02. ALLAH BİLGİSİ
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Kemâ yenbağî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayri halkıhî seyyidinâ ve senedinâ ve tâci ruusinâ ve üsvetüne’l- haseneti muhammedini’l-mustafâ...
Çok muhterem misafirlerimiz!
Değerli, muhterem kardeşlerim!..
Allah-u Teâlâ Hazretlerinin selâmı, ihsânı, ikrâmı dünyada, ahirette üzerinize olsun...
Onun seçkin kulu Muhammed-i Mustafâ’sı, Habîb-i Edîbine sonsuz salât ü selâmlarımızı, tahiyyat ve ihtiramlarımızı arz ederim.
................
Bu maddî tapınmaların yanında bir takım mânevî tapınmalar da var... Meselâ, insanların bir kısmı egosuna, nefsine tapınıyor. İmâm-ı Gazâlî’nin bir sözü var bu konuda, diyor ki:
“—İnsanların gözünden gaflet perdesi kaldırılsa, gerçekleri basiretle görseler, bakarlar ki, birçok insan maalesef nefsini put edinmiş, o putun karşısında el-pençe divan durmuş, ‘Emret! Senin emrini yapacağım.’ diye nefsine tapınıyor.”
Bir kısmı paraya tapıyor. Bir kısmı mevkîye, makama, şöhrete tapıyor. Her birisi çeşitli şeylere tapınma durumunda...
a. İnsanlarda Tanrı Kavramı
Bugün yaşayan insanların da tanrı kavramları veya bu tanrı kavramı karşısındaki tavırları; bunlar da çeşit çeşit... Şöyle sıralayabiliriz:
1. Bir kısmı tanrıyı kabul etmiyor; ateist diyoruz bunlara...
2. Bir kısmı bu konuyu hiç dert edinmiyor kendisine, kafasına almıyor; nefsinin, keyfinin, zevkinin peşinde sedonist bir hayat
sürüyor.
3. Bir kısmı bulunduğu toplumda bu konu ile ilgilenmiş, ama sonuçta tatmin olmadığı için inancını yitirmiş, inanmıyor. Tabii bunda, yaşadığı ülkenin geçerli dininin, çevresindeki inancın, karakterin büyük rolü var... Bir İslâm ülkesindeki ateist ile Hindistan’daki veyahut Afrika’daki ateist arasında fark var; çünkü çevrelerindeki dinler farklı...
4. Bir kısım insanlar, akılları ve mantıklarının gereği olarak üstün bir yaratıcının, tanrının varlığını düşünce yoluyla, mantıkî olarak kabul ediyorlar.
Benim bir talebem, şu anda bir yerde dekan; o doçentlik tezi yapmıştı. Ateizmin ilmen imkânsız olduğunu o tezinde isbat etmişti.
Birtakım insanlar böyle bir varlığı kabul ediyorlar ama, herhangi bir dine bağlı değiller veya dinlere karşı olabiliyorlar. Sadece Allah’a inandıklarını ifade ediyorlar.
5. Birtakım insanlara rastlıyoruz; onlar da bir dine mensup olmuş, gözü kapalı olarak o dini takib ediyor. O dini kritik etmiyor. Bunlardan birisinin sözünü hatırlıyorum, bir alim bunu söyleyen:
“—Ben laboratuvarıma girdiğim zaman dini, kiliseyi, İncil’i unuturum. Ama kiliseye gittiğim zaman da ilmi kafamdan silerim, laboratuvarımı düşünmem.” diyor.
Böylece tezatlar içinde, bu fikirleri birbirlerinden ayırmadan, hangisi doğrudur diye düşünmeden yaşayabiliyor.
Japonya gibi, Amerika, Avrupa ülkeleri gibi birçok ülkelerde de, ilmin gelişmesinin yanında inançlarını incelediğimiz zaman, onların inançlarının son derece ibtidâî olduğunu görüyoruz. “Bu kadar ilmi ilerlemiş insanlar, nasıl oluyor da bu kadar ibtidâî inanca sahip olabiliyorlar?” diye hayret ediyoruz.
Japonlar Güneş’e tapıyorlar, imparatorları Güneş’in oğluymuş
diye düşünüyorlar. Avrupalılar teslise inanıyorlar. Peki Hazret-i İsâ tanrı ise, Hazret-i İsâ’dan önceki insanların tanrısı kimdi?.. Üç nasıl bir oluyor, bir nasıl üç oluyor?.. Bunları düşünmeden dinlerinde devam edebiliyorlar. Dini nostaljik ve historik olay olarak kabul ediyorlar. Sosyal ve kültürel bir olay olduğu için, ona bağlılıklarını devam ettiriyorlar. Onlar için bir yılbaşı eğlencesi, Noel Baba, vs. birtakım festivaller dine bağlılıklarını devam ettirmeğe yetiyor.
6. Bu insanların arasında bir kısım diğer insan da araştırma ve merak içinde... Kendi inançlarını eksikliğini hissediyorlar. Ruhlarının, kalplerinin ve kafalarının tatmin edilmediğini görüyorlar. Bunu tatmin etmek için reformlar yapmağa, dinlerinde birtakım geliştirmeler yapmağa çalışıyorlar. Bu konuda yeni cereyanlar ortaya çıkartıyorlar, kendilerine göre yeni mezhebler ortaya atıyorlar.
Meselâ onlardan bir tanesi, üç beş sene önce Amerika’da üç-beş yüz mensubu ile ormanda intihar ettiler. Geçtiğimiz sene İsviçre’de üç-beş dağ evinde bir grup intihar edip, villalarını yaktılar. Böyle yeni arayışlar peşindeler...
Yahova şahitleri var. Onlar diyorlar ki: “Biz İncil’in yeni yorumunu yapıyoruz. Dinlerin hepsini birleştiren yeni bir atılım içindeyiz.” diyorlar.
Moonizm denilen yeni bir mezhep var. Bir rahip çıkmış, dinleri birleştirerek insanların işine yarayacak yeni bir şey ortaya koymaya çalıştığını söylüyor.
Bazıları Hind’in, Çin’in dinlerini egzotik buluyorlar, yogilere hayret ediyorlar ve onlara bağlanıyorlar. Bazıları bu transandantal meditasyona merak ediyorlar. Ben İsveç’te gördüm: İsveç kökenli insanlar, ellerinde ziller, aletler; sıra halinde çarşıda pazarda Hint kıyafeti ile dolaşıyorlar. Krişna dinine girmişler, gösteri yapıyorlar.
Bunların her birisi birer araştırma ama, mânâsız ve sonuçsuz...
7. Bu kadar çeşitli grupların arasında, kendisi yanlış yolda iken doğruyu bulanları da görüyoruz. Bunlar ciddî araştırıcılar, eserleri ciddî olarak incelebiliyorlar. Kafaları muntazam... İşi iyice araştırdıktan sonra sonuca varıyorlar.
Bunların içinde meselâ, Fransız filozofu Roce Garudi’yi zikredebiliriz. Fransız İlimler Akademisi üyelerinden Prof. Moris Bükey’i görebiliriz.
Parlamenter olan bir arkadaşımızın İngiltere’den dostu, kendisine bir din aramak için çok düşünmüş, sonunda Hindistan’a gitmeğe karar vermiş. Çok iyi niyetle malını mülkünü satmış; artık Hindistan’a gidip doğru bildiği bir dine girip, hayatını orada Allah’ın sevdiği bir yolda geçireyim diye yola çıkmış. Fakat o da Türkiye’de üç defa peşpeşe rüyasında, “Doğru din İslâm’dır.” diye gördüğü için müslüman olmuş.
Böyle rüya görüp de müslüman olan kimseler var... Meselâ, Nijeryalı Utama isimli birisinin, bir papaz iken nasıl Peygamber Efendimiz’i rüyada görerek müslüman olduğunu bir kitapta okumuştum.
Benim Avustralya’dan tanıdığım müslüman olmuş
Avustralyalı bir İngiliz vardı. Nasıl müslüman olduğunu sordum. Peygamber Efendimiz’i rüyada gördüğünü ve onun üzerine müslüman olduğunu söylemişti. Böylece doğru yolu bulup müslüman olanlar da var...
Dünya üzerinde pek çok insan olmasına rağmen, doğru inancı bulan insanların az olduğunu, yanlış yollarda giden insanların ne kadar çok ve çeşitli olduğunu göstermek için bunları anlattık. O halde bu konunun ne kadar önemli olduğu, bu anlattıklarımızdan da çıkıyor.
Ayrıca bu konunun hem maddî bakımdan önemi var, hem mânevî bakımdan önemi var; hem de gerçekten müslüman olanlar için, ayrıca önemi var... Bunların sebeplerini biraz sıralamak istiyorum:
b. Allah İnancının Faydaları
Konu maddî bakımdan, materyalist bir gözle, inanmayan bir insanın gözüyle incelendiği zaman bile, önemli bir konu... Tanrı fikri, Allah inancı ve dine bağlılık konusu her şeyden öte çekici bir konu... Birçok insanı cezbediyor, birçok insanı ilgilendiriyor. Sosyal bir konu, bu bakımdan önemli...
İkinci bir önemli tarafı, içinde gördüğünüz gibi pek çok tezatlar ve problemler var... Bunların araştırılması ve çözülmesi ilmin görevidir. İnsan kafası bunları araştırmak ve çözmek zorundadır, ilmin vazifesi budur.
Allah inancının, genellikle dindarlığın topluma sağladığı birçok faydalar var. Meselâ, genel ahlâkı din besliyor, ahlâkın kaynağı din ve Allah korkusu, tanrı inancı anarşiye karşı insanın kalbine düzen fikri veriyor. Zulmü ve suçları engelliyor. Bunun bir misalini vermek istiyorum:
Burada ihtisas yapan bir kardeşimizin kızı sınıfının prezidenti olmuş, çok zeki bir kız... Fakat belli günlerde onları kiliseye götürmek istiyorlar. Babasına söylemiş. Babası da demiş ki:
“—Hayır, sen kiliseye gitme!..”
Onun üzerine derhal çağırmışlar, sormuşlar:
“—Niye kızınızı göndermiyorsunuz kiliseye?” demişler.
Demiş ki:
“—Ben müslümanım!” “—Ooo, teşekkür ederiz, biz sizin müslüman olduğunuzu bilmiyorduk. Müslümansanız tabii, kiliseye gitmek zorunda değil... Okul olarak bizim görevimiz, senin kızına bir hoca bulmak veya kızını camiye götürmektir. Sen kiliseye göndermek istemeyince, sen dine karşısın sandık. Onun için, seninle konuşmak üzere seni çağırdık.
Bizim çocuk eğitiminde gördüğümüz bir gerçek var: Güzel duygular, ahlâk duygusu, merhamet duygusu, sevgi ve saygı bu çağlarda kazanılıyor ve bunu din duygusu kuvvetlendiriyor. Bu çağlarda bu duyguları alamayan çocuklar, daha sonraki dönemlerde suça itiliyorlar. Ortaokulda, lisede, büluğ çağına erdikten sonra suçluların çoğunda bu duyguları alamamış olmaları sebep olarak görülüyor.
Onun için, biz sizinle bunu konuşmayı istedik. Anlaşıldı ki sen dine karşı değilmişsin, dindarmışsın. İnşaallah senin çocuğuna bir din hocası veyahut çocuğunu götürebilecek bir cami bulacağım!” demiş.
Diğer bir misal: New York’ta müslüman bir şahısla tanıştım. Kendisi hapishanelerde imammış ve mahkûmlarla konuşması ve onlar üzerinde birtakım çalışmalar yapması için Amerika ona maaş veriyormuş.
Tabii, bu gayet normal... Çünkü bir mahkûmun suçluluk psikolojisinden kurtulması, rehabilitasyonu ve yeniden topluma intibakı için bu duygu önemli olduğundan, Amerikan hükümeti bir imama maaş veriyor.
İnancın böyle sosyolojik faydaları olduğu gibi, topluma yönelik faydaları olduğu gibi, şahsî, psikolojik faydaları da var... Kişiye destek ve enerji sağlıyor. Bakıyorsunuz bir kimse amansız bir hastalığa tutulmuş, kanser; fakat inancı sayesinde, imanıyla kurtuluyor. Kötü olaylar karşısında bakıyorsunuz, inancı zayıf
olan bir kimse derhal intihar ediyor; fakat inançlı bir insan metin kalıyor, kendisini koruyor.
Be Türkiye’de iken, İsveç’ten Türkiye’ye emniyet genel müdürü gelmişti yıllar önce... Diyordu ki: “Sosyal bütün hakları hazırladık, sağladık biz İsveç’te halkımıza... Her türlü serbestlik var, yaşamak için her türlü şartları hazırladık. Fakat buna rağmen İsveç’teki intiharlar dünyada birinci; yâni çok ön sırada geliyor. Halbuki sizde yok... Yokluk var, fakirlik var ama, sizde intihar olayı yok... Bunu incelemeye geldim.” diyordu.
Ayrıca inanç, insanları şahsen hayra teşvik ediyor. Bunun sonunda toplum birçok hayır müessesesi kazanıyor. Devletin ödemesine imkân olmayan milyarlık vakıflar, hastaneler, okullar, çeşitli sosyal müesseseler bu bağışlarla yapılıyor.
Meselâ, Osmanlı döneminde de devlet bu gibi işlere hiç tahsisat ayırmazdı. Bütün hayır işlerini zenginler kendileri inançlarından dolayı yaparlardı. Amerika’da da iki adımda bir, her parselde, her parselin köşesinde, en güzel yerde bir hastane, bir okul, bir sosyal tesis görüyoruz. Bunların da dinî inançlı insanların bağışlarıyla yapıldığını, üzerlerindeki yazılarından anlıyoruz.
Demek ki, netice itibariyle, inanç topluma parasal yönden hesaplanacak olursa, milyarlık büyük hayırlar da kazandırıyor.
c. Önemli Olan Ahiret
Bu anlattıklarım, inancın, Allah’a inanan insanların topluma ve şahıslarına gelen maddî faydalarla ilgilidir. Materyalist bir kafanın kabul edeceği faydalardır.
Ama inanan insan için bunlar önemli değildir. Dünya fânîdir. Dünyanın içindekilerin bir sivrisineğin kanadı kadar kıymeti yoktur. Ama bunların ötesinde, asıl önemli olan mânevî tarafıdır bu işin... Çünkü inanç insanı ahiret hayatına alıştırıyor, ahirette başına gelecek tehlikelerden kurtarıyor. Cenneti kazandırıyor, sonsuz ebedî saadete erdiriyor.
Hazret-i Ömer RA’a müşrikin, kâfirin, inançsızın birisi gelmiş. İtiraz yollu bir şeyler söyleyince, Hazret-i Ömer RA ona kendi mantığıyla şöyle cevap vermiş. Demiş ki: “Sen inkâr ediyorsun her
şeyi, hiçbir şeyi kabul etmiyorsun. Ben bunları yapıyorum ve bunlardan bir zarar etmiyorum. Toplum, aile hayatı, şahsî sıhhat, afiyet bakımından bunların hepsi faydalı... Senin dediğin olsa bile, ben bir zarar etmeyeceğim. Ama benim dediğim ahiret olduğu zaman, sen ebediyyen mahvolacaksın!..” diye onu susturmuş Hazret-i Ömer RA...
Kur’an-ı Kerim’de bildiriliyor ki, inkâr eden bir insan... İnkârı da derecelere ayırmak lâzım: Bir ateizm var, hiç tanrıya inanmıyor; bir de tanrı inancı var, fakat sakat, hasta, bozuk, müşrik...
Allah-u Teâlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki, Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:
اِن اللََّ لاَ يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشََٓاءُ (النساء:٨٤)
(İnna’llàhe lâ yağfiru en yüşreke bihî ve yağfiru mâ dûne zâlike li-men yeşâ’) “Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse hakkında bağışlar.” (Nisâ, 4/48)
Allah-u Teâlâ Hazretleri inanç olsa bile, bozuk inancı da kabul etmiyor. Meselâ, müşrik Arapların Allah inancı vardı. Denizde tehlikeye düştükleri zaman, dalgalar çarpmaya başladığı zaman, Allah’a dua ederlerdi. Melekler Allah’ın kızları derlerdi. Putlar için;
وَيَقُولُونَ هَؤُلاَءِ شُفَعَاؤُنَا عِندَ اللَِّ (يونس: ٨١)
(Hâülâi şüfeâünâ inda’llàh) “Bunlar Allah indinde bizim şefaatçilerimiz derlerdi.” (Yunus, 10/18)
Fakat Allah bunu da kabul etmiyor. İnkârı da kabul etmiyor, şirki de kabul etmiyor. Binâen aleyh, müşrik de kâfir oluyor. O da
ahirette ebedî azap görecek. Binâen aleyh, ondan kurtulmak inançla olduğu için, inancın çok büyük değeri var...
Allah inancının doğru olması, bir müslüman için de son derece önemlidir. Çünkü, biliyorsunuz, inançta sakatlık oldu mu, bu ameldeki veya ahlâktaki bir sakatlık gibi olmaz. İnançtaki sakatlık çok büyük zararlar meydana getirir. İnsan kendisini müslüman sandığı halde, kafasında ve gönlünde birtakım sakat fikirler olabilir.
Peygamber SAS Efendimiz’in ikaz ettiği gizli şirk olayı vardır, münafıklık olayı vardır. Onun için iyi bir müslümanın da ilâhiyat konularına, yâni Allah ile ilgili meselelelere, ma’rifetullah konusuna eğilmesi ve onu doğru olarak öğrenmesi gerekiyor.
Müslümanın Allah hakkındaki bilgisi, Kur’an-ı Kerim’den ve Peygamber SAS Efendimiz’in tâlimâtından, hadis-i şeriflerinden gelir. Kur’an-ı Kerim’de insanın mü’min olması için ilk adım, onun kâinâtta eşşiz ve mükemmel bir nizam olduğunu sezip, “Bu düzenin sahibi kimdir?” diye düşünmesini sağlamaktır. Kur’an-ı Kerim bu konuda bizi düşünmeye sevk ederek buyuruyor ki, Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:
اِن فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالاَْرْضِ وَاخْتِلاَفِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيَاتٍ
لاُِولِي الاَلْبَابِ (اۤل عمران:٠٩١)
(İnne fî halkı’s-semâvâti ve’l-ardı va’htilâfi’l-leyli ve’n-nehâri leâyâtin li-üli’l-elbâb) [Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.] (Âl-i İmran, 3/190)
Diğer bir ayet-i kerimede buyuruyor ki, Bi’smi’llâhi’r- rahmâni’r-rahîm:
اَلَمْ تَرَوْا كَيْفَ خَلَقَ اللَُّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًا. وَجَعَ لَ الْقَمَرَ فِيهِنَّ
نُورًا وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا (نوح:٥١-٦١)
(Elem terav keyfe haleka’llàhu seb’a semâvâtin tıbâkà. Ve ceale’l-kamera fîhinne nûran ve ceale’ş-şemse sirâcâ.) [Görmediniz mi, Allah yedi göğü birbiriyle uyumlu olarak nasıl yaratmış! Onların içinde Ay’ı bir nur kılmış, Güneş’i de bir ışık kaynağı
yapmıştır.] (Nuh, 71/15-16) Sonra meselâ, hayatın da Allah tarafından meydana getirildiğini bildirmek için:
وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ، اَفَلاَ يُؤْمِنُونَ (الانبياء:٠٣)
(Ve cealnâ minel mâe külle şey’in hayy, efelâ yü’minûn) [Bizim her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?] (Enbiyâ, 21/30)
اَفَرَاَيْتُمْ مَا تُمْنُونَ . ءَاَنْتُمْ تَخْلُقُونَهَُٓ اَمْ نَحْنُ الْخَالِقُونَ
(الوقعة:٨٥-٩٥)
(Eferaeytüm mâ tümnûn. E entüm tahlükùnehû em nahnü’l- hàlikùn) [Söyleyin bakalım, rahimlere döktüğünüz meni nedir? Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz?] (Vâkıa, 56/58,59) gibi ayet-i kerimeler de bu hususları belirtiliyor.
Yâni, kâinatın yaratılışı Allah’tan, kâinatın içinde hayatın ortaya çıkarılışı Allah’tan...
Sonra bütün bilgileri Allah’ın verdiğini bildiriyor. Meselâ:
اَلَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ . عَلَّمَ الاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ (العلق:٤-٥)
(Ellezî alleme bi’l-kalem. Alleme’l-insâne mâ lem ya’lem) [Ki o, kalemle yazı yazmayı öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretendir.] (Alak, 96/4-5) Yine Rahman Sûresi’nde:
خَلَقَ الاِْنْسَانَ . عَلَّمَهُ الْبَيَانَ (الرحمن:٣-٤)
(Haleka’l-insân. Allemehü’l-beyân) [İnsanı yarattı. Ona konuşmayı öğretti.] (Rahmân, 55/3) gibi ayet-i kerimelerle insanı kâinatı incelemeye ve kâinattaki hayat konularını Allah’ın meydana getirdiğine dikkat çekiliyor.
Onun için bütün insanlara; hattâ kendisine bir peygamberin mesajı, Allah’ın bir kitabı ulaşmamış, çok ücrâ bir köşede yaşayan, Amazon ormanlarının hiç keşfedilmemiş bir köyünde yaşayan bir insanın bile; hiç peygamber gelmediği, hiç kitap inmediği halde, Allah’ın varlığını, birliğini anlaması aklın üzerine
farzdır. Onu bilmesi boynunun borcudur. Bilmediği takdirde cezası olacaktır, bildiği takdirde kurtulacaktır.
Kur’an-ı Kerim’in bu hususta bizi yetiştirici diğer bir metodu, eski kâfirlerin ve müşriklerin sözlerini söylüyor, onlar böyle dediler diyor ve onların sözlerinin çürüklüğünü, karşısına mantıklı deliler koyarak bildiriyor.
Meselâ; Nuh AS’ın kavmiyle nasıl mücadele ettiğini, onlara nasıl gerçekleri anlattığını; Hazret-i Mûsâ’nın Firavun’la nasıl delilleri göstererek, mûcizeler göstererek onları kabul ettirmeğe çalıştığını; Hazret-i İbrâhim’in babasına nasıl eliyle yaptığı putlara tapmaması gerektiğini söylediğini; “Kavmim bu putlara niçin tapıyorsunuz? Bunlar bakın kendilerini bile koruyamıyorlar! Ben kırdım geçirdim hepsini; hiçbiri kendini bile koruyamadılar.” diye mantıklı şeyler yaptığını söylüyor Kur’an-ı Kerim...
Hazret-i İsâ’ya da, “Bu hristiyanlara teslisi sen mi söyledin yâ İsâ?..” diye ahirette sorulacağını; onun da: “Hayır, ben senin emrettiğinden başka bir şey söylemedim! Tek olan Allah’a ibadet etmelerini söyledim.” diyerek cevap vereceğini bildiriyor:
وَإِذْ قَالَ اللَُّ يَاعِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ، أَأَنتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُونِي وَ أُمِّيَ
إِلٰهَيْنِ مِنْ دُونِ اللََِّّ ، قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أَقُولَ مَا لَيْسَ
لِي بِحَقٍّ، إِنْ كُنتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُ، تَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِي وَلاَ أَعْلَمُ
مَا فِي نَفْسِكَ، إِنَّكَ أَنْتَ عَلاَّ مُ الْغُيُوبِ (المئدة:١١٦)
(Ve iz kàle’llàhu yâ îse’bne meryem) Allah-u Teàlâ Hazretleri, Hazret-i İsâya: “Ey Meryem oğlu İsa! (E ente kulte li’n- nâsi’ttehizûnî ve ümmiye ilâheyni min dûni’llâh) İnsanlara, ‘Beni ve anamı, Allah’tan başka iki tanrı edinin!’ diye sen mi dedin?” diye sorduğu zaman, o diyecek ki:
(Sübhàneke mâ yekûnü lî en ekùle mâ leyse lî bi-hakkın) “Hâşâ! Seni tenzih ederim; hak olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. (İn küntü kultühû fekad alimtehû) Eğer ben bunları söyleseydim, sen zâten bilirdin. (Ta’lemü mâ fî nefsî) Sen benim içimdekini bilirsin, (ve lâ a’lemü mâ fî nefsike) halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. (İnneke ente allâmü’l-guyûb) Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin!” (Mâide, 5/116)
مَا قُلْتُ لَهُمْ إِ مَا أَمَرْتَنِي بِهِ أَنِ اعْبُدُوا اللََّ رَبِّي وَرَبَّكُمْ (المئدة:٧١١)
(Mâ kultü lehüm illâ mâ emertenî bihî) “Yâ Rabbi, ben senin kullarına, sen bana ne emrettiysen onu söyledim: (Eni’budu’llàhe rabbî ve rabbeküm) ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin!’ dedim.” (Mâide, 5/117) diyeceğini Kur’an-ı Kerim beyan ediyor ve Hazret-i İsâ’nın hayatında da böyle bir şey demediğini biliyoruz.
Yâsin Sûresi’nde Habîbün Neccar’ın, kendilerine gelen mürselleri öldürmek isteyen kavminin karşısına çıkıp, ma’kul delillerle neler söylediğini bildiriyor.
Böylece müşrikin, kâfirin, münafığın sözünü ortaya koyuyor. Ama ona karşı o kadar kuvvetli cevaplar veriyor ki; hem o kusuru öğrenmiş oluyoruz, hem de onun yanlış bir şey olduğunu çok iyi anlıyoruz ve doğru cevaplarından mütmain oluyoruz. Böylece Allah hakkında sağlam fikre sahip oluyoruz. Buna münazara metodu adını verebiliriz.
d. Tevhid Akîdesi
Tabii, Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamber SAS Efendimiz’in hadislerinin en doğrudan doğruya bilgisi, Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin sahip olduğu vasıfları, sıfatları ve onun işlerini ve rızasının nasıl kazanılacağını doğrudan doğruya söylemesidir. Bu bakımdan diyebiliriz ki, Kur’an-ı Kerim Allah bilgisi hakkında
dünya üzerinde eşi olmayan emsalsiz bir hazinedir. Çok önemli bir kaynaktır, eşi ve benzeri yoktur.
Kur’an-ı Kerim’in en çok üzerinde durduğu konu tevhiddir, vahdaniyet akidesidir ve şirkin yanlışlığıdır. Peygamber SAS de bu konudaki bir hadis-i şerifinde:
أَفْضَلُ مَا قُلْتُ أَنَا، وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِي: لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللَُّ وَحْدَهُ
لاَ شَرِيكَ لَهُ (مالك، ق. عن طلحة)
RE. 77/1 (Efdalü mâ kultü ene, ven nebiyyûne min kablî: Lâ ilâhe illa’llàhu vahdehû lâ şerike lehû.) “Benim ve benden önceki bütün peygamberlerin söylediği sözlerin en üstünü, en faziletlisi (Lâ ilâhe illa’llàhu vahdehû lâ şerike lehû) ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, o birdir, ortağı yoktur.’ sözüdür.” buyurmuştur.
Kur’an-ı Kerim’de Allah’a ihlâslı olarak, hâlisâne ibadet edilmesi vurgulanmıştır.
Bir Alman teologun hatırasını burada zikretmek istiyorum. Bu zat Almanya’da hristiyan teolojisini okumuş, papaz olarak yetişmiş kendisi... Fakat sonradan müslüman olmuş. Bizim bir doçent arkadaşın yanında konuşurken söylemiş bu sözü:
“—Dünya üzerinde bizim Sûre-i İhlâs’ımız kadar Allah’ı güzel anlatan hiçbir metin mevcut değildir.” demiş.
Kendisinin, İhlâs Sûresi’ni okurken her zaman ağladığını söylemiş.
Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin sahip olduğu vasıflara el’esmâü hüsnâ diyoruz. Kur’an-ı Kerim’de var, Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r- rahîm:
وَللَِّ الاَْسْمََٓاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَا (الاعراف:٠٨١)
(Ve li’llâhi’l-esmâü’l-hüsnâ fed’ûhu bihâ) “Allah’ın esmâü
hüsnâsı vardır, en güzel isimler onundur. O halde ona o güzel isimlerle dua edin!” (A’raf, 7/180)
Tabii, Arapça’da isim ve sıfat aynı mânâyadır. Yâni en iyi vasıflar, en iyi sıfatlar; her türlü noksandan münezzeh olduğunu gösteren, her türlü kemâlâta sahip olduğunu gösteren sıfatlar onundur. Bunları bildiriyor Kur’an-ı Kerim...
Bunlar sayılamayacak kadar çoktur. Onun için Türkçede, “Allah’ın bin bir adı hürmetine” diye bir tabir vardır. Bir hadis-i şerifte 99 tanesi sayılmıştır. “Bunlar ezberlenirse, insan cennete girer!” diye bildirilmiştir. Bunlar ayrı ayrı ayetlerde geçiyor. Bu ayetlerden Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin Alîm olduğunu, Rahmân
olduğunu, Rahîm olduğunu, öğreniyoruz.
Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin Kur’an-ı Kerim’de, Peygamber SAS Efendimiz’in hadis-i şeriflerinde bildirdiği ve bizim ibadetlerimize girmiş olan birtakım mübarek kelimeler vardır. Bunlar da Allah’a inanç konusunda son derece derin mânâlar taşıyorlar. Meselâ:
لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللَُّ
(Lâ ilâhe illa’llàh) “Allah’tan başka ilah yoktur.”
Bunu namazda, çeşitli vesilelerle ibadetlerimizde söylüyoruz ve bunu söylemenin sevabı bize bildiriliyor.
سُبْحَانَ اللَِّ
(Sübhâna’llàh) Allah-u Teâlâ Hazretleri her türlü noksandan münezzehtir, her türlü kemâlâta sahiptir. Ona hayranım, onu her türlü noksandan tenzih ederim denmiş oluyor. Müslümanın en çok kullandığı kelimeler bunlar...
اَلْحَمْدُ للَِّ
(El-hamdü li’llâh) Hamdin, bütün övgülerin Allah’a olduğunu; bütün güzelliklerin, şükredilecek şeylerin Allah tarafından yaratıldığını ifade ediyor.
اَللَُّ اَكْبَرُ
(Allàhu ekber) Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin her türlü varlıktan daha üstün olduğunu, hiç bir şeyle mukabele edilemeyecek kadar büyük olduğunu gösteriyor.
لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللَِّ
(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llâh) “Güç kuvvet Allah’tandır.”
Gücün ve kuvvetin ancak Allah’ta olduğunu gösteriyor. Buna tevhîd-i safî demiş alimler... Lâ ilâhe illallah, Allah tekdir demek ama, Lâ havle velâ kuvvete illâ bi’llâh işin sırrıdır.
حَسْبِيَ اللَّ
(Hasbiya’llah) Her türlü güçlüğe karşı Allah’ın yeteceğini ifade ediyor.
تَوَكَّلْتُ عَلَى اللَِّ
(Tevekkeltü ale’llah) İnsan Allah’a tevekkül ederse, Allah’ın ona yardım edeceğini ifade ediyor.
وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللََِّّ فَهُوَ حَسْبُهُ (الطلاق:٣)
(Ve men yetevekkel ale’llàhi fehüve hasbüh) [Kim Allah’a
tevekkül ederse, o ona yeter.] (Talâk, 65/3) diye ayet-i kerimede bildiriliyor.
Bu kelimeler mü’minin pratik hayatına o kadar sokulmuş, o kadar yoğrulmuştur ki, müslüman bu inançlarla Allah-u Teâlâ Hazretleri hakkında çok sağlam, sağa sola sapmayan bir güzel inanca sahib oluyor.
e. İmanın Dereceleri
İşte böyle bir Kur’an-ı Kerim eğitimiyle, Peygamber SAS Efendimiz’in hadis-i şerifleriyle gösterdiği hayat tarzıyla ve ibadetlerle, müslüman Allah katında böyle bir edebe sahip oluyor. İmanın her müslümanda derecesi vardır. İmanın derecesi, kuvveti, artması bahis konusu edilmiştir kitaplarda...
İmanın ilk kademesi, insanın kelime-i şehadet getirip müslüman olmasıdır. Bu müslüman olmasına kâfidir, fakat işin sonu demek değildir. Ayet-i kerimede bildiriliyor ki, Bi’smi’llâhi’r- rahmâni’r-rahîm:
قَالَتِ الاَْعْرَابُ اٰمَنَّا، قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلٰكِنْ قُولَُٓوا اَسْلَمْنَا، وَلَمَّا
يَدْخُلِ الاْ۪يمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ (الحجرات:٤١)
(Kàleti’l-a’râbü âmennâ, kul lem tü’minû velâkin kùlû eslemnâ, velemmâ yedhuli’l-îmânü fî kulûbiküm) [Bedevîler inandık dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, ama boyun eğdik deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi.’] (Hucurat, 49/18)
Bu gösteriyor ki, Peygamber Efendimiz’e gelmiş, müslüman olmuş insanlar ama; “Henüz daha içinize iman işlemedi; Teslim olduk deyin, İslâm olduk deyin!” deniliyor.
Onun için mü’minler;
اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ (البقرة:٣)
(Ellezîne yü’minûne bi’l-gaybi) “Onlar gayba inanırlar.” (Bakara, 2/3) diye imanla methedilmişlerdir.
Fakat bu iman çeşitli vesilelerle gittikçe kuvvetlenir. Bu noktadan sonra insanların Allah’la ilgisi çeşitli sebeplerle —o sebepleri biraz sonra bildireceğim— ilme’l-yakîn’den ayne’l- yakîn’e, ayne’l-yakînden hakka’l-yakîn’e doğru yükselir. Kişi nihayet ihsân makamına ulaşır.
İhsân makamı biliyorsunuz, ayet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. Rasûlüllah SAS Efendimiz buyuruyor ki:7
اْلِِحْسَانُ أَنْ تَعْبُدَ اللََّ كَأَنَّكَ تَرَاهُ، فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ، فَإِنَّهُ يَرَاكَ
(خ. م. ن. ه. حم. خز. حب. ش. حل. عن أبي هريرة؛ م. د. ت. ن. ه. حب. ق. عن عمر)
(El-ihsânü en ta’büda’llàhe keenneke terâhü) “İhsan, sanki görüyormuşsun gibi, karşısındaymış gibi Allah’a kulluk etmendir. (Fein lem tekün terâhu feinnehû yerâke) Çünkü, her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni görüyor.” Bu mesele Cibrîl hadisinde geçiyor. İnsanın sonunda bu ihsân makamına gelmesi esas alınmıştır.
7 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.27, no:50; Müslim, Sahîh, c.I, s.39, no:9; Neseî, Sünen, c.VIII, s.101, no:4991; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.25, no:64; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.426, no:9497; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.IV, s.5, no:2244; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.375, no:159; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.157, no:30309; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.528, no:117222; Ebû Hüreyre RA’dan.
Müslim, Sahîh, c.I, s.36, no:8; Tirmizî, Sünen, c.V, s.6, no:2610; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.635, no:4695; Neseî, Sünen, c.VIII, s.97, no:4990; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.24, no:63; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.389, no:168; Beyhakî, Sünenü’l- Kübrâ, c.X, s.203, no:20660; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.528, no:11721; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VIII, s.383; Beyhakî, el-Erbaùne’s-Suğrâ, c.I, s.61, no:23; Hz. Ömer RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.44, no:5249; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.57, no:140; Câmiu’l- Ehàdîs, c.X, s.494, no:10108.
Bir müslüman için, Allah bilgisinin kazanmasında şu noktalar çok önemlidir. Bunları vurgulamak istiyorum, önemine dikkatinizi çekmek istiyorum: Bir müslümanın Allah hakkındaki kuru bilgisi kâfi değildir. Sadece esmâü hüsnâsını bilmesi, Kur’an okuması, o bilgileri kafasına yerleştirmesi kâfi değildir. Oryantalistler de biliyor. Şeytan da çok iyi biliyormuş; öyle deniliyor.
Peygamber SAS Efendimiz’in muasırı olan yahudiler ve nasraniler de Peygamber Efendimiz’i bekliyorlardı. Hak peygamber olduğunu, (kemâ ya’rifûne ebnâehüm) kendi evlatlarını bilir gibi biliyorlardı ama, bilmeleri onları kurtarmamıştır müşriklikten... Bilmek yetmez! Ne gerekir?.. Allah bilgisinin insanın içinde gerçek bir bilgi haline dönüşmesi için, Allah’ın sevgi ve rızasını kazanacak bir duruma gelmesi gerekir.
Allah bir kulu sevmezse, ona hidayet vermez. Meselâ:
وَاللَُّ لاَ يُحِبُّ الظَّالِمِينَ (اۤل عمران:٧٥)
(Va’llàhu lâ yuhibbü’z-zàlimîn) “Allah zalimleri sevmez!” (Âl-i İmran, 2/57) buyruluyor. Onun için:
وَاللَُّ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ (التوبة:٩٠١)
(Va’llàhu lâ yehdi’l-kavme’z-zàlimîn) “Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” (Tevbe, 9/109) buyruluyor.
Allah sevmediği için bu zalim kullara hidayet vermez. Kul kendisine itaatli olmazsa, asî olursa; o zaman yine hidayet vermez.
وَاللَُّ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ (التوبة:٠٨)
(Va’llàhu lâ yehdi’l-kavmel fâsıkîn) “Allah fasık kullara hidâyet vermez!” (Tevbe, 9/80) deniliyor.
Binâen aleyh, zulmü, günahları, isyanı terk edecek, abid ve
Allah’a mutî bir kul olacak ve kulluğunu ihlâsla yapmağa çalışacak. Bunun için buyruluyor ki:
وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا (العنكبوت:٩٦)
(Ve’llezîne câhedû fînâ lenehdiyennehüm sübülenâ) “Bizim için cenk edip çarpışanlara, mücahede edenlere biz yollarımızı gösteririz.” (Ankebut, 29/69) buyruluyor.
Bundan başka bazı başı şartlar da var, onları da söyleyerek konuşmamı bitirmek istiyorum: Allah-u Teâlâ Hazretleri takvâ ile hareket edilmesini, takvâya riayet edilmesini emrediyor kullarına:
وَاتَّقُوا اللََّ ، وَيُعَلُِّمكُمُ اللَُّ (البقرة:٢٨٢)
(Ve’tteku’llahe, ve yüallimükümu’llàh) [Allah’tan korkun, Allah size gerekli olanı öğretiyor.] (Bakara, 2/282) buyruluyor.
وَاتَّقُوا اللََّ لَ عَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (اۤل عمران:٠٠٢)
(Ve’tteku’llàhe lealleküm tüflihùn) [Allah’tan korkun ki, başarıya erişebilesiniz.] (Âl-i İmran, 3/200) buyruluyor.
Yâni, Allah’ın bilgisinin bir insana gelmesi için, kendisinin takvâ ehli olması lâzım!.. Allah’ı güzel bir şekilde bilmek kolay bir şey değil... O bilgiyi insana Allah verecek. Bunun olması için takvâ lâzım!.. Onun için takvâya büyük önem veriliyor.
f. Nefsin Terbiyesi
Sonra, nefsini ıslah etmesi ve güzel ahlâka sahip olması gerekiyor. Bunun için de Kur’an-ı Kerim’de buyrulmuş ki:
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا. وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا (الشمس:٩-٠١)
(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hàbe men dessâhâ.) “Kim nefsini terbiye ettiyse felâh bulacak; kim nefsini terbiye edemediyse pişman olacak, perişan olacak, ahirette hàib ve hàsir olacak!” (Şems, 91/9-10) diye bildiriliyor.
Binâen aleyh, nefsini de ıslah etmesi gerekiyor.
İnsanın kalbini temizlemesi gerekiyor. Allah-u Teâlâ Hazretleri insanın sûretine, şekline, mevkiine, makamına, maddî yapısına değer vermiyor; kalbine, amellerine, niyetlerine değer veriyor. Onun için, insanın kalbini temizlemesi önemli oluyor.
Tabii burada çok büyük bir mesele var... Konuşmamızın sonuna geldik, zamanımız da bitti; fakat meselenin asıl can alıcı noktası budur: Acaba bir insan takvâya, ihlâsa nasıl sahip olacak, nefsini nasıl ıslah edecek, kalbini nasıl temizleyecek, ahlâkını nasıl güzelleştirecek?.. En mühim olan nokta budur.
Bu başlı başına bir ayrı çalışma konusudur, ayrı bir ilim konusudur. İnsanlar en basit ilimleri dahi okuyup öğrendiği gibi... Meselâ, bir arkadaşın hanımının ihtisasını öğrendim; tarladaki
yabancı otlar üzerine ihtisası varmış. Bir tanesinin domates üzerine, ötekisinin pancar üzerine ihtisası olabiliyor. İnsanın takvâyı nasıl öğreneceği, ihlâsı nasıl kazanacağı, nefsini nasıl terbiye edeceği, kalbini nasıl nurlandıracağı, ahlâkını nasıl güzelleştireceği de ayrı bir ilimdir. Bu ilim de tatbikatlı olarak, uygulamalı olarak öğrenilmelidir ki, insan bunlara sahip olabilsin.
Bu belki bugünün insanları için mechul, bilinmeyen bir konudur ama, bizden önceki insanların çok iyi bildiği ayrı bir ihtisas ve ilim dalıdır. İslâm literatüründe bu konuda gayet güzel, gayet kıymetli ciltlerle kitaplar yazılmıştır. İnsanın bunları okuması ve öğrenmesi lâzım! Ancak o zaman, uzun çalışmalarla elde edilebilir bu hasletler... Bazı kimselerin bu konuda onlarca sene, yirmi sene, otuz sene gayret ettiğini, çalıştığını biliyoruz.
Burada bir ince noktaya işaret ederek meseleyi bitirmek istiyorum: İnsan ilkönce Allah tarafından sevilecek; ondan sonra Allah sevgisi kendi içinde hasıl olacak da takvâya, ihlâsa ve sâireye sahib olacak. İşin püf noktası, en önemli noktası bu...
Hepinize çok teşekkür ediyorum, Allah razı olsun...
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàh!
01. 08. 1995 - Champaign / U. S. A.