi çok kolay bir şey değildir ama; sevgi olunca, îman olunca bir gül bahçesine gîrercesine o da feda edilir.

Bir başka şairin sözü de çok hoşuma gider:


Canı canan dilemiş, vermemek olmaz ey dil,

Ne niza eyleyelim, ol ne senindir ne benim.

153

“Canı canan istemiş, vermemek olur mu?.. Ne diye çekişiyoruz?

O senin de değil, benim de değil. Onun!” mânâsına.

Kıllet-i taâm (az yemek), kıllet-i menâm (az uyumak), kıllet-i kelâm (lüzumsuz, mâlâyânî sözleri bırakıp az konuşmak, çok tefekkür etmek), uzleti enâm (insanlardan bir köşeye çekilip orada tefekkürle, ibâdetle meşgul olmak) ve zikr-i müdâm vardır. Tâ ki Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni anarak sevap kazanmak suretiyle, kirlerden paslardan temizlenmek sûretiyle Allah’ın lütfuna erme metodu. Bunun konsantre şekli; yâni, bir zamanda, bir mahalde yoğun bir şekilde uygulanan şekli halvet’tir, çile’dir. Peygamber Efendimiz’in bir hadis-i şerîfi vardır, et-Tergîb ve’t- Terhîb’de... “Kim kırk gün Allah rızası için, ihlâs ile bir köşeye çekilip ibadetle meşgul olursa, gönlünden lisânına hikmet pınarları coşup akmağa başlar.” diye. Onun için, kırk gün çile çekip erbaîne girip, halvete girip kendini kontrol edip, ibadetlerle meşgul olup yetişme usûlü vardır.


Eşrefoğlu Rumî’yi biliyoruz. Saadeddîn-i Hamevî’nin yanına gitmiş. Bir halvet çıkarmış, bir halvet daha çıkarmış, bir halvet daha çıkarmış... 120 gün, yâni dört ay ibadetle meşgul olmuş... Tabii, bu şeyler olmadan insanın gelişmesi mümkün olmuyor. Çünkü, insanoğlunun tabiatının sertliklerinin kırılması, ciddî çalışmalara bağlıdır. Kültür tarihimiz nefis terbiyesi yönünden çok zengin çok büyük ve renkli ve sevimli şahıslar sahibi bulunuyor. Hepimizin gönül verdiği kişiler, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Yunus Emre, Hacı Bayrâm-ı Velî, Hacı Bektâş-ı Velî, Eşrefoğlu Rûmî, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Birgili Muhammed Efendi, Aziz Mahmud-u Hüdâî, daha nice binlercesi... Kaddesa’llahu esrârehüm ve refe’nâ min füyûzâtihim ve berekâtihim.. Eski halkımız, padişahtan halka, ümmîden okumuşa büyük çoğunlukla nefis terbiyesi görmüş kimselerdi. Kanunî diyor ki:


Nefs hazzın ey Muhibbî vermegil hayvan sıfat,

Zabt-ı nefs et àrif ol, alemde insanlık budur.

154

Kanunî’yi büyük yapan, muhteşem yapan belki bu zihniyetidir. “Nefsine hakim ol, hayvanî hareket etme! Arzularının esiri olma!” Yavuz Selim vefatı sırasında, “Şimdi Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin zikriyle, fikriyle meşgul olmak zamanıdır.” diyen musahibine; “Ya sen bizi neyle meşgul sanırdın?” diye cevap vermiştir.

O bakımdan eski büyüklerimizi, eski ecdadımızı, sakin, vakur, edepli, tok gözlü, cömert, hayırsever, cesur, kahraman, sabırlı, şükürlü, çalışkan, verimli, başkalarına merhametli, iyiliksever, seven ve sevilen olgun kişiler olarak görüyoruz.

Günümüzde bu konuda büyük bir boşluk vardır. Milli Eğitim müesseselerinde öğretim var ama, eğitim yok denecek kadar azdır. Hele nefsin terbiyesi resmen hiç yoktur. Bunun çaresini bulmalı, bizi cihana sevgili kılan öz değerlerimizi korumalı, kurtarmalı ve tekrar çağdaş ve bilimsel olarak işler hale getirmeliyiz.

Hepinizi hürmetle selâmlarım...


16. 10. 1989 - Millî Kütüphane/ANKARA

155
05. TASAVVUF VE HAYAT