7. İSLÂM’I TEBLİĞ ÇALIŞMALARININ ÖNEMİ

8. TÜRKİYE İZLENİMLERİ



Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Akra dinleyicilerim! Cumanız mübarek olsun... Allah cümlenizden razı olsun... İki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin...

Seyahat halindeyim, Ege Bölgesi’ndeyim. Hepinize dünya ve ahiretin hayırlarını dilerim... Tabii Amerika’da iki hafta kaldıktan sonra, orada da böyle gezi halindeyken yorgunluk oldu. Sonra Türkiye’ye geldik. Amerika izlenimleri ve Türkiye izlenimleri birbirinin peşinden geldi.

Amerika çok büyük bir ülke... Arkadaşlarla şaka yapıyoruz. Çay filân ikram ettikleri zaman, çay bardağı böyle bir karış boyunda kocaman bir şeyler... Bütün meşrubatlar böyle, yâni çok büyük ebatta oluyor. “Meşrubatları bile böyle büyük ebatta...” diyoruz. Çok büyük bir ülke... Teknolojik bakımdan gelişmiş bir ülke.

Ama teknolojik gelişmesinin yanında iman durumu ne? Yâni, insanlar tamam dünyalarını dünya etmişler, rahatlar... Muazzam çelik köprüler, çelikle binası kurulmuş, çatısı çatılmış yüksek, yüz kattan fazla binalar... Ama bunlar ne?.. Bunlar, hepsi bu dünya hayatının şeyleri.


Eski ümmetlerden de çok büyük başarılı işler yapanlar var. Firavun meselâ, yüz elli metre boyunda kocaman bir piramit yaptırmış, dünyanın hârikası deniliyor. İşte Bâbil’in asma bahçeleri... Roma’nın, eski büyük medeniyetlerin çok muhteşem eserleri var. Ama bunlar dünyanın zînetleri. Yâni, Allah-u Teàlâ Hazretleri insanlığa akıl vermiş, onlar da böyle bir şeyler yapıyorlar. Bazen medenî bakımdan başarılı oluyor, usta oluyor, güzel şeyler yapıyorlar ama, onların Allah indindeki değeri yok, sıfır... Yâni, değer insanların ahlâkında, birbirleriyle davranışlarında ve Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne kulluklarında...

O bakımdan ben, Amerika’yı ve Avrupa’yı teknolojik bakımdan gelişmiş ama, vicdan bakımından, insaf bakımından, merhamet bakımından, din bakımından, Allah’tan korkup da kimseye

144

zulmetmemek filân bakımından o kadar negatif, o kadar acınacak durumda görüyorum ki, maddî büyüklüğü yanında mânevî bakımdan sıfır, sıfırın altında...


a. Türkiye’deki Ahlâkî Bozulma


Tabii ben bir hafta İngiltere’de kaldıktan sonra, iki hafta Amerika’da arkadaşlarımızın yaptıkları güzel programlara katıldıktan, konferanslar verdikten sonra, eğitim programlarını yaptıktan sonra Türkiye’ye geldim. Şimdi Ege Bölgesi’ndeyim. Bir bakıma acı bir durum... Yâni, Türkiye’nin Amerika’yla bir farkı yok. İnsanların giyimleri, kuşamları, davranışları, ahlâkları, şekilleri, şemâilleri, açıklık saçıklık, keyf, zevk, eğlence...

Dün, yol boyunda, ihtiyaç molası verdik bir benzin istasyonunda... Baktım hani bira ilânı filân yok istasyonda, meşrubat ilânı var. Tamam, gàlibâ bu benzin istasyonu sahibi dindar bir kimse filân derken, kulağıma, burnuma gelen şeylerden, bir de baktım ki içki var, içki kokuyor. İnsanlar tabii içiyorlar, ama Allah haram kılmış, “İçmeyin!” buyurmuş. Allah

145

“Kapanın!” buyurmuş, insanlar açık saçık... Allah “İbadet eyleyin!” buyurmuş, insanlar ibadetlere riayet etmiyor... Hiç farkı yok yâni. Ha Amerika, ha Türkiye, ha İngiltere, ha Almanya... Hepsi aynı lâubâlilikte. Bu tabii bizim için çok acı bir şey!..

Bizim onlardan çok büyük bir farkımız vardı; iman farkımız vardı, ahlâk farkımız vardı, medeniyet farkımız vardı, insaniyet farkımız vardı, merhamet farkımız vardı... Biz yedi asır hükmetmiştik nice milletlere, zulüm yapmamıştık. Onlar ellerine fırsat geçince her türlü dönekliği, nâmertliği, kalleşliği yapıyorlar. Merhamet yok... Çocuklara acımıyorlar, kadınlara acımıyorlar.

Bizim onlara benzemememiz lâzım; imanın kıymetini, İslâm’ın farkını anlamamız lâzım. Bizim İslâm dininin büyüklüğünü tanıyan bir millet olarak, İslâm’dan kopmamamız lâzım!.. Yâni zâten bâtıl yolda olan bir milletin, bâtıl olan dinine olan alâkası azalmışsa, gevşemişse, bu az bir şeydir. Ama hak yolda olan milletin, Hakk’ı tanıyan, Hakk’a tapmış, Hakk’a ibadet etmiş, Hakk’a tapmayı İstiklâl Marşına geçirmiş, ezanları İstiklâl Marşında yâd etmiş olan bir milletin imandan, İslâm’dan uzaklaşması çok acı bir şey tabii. Allah-u Teàlâ Hazretleri, islâh eylesin... Şaşıranları doğru yola sevk eylesin... Hidâyet eylesin...


Amerika için, arkadaşlarım bana demişlerdi ki oradayken: “Amerika’da üç şey var...” Yâni Amerika’daki insanın kafa yapısını tahlil ederseniz, gönül yapısına bakarsanız... Hani biz gönle önem veriyoruz ya; Allah insanın gönlüne bakar, kalbine bakar, dış şekline bakmaz diyoruz. Amerikalının gönlünde ne var?.. Diyorlar ki: “Bir araba sevdası vardır, otomobil merakı vardır. Bu hepsinde yaygındır, bârizdir. Hemen sorunun ilk cevabı o: Araba sevgisi, araba merakı. Bu bir, tamam.

Sonra?.. İkincisi seks. Yâni nefsine, arzularına bütün gücüyle, bütün açıklığıyla, hiç kayıt tanımadan, serbestlik tanıma ve onları icrâ etme...

Ondan sonra içki... İçki de su gibi, zarurî bir hayatî malzemeymiş gibi şırıl şırıl, gürül gürül içiliyor, akıtılıyor ve her yerde, her zaman içkici adamlar. Yâni nefislerinin esiri... Halbuki nefisleri de bir terbiye görmüş nefis değil.

Onun için, bunlardan ne hayır gelecek? Yâni bunlardan insanlığa fayda gelir mi? Gelmez! Çünkü kuvvet sahibi olan insan

146

vicdânen eğitilmemişse, tabii o kuvvetini keyfine, nefsine göre kullanacak. Şeytanın kandırmasına göre kullanacak. Arzularına göre kullanacak. “Konfüçyüs demiş ki: İyi ki kaplanın kanadı yok. Bir de kanadı olsaydı yapacağı zararların haddi hesâbı olmazdı.” derler.


Şimdi tabii muhterem kardeşlerim, dünya üzerindeki çok yayılmış olan medya vasıtasıyla, radyo, televizyon, gazete, mecmua vasıtasıyla, bütün dünyaya tesir ediyor bu batı; Amerika, Avrupa, Japonya... Bu batı dünyası var, bir de bizim mü’min, moral değerleri yüksek olan İslâm dünyası var. Bu ikisini mukayese etmiş bir insan olarak, ben kardeşlerime bu cuma gününde bir üzücü noktayı açıklama durumundayım:

Amerika ile Türkiye arasında hiçbir fark yok insanların dış görünüşleri itibariyle... Yâni alın, yan yana koyun. Hangisi Türk, hangisi Amerikalı hiç ayırt edemezsiniz. Belki Türk de sarışınsa Türk’ü Amerikalı bile sanabilirsiniz. “İşte boyu posu benziyor, Amerikalı budur!” diyebilirsiniz. Çünkü giyim kuşam her bakımından benzemiş. Hele bu yaz bölgelerinde, tatil bölgelerinde, plaj bölgelerinde artık, bizim arabayla geçtiğimiz yerlerde bile açıklık, saçıklık vs. şeyler var.


b. Ahiretteki Sorgu


Halbuki Allah-u Teàlâ Hazretleri ne buyuruyor? Bu cuma günüde sabahları okuyoruz Yâsin Sûresini, cennet ehlini anlattığı zaman Allah-u Teàlâ Hazretleri, bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:


إِنَّ أَصْحَابَ الْجَنَّةِ الْيَوْمَ فِي شُغُلٍ فَاكِهُونَ(يس:٧٧)


(İnne ashâbe’l-cenneti’l-yevme fî şuğulin fâkihûn) [Doğrusu bugün cennetlikler eğlenceyle meşguldürler.] (Yâsin, 36/55) Cennet ehli cennetlerde çeşitli nimetlerle mütena’im olduğu zaman neler olacak, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin nasıl lütfuna, rahmetine nâil olacaklar, onları anlattıktan sonra, mahşer yerinde bir de mücrimlere denilecek ki:

147

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ أَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ(يس:٣٧)


(Vemtâzü’l-yevme eyyühe’l-mücrimûn) “Ey mücrimler! Bugün ayrılın bakalım siz bir tarafa... Şöyle bir grup olarak, ayrı bir grup olarak siz de bir kenara ayrılın bakalım!” (Yâsin, 36/59) Yâni mü’minler, tamam. Onlar cennetlik, onlar bir tarafta. “Ey mücrimler, siz de bir tarafa ayrılın bakalım!” denilecek.

Tabii ayrılacaklar. Allah-u Teàlâ Hazretleri emir buyurduğu zaman emrini melekler îfâ ederler, zebânîler ifâ ederler. (Kün feyekûn) “Ol dediği zaman, olur her şey...” Bütün varlıklar emrine, fermânına fermanber; yâni fermânını kayıtsız, şartsız dinleyici durumunda bütün mahlûkat... Ayrılacaklar.

Şimdi oradaki soru çok müthiş muhterem kardeşlerim. Yâsin Sûresi neden çok kıymetli bir sûre, neden okuyoruz, neden sevabı çok büyük?.. Bakın buyuruyor ki, bu ayetlerden ibret alalım diye: “O mü’minler ayrı bir gurup olarak ayrıldığı zaman Allah-u Teàlâ Hazretleri onlara hitâben...” Tabii bu hitab ama, hitâb-ı itâb

diyoruz biz bu hitablara edebiyatçılar. Hitab ama, azarlama hitâbı; böyle haşlama, azarlama, “Niye böyle yaptın?” diye tekdir hitâbı:


أَلَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ يَابَنِي آدَمَ أَنْ لاَ تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُو


مُبِينٌ (يس:٤٦)


(E lem a’hed ileyküm yâ benî âdeme en lâ ta’büdü’ş-şeytàn) “Ey Hazret-i Adem’in evlâtları olan insan cinsi, insan nesli...” Mahlûkat arasında siz eşref-i mahlûkat oldunuz, aklınız var; bak işte fezâlarda uçuyorsunuz, —tabii ben bunları ekliyorum— denizlerin diplerini araştırıyorsunuz, fezâlara gidiyorsunuz... Gezegenlere gittiniz, uydulara gittiniz, Ay’a gittiniz... (E lem a’hed ileyküm yâ benî âdeme en lâ ta’büdü’ş-şeytàn) “Ey Ademoğulları, biz sizinle ahd ü peymân etmemiş miydik daha önceden?.. Şeytana tapmayın diye ben size söylememiş miydim?” (Yâsin, 36/69) Biliyorsunuz, Allah-u Teàlâ Hazretleri Adem AS’a şeytanı gösterip;

148

“—Bak bu senin için düşmandır, bak bundan sakın, kendini kolla! Bu senin kötülüğünü ister.” diye bildirmişti.

İnsanlar da biliyorlar, şeytanın kendilerine zararlı bir mahlûk olduğunu... Zarar verebilecek, vesveseleriyle yanlış iğvâât ve ilkàâtı ile, insanın gönlüne saldığı vesveselerle, kafasına soktuğu fikirlerle onu perişan etmeye, helâk etmeye gayret edeceğini Allah

bildirdi önceden.

“—Bak bu sizin düşmanınızdır, bunun düşman olduğunu bilin, tedbirinizi alın, kendinizi kollayın, koruyun!” diye önceden ahd ü peyman yapılmış. (İnnehû leküm adüvvün mübîn.) “O sizin için böyle güneş gibi âşikâr, görünen bir düşman. Niye ona tapındınız?..”


Şimdi bakın, şeytana tapınmak; tabii insan şeytanın putunu yapıp da karşısında eğilip, kalkıp, rükû edip, secde edip de öyle tapınmıyor. Ne yapıyor?.. Şeytanın dediğini dinliyor. Şeytanın buyruğunu tutuyor. Şeytanın kendisine telkin ettiği fikri benimsiyor. Onun söylediği şeyi yapıyor. Yap dediği şeyi yapıyor, yâni ona itaat ediyor. Demek ki, ibadet esas itibariyle itaat demek, uymak demek...

(E lem a’hed ileyküm yâ benî âdeme en lâ ta’büdü’ş-şeytàn) “Şeytana itaat etmeyecektiniz, şeytana tapınmayacaktınız, şeytanın sözünü dinlemeyecektiniz.


وَأَنْ اعْبُدُونِي هَذَا صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ(يس:٦٦)


(Ve eni’büdûnî) Ve bana ibadet edecektiniz, itaat edecektiniz. (Hâzâ sırâtun müstakîm) İşte doğru yol, sırât-ı müstakìm bu dememiş miydim?” (Yâsin, 36/61) diyecek o mücrimlere Allah-u Teàlâ Hazretleri.

Biliyorsunuz muhterem kardeşlerim, şu Türkiye’deki kardeşlerimizin, yâni bu açık gezen, içki içen, kumar oynayan vs. hepsi Fâtiha Sûresi’ni biliyor, Kur’an-ı Kerim’in ilk sûresi olduğundan, küçükten öğretildiğinden, doğru yolda olanı, şaşıranı, sapıtanı, ibadeti yapanı, yapmayanı, ihmal edeni... herkes Fâtiha’yı biliyor. Tabii ben bütün günahkârların hepsinin de, böyle Allah’a karşı âsî ve edepsiz bir duygu içinde olduğunu da

149

sanmıyorum. Bir kısmı da yaptığı işin günah olduğunu biliyor, kabahatini biliyor, utanıyor, sıkılıyor ama işte onu yapmaktan da kendisini alamıyor, çekemiyor. İçki tatlı demek ki, eğlence tatlı, zevkli geliyor ve onu yapıyor. Ama yaptığın işin de doğru olmadığını biliyor.

Hatta bize Almanya’da anlatmışlardı komünist denilen, ateist denilen bazı kimselerin davranışlarını, Kur’an-ı Kerim’e saygısını anlatmışlardı bazı olaylarda. Ben onun detayını şimdi söylemek istemiyorum. Yâni Kur’an-ı Kerim baş tâcı. Yâni âsî de olsa, günahkâr da olsa Kur’an-ı Kerim baş tâcı.

Kur’an-ı Kerim’de ne diyoruz her gün Fâtiha’yı okuduğumuz zaman:


اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ (فاتحة:٧)


(İhdina’s-sırâta’l-müstakîm) “Bizi doğru yola, sırât-ı müstakìme sevk et, doğru yola götür... Doğru yola gidenlerden eyle, doğru yolda yürüyenlerden eyle...” (Fâtiha, 1/5) diye Allah’tan diliyoruz, temenni ve niyaz ediyoruz, yalvarıyoruz, münâcaat ediyoruz, onu istiyoruz Allah’tan.

Sırât-ı müstakîmi, Yâsin’in bu ayetiyle karşılaştırırsak, (Ve eni’büdûnî hâzâ sırâtun müstakîm) “Şeytana tapmayacaksınız, bana ibadet edeceksiniz demiştim, işte doğru yol buydu.” diyor Allah-u Teàlâ Hazretleri. Demek ki, doğru yolun bir açıklamasını bu iki ayet-i kerimeden sezinliyoruz, anlıyoruz: Müslümanın yürümesi gereken doğru yol neydi? Allah’a ibadet etmek ve şeytana muhalefet etmek; şeytana itaat etmemek, şeytanın sözünü dinlememek, Allah’ın sözünü dinlemek... Doğru yol buydu.


c. Yaratılışımızın Sebebi


Biliyorsunuz, Allah-u Teàlâ Hazretleri bizleri niçin yarattığını ayet-i kerimede bildirmiş. Neden bu dünya hayatı yaratılmış? Yâni, kâinâtı yaratan âlemlerin Rabbi, her şeyin mâliki, sâhibi, hàlikı Allah-u Teàlâ Hazretleri neden acaba bu dünyayı, bu ayı güneşi, bu fezâyı, kâinâtı, bu geceyi, gündüzü, bu insanoğlunu, bu

150

yeryüzünün şu görünen bu dekorunu, manzarasını neden yaratmış?

Ancak kendisine ibadet etsinler diye yarattığını kendisi bildiriyor ayet-i kerimede:


وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلإِنسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ(الذاريات:٦٧)


(Ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li-ya’büdûn) [Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.] (Zâriyat, 51/56)

Allah-u Teàlâ Hazretleri kullarının kendisine ibadet etmesini, yâni itaat etmesini istiyor. İbadet sadece bizim anladığımız klasik mânâda namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek değil. Şeytana ibadet, hani karşısına geçip de eğilip kalkmak olmadığı gibi, sözünü dinlemek, itaat etmek mânâsına geldiği gibi, ibadetin anlamı itaat etmek. Yâni Allah’ın ahkâmı ne, onu bilecek. Neleri emretmiş, bir listesini yapacak. Kâinatın sahibi sana haber göndermiş.

“—Efendim, çok bilmiyorum...”

Ezberle!.. O kadar kanunları ezberliyorsun. Hukuk fakültesine gidiyor bir öğrenci, Roma hukukunu ezberletiyorlar, anayasayı ezberletiyorlar. Ticaret hukuku, cezâ hukuku vs. Neler ezberliyor, işte bir hukukçu olsun diye, hani adaleti icra edecek hakimlik kürsüsüne oturacak, veya savcılık kürsüsüne geçecek, veya sanığın yanında avukatı olacak... Kanunları bilsin diye, neler neler öğreniyor insan. Ahirette cenneti kazanmak için, ahirette cehenneme düşmemek için, felâketten kurtulmak ve saadete ermek için, insanın Allah’ın emirlerini öğrenmesi değmez mi, yâni onları bir liste yapması gerekmez mi?..


Şimdi bazı titiz insanların, görüyorum ben, evlerine gidiyorum. Meselâ, evine gittik bir kardeşimizin, Allah selâmet versin, alt kata indik, ben abdest tazeleyeceğim dedim, alt kata indik. Güzel, çok güzel, tertemiz her taraf... Çok da güzel bir evi var. Güle güle otursun sıhhat afiyetle... Allah bütün kardeşlere nasib etsin; hem dünyada, hem ahirette köşkler ihsân eylesin...

151

Yüznumaraya talimatnâme yapıştırış, hoşuma gitti, güldüm. Yâni askerî disiplin gibi. Diyor ki: “İşte bu yüznumaranın kullanımı şöyle olacak, kullanıldıktan sonra şu yapılacak. Şunlar şunlar yapılmayacak...” Hem Türkçe yazmış, hem İngilizce yazmış. O bir şaka tabii. Düzgünlük de güzel bir şey. Bir yüznumaranın, bir banyonun kullanılmasını tâlimatnâmeye bağlamış.

Allah-u Teàlâ Hazretleri şu kâinatta bize de böyle bir tâlimatnâme göndermiş. Emirler var, yasaklar var. “Şunları yapın, bunları yapmayın!” O kadar basit. Yâni meselenin mantığı çok net, gayet güzel.


“—Pekiyi yâni, Allah-u Teàlâ Hazretleri bize emirler buyurmuş, yasaklar buyurmuş. Yâni neden bunlar?..”

Onları da bildiriyor Allah-u Teàlâ Hazretleri, buyuruyor ki: “Bu din, bu İslâm, bu emirler, bu yasaklar, insanların saadet-i dâreyne sahip olması için. Yâni hem dünyada mutlu olması için, yâni dirlikli, düzenli, mutlu, bahtiyar yaşaması için. Bu dünya hayatının da güzel olması için; bir... Ahiret hayatının da güzel olması ve mutlu olması, ahirette de cennete girmesi, saadete ermesi için...”

Yâni fayda kime? İslâm’ın uygulanmasından ..... kullar Allah’a bir fayda sağlayabilir mi?.. Yaratan zâten Allah... Onları, her şeylerini yaratan Allah... Kul felç oldu mu, felci bile izâle edemiyor. El var, ayak var, her türlü âzâsı var, çalıştıramıyor. Neden?.. İşte felç oldu diye. Yâni âzânın olması bile yetmiyor. Yâni, “Benim organım var!” desen; organın var ama, çalıştır bakalım!.. Allah çalıştırmayınca, çalıştıramıyorsun.

O bakımdan, Allah-u Teàlâ Hazretleri emretmiş; bu emirler insanoğlunun faydasına... Yasaklamış; bu yasaklar insanoğlunun faydasına, toplumun faydasına... Bu, hayat boyunca, asırlar boyunca uygulanmış, tatbik edilmiş, faydası görülmüş.


Ben şimdi Avrupa’ya, Amerika’ya gittiğim zaman, biraz memnuniyetle, biraz da hayret ederek öğrendim: İçkiyi yasaklıyorlar, zinayı yasaklıyorlar... Yâni, Allah on dört asır önce yasaklamış Kur’an-ı Kerim’de. Elhamdü lillâh, müslümanlar on

dört asır daha ileri onlardan... Onlar şimdi içkiciyken,

152

kumarcıyken bunun zararını anlayıp, “Sigara zararlıdır. İçki içmeyin, falanca yerde yasak, filânca yerde yasak... Mümkün olsa tamamen yasak!” diye bir gayret içinde bulunuyorlar. Yâni yasağın gerekli olduğunu, insanoğlu da düşündüğü zaman bilimsel olarak anlıyor. Medenî ülkeler, bu işleri anlamış durumdalar. Çocuklarının böyle afyon iptilâsını görüyorlar, zinadan çıkan felâketleri görüyorlar. İçkiden doğan zararları görüyorlar. Kàideler koyuyorlar.

Allah-u Teàlâ Hazretleri bu kàideleri bu dünya hayatı muntazam olsun ve kullar bunlara uysunlar, mutlu olsunlar, bahtiyar olsunlar diye, onlar için koymuş. Allah-u Teàlâ Hazretleri kullarına zulmedici değil, kullarına lütfedici... Ekremü’l-ekremîn, yâni cömertlerin en cömerdi... Bağışlayanların en çok bağışlayanı... Hiçbir başka varlıkla mukayese edilmeyecek kadar bağışlaması, cömertliği sonsuz olan Allah-u Teàlâ Hazretleri… Şimdi bizden bunu bekliyor, beklediğini bildiriyor. Yâni, “Ben insanları ve cinleri, bana itaat etsinler, bana ibadet etsinler, benim buyruklarımı tutsunlar, yasaklarımdan sakınsınlar diye yarattım.” buyuruyor.

153

“—E yapmazsa ne olacak?..”

Bu bir imtihan dünyası... Yapmamasına da müsaade ediyor. Yâni yapmayanı da hemen kahretmiyor. Hemen kahretmiyor ama, biraz sonra kahrediyor. O da belli yâni. Allah’a âsî gelenlerin de biraz sonra bir cezaya uğradığı, felâkete dûçâr olduğunu da hem tarihte görüyoruz, hem de günlük gazeteleri ibretle takib ederseniz, görüyorsunuz.

Bizim Akra radyosunun çok güzel bir programını, dün yolda gelirken dinliyorduk. Böyle haksızlık yapan, alay eden bir grup gencin, ondan sonra az ilerde nasıl başlarına bir felâket geldiğini, hem de ibretli felâket geldiğini anlatıyordu spiker kardeşimiz... Yâni, bu dünyada da kalmıyor yanlarına, bu dünyada da cezâsını, belâsını çekiyor, ahirette de ebedî olarak çekecek.

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizden ibadet istemiş, itaat istemiş. Biz de bunu biliyoruz. Yâni bilmeyen insan, hani cahildir, bilmiyor, neyse ne... Amma şu dünya üzerinde, şu Türkiye’de Allah’ı tanıyan pek çok insan var. Bu, Allah’ı tanıyan insanların Allah’a itaat etmemesi, İslâm’ı bilen insanların İslâm’a itaat etmemesi anlaşılır şey değil... Akla, mantığa sığan bir şey değil...


d. Dinimize Vefalı Olmalıyız!


Biz Amerika değiliz ki, biz Avrupa değiliz ki. Biz Osmanlı Devleti’nin devamı olan, yâni anayasası Kur’an olan, İslâm olan bir toplumun devamıyız. İslâm’ı biliyoruz. Her müessesemize İslâm hâkim olmuş. İslâm’ı yedi asır yaşamışlar bizim ecdadımız. Örfüne, âdetine girmiş. İslâm’ı bilmiş, İslâm’dan mutlu olmuş ve İslâm’ın güzelliğini cihana da göstermiş. Herkes bu medeniyete hayran… Bu inceliğe, bu zarâfete, bu edebiyata, bu adâba, bu ahlâka, bu güzelliğe, bu adâlete hayran.

Tabii, Osmanlı Devleti’nde hani aksayan taraflar yok demek istemiyorum. Aksayan taraf her yerde her zaman olur. Çünkü insan var, insanın nefsi var, insanı aldatan şeytan var... Her devirde bunların çeşitli kaprisleri, oyunları, dalavereleri, vesveseleri insanlara tesir etmiş. Ama, esas itibariyle, yâni ana yapı itibariyle Osmanlı insanının ne kadar temiz olduğunu, Osmanlının ne kadar güzel ahlâklı olduğunu, Osmanlı insanının ne kadar güzel ahlâklı olduğunu seyyahlar söylüyor. Belçikalı bir

154

seyyah gelmiş. “Ben bu Osmanlıların çiçek hayranlığına hayret ediyorum.” diyor. O zaman aklı ermiyor adamın. XVI. Yüzyıl’da gelmiş, Osmanlı diyarını görmüş.

“—Bir çiçek için olmadık paraları verir bu insanlar.” diyor. “Çiçeği çok severler, edebiyatı severler...” diyor.

Sonra diyor ki hatıralarında:

“—Osmanlıları görmeye, seyahate gelirseniz sakın burada, ‘Hristiyandır, benim dindaşımdır.’ diye hristiyanlara misafir olmayın! Çok pistirler, hem de aldatırlar sizi...” diyor. “Osmanlılara, müslümanlara misafir olun! Çünkü çok temizdirler, hem de hiç aldatmazlar, dürüsttürler.” diyor.

Böyle şeyleri onlar söylüyor. Hani biz kendimiz söylesek, öğünmüş, kendimizi öğmüş oluruz, tarafgirâne düşünmüş oluruz. Dışarıdan bir seyyah; o anlatıyor, o hayranlığını ifade ediyor.


Bir Alman yazar ve şair profesör diyor ki:

“—Yedi iklim dört bucakta aradığım hakiki şiiri Osmanlı şiirinde buldum.” diyor.

Şiiri güzel... Mimarîsi güzel... Mimar Sinan’ın eserleri harika... Osmanlı eserleri, medenî eserler olarak ortada, muhteşem, harika... Son derece güzel... Mimarî güzel, edebiyat güzel, edeb güzel, ahlâk güzel, komşuluk güzel...

Meselâ, Almanya’ya giden işçi kardeşlerimiz her zaman söylerler:

“—Bu Almanlar ‘Alman usûlü, Alman usûlü...’ derler; yâni kardeşlik bilmezler, evlât, ana baba münasebetlerini bilmezler, muhabbet bilmezler, komşuluk bilmezler...”

Biz bunları biliyoruz, uyguluyoruz. Biz komşumuza yediğimiz yemekten veririz. Kardeşimizle paylaşırız, fedâkârlık yaparız. Yâni bencil değiliz. Alman usûlü değil, Osmanlı usûlü...

Yâni biz bu güzellikleri bilmeliyiz. Başkasının gördüğü güzellikleri, kendimizdeki güzellikleri bilmeliyiz ve korumalıyız. Nasıl hani sit alanları kuruluyor, “Şu bölge değişmeyecek, burası tarihî bir bölge. Aman burayı koruyalım!” deniliyor. Bizim ahlâkımız da öyle. Onun da korunması lâzım!.. Âdâbımız, tarihimiz, edebiyatımız... hepsi güzel. Hepsini tatlı tatlı devam ettirmemiz lâzım ve başka ülkelerin kötülüklerini taklit etmememiz lâzım!..

155

Tabii, bu bir eğitim işi, bu bir çalışma işi, bu bir gayret işi, bu bir dikkat işi... Şimdi bize ne düşüyor, sizlere ne düşüyor?.. Siz dinleyicisiniz, müslüman, mütedeyyin halkımızsınız, kardeşlerimizsiniz. Size İslâm’ı güzelce yaşamak düşüyor. Yâni mâdem müslümanız, mâdem İslâm’ın güzelliğini anlamışız, Allah iman getirmişiz ve “Müslümanım!” diyoruz. Severek, göğsümüzü kabarta kabarta, “El-hamdü lillâh müslümanım!” diyoruz. Hatta, hani birisi yakalasa bizi, elinde silah:

“—Söyle bakalım, sen hangi dindensin?..” dese;

“—El-hamdü lillâh müslümanım, ne yaparsan yap! Yâni, ölürsem şehid olurum.” diyoruz.

İslâm olduğumuzu söylüyoruz. O halde İslâm olduğumuzu El- hamdü lillâh diyerek söylüyorsak, müslümanca yaşamalıyız.

E bu biraz zor mu geliyor insanlarımıza, bilmiyorum. Yâni denize İslâmî bir usülle girmek mümkün değil mi?.. Mümkün ve gayet kolay. Şimdi bizim kardeşlerimiz, Allah razı olsun, bir moda çıkarttılar: Haşema; ha-şe-ma, hakîkî şeriat mayosu... Yâni dizin altında uzun bir koyu renkli deniz mayosu. İçini göstermiyor ve bol. Tamam işte bak, dizle göbek arası erkeğin görünmemesi gereken kısmı, orasını örtüyor. Yâni slip şeklinde, şöyle üçgen

156

şeklinde küçücük bir mayo değil, öyle örtünmüyor, haşema diye bir şey çıkartmış, bir moda. E haşemayla da yüzülüyor. Sliple de yüzülür, yâni slip gibi küçük mayoyla da yüzülür. Ama birisi İslâm’a uygun, birisi değil...


E erkek kadın bir arada yüzerse, bu günah olur. Erkek kadına bakar, kadın erkeğe bakar. Bundan çeşitli zararlar, günahlar doğar, haramlar işlenir. Allah’ın sevmediği bir durum... Bir tarafta erkekler yüzse, bir tarafta kadınlar yüzse ne olur, kıyamet mi kopar?.. Yâni İstanbul’da, Ankara’da, Anadolu’nun bir çok şehrinde kadınlar hamamı var, erkekler hamamı var. Kadınlar, erkekler hamamı karma değil yâni. Hanımlar ayrı hamama gidiyorlar, erkekler ayrı hamama gidiyorlar.

Bursa’da farz edelim, Bursa’yı örnek olarak verelim. Kadınlar hamamı var, erkekler hamamı var... Kıyamet mi kopuyor yâni? Bursalının başına Uludağ yıkılıyor mu?.. Hayır! Daha da güzel oluyor. Turistler de memnun oluyor, geliyorlar, “A, Türklerin âdeti buymuş!” diyorlar. Hadi kadınlar hamamına kadın turistler gidiyor, erkekler hamamına erkek turistler gidiyor. Bizim gibi peştamal bağlıyor. O da bizim bir usûlümüz. İşte bak biz hamama gittiğimiz zaman, göbekten dizden aşağıya kadar peştamal bağlarız. Ötekiler mayo giyer. Bizim farkımız var. Bizim her şeyimiz iman esaslarına göre.

Yâni hayatımızı, bu yapacağımız meşrû faaliyetleri, yâni tatilimizi, eğlencemizi yaparken İslâm’a riayetle gene yapabiliriz. Namaz vakti geldiği zaman, “Allàhu ekber” deriz, namaz kılarız, ondan sonra gene öteki şeyler olabilir. Giyimimize biraz dikkat ederiz. Allah’ın emrettiği kıyafeti tercih ederiz.


Allah razı olsun İstanbul’da, Ankara’da kendi kardeşle- rimizden, tanıdıklarımızdan kimseler var, ne güzel moda evleri meydana getirdiler. İslâmî tesettüre uygun eserler ortaya koydular. Eski bir Paris’in Kristian Dior’u vardı, hani doğru mu telâffuz ediyorum bilmem, moda evi olarak. E şimdi bir de, İslâmî moda diye tesettürlü giyim satan mağazalar oldu. Demek ki olabiliyor. Bu da fena olmuyor. Herkes memnun. Müşterisi de var. Alan memnun, satan memnun, giyen memnun... Biz de uzaktan seyrederken memnun oluyoruz:

157

“—Ne kadar zarif giyinmiş bu hanım kızlar, mâşâallah başlarını örtmüşler, sultanlar gibi... Etekleri uzun, elleri, kolları görünmüyor. E gayet güzel!”

Bu da bir moda işte... Gelsinler, biz de böyleyiz. Japon başka türlü giyiniyor, Amerikalı başka türlü giyiniyor. Biz de böyle giyiniriz işte... Bizim de örfümüz, adetimiz, dinimiz, imanımız, ahlâkımız bu diyebilmeliyiz aziz ve muhterem kardeşlerim!..


Bir kere kendimiz kendi dinimize vefâlı olmalıyız, bu bir.

Kendimiz İslâm’ı yaşamalıyız. Bunu ben acı acı hissettim. Amerika’dan gelip de, Amerikalı halkı ayıplarken, “Bunlar medenî bakımdan gelişmiş ama mânevî bakımdan çok geri, çok noksan, sıfır...” filân derken, gel burada kendi ülkende aynı durumu gör... Tabii üzülüyoruz mü’min insanlar olarak, Allah’ın kulları olarak. Bir: Allah’ın emirlerini kendimiz uygulayacağız. İki: Allah’ın emirlerine uyacağız, öğreteceğiz, çocuğumuza, kardeşlerimize, dostlarımıza, komşularımıza anlatacağız: “Bak şöyle de olur kardeşim!” diyeceğiz. İslâmî alternatifi onlara göstereceğiz. İslâm’ın uygulanmasına çalışacağız.

Bakın, Peygamber Efendimiz’in bir müjdesi hep benim kulağımdadır, kalbimdedir. Her zaman hem söylerim, hem sevinerek ondan ümitlenirim, sürur duyarım, memnun olurum, hem de anlatırım:30


مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِي، عِنْدَ فَسَادِ أُمَّتِي، فَلَهُ أَجْرُمِائَةِ شَهِيدٍ (الديلمي، وابن حجر، عد. عن ابن عباس)


(Men temesseke bi-sünnetî, inde fesâdi ümmetî, felehû ecru mieti şehîd) “Ümmetin bozulduğu, fesada uğradığı zamanda, benim sünnetime sarılana; yâni fesâda uğramayan, kendisi şaşırmayan, sapıtmayan, sünnet-i seniyyeye uygun yaşayan



30 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.198, no:6608; İbn-i Hacer, Lisânü’l- Mîzan, c.II, s.246, no:1033; İbn-i Adiy, Kâmil fî’d-Duafâ, c.II, s.327; Beyhakî, Zühdü’l-Kebîr, c.I, s.221, no:217: Ebû Abdillah ed-Dekkak, Meclis fî Ru’yetu’llah, c.I, s.218, no:503; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

158

insanlara, sanki harbde canını vermiş, şehid olmuş gibi yüz şehid

sevabı verilecek.” buyruluyor.

Sünnet-i seniyyeye sarılmak bu kadar sevap, dinin emirlerine uymak bu kadar güzel!..


O bakımdan, hem kendimiz uyacağız. Hem de başkalarının uymasını sağlayacak bir gayret içine gireceğiz. Müesseselerimizi destekleyeceğiz. İslâm’ı öğretmek için kurduğumuz eğitim müesseselerini, basın yayın müesseselerini desteleyeceğiz.

Bakın, el-hamdü lillâh, Akra’mız şimdi benim bulunduğum yere eskiden gelmiyordu İzmir yayınları. Şimdi İzmir yayınlarını buradan rahatlıkla, kendi doğduğum köyden, tâ Edremit’in sahillerinden İzmir’i dinleyebiliyorum. E biraz daha vakit geçecek, inşâallah bir iki haftaya kadar uzaydan, uydudan yayın yapacağız. O zaman daha başka yerler de duyacak. Bunlar güzel şeyler. Bunların desteklenmesi lâzım! Yâni İslâm’ı tanıtıcı faaliyetleri yapan alet ve edevat ve müesseseleri desteklemesi lâzım müslümanların... Onları destekleyerek katılması lâzım! Kendisi de aynı şekilde çalışması lâzım! Böylece İslâm’ı başkalarına anlatmalıyız.


Biliyorsunuz, Kur’an-ı Kerim Peygamber SAS Efendimiz’in kendisine geldi. Peygamber Efendimiz’in tüm ömrü, vakti, o Kur’an-ı Kerim’i başkalarına anlatmakla, Allah’ın emirlerin herkese tebliğ etmekle geçti. Elini kaldırıp, “Yâ Rabbi, tebliğ ettim mi?.. Şâhid ol yâ Rabbi, bak bildirdim, tebliğ ettim, şâhid ol yâ Rabbi!..” diye söylerdi Peygamber Efendimiz.

Bizim de, birinci vazifemiz sàlih kul olmak, yâni iyi bir kul olmak, iyi bir müslüman olmak; ikinci vazifemiz muslih kul olmak... Yâni başkalarını ıslâh edici, İslâm’ı yayıcı, anlatıcı, öğretici kul olmak.

Bir dahaki sene inşâallah öyle güzel çalışalım ki, bu Ege’nin, Akdeniz’in sahil kenarlarının, sayfiye yerlerinin bile manzarası İslâmîleşsin, güzelleşsin; her yerde nezâket, zerâfet, diyânet, hakkaniyet, vicdan, insaf, ahlâk, edeb görünür olsun... “Biz Türkiye’yiz, bizim adetimiz böyledir!” diye herkes bilsin... Turistler onu görünce, onlar da memnun olacaklar. Camiye gelirken, girdikleri zaman başörtü örttükleri gibi, inşâallah onlara

159

da güzel örnek olacak. “Bak bunlar ne kadar güzel yapıyor!” diyecekler.

Zâten biz yaptığımız şeyi, ona buna bakarak, o beğensin veya beğenmesin diye yapmayız. Müslüman yaptığı şeyi Allah rızası için yapar. Ama şunu tecrübeyle gördük ki, Allah için yaptığımız şeylerin hepsi gayet güzel oluyor. Sonunda herkes de beğeniyor, insafı olanlar beğeniyorlar, güzel de oluyor. Hiç bir millete giyiminden, kuşamından, örfünden, âdetinden dolayı öteki milletler, medenî milletler kızmıyorlar. “Onların spesiyalitesi bu, giyimi, kuşamı, yemesi, içmesi bu...” diyorlar. Hatta onu arıyorlar. Avustralya’da, Almanya’da, Amerika’da gördüğüm Çin lokantası, Tayvan lokantası... Neden? Yâni kendi özel yemeklerini yapıyor ve Amerikalılar ona da gidiyorlar, beğeniyorlar, yiyorlar, “İyi, tadı bunun güzelmiş” diyorlar. Bizim kebap her yere yayılmış. Şiş kebabı, döner kebap her yerde var. Dünyanın her yerinde yayılmış durumda...

Demek ki sıkı durursak, iyi çalışırsak her şeyimizi herkese beğendirebiliriz. Tabii kendi ölçümüz ne?.. Allah’ın rızasını kazanmak, Allah’ın beğeneceği işleri yapmak... Allah’ın beğendiği, tavsiye ettiği, emrettiği şeyleri yaparak, yasakladığı şeyleri yapmayarak, böyle bir sağlam yol tutturursak, sapasağlam yürürsek, birçok kimseye de güzellikleri, doğruları göstermiş oluruz. Oradan da çok fayda sağlarız diye düşünüyorum.


Aziz ve sevgili Akra dinleyiciler! Allah gayretinizi, kuvvetinizi ziyade eylesin, diyanetinizi kuvvetlendirsin, tam, sağlam, hâlis, hakîkî müslüman olmayı nasib etsin... Din-i mübîn-i İslâm’a güzel hizmeti nasib etsin...

Avrupa medeniyeti, bütün başka medeniyetlerin uygulandığı sahalara yayılıp, onları kendisine benzettiği gibi, bizim İslâm medeniyeti de dünyanın her yerine, Avrupa, Amerika dahil, yayılıp onları müslümanlara benzetsin...

Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..


11. 08. 1995 - Edremit

160
9. MERHAMETİN KARŞILIĞI