03. İNSANININ SORUMLULUKLARI
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi hakka hamdihî, ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayra halkıhî seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîn...
Allah’a hamd ü senâlar olsun... Onun habîbi Peygamberimiz, efendimiz, rehberimiz, önderimiz Muhammed-i Mustafâ Hazretleri’ne hadsiz, hesapsız, sayısız, sonsuz salât ü selâmlar olsun... Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun...
Konferansı tertip edenlere teşekkür ederim. Gelenlere dualar ederim; Allah ecirlerini, sevaplarını çok eylesin...
a. Nefsin Arzuları
İnsanoğlu keyfi, zevki, rahatı, eğlenmeyi sever. Çünkü insanın içinde egosu vardır, nefsi vardır. Almanların zerp dediği, Arapların ene dediği... Bu nefis vücudun, insanın maddî varlığının menfaatlerini sağlamağa çalışır, vazifesi odur. Yaratılışı da yerli yerincedir, doğrudur, iyidir, iyi ki yaratılmıştır. Çünkü insanın nefsi yaratılmasaydı, insan acıktığı, yorulduğu zamanı bilemezdi, dinlenmesi gereken zamanı bilemezdi. Vücudun kendisini yönetecek bir müdüre ihtiyacı vardır, bu müdür nefistir.
Nefsin vücudun lehine, insan varlığının maddesini lehine bir çok istekleri vardır. Bu isteklere şehevât-ı nefsâniyye deniliyor; nefsin iştihaları, nefsin kuvvetli arzuları demek... Arzuları kuvvetlidir nefsin...
Bu istikamette çeşit çeşit düşünceleri, talepleri, istekleri olur. Onlara da hevâ-yı nefs deniliyor; nefsin hevâsı, istekleri, arzusu mânâsına... Bunu başkaları bilmez, İslâm dininde nefsin ne olduğu açıklanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiştir:
اِن النَّفْسَ لاََمَّارَةٌ بِالسَُّٓوءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّي (يوسف:٣٥)
(İnne’n-nefse leemmâretün bi’s-sûi illâ mâ rahime rabbî) “Çünkü nefis, Rabbimin acıyıp koruması dışında, daima kötülüğü emreder.” (Yusuf, 12/53) buyrulmuştur.
İnsan nefsinin böyle, insanlara arzuları istikametinde kötü şeyleri de çok telkin ettiği, emrettiği, ifade edilmiştir.
Tabii, nefis madde olarak nasıl bir yapıdadır, neden yapılmıştır?.. Havadan mıdır, sudan mıdır, ateşten midir; yoksa âzâların terâkümünden bir şey midir?.. Yoksa, insan ruhunun bir fonksiyonu mudur?.. Her ne olursa olsun, Allah-u Teâlâ Hazretleri emirlerini ve kavranılması güç olan soyut kavramları —eski tabirle, mücerred mefhumları— anlatmak için, herkesin anlayabileceği şekiller yaratmıştır. O şekillerle herkes en soyut kavramları bile anlar. En basit bir müslüman bile en kâmil bir müslüman durumuna gelir, bunları anladığından...
Bu sözlerimi bir misalle belirtmek istiyorum: Yâni, “Nefsin mahiyeti nedir?” filân deyince, filozoflar çeşitli şeyler söyleyebilirler ama, “Nefis, insanın içinde bir varlıktır.” diyor, bitiriyor işi İslâm... Çok basit bir şekilde, herkes anlıyor bunu...
Bir kişinin kabre gireceğini bildiriyor Peygamber Efendimiz SAS... Kabirde tabii korkacak; yapayalnız bir yer, karanlık bir yer, yerin altı, kimse yok, alıştığı sevdiği konfor vs. yok... Fakat o sırada yanına çok güleç yüzlü, çok sevimli, çok sempatik, çok tatlı bir kimsenin geldiğini görecek ve diyecekmiş ki o vefat eden şahış — Peygamber Efendimiz bildiriyor; biz tabii o mânevî hayatın inceliklerini Efendimiz’den öğreniyoruz:
“—Ey mübarek, sen kimsin?.. Tam ben burada, bu kabrin içinde korkudan titrerken, yalnızlıktan endişe ederken, ürperirken karşıma geldin; seni sevdi canım! İyi bir insana benziyorsun, güzel bir görünüşün var, sana canım ısındı; sen kimsin?..” diyecekmiş.
Cevap enteresan, demin söylediğim konu yâni:
“—Ben senin okuduğun Tebâreke Sûresi’yim! Allah bana bu sûreti verdi, sana gönderdi.” diyecekmiş.
Allah-u Teâlâ Hazretleri kula sevabını gönderseydi, Tebâreke Sûresi’nin mânevî varlığını gönderseydi, kul onu görmeyecekti, anlamayacaktı. Bizim de bugün, havadaki birçok şeyi göremediğimiz gibi, dalgaları anlayamadığımız gibi; ama alimlerin tesbit ettiği birçok şeyin olduğu gibi... Yâni bir şey gelmiş yanına ama, onu anlamayacaktı. Fakat, anlayacağı bir şekilde tecessüm ettiriyor Allah... Her şeye kàdir olduğu için, öyle bir şekil veriyor. Oda onu anlıyor ve ondan rahat oluyor.
Yâni, “Senin yanına Tebâreke Sûresi’nin sevabı geldi.” denseydi, öyle bir şeyden mutmain olmazdı. Ama insan neden hoşlanır?.. Arkadaştan hoşlanır. Nasıl arkadaştan hoşlanır?.. İyi arkadaştan hoşlanır; güleç yüzlü, tatlı, sevimli, sempatik insandan hoşlanır. Tamam, işte onun arzu ettiği şekli verip Allah
öyle gönderir.
Demek ki İslâm’ın çok mücerred kavramları, çok soyut kavramları; anlaşılması güç, ancak filozofların, mütefekkirlerin, çok büyük ilim sahiplerinin kavrayabilecekleri şeyleri dahi, herkesin anlamasına uygun anlatımları vardır. O da güzel, o da çok güzel tabii; çünkü İslâm bütün insanlara hitab ediyor.
İşte içimizde nefis diye bir şey var, biliyoruz. Bu nefis hırçın bir varlık, çok şiddetli arzuları olan bir varlık... Bir şeyi tutturdu mu istiyor, inat ediyor, tepiniyor, “İlle bunu ver bana!” diyor. Yaramaz bir çocuk gibi; laf dinlemez, söz anlamaz bir çocuk gibi, “İsterim de isterim!” diyor. İşte bu şehevât-ı nefsâniyye, insanın hayatı boyunca devam ediyor.
Küçükken, yemek içmek arzusu tarzında; çukulata ister, şeker ister, lolipop ister, dondurma ister... vs. Daha büyüdüğü zaman onlara biraz alışmış oluyor, belki bıkmış oluyor. Bu sefer yaratılışındaki değişiklerle karşı cinse; yâni kendisi erkekse hanıma karşı, hanımsa erkeğe karşı alâkalar beliriyor, onu istemeğe başlıyor. “Aşık oldu.” diyoruz, “Aklı başından gitti.” diyoruz. “Delikanlılık çağı...” diyoruz, “Delikanlılık çağında insanın başında kavak yelleri eser.” diyoruz. Kuvvetli duygular yâni...
Annesi babası yardım ediyor, o fırtına da geçiyor; evleniyor, çoluk çocuk sahibi oluyor kişi... Bu sefer bakıyor ki, çoluk çocuğun geçinmesi için para lâzım, kolay değil bi geçim işi... Bu sefer para pulu sevmeye başlıyor. Zaten belki başından beri, her şeyin para ile alınıp satıldığını bildiğinden, paraya pula karşı bir sevgi başından beri var... Küçük çocuk gelir babasına:
“—Baba bana para ver! On mark ver baba, beş mark ver!..” “—Ne yapacaksın oğlum?” “—Sorma!” Alacak onu, bakkala gidecek, bir şeyler alacak.
Sonra, parayı elde edince mal mülk sevgisi, biraz gösteriş arzusu başlıyor. Beğenilmek istiyor, alkışlanmak istiyor. Mevki,
makam istemeğe başlıyor.
“—Paran var, pulun var, ticarethanen var, evin var, barkın var, köşkün var, son model araban var; daha ne istiyorsun?..” “—İyi ama, babam beni okutmadı, ümmî kaldım. Biraz da şöyle bir baş olsam da, mevkî makam sahibi olsam!” demeye başlıyor.
Sonra mevkî ve makamların da kademe kademe olmasıyla, bir zaman geliyor; “Böyle aşağıdaki mevkîlerde olmak iyi olmuyor, başkan olayım, baş olayım!” filân diyor. Bu arzuların peşinde insanın ömrü geçiyor.
Çok çeşitli arzular var... İlk arzuya şehvetü’l-batın; yâni karnın şehveti, midenin şehveti derler. Süt ister, şeker ister, yemek ister... vs. Vermediğin zaman da bangır bangır bağırır içinden:
“—Çok acıktım yâ, karnım zil çalıyor yâ, versene yâ...” der, hattâ çaldırtır insana...
Camı kırdırır, ağaca tırmandırır, başkasının malını, meyvasını yedirtir... Buna şehvetü’l-batın deniliyor.
Sonra ergenlik çağında şehvetü’l-ferc başlıyor; seksüel duygular demek... Ondan sonra hubbü’l-mâl veya hubbü cem’il mâl, mal toplama arzusu... Ondan sonra hubbü’l-makàm, hubbü’l-câh, mevkî makam sevgisi... Ondan sonra hubbü’r-riyâseh, riyâset arzusu... filân. Yâni, içimizde böyle bir varlık var...
Dinimiz bize diyor ki: “Bu senin en büyük düşmanın!”
Peygamber SAS söylüyor:8
أَعْدٰى عَدُوُّكَ نَ فْسُكَ الَّتِي بَيْنَ جَنْبَيْكَ
(A’dâ aduvvüke nefsüke’lletî beyne cenbeyke) “Senin en büyük
8 Beyhakî, Zühdü’l-Kebîr, c.I, s.359, no:355; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.408, no:5248; Harâitî, İ’tilâlü’l-Kulûb, c.I, s.35, no:32; Ebû Mâlik el-Eş’arî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.431, no:11263; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.143, no:412, 2144; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.270, no:19379.
düşmanın, şu iki omuzun arasındaki, içindeki nefsindir.” diyor.
“—Sen düşmanı dışarıda arıyorsun; evet, dışarıda da düşmanlar var ama, en büyük düşmanın senin bu içinde!” diyor.
İnsanın egosu, nefsi kendi kendine düşman. Neden?.. İçinden arzular geliyor, yapıyor. İçinden arzular geliyor, günah işliyor; içinden arzular geliyor, suç işliyor; içinden arzular geliyor, cemiyeti altüst edecek işler yapıyor insan...
İşte böyle bir tabiatı var, insanın mayasında böyle bir şey var... Bunları Allah-u Teàlâ Hazretleri ayet-i kerimelerde bildirmiş. Bir tanesini hatırınızda kalsın diye okuyayım:
زُيَِّن لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسََٓاءِ وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ
مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالاَْنْعَامِ وَالْحَرْثِ، ذٰلِكَ مَتَاعُ
الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا، وَاللَُّ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَاٰبِ (اۤل عمران:٤١)
Bunu biraz açıklayayım:
(Züyyine li’n-nâsi) İnsanlara süslü gösterildi, gözlerine câzib gösterildi. Gösteren kim?.. Tabii, her şeyi yapan aslında Allah’tır, CC. Öldüren olduran, indiren kaldıran, aşağılayan yükselten, aziz kılan zelil kılan; hepsi Allah’tır. Tabii, bu düzeni kuran da Allah’tır. Neden?.. Dâr-ı dünya imtihan yeri olduğundan bunu böyle yapmış, süslemiş, süslü göstermiş; “İmtihanı bakalım bunlar başarabilecek mi?” diye...
Bunlar neler?.. (Hubbü’ş-şehevâti mine’n-nisâi) “Kadınlara karşı arzuları sevmek, onların peşine düşmek... (Ve’l-benîn) Çoluk çocuğa karşı... (Ve’l-kanâtîri’l-mukantarati mine’z-zehebi ve’l- fıddah) Altından, gümüşten yığın yığın biriktirilmiş varlıklar... (ve’l-hayli’l-müsevvemeh) Beslenilsin diye ovalara yayılmış, salınmış sürüler... (Ve’l-en’am) Atlar... (Ve’l-hars) Ekinler, bağlar, bahçeler...”
Bunları sıralıyor Kur’an-ı Kerim, sonra diyor ki:
(Zâlike metâü’l-hayâti’d-dünyâ) “Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir.” Yâni, kıymet vermiyor. Biz kıymet veriyoruz, biz peşine düşüyoruz. Bizim gözümüze güzel görünüyor, süslü görünüyor. Ama Allah, “Bunlar dünya hayatının gelip geçici meta’larıdır.” diyor. (Va’llàhu indehû hüsnü’l-meâb.) “Allah’ın huzurundakiler, oraya gittiği zaman insanın elde edecekleri şeyler daha iyi!..” (Âl-i İmran, 3/14) diyor.
Bize alternatif gösteriyor, onların karşısında neleri sevmemiz gerektiğini gösteriyor.
b. Önemli Olan Ahiret
İkinci ayet-i kerimede buyruluyor ki:
قُلْ اَؤُُ۬نَبِّئُكُمْ بِخَيْرٍ مِنْ ذٰلِكُمُ، لِلَّذِينَ اتَّقَوْا عِنْدَ رَبِّهِمْ جَنَّاتٌ تَجْرِي
مِنْ تَحْتِهَا الاَْنْهَارُ خَالِدينَ فِ يهَا، وَاَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَرِضْوَانٌ مِنَ اللَِّ،
وَاللَُّ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ (اۤل عمران:٥١)
(Kul eünebbiüküm bi-hayrin min zâliküm) “Ben size bunlardan daha hayırlılarını haber vereyim mi?” de, ey Rasûlüm onlara bildir! (Li’llezîne’ttekav inde rabbihim cennâtün tecrî min tahtihe’l- enhâr) Allah’tan korkan takvâ ehli insanlar için Rablerinin yanında, aşağılarından şırıl şırıl ırmakların aktığı bahçeler vardır. (Hàlidîne fîhâ) Ebedî olarak yaşayacaklar orada... (Ve ezvâcün mutahhareh) Hûrilerden tertemiz, pak eşler vardır. (Ve rıdvânün mina’llàh,) Ve Allah’ın rıdvân-ı ekberine erecekler orada... Sonsuz nimetlere mazhar olacaklar. Cennetin bütün sayılamayacak kadar nimetleri ellerine geçecek. (Va’llàhu basîrun bi’l-ibâd.) Allah kulların ne yaptığını görüyor.” (Âl-i İmran, 3/15)
Yâni, “İşte dünya, işte ahiret; dünyanın kıymeti yok, ahiretin kıymeti var!” diyor ayet-i kerime...
Bu hususta Peygamber SAS’den çarpıcı bir hadis okumak istiyorum size:9
مَنْ كَانَتِ الدُّنْيَا نَعـْتُهُ حَرَّمَ اللَُّ تَعَالٰى عَلَيْ هِ جِوَارِى، فَإِنِّ ى بُعِثْتُ
بِخَرَابِ الدُّنْيَا، وَ لَمْ أُبْعَثُ بِعِ مْرَانِهَا (حل. عن أبى الوضاح)
RE. 440/8 (Men kâneti’d-dünyâ na’tühû) —bir rivâyete göre
(himmetühû)— “Kimin himmeti, gayreti dünya olursa; veyahut vasfettiği, arzu ettiği, dilinde söyleyip durduğu, sayıkladığı şey dünya olursa; (harrama’llàhu teàlâ aleyhi civârî) Allah o kula, ahirette benim yanımda komşu olmayı haram kılar!” Bakın, ifade ne kadar tüyler ürpertici!..
(Feinnî buistü bi-harâbi’d-dünyâ) “Çünkü, ben dünyayı yıkmak için ba’s olundum. (Velem üb’asü bi-imrânihâ) Dünyayı ma’mur kılmak için gelmedim ben buraya! Yüksek, 115 katlı binalar yapmağa gelmedim.” Dileseydi yapardı Peygamber Efendimiz, yaptırırdı Allah ona... Tekniğini de, teknolojisini de vahyederdi, öğretirdi; Mekke’de 150 katlı bina yaptırırdı. Ama “Ben dünyanın îmarına gelmedim! Dünyayı seven insana Allah ahirette, cennette benim yanımda komşu olmayı haram kılar.” diyor. Çok korkunç bir şey, tüyler ürpertici bir hadis-i şerif bu!..
Başka hadis-i şerifler var ama, zaman geçmesin diye onları atlayacağım, söylemeyeceğim. Kaydettim, gündüz çalıştım. Bir
9 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXII, s.301, no:765; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.VIII, s.130; Ebû Nuaym, Ma’rifetü’s-Sahabe, c.XX, s.73, no:6163; İbn-i Hacer, el-İsâbe, c.VII, s.120, no:9858; Ebû Cuhayfe RA’dan, o da Ebü’d-Dahdah RA’dan.
Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.V, s.380, no:9068; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.228, no:6279; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.329, no:23652,
konuşmacının konuşmaya hazırlanması, dinleyenlere saygısındandır. Çünkü dinleyenler gelmiştir, zaman ayırmıştır. E ben çalışacağım ki, bir şeyler öğrensin yeni gelenler... Bak bu hadis-i şerif beni çok etkiledi yâni, tüylerimi diken diken etti.
Şimdi İslâm dinindeyiz ya biz, İslâm ahireti tercih ediyor. Peygamber Efendimiz’in sözleri bu, Kur’an-ı Kerim’in ahkâmı, ayetleri bu... Başka bir şey okuyacağım. Fuzûlî biliyor bunu, eski müslümanlar bilmiş:
Rahat ister tab’ mihnetdir ibadet serteser,
Terk-i rahat rağbet-i minnet kılan mümtâz olur.
Ol sebebdendir ki küfr âsân olur İslâm-sâ, Arsa-i âlemde mülhid çok muvahhid az olur.
Fuzûlî’nin şiiri bu... Ne diyor: “İnsanın içi, tabiatı, nefsi rahat ister. Ama ibadetler, hepsi baştan aşağı mihnet ve meşakkattir; kolay değildir.” Abdest almak; soğukta titreyerek abdest alırsınız. Namaz kılmak; sabahleyin uykuyu bölüp zor kalkarsınız, camiye zor gelirseniz.
Hacca gitmek hem masraftır, hem zahmettir, hem o Suud’un cevrini cefâsını çekmektir. Sıcağında terlemektir, ezilmektir, itilmektir. “Yâhu, ben itilecek adam mıydım?” dersin, “Benim memlekette Mercedeslerim vardı, ne itibarım vardı; adamlar metelik vermiyor bana... Şuna bak, itiyor, kakıyor.” dersin. Hac öyledir. Cihad daha başkadır. İşte ibadetler böyle baştan aşağı mihnettir.
“Rahatını terk edip mihnete talib olan, mümtaz kul olur. Bu sebepten de küfür kolaydır, müslüman olmak zordur. Şu dünya üzerinde mülhid çoktur da muvahhid az olur.” İşte bu bir sır, bu bir durum... Bu bizim dinimizi başkalarından ayıran ve bizi en güzel tarif eden şey bu...
Bunun karşısında içinizden neler geçebileceğini tahmin ediyorum: “Yâhu, enâyimiyiz biz; yâni dünyayı bırakalım Almanlara, kâfirlere?..” filân der insanın nefsi... Şeytan da var,
nefis de var; insanın içinden böyle bir şeyler geçebilir. Ama Peygamber Efendimiz’in yaşayışı bu felsefe işte: Dünyayı
sevmiyor, ahireti seviyor. Buyuruyor ki:10
مَا لِي وَلِلدُّنْيَا، مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلاَّ كَرَاكِبٍ اِسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ،
ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا (حم. ت. ه. ك. والضياء عن ابن مسعود)
(Mâ lî ve li’d-dünyâ) “Benim dünya ile ne ilişkim var? (Mâ ene fi’d-dünyâ illâ kerâkibin istezalle tahte şeceretin, sümme râha ve terekehâ) Dünyada ben, ancak bir ağacın altında biraz gölgelenen, sonra kalkıp giden bir yolcu gibiyim!” diyor. Durum böyle…
Kur’an-ı Kerim’de de buyruluyor ki:
ذٰلِكَ مَتَاعُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا (اۤل عمران:٤١)
(Zâlike metâü’l-hayâti’d-dünyâ) “Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir.” (Âl-i İmran, 3/14) diyor.
Sayılan şeylerin hepsi güzel şeyler: Sürü sürü hayvanlar, geniş geniş tarlalar, paralar pullar yığın yığın... Kadınlar, kızlar, evlâtlar, çocuklar... Kavim kabilesi iyi, parası bol... Bunlar herkesin istediği şeyler ama, bunlara önemli değil. İslâm’ın tabiatı
10 Tirmizî, Sünen, c.IV, s.588, no:2377; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1376, no:4109; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.391, no:3709; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.345, no:7859; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.IX, s.148, no:5229; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IX, s.122, no:9307; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.311, no:10415; Ebü’ş-Şeyh, Emsâlü’l-Hadîs, c.I, s.120, no:266; Begavî, Şerhü’s- Sünneh, c.VII, s.202; Bezzâr, Müsned, c.I, s.260, no:1533; Kudàî, Müsnedü’ş- Şihâb, c.II, s.290, no:1384; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.301, no:2744; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XI, s.327, no:11898; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.344, no:7858; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.206, no:599; İkrime Rh.A’ten.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.197, no:6142; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.303, no:2741; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.99, no:20292.
bu...
c. Zekî İnsan Kimdir?
Ecdadımız da bunlara önem vermemişler. Şimdi tabii, “Ben enâyi miyim?” diye düşündüğü zaman insan, tarihten misal vereceğim; hayır, bu enâyilik değil, akıllılık bu, zekâ bu...
Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:11
الْكَيِّسُ مَنْ دَانَ نَفْسَهُ، وَعَمِلَ لِمَا بَعْدَ الْمَوْتِ؛ وَالْعَاجِزُ مَنْ
أَتْبَعَ نَفْسَهُ هَوَاهَا، وَتَمَنَّى عَلَى اللَِّ اْلأَمَانِيَ (ت. عن شدَّاد بن أوس)
ME. 898 (El-keyyisü men dâne nefsehû, ve amile limâ ba’de’l- mevt) “Akıllı olan, zeki olan kimse, nefsini dizginleyip, otorite altına alıp ahirete hazırlanan kimsedir. (Vel-àcizü men etbaa nefsehû hevâhâ ve temennâ ale’llàhi’l-emâniye.) Aciz de nefsinin her dediğini yapıp, ondan sonra ‘Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir, affeder, Erhamü’r-râhimîn’dir.’ diye umandır.”
İşin aslı, esası bu...
11 Tirmizî, Sünen, c.IV, s.638, no:2459; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1423, no:4260; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.124, no:17164; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.125, no:191; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.153, no:1122; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.VII, s.281, no:7141, 7143; Taberânî, Mu’cemü’s-Sağîr, c.II, s.107, no:863; Bezzâr, Müsned, c.II, s.18, no:3489; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.350, no:10546; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.369, no:6306; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.I, s.267; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.I, s.266, no:463; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.140, no:185; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s:56, no:171; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.310, no:4930; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.184, no:354; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Muhàsebetü’n-Nefs, c.I, s.19, no:1; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XII, s.50, no:6430; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.II, s.39; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LXI, s.186, no:7741; Şeddâd ibn-i Evs RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.679, no:7036; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.1024, no:2029; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XV, s.458, no:15935; RE. 229/7.
Dedelerimiz bu mantıkla yaşamışlar. Dedelerimiz ne olmuş yâni?.. Peygamber Efendimiz’i düşünelim, ashabından başlayalım düşünmeye... Ashab-ı kiramın o Ashab-ı Suffesi, evi barkı olmayıp da gece mescidin köşesinde yatan Ashab-ı Suffe, yoksul kimseler...
Peygamber Efendimiz’e Fatıma Anamız geliyor, Hazret-i Ali Efendimiz geliyor, ellerini gösteriyorlar; elleri acımış, yara olmuş.
“—Babacığım, elime bak! Kuyudan su çekmekten, değirmeni galdır guldur çevirmekten ellerimiz yara oldu.”
El değirmenleri vardı, köylü olanlar bilir. Benim de yara olmuştu küçükken, bilirim onun acısını... Kuyudan su çekmek de öyledir, biraz fazla yaptı mı insan eller yara olur. “Ellerimiz yara oldu, bize bir köle ver de bu işleri o yapsın.” diye babasına müracaat ediyor Fatıma Anamız RA ve Hazret-i Ali Efendimiz (Kerrema’llàhu vecheh). Peygamber Efendimiz diyor ki:
“—Size veremeyeceğim! Çünkü, köleleri satıp parasını Ashab-ı Suffe’ye harcayacağım. Adamlar aç... Siz dua edin, tesbih çekin; o
size fayda verir.” diyor. Kendi sevgili kızına, kendi sevgili yeğenine, damadına vermiyor da, o Ashab-ı Suffe’nin işini görmeye çalışıyor.
Muhterem kardeşlerim, o Ashab-ı Suffe aç yaşadılar. Bizim gibi karnı tümsek olan yoktu içlerinde... Karınları içine doğru çukurdu hepsinin... Bir hurma yerlerdi. Bazan hurmayı yemezlerdi de, birisi ağzına alır biraz emerdi, ötekisine verirdi, ötekisine verirdi... Yutsa, ötekisine kalmayacak. Biraz biraz şerbetinden emmiş oluyorlar yâni, o kadar...
Şehid oldular, işkenceye mâruz kaldılar, kızgın kumların üstünde sırtları ateşlere yapıştırıldı... Sonra ne oldu?.. Her birisi bir vilâyete vali oldu sonra onların... Vali oldular!.. İbn-i Mes’ud bir şehri vali oldu, İbn-i Abbas öteki şehre vali oldu, falanca filan yere vali oldu... Neden?.. Dünya hayatı imtihan, öyle de olur, böyle de olur. Öyle de gider, böyle de gider. Yâni, değişir dünya hayatı...
Sonra vali oldular ama, vali oldukları zaman bile —halife oldu Hazret-i Ömer, halife olduğu zaman bile— katığı korkarak yediler. Bir katığın yanında ikinci katık yemediler. Valilik konağına gitmediler.
Hoşuma gidiyor bir hikâye... Hikâyeli konferans da hoşuma gidiyor; çünkü uyutmaz dinleyenleri:
Adamın birisi zengin, malını indiriyor deveden... Ne lâzım? Falanca yere kadar taşıyacak hammal lâzım!.. Etrafına bakınıyor, hırpânî bir adam görüyor. Şu tarafta hırpânî bir adam...
“—Gel buraya!” diyor.
Zengin ya... Zengin adamın konuşması bile başka olur. Yürüyüşü bile başka olur. Zengin adamın dükkâna girişinden, dükkâncı anlar onun paralı olduğunu... Fakirin malın fiatını soruşu başka türlüdür, zenginin soruşu başka türlüdür. Zenginin pazarlığı canavar gibidir; fakir korka korka, dükkâncı dövecekmiş gibi, hık diyemez. Para insanı başka türlü konuşturur.
“—Gel buraya!” diyor. Gidiyor. “Al şu çuvalı sırtına!” diyor. Alıyor. “Yürü peşimden!” diyor. Kendisi önde, arkada hammal
sırtında çuvalla gidiyor. Herkes hayretle bakıyor, gözleri fal taşı gibi açılmış, küçük dillerini yutacaklar...
“—Es-selâmü aleyküm yâ emîre’l-mü’minîn!” diyorlar.
Adam ilkönce anlamıyor, sonra çakıyor, farkediyor durumu... Dönüyor bakıyor; ona emîrü’l-mü’minîn diyorlar, kendisine demiyorlar. “Ey mü’minlerin emiri, sana selâm olsun!” diyorlar.
Dönüyor:
“—Efendim, ben sizi tanıyamadım, kusura bakmayın!” diyor. Vali, şehrin valisi... “Tanıyamadım, lütfen indirin çuvalı!” diyor.
“—Yok!” diyor, “Nereye kadar götürülecekse söyle, orada indireceğim!” diyor.
Olmuş hadise bu... Neyi gösteriyor?.. Adamlar dünyaya metelik vermiyorlar. Elinde olduğu zaman da gösterişe düşmüyor. Mütevâzi insanlar, Allah’tan korkan insanlar... Hazret-i Ömer RA’ın halifeliğini biliyoruz.
Bir ara çok yoksulluk çektiler, daha sonra çok varlığa sahip oldular. Zenginlediler ama, zenginledikleri zaman da şımarmadılar, güzel hayrât ü hasenâtları yaptılar. O da imtihan, o da imtihan; fakirlik de imtihan, zenginlik de imtihan... Dünya hayatı böyle... İslâm dünya hayatına önem vermiyor. Yâni, müslüman dünya hayatına kıymet vermeyince, dünyalıktan mahrum kalıyor diye bir kaide yok; o da zengin olabiliyor. Vali olabiliyor, halife olabiliyor, başkan olabiliyor... Ama ona rağmen şımarmıyorlar.
Hazret-i Ömer’in Kudüs’e girişini tarih kitapları yazıyor. Bir develeri var, ikinci deve yok... Alamaz mıydı yâ?.. Koca Ömerül Faruk Efendimiz, deve mi bulamadı?.. Elini sallasa elli tanesi gelirdi, deve mi bulamazdı Hazret-i Ömer?.. “Başkanınız gelirse Kudüs’ü size teslim ederiz!” demişler. Bir deveyle, bir hizmetçiyle Medine’den Kudüs’e seyahat ediyor. Muhafız yok, kılıç yok, kalkan yok, ok yok... Önünde arkasında takır tukur, şakır şukur kalabalık yok... Bir deve, bir köleyle gidiyor.
Adaletli... Hazret-i Ömer’in adaleti... Bir kendisi biniyor deveye, kölesi yürüyor; bir kölesi biniyor deveye, kendisi yürüyor.
Tam Kudüs’e yaklaştıkları zaman, nöbet kölede... Halife geliyor diye Kudüs’ün ahalisi anahtarı teslim etmek üzere çıkmışlar; deveye binme nöbeti kölede... O yukarda, Hazret-i Ömer yürüyor. Bir sudan geçiyorlarmış, paçalarını sıvıyor Hazret- i Ömer... Yalın ayak, baldırı çıplak koca İslâm devlet-i aliyyesinin başkanı...
Kudüs’ü muhasara etmiş olan İslâm ordusunun komutanı geliyor, diyor ki:
“—Yâ Ömer! Mahcub olacağız, ayıp olacak!..”
Bir yumruk vuruyor onun göğsüne;
“—Git! Daha önceden bu sözü söyleseydin, seni azlederdim. İzzet İslâm’dadır, kılıkta kıyafette değildir!” diyor.
Böyle mübarek insanlar... Bunların her birisi muazzam kahramanlık... Sen yapabiliyor musun, ben yapabiliyor muyum?.. Ölç oradan, anla!.. Aç durabiliyor musun, olduğu ikinci kabı yemiyor musun?.. Giyim, kuşam vs. Nedir? Ölç işte oradan, anla!..
İslâm budur.
Allah veriyor ama... Ecdadımıza da vermiş. Ecdadımız Orta Asya’dan umumiyetle... Herkesin ecdadı başka yerden olabilir. Kimisi sonradan müslüman olmuş da olabilir. Rum asıllı olur, Ermeni asıllı olur... Ona da bir şey diyemiyoruz. Bir insan müslüman oldu mu, evveli silinir, tertemiz olur. Kimseye bir şey diyemeyiz; Rus’a da diyemeyiz, İngiliz’e de diyemeyiz, Alman’a da bir şey diyemeyiz. Müslüman olmuş ya, Allah hepsini siliyor. Ondan sonrası önemli...
Ecdâdımız nasıl gelmiş?.. Orta Asya’dan gelmiş. Ne yapmağa gelmiş?.. Savaşmaya gelmiş, ölmeye gelmiş. Kefenini almış yanına, “Savaşta olmaz da yolda ölürsem, işte kefenim hazır!” filân demiş, öyle gelmiş. Ne olmuş sonra?.. Allah koca imparatorluklar vermiş, mal vermiş, mülk vermiş. Yâni, Allah yine veriyor.
d. Niyetin Ahiret Oluşu
Bu hususta bir hadis-i şerif okuyayım da, o da gönlünüze iyice yerleşsin. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:12
مَنْ كَانَتْ نيَّتَهُ اْلآخِرَةَ، جَمَعَ اللَُّ شَمْلَهُ، وَجَعَلَ غِنَاهُ فِي قَلْبِهِ، وَ
أَتَتْهُ الدُّنْيَا وَ هِيَ رَاغِمَةٌ؛ وَمَنْ كَانَتْ نِيَّتُهُ الدُّنْيَا، فَرَّقَ اللَُّ عَلَيْهِ
اَمـْرَهُ، وَجَعَلَ فَقْرَهُ بَيْنَ عَيْنَيْهِ، وَلَمْ يَأْتِهِ مِنَ الدُّنْيَا إِلاَّ مَا كُتِبَ
لَهُ (ه . حم . حب . طب. هب. عن زيد بن ثابت)
12 İbn-i Mâce, Sünen, c.XII, s.128, no:4095; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.183, no:21630; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.455, no:680; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.V, s.143, no:4891; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.288, no:10338; Zeyd ibn-i Sâbit RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.206, no:6187: Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.341, no:23681.
(Men kânet niyyetehü’l-âhireh, cemaa’llàhu şemlehû, ve ceale gınâhü fî kalbihî, ve etethü’d-dünyâ ve hiye râğımetün) “Kim ahireti isterse...” Müslüman ahireti istiyor; dünyayı gözü görmüyor, aldırmıyor dünyaya, ahireti istiyor. Ne olur?.. “Allah onun işlerini rast getirir, iki yakasını bir araya getirir. Gönlüne zenginlik verir, huzur verir. Dünyalık da, burnunu sürte sürte o adama gelir.” Çünkü kaderidir, yazmıştır Allah, gelecek, çare yok... O böyle sırt çevirdikçe, dünyalık gelir ona...
(Ve men kânet niyyetehü’d-dünyâ) “Buna mukabil, ahireti düşünmeyip de dünya peşinde koşan insanın durumu ne olur?.. (farraka’llàhu aleyhi emrehû) Allah onun işlerini darmadağın dağıtır. (Ve ceale fakrahû beyne ayneyhi) Fakirlik korkusunu iki gözünün önünde sallandırır.”
“—Sen fakir olursun ha!.. Aman ha zekât verme, hayır yapma, malını harcama, fakir olursun ha!..”
Fabrikalar var öbür tarafta, mallar var, mülkler var, fakirliği şeytan böyle gözünün önünde sallandırır, bir hayır yapamaz.
Fakirlik gözünün önünde, işleri darmadağın... Oraya yetişemez, buraya yetişemez... Tezgâhtarı hırsızlık yapar, fabrikasında yangın çıkar. Böyle koşturur durur. (Ve lem ye’tîhî mine’d-dünyâ illâ mâ kütibe lehû) “Dünyalıktan da, nasibinde ezelde ne yazıldıysa o gelir; ondan fazlası da gelmez, istediği kadar çırpınsın.”
Müslümanlardan da zengin var, kâfirlerden de zengin var... Bugünkü gazetelerde okumuşsanız macerasını, görmüşsünüzdür, gülmüşsünüzdür benim gibi... Brunei sultanı var, dünyanın en zengin adamı... O Borneo adasının kuzeydoğusunda Brunei Sultanlığı var, herkesi almıyorlar oraya... Brunei sultanı New York’a gitmiş.
Şimdi Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın kuruluşunun bilmem kaçıncı yıldönümü... Bosna’da bizim kardeşlerimize Sırplarla birlik olup oyun eden, hep Birleşmiş Milletler askerleri... Ama işte kutlamaya gidiyor yine millet, Birleşmiş Milletler matahmış gibi...
Oraya gitmiş, otellerde yer yok... Yüz otuz bin dolar vermiş —
rakamları yanlış hatırlamıyorsam— bir otel satın almış. Parası var ya, oda bulamayınca otel satın almış. İşte al sana müslüman bir zengin... Herhalde yardım da ediyordur bir yerlere, hüsnü zan edelim.
İşte Suud’un zenginleri, parasının haddini hesabını bilmeyen adamları... İşte Suud’un biraz altındaki, Somali’deki açlıktan ölen müslümanlar... İşte Amerika’nın zenginleri, işte Suud’un zenginleri... Amerika bile Suud’un parasına muhtaç... Suudlu, Kuveytli Amerika’dan, İngiltere’den, Almanya bankalarından kendi paralarını çekse, bu devletlerin hepsi çöker, ekonomileri biter. O kadar muhtaçlar onlara...
Yâni, Allah yazıda neyse müslümana da veriyor, kâfire de veriyor. Ama işin aslı böyle: Müslümanın gözünde dünya yok, İslâm’ın nazarında dünya kıymetli değil, sıfır; ahiret önemli!.. Şimdiye kadar anlattıklarımızla bunu vurguladık muhterem kardeşlerim!..
e. İnsanın Emaneti Yüklenmesi
Bana sipariş edilen konu: İslâm ve Günümüz İnsanının Yükümlülükleri... Bir rivâyete göre de Avrupa’da İslâm ve Günümüz İnsanının Yükümlülükleri...
İnsanın üstüne bir yük yükleniyor, ona yükümlülük diyorlar yeni Türkçede şimdi... Bu yükümlülüğün kökünü araştıracak olursak, tâ bu dünya yaratılmadan evvelki zamana kadar gider. Ayet-i kerimede buyruluyor ki, Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:
اِنَّا عَرَضْنَا الاَْمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالاَْرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا
وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الاِْنْسَانُ، اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً (الاحزاب:٢٧)
(İnnâ aradne’l-emânete ale’s-semâvâti ve’l-ardı ve’l-cibâli ve ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehe’l-insân, innehû kâne zalûmen cehûlâ.) (Ahzâb, 33/72)
Mânası, mânâ-yı münîfi, meal-i şerîfi:
(İnnâ) “Ben Azîmü’ş-şân” demek... Arapçada azamet bildirmek için cemi’ sigası kullanılır, Arap dilinin adeti böyle... Onun için Kur’an-ı Kerim’de (İnnâ) “Biz” diyor ama, “Ben” demek... (Aradne’l-emânete) “Biz arz ettik emâneti; ben Allah-u Azîmü’ş- şân emâneti arz ettim...”
Biz Türkçe’de tekili kullanırız, o azamet olur; Araplarda çoğulu kullanırlar, o azamet olur. “Ben geldim, ben gittim...” deyince, “Adama bak amma benlikçi, amma mütekebbir!” deriz, kızarız biz... Türkçe’de ben demek büyüklük oluyor, Araplarda da biz demek büyüklük oluyor. Sorarlar bana:
“—Hocam, niye böyle biz demiş? Allah bir, vahdehû lâ şerîke leh, tek, şeriki nazîri yok; niye biz demiş?” Azametinden dolayı, azametini anlayalım diye...
(İnnâ aradne’l-emânete ale’s-semâvâti ve’l-ardı ve’l-cibâl) “Biz azîmü’ş-şân emaneti göklere, yere ve dağlara yüklemek için teklif
ettik, arz ettik.” Ne demek istiyor?.. “Ben arz ettim. Yaradan, Allah-u Azîmüşşân, ben semâlara arz ettim, yere arz ettim, dağlara arz ettim.” diyor.
(Feebeyne en yahmilnehâ) Hepsi, “Aman, yapamayız!” demişler, yan çizmişler, kabul etmemişler. Kabul etmemek hiçbirini haddine değil de, “Yâ Rabbi, yükleme bize...” demişler. İstememişler yâni...
Semâvât böyle bir şeyi konuşur mu, arz böyle bir şeyi konuşur mu, dağlar böyle bir şeyi konuşur mu?.. Allah konuşturur. Allah’ın kudreti hani Tebâreke Sûresi’ne şekil vermiş de kabrine göndermiş ya, Allah her şeye kàdirdir. Bu bir sır muhterem kardeşlerim!.. Bu esrârı anlarsa insan...
Bakın, Peygamber SAS buyuruyor ki:13
أُحُدٌ جَبَلٌ يُحِبُّنا وَنُحِبُّهُ (طس. عن أنس)
RE: 18/5 (Uhudün cebelün, yuhibbünâ ve nuhibbühû.) “Uhud öyle bir dağdır ki, o bizi sever, biz de onu severiz.”
Allah Allah!.. “Dağ nasıl sevecek, duyguları neresinde, kalbi neresinde, beyni neresinde?” deriz biz... Öyle diyor; demek ki şahsiyeti mâneviyyeleri var, demek ki bilmediğimiz şeyler var... Efendimiz böyle diyor.
“—Ben peygamber olmadan önce, geçtiğim yerlerde taşlar, ağaçlar bana selâm verirdi.” diyor.
Biz ne yapacağız?.. Buradan bir şeyler öğreneceğiz, anlayacağız.
13 Buhàrî, Sahîh, c.II, s.539, no:1411; Müslim, Sahîh, c.II, s.1011, no:1392; Ebû Humeyd es-Sa’dî RA’dan.
İbn-i Hibbân, Sahîh, c.IX, s.42, no:3725; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.II, s.255, no:1905; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.IV, s.11, no:2585; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.V, s.58, no:131; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.224, no:1037; Ukaylî, Duafâ, c.II, s.308, no:889; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VII, s.90, no:6467; Ukbe ibn-i Süveyd, babasından.
Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.485, no:34986; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.56, no:137; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.462, no:738.
“—Allah Allah!.. Taş selâm verir mi?” Yâhu, sen sadece insanların konuşmasını duymuşsun, senin işte insanlığın o kadar... O peygamber, o başka türlü konuşmaları da biliyor.
Semâlara arz etmiş:
“—Yüklen şu sorumluluğu, yükümlülüğü!..” “—Yapma yâ Rabbi, etme, affet beni, mâzur gör...” Kabul etmemiş. Yere arz etmiş, kabul etmemiş. İnsanların gözünde başka ne var böyle, insanoğlunun iyi anlaması için?.. Dağlar var... Koca dağlar, çatır çutur kayalık, muhteşem, haşmetli, Himalayalar, Alpler, bilmem neler... Dağlara arz etmiş; o yükü onlar da yüklenememişler.
(Ve hamelehe’l-insân) “İnsanoğlu yüklendi bu sorumluluğu, yükümlülüğü... (İnnehû kâne zalûmen cehûlâ) Bu insanoğlu çok zâlim ve çok cahildir.” (Ahzâb, 33/72) diyor.
Şimdi bu emânet nedir?.. Tefsir kitaplarında uzun izahları var, kısa söylemek lâzım!.. Kısacası, tekâlif-i ilâhiyye dediğimiz
Allah’ın emirleri ve yasakları...
“—Allah’ın emrini yasağını tutmak sûretiyle böyle bir muameleye mâruz kalmayı kabul ediyor musun?.. Allah’ın ahkâmını uygulamak, emrini tutmak, yasağını yapmamak konusunda talip misin?..” denilmiş.
Dağlar:
“—Yapamam!” demiş.
E, ne oluyor?.. Hep itaat ediyor. Melekler, hep itaatte, hiç asî olmazlar. Semâvât, hep itâatte... Yeryüzü, hep itaatte... Bunlar yapamayız demişler, serbestliği istememişler. İnsanoğlu yüklenmiş. Neden?.. Çok zâlim, çok cahil de ondan... Bu işin arkasından neler geleceğini düşünmediğinden...
Hazret-i Ömer’in ağlaması var muhterem kardeşlerim!.. “Yâ Ömer! Anan seni düşük yapsaydı, düşürseydi de doğmasaydın...” diyor kendi kendine... “Keşke ot olsaydım, bu mükellefiyeti yüklenmeseydim.” diyor Hazret-i Ömer... O babayiğit Hazret-i Ömer... Neden?.. Korkuyor. “Yarın Mahkeme-i Kübrâ’da Allah bana sorgu soracak, bu dünyanın hesabı var!” diye sorumluluktan korktuğundan, “Keşke bu sorumluluğu hiç yüklenmeseydim!” diyor. O da dağlar gibi, semâvat ve arz gibi yan çizecekti sorulsaydı kendisine ama, kendisine sorulmamış.
Biz Hazret-i Ömer’den daha efeyiz, hiç tınladığımız yok, korktuğumuz filân yok... Allah bize uyanıklık nasib etsin muhterem kardeşlerim!..
Bu konuda bir hadis-i şerif okuyacağım. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:14
قَالَ اللَُّ عَزَّ وَ جَلَّ لآِدَمَ: يَ ااۤدَمُ، إنِّي عَرَضْتُ الأَمَ انَةَ عَلَى السَّمَاوَاتِ
وَالأَرْضِ فَلَمْ تُطِقْها فَهَلْ أنْتَ حَامِلُهَا بِمَا فِيهَا؟ قَالَ: فَمَا لِى فِيهَا
14 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.175, no:4470; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.VI, s.408; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s:132, no:15142; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XV, s.65, no:14986.
يَا رَبِّ؟ قـَ الَ: إنْ حَمَلْتَهَ ا أُجِرْتَ، وَإِنْ ضَيَّعْتَهَا عُذِّبْتَ . فَ قَالَ: قَدْ
حَمَلْتُهَا بِمَ ا فِيهَ ا؛ فَلَمْ يَ لْبَثْ فِى الْجَنَّةِ، إِلاَّ مَا بَيْنَ صَلاَةُ الأُولٰى
اِلَى الْعَ صْرِ حَتَّى أَخْرَجَهُ الشَّيْطَانُ مِنْهَ ا (أبو الشيخ عن ابن عباس)
RE. 330/8 (Kàle’llàhu azze ve celle) “Aziz ve Celîl olan Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki…”
Bu bir hadis ama böyle başlıyor. Böyle başlayan hadislere hadis-i kudsî derler. Yâni, Allah Peygamber Efendimiz’e bildirmiş, Peygamber Efendimiz de “Allah böyle söyledi.” diye bize bildiriyor. (Li-âdeme) “Adem AS’a şöyle dedi Allah-u Teâlâ Hazretleri:
(Yâ âdemü, innî aradtü’l-emânete ale’s-semâvati ve’l-ardı felem tütıkhâ, fehel ente hàmilühâ bimâ fîhâ) “Ey Adem! Ben emaneti göklere teklif ettim, yere teklif ettim, tâkat getirip yüklenemediler o emaneti... Sen bunu içindeki her şeyiyle beraber yüklenir misin?..” (Kàle: Ve mâ lî fîhâ yâ rab?) “Yâ rabbi, ne var içinde bunun?.. Bana ne fayda var?..” diye sordu.
(Kàle: İn hameltehâ ücirte) “Eğer bu emaneti lâyıkıyla taşıyabilirsin, götürebilirsen; ecr ü sevaba nail olursun! (Ve in dayya’tehâ) Emaneti kaybedersen, yerine getiremezsen, götürülmesi gereken yere kadar götüremezsen, emanete riayet edemezsen; (uzzibte) o zaman da azaba uğrarsın! Emanetin şekli, şartı bu...” dedi.
(Fekàle: Kad hameltühâ bimâ fîhâ) Hazret-i Adem Atamız AS, demiş ki: Tamam, kabul ettim, yüklendim, alıyorum!” demiş. Peygamber efendimiz bildiriyor. Ecre nail olacağım diye Adem Dedemiz heves etmiş.
(Felem yelbes fi’l-cenneti illâ mâ beyne salâti’l-ûlâ ile’l-asr) “İlk namazdan ikindi namazı kadar vakit geçmeden cennette, (hattâ ahracehü’ş-şeytànü minhâ) emâneti götüremedi Adem Atamız,
şeytan onu kandırdı, cennetten çıkartıldı.” diyor Peygamber Efendimiz...
Muhterem kardeşlerim hadislerin birisini söyleyip, öbürünü söylemesek olmaz. Hadisler bir kültürdür. Tamamını bilince hüküm çıkar.
Mûsâ AS sinirli, asabî bir insanmış. Kıvırcık saçlı, sinirli bir kimse... Adem AS’la karşı karşıya geldiği zaman:
“—Sen misin, Allah’ın sözünü dinlemeyip, yasak meyvayı yiyip de bizi cennetten çıkartan?” demiş.
İnsan dedesine böyle söyler mi, üzecek lafı söyler mi?.. Muhterem kardeşlerim bunların hepsi semboliktir. Ben teknik tahsil de gördüm. Bunların hepsinin mânâsını anlıyorum, keyfini zevkini içimde sürüyorum. Siz de sürebilirsiniz.
Hazret-i Adem demiş ki:
“—Sen beni kader kaleminin yazıp da mürekkebinin kuruduğu şeyden dolayı mı tenkid ediyorsun?..”
Kader kalemi yazmış, mürekkebi çoktan kurumuş. Demek istiyor ki: “Allah böyle takdir etmiş.” Tabii, her şey Allah’ın takdiri... Allah-u Teâlâ Hazretleri insanoğlunu, emaneti yüklenebilecek kıratta yaratmış. Ona o şartları vermiş. Al sana akıl, al sana hürriyet, al sana serbestlik... Al sana nefis, al karşına şeytan...
Şeytanı da yaratan Allah... Şeytan, “Sen bana müsaade et de şunları aldatayım!” diyor. “Etmem!” deseydi aldatabilir miydi?.. Aldatamazdı. O da imtihan, onun da hikmeti var...
Yâni mekanizma tamam oluyor: Şeytan var, nefis var... Dünya da süslenmiş gelin gibi; zevki, sefası, keyfi, parası, pulu... Ondan sonra, Allah’ın insana verdiği akıl var... Akıl yetmez diye peygamber de göndermiş. Salevâtu’llàhi ve selâmühû alâ cemîil enbiyâi vel mürselîn... Bütün peygamberlere salât ü selâm olsun bizden... Adem Atamız’dan Peygamber Efendimiz’e kadar gelmiş geçmiş Allah’ın cümle sevgili, mübârek enbiyâ ve mürselînine salât ü selâmlar olsun... Allah şefaatlerine erdirsin, cennette bizi buluştursun...
f. Dünya İmtihan Dünyası
Bunların hepsinin hikmeti var... Allah-u Teâlâ kâinatın yaratılmasını murad etmiş, Ademoğlunu imtihan için buraya göndermiş; bunlar olacak. Mekanizmanın tamam olması için nefis de lâzım, şeytan da lâzım, dünyanın keyfi zevki de lâzım; peygamber de göndermiş, akıl da vermiş. Şimdi aklını kullanarak, peygamberlerin Allah’tan getirdiği haberleri anlayarak, insan tehlikelerden kendisini koruyacak.
Bu neye benziyor: Bir yarış pistinde, rallide usta bir araba kullanıcının arabasını hedefe götürmesine benziyor. Yokuşu var, çukuru var, çamuru var, atlaması var, zıplaması var, dönülmesi var, yasak yeri var, tehlikesi var, bilmem nesi var... Bunları ayarlayacak, arabasını götürecek.
İnsanoğlu da böyle... Dünya hayatına gönderilmiş; haramlar var, haramlara toslamayacak... Şeytan var, şeytana aldanmayacak... Nefis var, nefse fazla yüz vermeyecek, her dediğini yapmayacak... Allah’ın emirleri var, onlara dikkat edecek. Hayat bu, imtihan bu... İşte sorumluluk bu...
Bu sorumlulukla biz dünyaya gelmişiz. Emanet yükletilmiş insanlarız, imtihanda olan insanlarız. Adem Atamız cennette, “Tamam, kabul ettim!” demiş, ama bir şeyler olmuş. Biz de burada şimdi imtihandayız, aynı durum bizde var... Dünya çok tatlı, para güzel, dünyanın başka bir sürü güzel şeyleri var... Hocamız’ın bir mısraı vardı, şiirin tamamı nerden bilmiyorum. Başını sallayarak söylerdi her zaman:
Fâni dünya hoştur amma, akıbet mevt olmasa!..
Bu fani dünya gerçekten güzel, ben bu Gostar’ı sevdim. Türkiye’de işim olmasa gelir burada yerleşirim. Çok güzel bir yer; historik, nostaljik güzel bir yer... Fâni dünyanın çok güzellikleri var... Buradan çok daha güzel yerler var; sahiller var, salkım
salkım meyvaların olduğu yerler var... Dağ kenarları, göl kenarları, deniz kenarları var... Her şey var; keyifler, zevkler var... Emirgân’da çay var, Boğaziçi’nde lokantalar var, Çamlıca’da keyif imkânları var... Var ama: “Fâni dünya hoştur amma, akıbat mevt olmasa!..” Sonunda bir de ölüm var, devamlı kalınmıyor burda...
Bir de ölümden sonra hesap var... Ahirette de sorgu sual var mı?.. Amennâ ve saddaknâ, mutlaka var!..
وَالْوَزْنُ يَوْمَئِذٍ الْحَقُّ (الأعراف:٨)
(Vel veznü yevme izinni’l-hakku) [O gün tartı haktır.] (A’raf, 7/8) Kur’an-ı Kerim’in nice ayetleri bunu bildiriyor; bu dünyada yaptığımız her şey yazılıyor, ahirette hesabı olacak. Tartılacak, ölçülecek; sevaplar, günahlar, haklar hepsi Mahkeme-i Kübrâ’dan geçecek, ona göre bir şey olacak!.. İşte bu önemli...
Onun için, biz mü’minler çok zor durumda olan varlıklarız. İnsanların hepsi öyle de, biz bu insanların içinde herkesin bilmediği gerçekleri bilen insanlarız. Yâni dünya keyifli ama, asıl yerimiz değil; ahiret için çalışmamız lâzım!.. Allah bize bir emanet vermiş, yüklemiş; Allah’ın emirlerini tutmamız lâzım!.. Bu da herkesin koşturduğu istikamet değil, başka bir istikamet bizim bu istikametimiz... Bizim işimiz zor!..
Onun için biz, tepeden tırnağa dünya üzerinde sorumlu olan bir ümmetiz. Tepeden tırnağa, hücrelerinin en uzak noktasına kadar, vücudunun her zerresine kadar sorumlulukla dolmuş kimseleriz biz... Her şeyimizde yük omuzumuzda... Yükler bindirilmiş.
“—Neler bindirilmiş?” İbadet borçlarımız var, yapmazsak günaha gireriz. Namaz kılmazsak olmaz, hacca gitmezsek olmaz, zekât vermezsek olmaz, oruç tutmazsak olmaz... Allah’a karşı klasik, bildiğimiz
ibadetlerimiz var... Onun için camiler kurmuşuz. Burası bizim kendi memleketimiz olmadığı halde, ibadetlerimizi yapmağa çalışıyoruz. Hac mevsimi geldiği zaman, organizasyonlar çalışıyor.
Sonra ailemize karşı görevlerimiz var… Aileden hanımı kasdediyorum. Evlenmişse bir insan hanımına karşı görevleri var, sorumlu... Karının kocası üzerinde hakları var, kocanın hanımı üzerinde hakları var... Ayet ve hadis-i şeriflerde bildirilmiş.
“—Efendim, vermem ben hakları! Ben kabadayıyım, pos bıyıklıyım, kazak bir erkeğim. Anadolu erkeği öyle kadına pabuç bırakmaz; vermiyorum!” Tamam, vermiyorsan ahirette o zaman belânı bulursun. Çünkü ahirette:
يَوْمَ يَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ اَخيهِ . وَاُمِّه وَاَبيهِ . وَصَاحِبَتِه وَبَنيهِ . لِكُلِّ
امْرِئٍ مِنْهُمْ يَوْمَئِذٍ شَأْنٌ يُغْنيهِ (عبث:٤٣-٧٣)
(Yevme yefirru’l-mer’ü min ahîh. Ve ümmihî ve ebîh. Ve sàhibetihî ve benîh. Li-küllimriin minhüm yevme izin şe’nün yu’nîh) [O gün kişi kaçar kardeşinden… Annesinden, babasından; eşinden ve çocuklarından… O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.] (Abese, 80/34-37) ayet-i kerimelerinin anlattığı durum var.
Ahirette adam karısından kaçacak! Niye? Dünyada döğdü, şimdi kadın ondan hakkını isteyecek. Çocuğundan kaçacak, kölesinden kaçacak...
Nice köleler var ki, efendisinden yüksek mevkiye çıkacak; nice efendiler var ki, kölesinin şefaatine muhtaç olacak. Ahiret bu!.. Nasıl istersen öyle yaşa!.. Serbestlik vermiş ya Allah...
Ailemize karşı görevler var, çocuklarımıza karşı görevler var... Çocuğu insanın yakasına yapışacak ahirette, muhterem kardeşlerim!.. Diyecek ki:
“—Yâ Rabbi, ben bu babamdan davacıyım! Bu bana İslâm’ı
öğretmedi, Beni bale okuluna gönderdi, yabancı dil okuluna, koleje gönderdi, her şeyi öğretti, Amerika’da tahsil yaptırdı ama, Lâ ilâhe illa’llah’ı öğretmedi, dinimi öğretmedi bana... Ben onun için sana kulluk edemedim yâ Rabbi; suçlu budur!” diyecek, babasından davacı olacak.
Ayetler böyle bildiriyor, hadis-i şerifler böyle bildiriyor. Demek ki çocuğuna karşı sorumluluğu var...
Komşusuna karşı sorumluluğu var, hristiyan bile olsa... Komşunuza karşı kibar olacaksınız, İslâm’ın komşuluk haklarını işlettireceksiniz; adam size hayran olacak! Başka çare yok...
Arkadaşlarına karşı sorumluluğu var, cemiyete karşı sorumluluğu var, kendisine, vücuduna karşı sorumluluğu var... Hadis-i şerifte; “—Vücudunun da senin üzerinde hakkı var!” buyuruyor
Peygamber Efendimiz,
Selmânü’l-Fârisî RA’la Ebü’d-Derdâ RA’ı kardeş etmiş Peygamber Efendimiz... Herkesi ikişer ikişer kardeş etti. Medine’ye gelmiş muhacirler ile Medine’nin yerlilerini birbirleriyle kardeş etti. Herkes herkesin kardeşi oldu, bir kişi kaldı. Hazret-i Ali Efendimiz kaldı, onu kardeş etmedi kimseyle... Hazret-i Ali Efendimiz biraz kızardı, bozardı şöyle, üzüldü. O zaman dedi ki:
“—Sen benimle kardeşsin!”
Şereflerin en büyüğü... Ona Medine’den bir kimse bulmadı, “Sen benimle kardeşsin!” dedi. Hem damat, hem de kardeşliği onunla yaptı Peygamber Efendimiz...
Selmânü’l-Fârisî çok tecrübeli bir kimse... Feleğin çemberinden geçmiş, hristiyanlığı biliyor, mecûsîliği biliyor. Anadolu’da bulunmuş, Bursa’ya kadar gelmiş, Ankara’da yaşamış bir insan... Ondan sonra, “Ahir zaman peygamberi Hicaz’da çıkacak, o tarafa git!” diye en son papaz onu o tarafa gönderdiği için, Medine’ye gelmiş bir insan...
Ebü’d-Derdâ RA de, Ashâb-ı Suffe’den fakir ama mübarek bir insan... Kardeş olmuşlar. Kardeş etmiş Peygamber Efendimiz,
kardeşliğin haklarına riayet ediyorlar.
Selmânü’l-Fârisî kardeşini ziyarete gitti. Kardeşin kardeşi ziyareti çok sevap, çok büyük sevap... Kapıyı çaldı, Ümmü’d-Derdâ RA çıktı. Ümmü’d-Derdâ, Ebü’d-Derdâ’nın hanımı... Ebü’d-Derdâ, Derdâ’nın babası demek; Ümmü’d-Derdâ, Derdâ’nın annesi demek... Araplarda isimlendirme böyle oluyor. Ya doğrudan doğruya ismini söyler, ama o herkese söylenmez; ya da oğlunun ismiyle, falancanın babası diye söylenir.
Peygamber Efendimiz’in neydi böyle künyesi?.. Ebü’l-Kàsım, Kàsım’ın babası... Yahudiler Peygamber Efendimiz’e hitab ederken, Rasûlüllah diyemezlerdi. Dese mü’min olacak; Allah nasib etmiyor, diyemiyor. Muhammed de diyemezlerdi; öyle hitab edilir mi, kafaları kırılır. (Yâ ebe’l-kàsım!) “Ey Kàsım’ın babası!” derlerdi. Töre öyle...
Ümmü’d-Derdâ çıktı. Üstü başı lime lime, perişan... Acıdı Selmân-ı Fârisî... Hepsi fakir ama, bu fakir ötekisine acıyorsa, ötekisinin halini anlayın ki ne kadar fakir!..
“—Bu ne hal?..” dedi.
Kadın mübarek, dedi ki:
“—Senin kardeşin dünyayı boşladı, aldırmıyor dünyaya... Ev için çalışmıyor; ondan böyle perişan...” dedi.
O da ona razı, onların dünyada gözleri yok yâni... Aç dururlar, açık dururlar, bir şey değil...
“—Nerde kendisi?..” “—Gelir şimdi...” dedi.
Hakîkaten biraz sonra, Ebü’d-Derdâ RA geldi.
“—Selâmün aleyküm!” “—Aleyküm selâm...” “—Hoş geldin! Ne iyi ettin de geldin kardeşim, buyur otur!..” dedi.
Hemen bir sofra hazırladı. Hocamız her zaman söylerdi, “Misafire aç mısın diye sorulmaz, ayıp olur.” derdi. Birisine sormuşlar:
“—Aç mısın, susuz musun, uykusuz musun?”
Bu da işin şakası arada, düşünün diye... O da demiş ki:
“—Çeşme başında uyudum geldim!” Çeşme başında uyuduysa, demek ki su içti, susuzluğu gitti. Uyudu, uykusuzluğu gitti. Ne kaldı?.. “Karnım aç!” demiş oluyor.
Yemeği koydu Ebü’d-Derdâ Hazretleri... Edeb bu... Bir taraftan da edebi öğrenelim diye söylüyorum, İslâmî edeb böyle...
“—Acaba yemek yediniz mi?” Sana ne yahu! Koyarsın ortaya, yediyse alacağı kadar alır; almadığı, misafirin artığı sana şifa olur. Bir tane alır, iki tane alır, gider.
Yemeği koydu. Selmânü’l-Fârisî dedi ki:
“—Sen oturmuyor musun, gel, hadi beraber yiyelim!”
“—Yok, sen ye, buyur...” dedi.
“—Gel yâ, beraber yiyelim!” Zorlayınca, itiraf etti. Saklıyor, önce söylemiyor. Tabii, nafile ibadetin saklanması da sevap... “—Oruçluyum da ben, onun için yemeyeceğim.” “—Sen oturmazsan, ben de bu yemeği yemem; sen de oturacaksın!” dedi, zorladı.
Bunun üzerine Ebü’d-Derdâ Hazretleri oturdu, orucunu bozdu, yedi. Akşam oldu, namazlarını kıldılar. Demek ki, uzakça bir yerde duruyor. Mescid-i Nebevî’ye yürüyecek kadar bir mesafe değil, uzakça anlaşılan... Belki mescidde kılıp geldiler. Artık oraları belli değil rivayette... Yatak yaptı, Selmânü’l-Fârisî’ye:
“—Buyur yat!” dedi.
“—E, sen ne yapacaksın?” dedi.
“—Benim biraz işim var...” Ne işi var?.. Tesbih çekecek, dervişlik yapacak... Dervişlik Peygamber Efendimiz’den geliyor, sahabeden geliyor.
“—Sen yatmazsan, ben de yatmam; yat şuraya!..” dedi.
Yattılar. Ebü’d-Derdâ da onun hatırını kırmak istemiyor. Kardeş ya, iyi geçinecekler. Biraz yattıktan sonra, aradan biraz vakit geçince yavaşça kalktı. Selmânü’l-Fârisî bileğinden yakaladı, yat aşağıya dedi. Bir iki defa denedi, kurtuluş yok; yattı,
hakîkaten horul horul uyudular. Sahur vakti, gecenin sonlarına doğru, yâni imsak kesilmezden önceki bir zamanda, “Kalk bakalım!” dedi. Selmânü’l-Fârisî hem kendisi kalktı, hem de Ebü’d-Derdâ RA’ı kaldırdı.
“—Buyur hadi bakalım, abdestini al şimdi! Dinlendin, dinçsin, kalk bakalım!..” dedi.
Kalktılar, teheccüd namazı kıldılar. Teheccüd namazı çok sevaplı bir namazdır. Teheccüd namazı zamanında göğün kapıları açılır. Göğün kapıları açılır, dualar gider, kabul gelir; trafik serbesttir. Başka zaman öyle değildir.
Peygamber Efendimiz SAS Mi’rac’a çıkarken, Cebrâil AS aldı onu, Mi’raca gidiyorlar. Birinci semâya gelince, melek “Dur!” dedi. Mi’rac hadisinde Peygamber Efendimiz anlatıyor. Durdular. Birinci semânın vazifeli meleği soruyor:
(Men ente?) “Kimsin sen?” (Ene cibrîl) “Ben Cebrâilim!” (Ve men meake?) “Yanındaki kim?” “—Muhammed SAS... O da Allah’ın sevgili kulu, elçisi, habîb-i edîbi Muhammed-i Mustafâ’sı işte...” “—Ona müsaade oldu mu bu tarafa geçmeğe?” “—Evet oldu.” “—Hadi o zaman geçin!” Öyle büyütüyorum ki, kafamda bu rivayetleri... Öyle önemli geliyor ki, muhterem kardeşlerim!.. Cebrâil meleklerin en büyüğü; dur deniliyor. Peygamber Efendimiz insanların en büyüğü; dur deniliyor. Göğün kapıları var...
اِن الَّذِينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَا لاَ تُفَتَّحُ لَهُمْ اَبْوَابُ
السَّمََٓاءِ وَلاَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتّٰى يَلِجَ الْجَمَلُ فِي سَمِّ الْخِيَاطِ
(الاعراف:٠٤)
(İnne’llezîne kezzebû bi-âyâtinâ ve’stekberû anhâ lâ tüfettehu lehüm ebvâbü’s-semâ’, ve lâ yedhulûne’l-cennete hattâ yelüce’l- cemelü fî semmi’l-hıyât) [Bizim ayetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir.] (A’raf, 7/40) diye ayet-i kerimede geçiyor.
Göğün kapıları açılır veya açılmaz, geçer veya geçmez. İnsanlar, melekler, dualar, niyazlar, ibadetler geçmeyebilir. Geceleyin geçer. Neden?.. “Geceleyin göğün kapıları açılır.” diyor Peygamber Efendimiz... Allah CC kullarına seslenir:
“—Yok mu benden bir istediği olan, haydi istesin; istediğini vereceğim!..” der, o vakit... O vakitte kalkar:
“—Ben istiyorum yâ Rabbi!.. Çocuğumu evlendireceğim, iyi bir gelin ver...” der. “Dükkânımda işim bozuldu, yarın parayı ödeyecek imkânım yok, parayı öde...” der. “—Olur mu böyle şeyler hocam?” Tarsus’ta birisi anlattı bana... “Hocam bono imzalamışım, çek imzalamışım; ertesi gün şu kadar milyon para ödeyeceğim. Tamtakır, hiç para yok kasada... Borcumu da ödemek istiyorum. El açtım, ağlayarak dua ettim.” diyor.
Çok sıkışmış, el açmış dua etmiş. Demiş ki:
“—Yâ Rabbi! Ben bu arkadaşa bu vakitte bu parayı ödeyeceğim dedim. Niye dedim; işte yaptığım inşaatın dairelerini satacaktım, ödeyecektim. Satılmadı, mahcub olacağım şimdi buna... Beni mahcub etme yâ Rabbi!.. Borcumu ödemek istiyorum hayırlısıyla...” diye ağlamış, borcunu ödemek için... “—Kasada bir kuruş yoktu.” diyor.
İnşaat müteahhidi, kendisi anlattı. Ertesi gün bürosuna gitmiş. Bir Alamanyacı gelmiş, iki tane daire almış, takır takır markları ödemiş, peşin... “Ağladım içerde... ‘Ne büyüksün yâ Rabbi!..’ dedim. Geceleyin dua ettim, sabahleyin beni mahcub etmedi.” diyor.
Allah verir. Sen hakkıyla Allah’a tevekkül et, sen Allah’a
hakkıyla kulluk et; Allah sana neler nasib eder.
Bak, bir şey daha anlatayım: Cezâyirli Hasan Paşa var, Barboros’dan sonra Akdeniz’de donanmanın başına geçmiş olan adam... Barboros daha sağken, hadi bakalım demiş, onu sefere göndermiş. Üç-beş gemi ile çıkmışlar. Cezâyir’de üsleniyorlar, liman Cezâyir; Cezâyir’den İtalya’nın batısını, İspanya’nın doğusunu, Fransa’nın güneyini dolaşıyorlar, ortada kimse yok... Akdeniz’in batısında; Yunan adalarının olduğu yer değil, oralar zaten müslüman...
Oralarda dolaşıyorlar, hiç kimse yok... Geziyorlar, geziyorlar, avlayacak bir tane av bulamıyorlar; kimse yok... Bir adanın körfezine girmiş gemileri, orda gecelemişler. Sonra, kalkmaları lâzım tabii... Geceleyin girmişler oraya, kimse görmedi, tamam; ama ortalık aydınlanmağa başlamadan çıkmaları lâzım, Hasan Reis çıkmamış. Tecrübesiz, ilk defa sefere çıkıyor; çıkmamış.
Öteki gemilerdeki reisler demişlerki:
“—Bu adamcağız tecrübesiz! Böyle limanda demirlenmiş gemiler durmaz. Adadaki düşman bunu görür, yakarlar, mahvederler. Daha ortalık aydınlanmadan burdan dışarı çıkmak lâzım!..” Beklemişler, haber yok... Kayıklara binmişler, gemisine gitmişler Hasan Reis’in... Hasan Reis’i seccadesinde bulmuşlar, ibadet ediyormuş. Demişler ki:
“—Efendim, denizcilik töresinde ortalık ışımadan, daha karanlıkken, erkenden demir alınır, açığa çıkılır. Böyle kıstırılır diye burada durulmaz! Siz hâlâ hareket etmediniz. Onun için haber vermeye geldik, bir mazeret mi var, hastalık mı var; nedir?..”
Artık nasıl söyledilerse, usturubluca söylemişler. Demiş ki:
“—Kardeşlerim, biliyorum. Biraz bekleyin, beş-altı tane düşman gemisi gelecek! Burada pısalım; onların önüne çıkarız, onları iğtinâm ederiz; yâni ganimet olarak alırız, öyle gideriz.” demiş.
Herkes birbirine bakmış böyle... Dışarı çıkmışlar:
“—Yâhu, adam hem denizciliği bilmiyor, denizcilik kaidelerine aykırı hareket ediyor; hem de keramet satıcılık yapıyor.” demişler. “Fesübhâna’llah!..” deyip gemilerine gitmişler.
Biraz sonra emir gelmiş, “Haydi şimdi çıkın!” diye... Onlar körfezden dört-beş gemi dışarı çıkar çıkmaz, falanca taraftan altı yedi tane, onun söylediği gibi düşman gemisi geliyormuş. Tam onların önüne çıkmışlar. Öteki gemiler bunları görür görmez, “Eyvah kıstırıldık, yakalandık!” diye hemen beyaz bayrakları çekmişler. Hepsini esir almışlar, Cezâyir’e götürmüşler. Barboros Hayreddin Paşa’nın Hatıraları isimli kitapta okudum.
Allah bildiriyor, amennâ ve saddaknâ... Kerâmet yâni; “Böyle yap kulum, şöyle olacak kulum!” diye bildirince bildiriyor.
Muhterem kardeşlerim! Herkese karşı çeşitli görevlerimiz var dedik. Selmânül-Fârisî’nin sahura kendisinin kaldırıp teheccüd kılmalarında kalmıştık. Ondan sonra, teheccüd namazını kılıyorlar, Peygamber Efendimiz’in mescidine gidiyorlar. Ebü’d-
Derdâ, namazdan sonra Peygamber Efendimiz’e Selmânü’l- Fârisî’yi şikâyet ediyor:
“—Yâ Rasûlallah! Selman kardeşim bana neler etti...” “—Ne yaptı?..” “—Bana ibadetlerimi yaptırtmadı. Oruçluydum, orucumu bozdurdu. Gece yatmadan evvel ibadetler ederdim, onları yaptırmadı.” “—Selman! Niye böyle yaptın?..” diyor.
Selmânü’l-Fârisî de diyor ki:
“—Yâ Rasûlallah! Hanımın üstü başı perişan, evi perişandı. Şöyle şeyle durumunu gördüm, aşırı buldum.” diye söylüyor.
Onun üzerine Peygamber Efendimiz:
“—Selman haklı yâ Ebe’d-Derdâ!.. Selman haklı, sen haksızsın.” dedi.
Sonra, Ebü’d-Derdâ Hazretleri’ne hitaben buyurdu ki:15
يَا أَبَا الدَّرْدَاءِ! إِنَّ لِجَسَدِكَ عَلَيْكَ حَقًّا، وَلأَهْلِكَ عَلَيْكَ حَقًّا، وَلِرَبِّكَ
عَلَيْكَ حَقًّا؛ وَأَعْطِ كُلَّ ذِي حَقٍّ حَقَّهُ! صُمْ وَ أَفْطِرْ، وَقُمْ وَنَمْ، وَائْتِ
أَهْلَكَ (حل. عن أبي جحيفة)
RE. 492/10 (Yâ ebe’d-derdâ!) “Ey Ebü’d-Derdâ! (İnne li-cesedike aleyke hakkan) Hiç şüphe yok ki bedeninin, vücudunun senin üzerinde hakkı vardır. Bu hakkı bu vücuduna vermezsen, bu elin, bu ayağın, bu vücudun senden davacı olur.” “—Benim vücudum, benim hakkımda ne diye davacı olacak?” İç sigarayı, iç içkiyi, harca vücudunu, tahrip et; öyle şey yok!
15 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXII, s.112, no:285; Beyhakî, Sünenü’l- Kübrâ, c.IV, s.275, no:8128; Dâra Kutnî, Sünen, c.II, s.176, no:20; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XLVII, s.116; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.188; Ebû Cuhayfe RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.45, no:5403; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.27, no:25480.
Vücut emanet ve vücudun senin üzerinde hakkı var.
(Ve li-ehlike aleyke hakkan) “Aile efradının, zevcenin ve çoluk çocuğunun senin üzerinde hakkı vardır.”
Hanımının beyi üzerinde hakkı var. Nedir? Kocalık hakkı. Onu ihmal edemez, ona karşı kocalık vazifesini yapacak.
(Ve li-rabbike aleyke hakkan) “Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır.” Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne karşı görevler var, İbadetlerden, Allah’ın hakkı diye bahsediliyor.
(Ve a’ti külle zî hakkın hakkahû) “O halde, her hak sahibine hakkını ver!” (Sum ve eftir) “Bazı günler oruç tut, bazı günler tutma, iftar et! (Ve kum ve nim) Geceleyin namaza kalk, bazı zamanlarda uykunu da uyu! (Ve’ti ehleke) Eşinin yanına da git!” buyurdu.
Yani, “Ailenle de ilgileneceksin; alışverişle, evin geçimiyle de ilgileneceksin; vücudunun sıhhatini de koruyacaksın. Çok oruç tutup, çok uykusuz kalıp, onu halsiz, bîtâb, zayıf, hasta, sararmış- solmuş bir duruma getirmeyeceksin; her şeyi ölçülü yapacaksın!” dedi.
Bu hadisleri karıştırırken gündüz, gözüme bir hadis takıldı; okudum. Diyor ki:
“—Bir insanın hanımı olur da kırk gün ondan uzak durursa, günah olur.” diyor.
Evli, onun da ihtiyacı var... Hanımının kocasına ihtiyacı var, kocasının hanımına ihtiyacı var... Binâen aleyh, o tarafı da kollaması lâzım!..
“—Senin vücudunun da senin üzerinde hakkı var; onu yıpratamazsın!”
Gıda ise gıda, uyku ise uyku; normal ölçülerde onları vereceksin. Çünkü uyku azaldı mı, hastalık çıkar. Gıda azaldı mı, hastalık çıkar. “Her hak sahibine hakkını ver!” diyor.
Biz sorumluluklarla doluyuz. Birçok kimselere karşı sorumluluğumuz var... Her hak sahibine hakkını vermemiz gerekiyor, muhterem kardeşlerim!..
Bu sorumluluk bize bu dünyaya gelmeden evvel yüklendi, Hazret-i Adem Atamız’dan geldi. Dünyaya değil, ahirete rağbeti amaç edinmişiz. İcabında bu dünyayı feda ediyoruz, icabında malımızı veriyoruz. İcabında dedelerimiz şehid olmuş, böyle bir durum olursa, belki biz de şehidliği tercih ederiz. Allah zorlu imtihanlarla imtihana tabi tutmasın; atıp tutmak da doğru değil...
Ecdadımız, dedelerimiz asırlardır bu adamlarla savaşmışlar.
Şimdi Avrupa’da durum değişti. Savaşmıyoruz; siz buraya gelmişsiniz, çalışıyorsunuz, para kazanıyorsunuz. Kazandığınız paraların da bir kısmını memlekete götürüyorsunuz, ev alıyorsunuz, tarla alıyorsunuz... Akrabanıza yardım ediyorsunuz. Buradaki bir işçi, belki orada kaç kişiye yardımcı oluyor... Rahatsınız, sizi asan kesen yok burada... Sarık sarabiliyorsunuz, cübbe giyebiliyorsunuz, Allah diyebiliyorsunuz, zikir yapabiliyorsunuz. Baskı yapan olmuyor yâni...
Şartlar biraz burada değişmiş ve bu batı ülkelerinde şimdi milyonlarca müslüman yerleşmiş. Almanya’da iki buçuk milyon
galiba, tam sayısını Allah bilir. Fransa’da bilmem şu kadar... Hollanda’ya gittim, orada camiler var... Belçika’yı gördüm, daha başka ülkeleri biliyorum. Bunların da çoğu artık geriye dönme niyetinde filân değil...
Dönenler de Türkiye’ye bir dönüyor, ondan sonra yine buraya geliyor. Bir çocuğu duydum; Almanya’dan kesin dönüş yapmış ailesi, orda intihar etmiş. Kimisi de Türkiye’ye intibak edemiyor. Yâni şu çok kesin ki, çoluk çocuğunuzu kurtarmak için siz dönmek isteseniz bile; artık yerleşmeye niyetlenmiş, iş kurmuş, burada kalacak insanlar var...
Şimdi bir de, hükümetler Avrupa ile birleşmek için Gümrük Birliği, Avrupa Birliği’ne giriş vs. gibi çalışmalar yapıyorlar. Biz bunu istemiyoruz, şöyle olsun, böyle olsun diyoruz ama, paydır küldür bir gidişle o tarafa doğru bir gidiş var...
O halde şimdi sizin burada, bütün müslümanlarda olan sorumluluklardan ayrı, birtakım sorumluluklarınız var... Onlara geliyorum şimdi... Ondan sonra da konuşmamı bitireceğim:
Mâdem ki burada istediğiniz gibi müslüman yaşayabiliyorsunuz; binaen aleyh, Allah’ın emirlerini güzelce uygulamalısınız. Gàfil olmamalısınız, ihmalkâr olmamalısınız, günahkâr olmamalısınız... Allah’ın emirlerini tutmalısınız. Zâten dünyanın neresinde olursa insan; hapiste olsa, hür olsa, Türkiye’de olsa, dışarda olsa, nerde olsa bu vazifeleri yapacak!.. Bunu yapmazsa ahireti mahvoldu mu, dünyasının güzel olması yetmez. Tabii, elbette Allah’ın rızasını kazanmağa, cenneti kazanmağa gayret edeceksiniz.
Muhterem kardeşlerim! İnsanın iyi olmasına, salih kul olmak derler. Ben Türkçeyi de bilen iyi bir Arap kardeşin yanında dua ettim: “Allah bizi salihler zümresiyle haşreylesin...” diye... O kardeşimiz güzel bir ikazda bulundu bana, o benim hoşuma gitti. Dedi ki:
“—Hocam, sàlih olmak iyi... Ama salih olmak bizim kendimize yarıyor. Ben sàlih bir kul oluyorum, namazında niyazında iyi bir
müslüman oluyorum, dünyam ahiretim iyi oluyor. Bundan daha güzeli muslih kul olmaktır!” dedi.
Sàlih olmak başka, muslih olmak ondan daha yukarı... Muslih
olmak ne demek?.. Başkasının da sàlih olması için çalışan ıslahçı olmak demek... O daha güzel!..
Şimdi siz sàlih olacaksınız, yâni burada gevşemeyeceksiniz. Almanları görünce; gözleri mavi mavi, saçları sarı sarı Alaman kızlarını görünce şaşırmayacaksınız. Sen şaşırmazsın da, çoluk çocuğun da, ötekisi de şaşırmayacak. Tamam, salih olacak, ibadeti bırakmayacak... Bir gartınları, ve sâireleri görünce gevşemeyecek, yolunda doğru düzgün yürüyecek... Yetmez; bir de başkalarının böyle olması için çalışmak gerekiyor.
Başkaları kim?.. İlk başta sizin dışınızdaki %90 öteki Türkler, öteki müslümanlar... Çünkü benim duyduğuma göre, rakamlar yuvarlak rakamlar amma, çok büyük çoğunluğu camilere hiç uğramıyor buranın müslümanlarının... Uğrayanların yanında uğramayanları %90... Ve sapıtmış durumda...
Ben Ankara’da gördüm; bizim pos bıyıklı Anadolulu, bangır bangır ben Anadoluluyum diyen bir insan, uçağa biniyordu. Ben de bir yere gidecektim ama, nereye gideceğimi unuttum. Kendisi uçağa binmeyecekti, yüzü kırışmış bir Alman kadını —belli tipinden, gayrimüslim, o da okunuyor yüzünden, halinden— uğurluyordu. Öpüştüler dudak dudağa... Bizim köylü dayı moderinleşmiş; Alman kadını uğurlarken sarıldı, öpüştü.
Ben çok üzüldüm tabii, bizim töremizde böyle bir şey yok, el sıkışmak bile yok... Peygamber Efendimiz SAS, hanım ashabıyla musafaha etmemiştir. “Es-selâmü aleyküm!” deriz biz... Harem var, selâmlık var; kadınlar ayrı oturur, erkekler ayrı oturur.
Bu neyi gösterir?.. Bozulmuşlar. İçki içen ganimet, yâni ne kadar çok... Daha başka günahları yapan ne kadar fazla...
Şimdi bizim ilk yapacağımız şey, muslih olmak... Bunlara muslih olacağız. Bunları Almanlar zâten hristiyanlaştırmağa
çalışıyor, zâten entegre etmeğe çalışıyor. Almanı, Fransızı, Amerikalısı... fark etmez. Zâten harıl harıl uğraşıyorlar. Sırf Kuzey Irak’ta iki milyon sünnî müslüman var; liderleri geldiler, bizimle konuştular. Küçücük bir mıntıka, kırk bir tane misyoner teşkilatı varmış. Önemli bir rakam...
Beni çağırdılar, ben gidemedim. Tam gidecektik, PKK olayları var filân dediler, gidemedik. Birisini gönderecektik bizden, “Dur bakalım ortalık bir durulsun, öyle git! Belki bırakmaz askerler...” filân dedik. “Hocam, siz gelmediniz ama, orada harıl harıl faaliyet gösteren 41 tane cemiyet var!” dedi oradan bir müslüman...
Avustralya, sizin buraya işçi olarak geldiğiniz zamanlarda Türkiye’den, Yunanistan’dan göçmen istiyordu. “Gelin, size arazi vereceğiz!” filân diyordu. Avustralya, nüfusu az; kıtayı şenlendirmek için böyle göçmen alıyordu. O zaman Yunan hükümeti de oraya birçok Yunan vatandaşını gönderdi. Toprakları çatır çutur, arazisi az, fazla nüfusu Avrupa’da, fazla nüfusu Amerika’da, Güney Amerika’da, Avustralya’da... Dünyanın her yerinde adamlar... Nereye gitsen, bir tavernası vardır.
On iki aileye bir papaz göndermiş. Neden?.. Yunanlılığı bozulmasın diye... Dininden kopmasın, mezhebini değiştirmesin diye... On iki aileye bir papaz hesap ederek, oraya öyle göndermiş. Bizim burda camilerde imam bulunmaz. İşçi kardeşimiz hem çalışır, hem de boş zamanında gelir, cuma kıldırır, bilmem ne yapar. Öyle değil miydi?
Şimdi bizim burada evvelâ, bu kaybolmuş kardeşlerimize karşı ıslah edicilik vazifesi yapmamız lâzım!.. Hani yükümlülüklerimiz dendi ya bana sipariş edilen konferansta; yükümlülüklerinizi söylüyoruz. İlkönce cenneti kazanın diye salih olun; ikincisi başkaları da cenneti kazansın diye, muslih olun, onları da doğru yola çekmek için çalışın!..
Bu lafla olmaz, organizasyonla olur. Çalışma organizasyonsuz da olabilir ama, organizasyonla olunca daha güzel olur. Onun için muhterem kardeşlerim, müesseseleşeceksiniz.
Bir de sizin buradaki çalışmalarınız ancak kendinize yetiyor, Almanlara yönelik çalışma yapamıyorsunuz. Halbuki, sahabe-i kiram Almanya’ya gelseydi ne yapardı?.. Ne yapıp yapıp bunlara İslâm’ı tebliğ eder, çoğunu İslâm’a kazanırdı. Demek ki biz kusurluyuz. Demek ki biz sahabe Müslümanlığı yapmıyoruz, gevşek davranıyoruz.
Tabii, onları doğru yola çekmek nasıl olacak?.. Güzel örnek olmakla olacak. Buradaki durum Anadolu’nun İslâmlaşması durumuna benziyor muhterem kardeşlerim! Ben biraz edebiyat tarihçisiyim, biraz tarihçiyim; Anadolu’ya da ecdadımız geldiği zaman, Anadolu’da Hristiyanlar vardı. Kayseri’de Ermeniler vardı, Konya’da Rumlar vardı. İznik’te kiliseleri vardı. Her yerde müesseseleri vardı. İyi ahlâkla, güzel davranışlarla çoğunu müslüman ettiler.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin zamanını biliyoruz; öldüğü zaman hristiyanlar da ağlamış. Onlar da gelmişler cenazesine... Yâni, onlara yönelik çalışma yapmadan önce iyi müslüman olacaksınız, sevecekler İslâm’ı siz de... İyi komşu olacaksınız, “Yâhu şu müslümanlar ne iyi komşuluk yapıyor!” diyecek, imrenecek. Sizin temizliğinizi, sizin intizamınızı, sizin sözünüze sadıklığınızı, yaptığınız işin güzelliğini, dürüstlüğünü görecek de, hayran kalacak.
Ben kendi başımdan geçen bir olayı anlatayım: Ben itimad etmiyorum bu adamların süpermarketlerdeki hesaplarına... Makina yanlış hesaplamaz ama, makinayı yazan insan yanlış hesaplar. Aldığım malların listesini, orada daha ayrılmadan kontrol ediyorum. Bir kontrol ettim, yanlış çıktı hesap... Gittim kasaya, —Münih’te, yıllar önce— dedim ki:
“—Burada yanlışlık var!..” “—Nayn nayn, olmaz olmaz!” dedi, cadaloz kadın bizi başından savmak istedi.
Dedim:
“—Yanlışlık var!”
Biraz sonra bir adam geldi, dedi:
“—Buyurun, ne var?..” Dedim:
“—Hesap yanlış, rakamlar yanlış yazılmış!” “—Olamaz!” dedi.
“—Niye olamaz? Bak 2.45 DM olarak yazılmış, halbuki 24.5 DM olacaktı; eksik yazmışsınız.” dedim.
“—Ne?!..” dedi.
“—2 değil 24 DM olması lâzım!” dedim.
“—Yaaa...” dedi, gitti geldi. “Siz doğrusunuz.” dedi.
Yâni ben ne yapacağım?.. Daha para vereceğim adama, kavgayı onun için yapıyorum. Adam afalladı, şaşırdı. Parayı almadı, bir... Bir de bir kitap kadar kalın kocaman bir çukulata getirdi. Yanımda ilkokul çağında bir kızım vardı, küçük; onu da ona hediye etti.
“—Çok teşekkür ederiz!” dedi, öldü bayıldı.
Tarihe geçer bunlar... Adam müslümanların böyle olduğunu görünce; “Müslümanlar dürüst!” der, binaen aleyh İslâm’ı sever. Onun için, sizin burada İslâm’ı sevdirme göreviniz olduğunu düşüneceksiniz. Onun için süsleneceksiniz, taranacaksınız, donanacaksınız. Keyfiniz için, zevkiniz için değil de, Allah için intizamlı olacaksınız, yaptığınız her işi güzel yapacaksınız. Söylediğiniz sözü güzel söyleyeceksiniz.
Diyor ki, Kur’an-ı Kerim ayetlerinde: “Yâ Rabbi sen bizi kâfirler için fitne yapma!” ayetinin mânâsı; yâni kâfire müslüman nasıl fitne olur, kâfir zâten kâfir?.. Müslümanın kâfire fitne olması ne?.. Müslümanın kusurunu görür kâfir; “Hadi yâ, bu adamların mı dini? Eksik olsun!” der. O zaman işte hapı yutar müslüman... Yâni, kâfirin müslümanı sevmemesine sebep olmak, İslâm’ı sevmemesine sebep olmak kötü bir durum... “Öyle yapma yâ Rabbi!” diye dua etmiş eskiler...
Batı dilini iyi öğreneceksiniz. Siz öğrenemezsiniz, sizden geçti ama, çocuklarınızı çok iyi yetiştireceksiniz. İyi meslekler
edindireceksiniz. Çocuklarınıza bir de Türkçe öğreteceksiniz. Şimdi artık onların bir kısmı kendiliğinden Almancayı iyi bilir de, bir zaman gelecek Türkçe’yi anlamayacaklar.
Ben Avustralya’ya gidiyorum; çocuklar benim sözlerimi anlamıyor, büyüklerin çoğu da anlamıyor. Hollanda’da konferans verdim; “Hocanın konferansından hiçbir şey anlamadık.” demişler. Halbuki, Türkçe konuşuyorum ama, diller değişiyor. Türkçeyi de öğreneceksiniz, bu dilleri de öğreneceksiniz.
Çocuğunuzu mutlaka iyi yetiştireceksiniz. Çocuğunuz işçi olmayacak, patron olacak! “Ben işçilik yaptım, benim çocuğum patron olacak!” diyeceksiniz. Neden?.. Almandan aşağı olmayacaksınız ki, size tepeden bakmasın!.. Söylediğiniz söze itibar eder o zaman...
Onun için muhterem kardeşlerim, çok çalışmanız gerekiyor. İş hayatlarınızı birleştirmeniz ve iş birlikleri kurmanız gerekiyor. Acı tecrübeleriniz olmuştur. Paralarınız toplanıp toplanıp çar çur olmuştur. Onlara bir şey demiyorum ama, sonunda yenile yenile yenmeyi öğrenir insan... Bozuk yapa yapa düzgün yapmayı öğrenir. Kuvvetleneceksiniz, koca müesseseler kuracaksınız.
Camileriniz pırıl pırıl olacak, güzel olacak! Güzel olmasına dikkat edeceksiniz. Yahova şahitlerinin hiç sizin caminiz gibi ibadethanesini gördünüz mü?.. Veriyorlar parayı... Niye veriyorlar?.. Propaganda için, reklam için... Bizim paramız yok mu?.. Var ama, lüzum görmüyoruz. Yeter bize diyoruz. “Anadolu’daki gariban evlerimiz zaten bundan iyi mi?” diyoruz, önemsemiyoruz. Halbuki burda başka görevlerimiz var... Çağıracaksın Almanı, dinleyecek... vs.
Bunları niye söylüyorum?.. “Yâ bunlar maddiyat, bunlar dünya, bunlara lüzum yok!” dersiniz de, hoca olarak diyorum ki: “Hayır! Bunlara önem verin ki, İslam’ın yayılmasında bunların te’siri var.” Bu dillerde İslâm’ı anlatan konferanslar, vaazlar, kurslar ve sesli, basılı yayınları hazırlayacaksınız. Çocuklarınıza hazırlatacaksınız. Çocuklarınızın bir kısmını bu mesleklere
sevkedeceksiniz.
Şimdi benim çok zengin bir müteahhit arkadaşım vardı ihvânımızdan, Ankara’da... Çocuğu imam-hatipte okuyordu.
“—Hocam, bu yaz çocuğumu Mercedes oto yedek parçası satan bir dükkâna vermek istiyorum.” dedi.
“—Olmaz!” dedim. “İmam-hatipteki çocuk, Mercedes oto yedek parçası satan yere çırak girecek; olmaz!” dedim.
“—Niye?..” dedi.
“—Sen o imam-hatipteki çocuğu, vaiz Osman Şevket Yardımedici’ye çırak vereceksin! Onun çantasını taşıyacak. O hangi camiden hangi camiye gidiyorsa, onu dinleyecek. Onun yanda çıraklık yapacak, onu öğrenecek! Oto parçası satacak idiyse, imam-hatipe niye verdin?” dedim.
En zeki çocuğunuzu din adamı yapacaksınız! Neden?.. İyi bir din adamı olsun da, dinini güzel anlatsın, insanları doğru yola çeksin, hidayete ermesine vesile olsun da; sen de sevap kazan, o da sevap kazansın!.. En akıllı, leb demeden leblebiyi anlayan, en zeki çocuğunuzu seçeceksiniz. Onu destekleyeceksiniz. “Oğlum, ben senin arkandayım! Sana Mercedes alacağım, sana kat alacağım... Korkma, dünya malı için telaşa kapılma, ticareti ve sâireyi bırak, dinin iyi öğrenmeye ve iyi anlatmağa çalış!” diyeceksiniz.
Ben bizim bütün çocuklarıma ve torunlarıma açık olarak dedim; “Kim hafız olursa, otomobil alacağım!” diye söyledim. Çalışsınlar, alsınlar; Allah’ın izniyle veririm.
En akıllı çocuğunuzu din adamı yetiştireceksiniz. Radyo, televizyon, video, kaset yayınlarına önem vereceksiniz. Bu arada size bir şeyi hatırlatmak istiyorum: bizim Akra’nın yayınları buralardan dinlenebiliyor, şimdi uydudan yayın yapıyoruz. Bunu dinimizi yaymak, kültürümüzü öğretmek maksadıyla yaptık. Numaralarını Cemaleddin’den alırsınız. Evinizde çoluk çocuğunuz, kendiniz bu yayınları takip edin! Hem Türkçeniz, çocuklarınızın Türkçesi bozulmasın, hem de mütedeyyin bir
süzgeçten geçmiş haberleri, kültürel programları dinlemiş olursunuz. Buna benzer çalışmalar çok önemli!..
Sonra Peygamber Efendimiz’in bir hadis-i şerifini size hatırlatmak istiyorum. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
“—Bir yerde beş tane müslümanın evi varsa, orada ezan okumak, kàmet getirmek ve cemaatle namaz kılmak o müslümanların boynuna borç olur. Beş ev olduğu halde ezan okumazlar, cemaatle namaz kılmazlarsa; şeytan onlara galebe çalar, hakimiyetleri altına alır. (İstahveze aleyhimü’ş-şeytàn) Şeytan onlara dişlerini geçirir, cebine koyar, artık şeytanın avı olmuş olurlar.” diyor.
Beş ev, bakın ne kadar az!.. “Beş ev bile olsa ezan okuyacaklar, kàmet getirecekler, beraber namaz kılacaklar!” diyor. Dinimiz bu kadar önemli...
Onun için, muhterem kardeşlerim, evlerinizi planlı seçin! Oturacağınız yerleri komisyon kurun, öyle kararlaştırın!.. Mümkünse kooperatifler kurun, mahalleler kurun!.. Kredi kullanıp ev alabilirsiniz. Kira öder gibi ev sizin oluyormuş; böyle yerler alın!.. Bir arada olursanız, ibadet de kolay olur, kültürel çalışmalarla yetişme de kolay olur. Hanımlarınız da rahat eder.
Bizim böyle kurduğumuz mahalleler var Türkiye’de... Adam altı aylığına Amerika’ya gidiyor, gözü arkada kalmıyor. Neden?.. Mahalle mazbut, komşular hep dindar; hanımı çocuklarıyla bırakıyor, Amerika’ya altı aylığına gidip gelebiliyor. Siz de böyle koloniler kurmalısınız burada... Bunların planlamasının yapılması lâzım şimdiden!
Buranın politikasıyla ilgilenmelisiniz. İsveç’teki kardeşlerimizden ben duydum, onlar birtakım partilerle ilgilenmişler. Hem yardım vs. alıyorlar, hem de işlerini götürüyorlar. Tabii, seçebilirseniz meb’us filân seçersiniz, kendi hukukunuzu koruyabilirsiniz böylece...
Sosyal faaliyetlere katılmalısınız, kendinize göre de dernekler vs. kurmalısınız. Beyne’l-milel veya buranın dışındaki, Türkiye’deki hayır kurumlarıyla, güzel çalışmalar yapan
kuruluşlarla ilgiyi sağlamalısınız. Bunları bu tarzda, hatırlattığım, anlattığım tarzda yaparsanız, yıllar geçtikçe burada müesseseler oturur, çoluk çocuğunuz rahat eder; aklı başında bir topluluk oluruz, azınlık oluruz, ama te’sirli oluruz. Çoluk çocuğumuz zâyi olmamış olur, elden çıkmamış olur, cehennemlik olmamış olur.
Şimdi bir insan mü’minken imanını bırakırsa, tabii cehennemlik olacak. Sen cennete giderken, zebaniler senin çoluk çocuğunu sürükleye sürükleye cehenneme atsalar, yüreğin dayanır mı?.. Onların müslüman olmasını, müslüman yaşamasını, cennete gitmesini sağlamak senin vazifen oluyor. Onun için, bu gibi hizmetleri yapmanız gerekiyor.
İşte Avrupa’da İslâm ve Avrupa’daki müslümanların sorumlulukları hakkında söylemek istediğim şeyler bunlar... Ahiretinizi kazanmağa gayret edin!.. Allah’ın rızasını elde etmeğe çalışın!..
Burada bir şeyi söylemeyi unuttum: Bu gibi çalışmalar için
metod tasavvuftur. Anadolu’da da İslâm’ın yerleşmesi Yunus Emre’lerin, Mevlânâ’ların çalışmalarıyla olmuştur. Dikkat edin, onlar mutasavvıflardır, onların prensipleri çok önemlidir. Onlar:
Döğene elsiz gerek,
Söğene dilsiz gerek!
diyerek çalışmışlardır. Ahlâkla, fedâkârlıkla çalışmışlardır. O zaman sevdirmişlerdir kendilerini...
O bakımdan salih olmak için, muslih olmak için, nefsinizin terbiyesine dikkat edin, kendinizi iyi terbiye edin!.. Başka çalışmaları da aşk ile, şevk ile yaparsınız; Allah’ın sevdiği kul olursunuz, evliyâsı olursunuz. Allah hem dünyanızı hem ahiretinizi hoş eder.
Allah cümlenizi dünyada, ahirette bahtiyar eylesin... Sevdiklerinizle, çoluk çocuğunuzla beraber iki cihanda hayırlara erdirsin...
Bi-hürmeti habîbihî muhammedini’l-mustafâ, ve bi-hürmeti esrârı sûreti’l-fâtihah!
23. 10. 1995 - Gostar / ALMANYA