14. CUMA GÜNÜ VE CUMA NAMAZI

15. HASTANIN MÜKÂFÂTI



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn… Muhammedin ve âlihi ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîn. Emmâ ba’du, fa’lemû eyyühe’l-ihvân… Feinne efdale’l-kitâbi kitâbu’llah… Ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem… Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ, ve külle muhdesin bid’ah, ve külle bid’atin dalâleh, ve külle dalâletin ve sâhibehâ fi’n-nâr… Ve bi’s-senedi’l-muttasılı ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:


لَيْسَ مِنْ عَمَلِ يَوْمٍ إِلاَّ وَهُوَ يُخْتَمُ عَلَيْهِ، فَإِذَا مَرِضَ المُؤْمِنُ، قَالَتِ


المَلَئِكَةُ: يَارَبَّنَا، عَبْدُكَ فُلَنٌ قَدْ حَبَسْتَهُ، فَيَ قُولُ الرَّبُّ: اخْتِمُوا لَهُ


عَلَى مِثْلِ عَمَلِهِ، حَتَّى يَبْرَأَ أَوْ يَمُوتَ (حم. طب. ك. عن عقبة بن

عامر)


RE. 365/11 (Leyse min ameli yevmin illâ ve hüve yuhtemü aleyhi, feizâ marida’l-mü’minü, kàleti’l-melâiketü: Yâ rabbenâ, abdüke fülânün kad habestehû, feyekulü’r-rabbü: İhtimû lehû alâ misli amelihî, hatta yebree ev yemût)

Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.


Çok aziz ve muhterem müslüman kardeşlerim!

Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin selâmı, rahmeti, lütfu, bereketi cümlenizin üzerine olsun…

Peygamberimiz Efendimiz, nümûne-i imtisâlimiz Muhammed-i

447

Mustafâ SAS Hazretleri’nin mübarek hadis-i şeriflerinden bir nebze sizlere anlatacağız. Hocamız, üstadımız Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Efendi Hazretlerinin te’lif eylemiş olduğu Râmûzü’l-Ehâdîs isimli hadis mecmuasından…

Bu hadis-i şeriflerin okunmasına başlamadan evvel, başta Efendimiz Muhammed-i Mustafâ SAS Hazretleri’nin ruh-u pâkine; sonra onun mübarek âl, ashàb ve etbàının ruhlarına; cümle sâdât ve meşâyıh-i turûku aliyyemizin ruhlarına; ve sair enbiyâ ve mürselînin, cümlesinin etbaının ve cümle Allah’a yakın kulların ruhlarına;

Uzaktan ve yakından şu ilim meclisine, şu hadislerin okunduğu meclise, bu hadislere şevk, Peygamber Efendimiz’e muhabbetten dolayı teşrif etmiş, gelmiş bulunan siz kardeşlerimizin ahirete intikal eylemiş olan bütün sevdiklerinin ve yakınlarının ruhlarına hediye olmak üzere;

Şu biz yaşayan müslümanların da Cenâb-ı Mevlâ’nın rızasına uygun ömür sürüp, huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmamıza vesile olması dileğiyle, bir Fatiha, üç İhlâs-ı Şerif okuyup dersimize öyle başlayalım! Buyurun:

………………………..


a. Hastanın Yapamadığı İbadetler


Mukaddimede metnini okumuş olduğum hadis-i şerif, hastanın sevap durumuyla ilgili bir hadis-i şeriftir.

Hastalık insana Allah tarafından gelir. Çünkü her şeyin takdiri Allah’ın elindedir. Her olay, hadise gibi hastalık da takdir-i ilâhi olarak insana gelir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:136


إِن اللهََّ أَنْزَلَ الدَّاءَ وَالدَّوَاءَ، وَجَعَلَ لِكُلِّ دَاءٍ دَوَاءً، فَتَدَاوَوْا! وَلاَ




136 Ebû Dâvud, Sünen, c.X, s.371, no:3376; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.5, no:19465; Ebü’d-Derdâ RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.53, no:28324; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.475, no:6710.

448

تَدَاوَوْا بِحَرَامٍ (د. طب. ق. وابن السني، وأبو نعيم في الطب

عن أبى الدَّرْدَاءِ)


(İnna’llàhe enzelet dâe ve devâe) Hastalığı da, şifayı da Allah indirdi. (Ve ceale li-külli dâin devâen) [Her hastalığa deva yarattı.] (Fetedâvev) O halde tedavi olun, tedavi yolları, şifâ yolları arayın kendinize… (Ve lâ tedâvev bi’l-haram) Fakat haramla tedavi olmayın!” diye Peygamber Efendimiz’in bize nasihatı da var. Hastalığı Allah indiriyor. Neden? Kötü kullara mı indiriyor?

Bütün insanlara indiriyor. İyisine de geliyor, kötüsüne de geliyor. Nedir? Bir imtihan sorusudur.

Dünya bir dâr-ı imtihan değil mi? Biz burada imtihan olmuyor muyuz? Sonunda burada yaptıklarımıza verdiğimiz karşılıklara göre, davranışlarımızın şekline şemailine göre, zihniyetimize göre ahirette ceza veya mükâfat görmeyecek miyiz? Göreceğiz, amennâ

ve saddaknâ… Öyle olacak. İşte onun için bir soru bu. İmtihan sorusu, insanın başına geliyor. Bakalım kul buna karşı nasıl davranacak?


Hastalık temenni edilmez. Ama hastalık mü’mine çok sevap kazandırır. Çok sevap kazandırır. Çok hadis-i şerifler var ki insan o hadis-i şerifleri okudu mu, eğer yasak olmasa, “Keşke hasta olsam!” diye temenni edeceği gelir. Ama yasak. Allah’tan afiyet isteyeceğiz. Kötü şey istemeyeceğiz. İyilik isteyeceğiz, hoşluk isteyeceğiz. Sağlık, sıhhat, esenlik isteyeceğiz ama gelirse, sevabı çok.

Buna dair çok hadis-i şerifler var. Bir hadis-i şerifte buyrulmuş ki:137




137 Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.II, s.191, no:613; İbnü’l-Cevzî, İlel, c.II,s.865, no:1449; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.311, no:6705; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.99, no:5891.

449

أَنِينُ الْمْرِيضِ تَسبِيحٌ، وَصِيَ احُهُ تَهْليِلٌ، ونَفَسُهُ صَدَقَةٌ، وَ نَوْمُهُ عَلَى


الْفِرَاشِ عِبادَةٌ، وتَقَلُُّبهُ مِن جَنبٍ إِلَى جَنبٍ كَأَنََّما يُقَاتِلُ الْعَدُوََّ فِي


سَبِيلِ الله، يَقُولُ اللهَُّ لِمَلئِكَتِهِ: اكتُبُوا لِعَبدِي أَحسَنَ ما كَان يَعمَلُ


فِي صِحَّتِهِ! فَإِذا قامَ ثُمَّ مَشَى، كَان كَمَن لاَ ذَنبَ لَهُ (الديلمي ، خط. عن أبي هريرة)


RE. 86/ (Enînü’l-marîdı tesbîhun, ve sıyâhuhû tehlîlün, ve nefesühû sadakatün, ve nevmühû ale’l-firâşi ibâdetün; ve tekallübühû min cânibin ilâ cânibin, keennemâ yükatilü’l-abdü fî sebîli’llâh. Yekûlu’llâhü sübhânehû li-melâiketihî: Üktübû li-abdî ahsene mâ kâne ya’melü fî sıhhatihî! Feizâ kàme sümme meşâ, kâne kemen lâ zenbe lehû) Bu hadis-i şerifi Deylemî ve Hatib-i Bağdâdî, Ebû Hüreyre RA’dan rivayet etmişler. Bu da müjdeli bir hadis-i şerif.


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:

(Enînü’l-marîdı tesbîhun) “Hastanın iniltisi tesbihtir. Sanki eline teşbih almış da teşbih çekiyormuş gibi sevap kazanır.

(Ve siyâhuhû tehlîlün) Feryâdı, ah etmesi tehlildir. Lâ ilâhe illa’llah demek gibi sevaptır.

(Ve nefesühû sadakatün) “Her nefesi sadakadır.” (Ve nevmühû ale’l-firâşi ibâdetün) Yatağında uyuması, uykusu ibadettir.

(Ve tekallübühû min cânibin ilâ cânibin keennemâ yükàtilü’l- abdü fî sebîli’llâh) “Yatakta bir o tarafa, bir o tarafa dönmesi, sanki kul Allah yolunda cihad ediyor gibi sevaptır.” (Yekùlü’llàhu sübhànehû li-melâiketihî) Allah Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri meleklerine buyurur ki: (Üktübû li-abdî ahsene mâ kâne ya’melü fî sıhhatihî) “Şu kulumun sıhhatliyken yaptığı ibadetlerin en güzellerini yapıyormuş gibi, şimdi buna sevap yazın!”

450

Yapamıyor, baygın veya yorgun, yatıyor. Adeti olan ibadetleri yapıyormuş gibi melekler yazmaya devam ederler.

(Feizâ kàme ve meşâ) “Hastalığı geçip, iyi olup yataktan kalkar da yürürse; (kâne kemen lâ zenbe lehû) hiç günahsız insan gibi olur.” Günahları silinir, Allah hepsini siler.

Başka hadis-i şeriflere göre, Allah-u Teàlâ Hazretleri

buyururmuş ki: (Feste’ni fil amele) “Günahlarının hepsi silindi, haydi işe yeniden başla! Eskiler silindi, bundan sonra günah işleme!” Yani hastalık insanın afv u mağfiret olmasına sebep olur.


Bu konuda birçok hadis-i şerif vardır, kat’idir bu. O bakımdan bunları hatırınızda tutun. Kaidesi şudur: Hastalanırsanız feryad u figan edip isyan etmeyin! Allah’tan geldi takdir, imtihan sorusudur, aman dikkat edin! Yakınınız hastalanırsa da isyan etmeyin!

Sonra da hastalanmış kimselere, Rasûlüllah Efendimiz’in bu bilgilerini, hadis-i şeriflerin malumatını nakledin ki onlar da

451

müteselli olsunlar.


İşte bu hadis-i şerif de o hadis-i şeriflerden bir tanesi.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:138


لَيْسَ مِنْ عَمَلِ يَوْمٍ إِلاَّ وَهُوَ يُخْتَمُ عَلَيْهِ، فَإِذَا مَرِضَ المُؤْمِنُ، قَالَتِ


المَلَئِكَةُ: يَارَبَّنَا، عَبْدُكَ فُلَنٌ قَدْ حَبَسْتَهُ، فَيَقُولُ الرَّبُّ: اخْتِمُوا لَهُ


عَلَى مِثْلِ عَمَلِهِ، حَتَّى يَبْرَأَ أَوْ يَمُوتَ (حم. طب. ك. عن عقبة بن

عامر)


RE. 365/11 (Leyse min ameli yevmin illâ ve hüve yuhtemü aleyhi, feizâ marida’l-mü’minü, kàleti’l-melâiketü: Yâ rabbenâ, abdüke fülânün kad habestehû, feyekulü’r-rabbü: İhtimû lehû alâ misli amelihî, hatta yebree ev yemût)

(Leyse min ameli yevmin) “Hiçbir günün amelleri, işleri, faaliyetleri, insanoğlunun yapmış olduğu sabahtan akşama işlerin hiçbirisi yoktur; (illâ ve hüve yühtamu aleyhi) o ona o gün akşam yazılır. O yaptığı işler kapanır, mühürlenir, o gün akşama tamam. Hayır yaptıysa ne mutlu, şer işlediyse tamam ne yazık. Teşcil olur. Sicillere geçer. Defterlere geçer, mühürlenir. O gün bitti mi o günün ameli de deftere geçer. Mührü yer, mühürlenir, tamam.


(Feizâ maride’l-mü’minü) Ama kul hastalandığı zaman hangi kul mümin kul. Kâfir de hastalanır, mü’min de hastalanır. Günahkâr da hastalanır, Allah’ın evliyası olan sevgili kul da hastalanır. Öyle hastalık ille kötüye gelir diye bir şey yok. İlle iyiye gelir diye bir şey de yok. Mümin kul hastalanırsa, imanı var,



138 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.146, no:17354; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.344, no:7855; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XVII, s.284, no:782; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.III, s.22; Ukbetü’bnü Âmir RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.304, no:6666; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.313, no:19504.

452

kalbinde iman cevheri var. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe inanmış, pırıl pırıl cevher var kalbinde, iman cevheri var. Böyle bir kul hastalandı. Ne olur?

(Kàleti’l-melaiketü) Melekler derler ki:

(Yâ rabbenâ) Ey bizim Rabbimiz, Mevlâmız! (Abdüke fülânün kad habestehû) “Sen kulun filancayı men eyledin, hayırları yapamaz duruma geldi.”

Hapsettin, ama hapis burada bir hapishaneye sokup da hapsetmek değil. İş yapamaz duruma düşürdün, faaliyet yapamaz duruma düşürdün. Hasta ettin. Yatağa esir ettin. Kıpırdayamaz duruma düştü. Hapis de bu yani iyi işleri yapmaktan men eyledin. Salih ameller işlemekten mahrum kaldı, yapamaz duruma düştü. Gerisi getirmiyor terbiyelerinden, edeplerinden, saygılarından, Allah-u Teàlâ Hazretlerinin melekleri. “Ya Rabbi bu kuluna imkân vermedin hayırları işleyemez duruma düştü” bekliyorlar ondan sonra. Arz ediyorlar yani sadece. Öyle fazla uzun bir şey değil.


(Feyekùlu’r-rabbü) Allah-u Teàlâ Rabbimiz de buyurur ki:

(İhtimû lehû alâ misli amelihî) “Evvelce yapmış olduğu ameli gibi onu mühürleyin akşam... E yapamadı sabahtan akşama bir şey ama yapmış gibi mühürleyin. Deftere öyle yazın öyle mühürleyin ve bunu bugünlük yapmayın; (hattâ yebree ev yemûte) bu hastalıktan şifa buluncaya kadar böyle yapın dâimâ... Veyahut da ölünceye kadar.” Hastalığın sonunda iki şey olur insan. Ya yaşar, ya ölür. Yaşayıp şifa bulursa, ne âlâ… Ölürse, eh o da takdir. Allah’ın takdiri. Yaşayıp şifa buluncaya kadar öyle hep yapıyormuş gibi yazın defterine hasenatını, ölünceye kadar da veyahut ölecekse o zamana kadar öyle yazın diye Allah-u Teàlâ Hazretleri emreyler. O bakımdan hastalara bu hadis-i şerifleri hatırınızda tutunuz, söyleyiniz. Hatırlarında olsun. Allah affına, mağfiretine sebep ediyor.


Eskiden geçmişti biliyorsunuz bir hadis-i şerifte:

Peygamber Efendimiz bir hasta sahabinin ziyaretine gitti. Peygamber Efendimiz peygamber, insanların en yükseği, Allah’ın en sevdiği kulu, Seyyidü’l-evvelîne ve’l-âhirin, ama bak ne ibretler

453

var. Hasta ziyaretine gidiyor. Kabir ziyaretine gider, hasta ziyaretine gider, çağırılırlarsa davete icabet eder. Bir basit yemeğe çağrılsalar bile, sirke koysalar bile önüne, “İşte sirke ne kadar tatlı bir gıdadır, ne kadar hoş gıdadır.” diye ev sahibinin gönlünü alarak onu yer, gık demez.

Rasûlüllah Efendimiz’in adeti böyle. Herkese ilgi gösterip bize nümune oluyor. İnsanlara şefkat gösteriyor. İstese, makamı yüksek, hiç yüzlerine bakmaz, yanlarına uğramaz. Onlar gelsinler der ama ziyaretine gidiyor. Şeref bahşediyor gittiği kimselere.

Bir kimsenin ziyaretine gitmiş böyle. Bakmış o kimse hastalıktan erimiş, küçülmüş küçülmüş, kuş yavrusu gibi kalmış. Kuş yavrusu gibi. Ufalmış yani. Kemikleri erimiş, kasları erimiş, büzülmüş, kamburlaşmış, ufacık bir şey. Ona diyor ki Peygamber Efendimiz:

“—Ey filanca, sen Allah’a dua etmesini bilmez misin? Sen Allah’tan afiyet istemesini bilmez miydin? Niye böyle yaptın?”


Boynunu büküp o şahıs diyor ki:

“—Yâ Rasûlallah, hata ettim. Şöyle dua ettim: ‘Yâ Rabbi bana ahirette çektireceğine, dünyada ver ne vereceksen!’ dedim. ‘Dünyada ne çekeceksem çekeyim de, ahirette başıma öyle bir kötü durum gelmesin!’ diye böyle dua etmiştim.” Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;

“—Allah’tan bir şey istediğiniz zaman afiyet isteyin! Çünkü afiyet hem hastalıklardan uzak olmayı ifade eden bir mânâyı taşır, hem de dertlerden, kederlerden, üzüntülerden uzak olmayı ifade eden bir mânâ taşır. Yani insanın hem aklı dinç, hem bedeni dinç. Hem içi huzurlu, hem vücudu sıhhatli… Afiyet böyle umumi bir şey.”

“—Allah afiyet versin!” demek, “Şen ve esen kalınız.” demekten daha iyi bir şeydir. Yani, mânâsı çok geniş. Allah bir kimseye afiyeti verdi mi, ne güzel… Onun için biz duamızda da, yine hadis-i şeriflerden öğrendiğimiz üzere nasıl dua ediyoruz:139



139 Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.738, no:5074; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1273, no:3871; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.25, no:4785; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.241, no:961; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.243, no:698; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.343, no:13296; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.35,

454

اللَّهُم إِنَّ ا نَسْأَلـُكَ الْعَ فْوَ وَالْعَافِيَةَ، وَالْمُ عَافَ اتِ الدَّائِمَةَ، فِي الدِّينِ

وَالدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ .


(Allàhümme innâ nes’elüke’l-afve ve’l-àfiyeh, ve’l-muàfâte’d- dâimeh, fi’d-dîni ve’d-dünyâ ve’l-âhireh) Cemî olarak söyledim ben, yâni: “Yâ Rabbi! Bize dinde, dünyada, ahirette afiyet ver ve dâimî bir esenlik ihsân eyle...” mânâsına.

Müfred olarak da:


اللَّهُم إِنِّي أَسْأَلُكَ الْ عَفْوَ وَالْعَافِيَةَ، وَالْمُ عَافَ اتِ الدَّائِمَةَ، فِي الدِّينِ

وَالدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ .


(A’llàhümme innî es’elüke’l-afve ve’l-àfiyeh, ve’l-muàfàte’d- dâimeh, fi’d-dîni ve’d-dünyâ ve’l-âhireh) denilebilir.

O zaman, “Ya Rabbi, ben senden beni affetmeni istiyorum. İlk önce o affetmezse halimiz nice olur? Önce af. Ondan sonra afiyet istiyorum.

Dinde dünyada ve ahirette afiyet istiyorum. Dinde afiyet nedir? Dinini insanın güzelce yapması, sakat yapmaması, yalan yanlış yapmaması. İyi iş yapıyorum derken bid’atlarla, kötü işlerle işi yanlış tarafa götürmemesi, ters yol tutturmaması.

Dünyada afiyet nedir? İnsanın vücudunun sıhhatli olması, ruhunu hoş olması, kalbinin temiz olması, aklının salim olması. Ahirette afiyet nedir? Cehennemden azad olup cennete girip safa sürmek. Ne güzel dua. Aklınızda kalsın, afiyet isteyin Allah-u Teàlâ Hazretlerinden… Ama o bilir, hüküm onun… Her yaptığı şey de hayırdır. Her şeyi hayırdır.


Mevlâm görelim neyler,

Neylerse güzel eyler.


no:29278; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.145, no:10401; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.264, no:837; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

455

Hastalık gelince feryad u figanı basmayın! Hastalık ille kötü kula geliyor manasına gelmez, iyi kula da gelir. Sonra hastalığın sonunda sabrederse insan, mutlaka hayır vardır. Kendinize hastalık gelse, çoluk çocuğunuza aile efradınıza gelse üzülmeyin, sevabını umarak müteselli olun. Üzülmemek mümkün değil. İnsan tabi öyle bir iniltili üzüntülü bir durum görünce ister istemez mahzunlaşır ama sabredin, tutun kendinizi. Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne bağlılığınızı kesmeyin!


Geçenlerde, bir büyük evliyaullahın menkabesini okuyorduk da, Yahya ibn-i Muaz er-Razi Rh.A, Allah şefaatine nail etsin… O diyor ki:

“—Hakiki muhabbet, hakiki sevgi cevr ü cefa ile azalmaz, zevk ü sefa ile artmaz. Sen Allah’ı hakikaten seviyor musun? Seviyorum. O zaman ne takdir etmişse, o öyle veya böyle olunca azalmayacak. Zevk ü sefa olursa, günlük güneşlik, güllük sümbüllük olursa ortalık, Allah’a kullukta devam edeceksin.

Biraz hastalık, sıkıntı, darlık, fakirlik bir şey gelince basacaksın itirazı… Olmaz, o hakiki sevgi değil. Hakiki sevgi zevk-ü sefa içinde olsa da, mihnet meşakkat içinde olsa da kesilmeyecek.”


Bak şimdi el-hamdü lillâh huzur ve saadet içindeyiz.

Dedelerimiz çok sıkıntı çekmişler. O İstiklal Harbi’ni düşünün. Evler yakılmış, köyler yakılmış, camilere insanlar tıkılmış, katliam edilmiş. Şimdi biz sâlim durumdayız ama başka ülkelerde buna benzer durumlar oluyor. Geçende okuduk Afganistan’ın Herat şehrinde gazeteler yazdı, üç bin sivili öldürmüşler Ruslar.

Assan eyaletinde okuduk, Hindular beş bin müslümanı öldürmüşler, toplu halde… Demek ki üzüntü durumları da olabiliyor.

456

Bir Iraklı talebem var, sordum:

“—Nasıl, ne halde hayat?” dedim.

“—Hocam, ailemizden dört fert askerde, hepsi cephede…” dedi.

“—Bir evden dört kişi asker olur mu?” dedim.

“—Olur, alıyorlar” dedi. “Gitmezsen, malını müsadere ediyorlar.” dedi.

Karşı tarafa kurşun atsan, o da müslüman. Atmazsan arka taraftan bu sefer seni dürtüyorlar veyahut “Çarpış, çarpışmazsan öldürürüz!” diyorlar. Bir zor durum, Allah korusun…

Bak bu afiyetin, huzurun, saadetin kadr u kıymetini bilin ve bunun korunması için elinizden gelen uyanıklığı gösterin! Allah başımıza böyle bir durum getirirse zor olur ama, zor olsa da dedelerimizin I. Cihan Harbi’nde, Trablusgarp’ta, Balkan

Harbi’nde, bilmem İstiklal Harbi’nde, daha önceki harplerde, daha sonraki harplerde durumlarda çektiği sıkıntılar… Sıkıntı hali gelirse de sakın ha, İslam her zaman İslam’dır, iman her zaman imandır. Sakın ha ondan vazgeçmeyin!


فَإِنْ أُعْطُوا مِنْهَا رَ ضُوا وَإِنْ لَمْ يُعْطَوْا مِنْهَا إِذَا هُمْ يَسْخَطُونَ

(التوبة:٨٥)


(Fein u’tù minhâ radù ve in lem yu’tav minhâ izâ hüm yeshatùn.) (Tevbe, 9/58) Peygamber Efendimiz’in etrafında bir kısım idraksiz insanlar varmış. Ganimetlerden fukaraya para pul dağıtılırken, yiyecek dağıtılırken bunlara da dağıtılırsa; “Oh, bedavadan pay geldi bize...” diye memnun olmuyorlarmış. Dağıtılmazsa, o zaman da, “Aaa, bize verilmedi, niye verilmedi?” diye kızıyorlarmış.

Olur mu Rasûlüllaha kızmak, o iman değil. Hakiki sevgi her zaman devam eder; iyilikte de kötülükte de, sefada da, cefada da…

Onun için sıhhatinize şükredin. Allah-u Teàlâ Hazretlerine sevginizi takviye edin gönlünüzde, sevgi, dolsun içiniz. Hastalığınıza sabredin, bu da Allah’tan arkasında büyük mükâfat var deyin, dişinizi sıkın, gene sevgi dolsun içiniz. Beni o hasta etti ben ona küstüm demeyin haşa sümme haşa.

457

b. Günde Yüz Kere Lâ ilâhe illa’llàh Demek


Bu hadis-i şerifte zikrullahla ilgili, Allah demek, Lâ ilâhe illa’llàh demekle ilgili; bunun faziletini bildiren bir sözüdür Efendimiz Muhammed-i Mustafa Hazretleri’nin… Peygamber Efendimiz bu güzel, bu şerefli, bu müjdeli hadis-i şerifinde bizlere bildiriyor, bizlere buyuruyor ki:140


لَـيْسَ مِنْ عَبْدٍ يَ ـقُولُ لاَ إِ لٰهَ إِلاَّ اللهُ مِائَةَ مَرَّةٍ، إِلاَّ بَـعَـثَهُ اللهُ يَوْمَ


الْقِيَامَةِ وَوَجْهُهُ كَالْقَمَرِ لَيْلَةَ الْبَدْرِ، وَلَمْ يُرْفَعْ لأَحَدٍ يَوْمَئِذٍ عَمَلٌ


أَفْضَلُ مِنْ عَمَلِهِ، إِلاَّ مَنْ قَالَ مِثْلَ قَوْلِهِ أَوْ زَادَ (طب. عن أبي

الدرداء)


RE. 365/12 (Leyse min abdin yekùlü lâ ilâhe illa’llàhu miete merreh, illâ beasehu’llàhu yevme’l-kıyâmeti ve vechuhû ke’l-kameri leylete’l-bedri, ve lem yürfa’ li-ehadin yevmeizin amelü efdalü min amelihî, illâ men kàle misle kavlihî ev zâd.) Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:

(Leyse min abdin) “Hiçbir kul yoktur ki, (yekùlü lâ ilâhe illa’llàhu miete merreh) yüz defa Lâ ilâhe illa’llàh der de sonunda şu mükâfata nail olmasın, mümkün değil. Yâni bunu diyen şu mükâfata nail olur. Neymiş o mükâfat?

(İllâ beasehu’llàhu yevme’l-kıyâmeti ve vechuhû ke’l-kameri leylete’l-bedri) “Böyle diyen kimseyi Allah muhakkak kıyamet gününde, yüzü dolunay gibi pırıl pırıl parlayan, mehtap gibi pırıl pırıl parlayan bir şekilde ba’seder. Yani kabrinden kaldırır, hesap yerine öyle getirir, mahşer halkına öyle gösterir, öyle mükâfata



140 Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.II, s.103, no:994; Deylemî, Müsnedü’l- Firdevs, c.IV, s.8, no:6021; Ebü’d-Derdâ RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.67, no:179; Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.96, no:16830; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.312, no19502.

458

erdirir. Yüzü ayın 14’ü gibi pırıl pırıl parlar bir şekilde ba’solunacak onlar. Yüz defa Lâ ilâhe illa’llàh demek. İşte bakın bu hadis-i şerif. Nerede bu hadis-i şerif? Ebü’d-Derda RA rivayet etmiş, Taberânî nakleylemiş. Bunun emsali çok başka hadis-i şeriflerde var. Bütün bunlar gösteriyor ki insanın böyle mübarek sözleri, faziletli sözleri, zikirleri müteaddit defalar söylemesi dinimizin içinde, esasında var. Yani hocaların hacıların uydurması değil. Yani kusur kabahat değil. Yani imanın eseri, imanın gereği, ibadetin şekillerinden bir şekil. Bid’at değil, yanlış değil, eksik değil, kusur değil.


Demek ki bir insan Lâ ilâhe illa’llàh diyecek. Yüz defa de diyor. Bir defa derim, manasını düşünürüm olmaz. Yüz defa de dediği için, yüz defa diyeceksin. Emir tutmayı öğren bakalım!

“—Ne manası var müteaddit defa Lâ ilâhe illa’llàh, Lâ ilâhe illa’llàh demenin?” Bir kere her seferinde sevabın artacak, daha ne istiyorsun? Bir tane altın lira kazanmak yerine yüz tane altın lira kazanmak aynı mı ticarette? Bir kere sevabın artacak.

İkincisi böyle vurdukça vurdukça kalbe, Lâ ilâhe illa’llàh diye kalp çarptıkça, demirin örs altında dövülüp, dövülüp şekil kazandığı gibi senin imanın kuvvetlenecek, çelikleşecek, perçinleşecek, için nur dolacak.


Sonra, bu Lâ ilâhe illa’llàh’ın çok esrarı vardır, tesirleri vardır. İnsan bunu böyle diye diye insanda bir vakar meydana gelir, bir heybet meydana gelir. Cümle cihan halkı ona saygı duyar, çekinir. Allah diyen, Lâ ilâhe illa’llàh diyenden. Öyle Lâ ilâhe illa’llàh diyen insanın hükümdarlar önünde eğilirler. Öyle bir heybet verir Allah-u Teàlâ Hazretleri. Ve o kimseler Lâ ilâhe illa’llàh diye diye, şu dünya gözlerinden silinir gider.

“—Nedir şu dünya dediğin iki günlük, bir göz yumup açıncaya kadar geçen bir alem. Ben buraya kapılmam!” der. “—Şu para pul dediğin ne? Eh, bir vasıta... Hayır yapıp da insan Allah’ın rızasını kazanırsa kazanır. Yoksa benim nazarımda kıymeti yok!” der.

Onun için kardeşini öldürmez, gırtlaklamaz, canını yakmaz,

459

çelmelemez, kötülüklere rezaletlere bulaşmaz. Müstakim bir insan edasıyla Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne iyi kulluk eder. Şeytan, dünya ve nefis onu aldatamaz. Nereden olur bu? Lâ ilâhe illa’llàh dedikçe olur. Lâ ilâhe illa’llàh, Allah’tan gayri ilah yok! Allah’tan gayri mabud yok! Allah’tan gayri tapınacak yok. Allah’tan gayri ibadet edecek yok. Allah’tan başka gönül verilecek yok! Allah’tan başka sevilecek yok! Allah’tan başka itaat edilecek yok! Bu duygu insanın içine yerleşe yerleşe ne olur o? Halis kul olur, kâmil imanlı kul olur.


Onun için çok tenkit edenler var. Ama bilmediklerinden tenkit ediyorlar. Hem bilmiyorlar, hem de yapmıyorlar. Bir insan bilmediği bir şeyi duyunca, bir deneyeyim bakayım der. Ne deniyor, ne biliyor, ama böyle yapanın da karşısına dikiliyor:

“—Sen hatalı yoldasın, sen yanlışsın, ben bilgiliyim, sen cahilsin.” diyor.

Allah akıl fikir versin. Şimdi kabahat gibi gösterilmiyor mu Lâ ilâhe illa’llàh demek, Allah demek, öyle gösteriliyor. Hepimiz yani korkarız, çekiniriz, başkaları da böyle şey yapar. Ama bak peygamber Efendimiz Lâ ilâhe illa’llàh deyin buyuruyor. Dinimizin esasıymış. Başkasını ayıplamaya da lüzum yok, ayıplamak da yanlış.

Dinimiz emrediyor. Dedelerimiz alıştırmış olduğu için hiç kimse itiraz etmiyor. Namazın arkasından 33 Sübhàna’llah, 33 El- hamdü lillâh, 33 Allahu ekber demeyi herkes kabul ediyor. Ama

“Yüz defa Allah de!” diye emrettiğin zaman, hop tepesine dikiliyor:

“—Yapma böyle, etme böyle!”

Kim o diye bakıyorsunuz, sarıklı cübbeli, o da hoca.

“—Caiz değil, yanlış, hatalı…” Olur mu? Biz dini kimden öğreneceğiz? Rasûlüllah

Efendimiz’den öğreneceğiz. Ne buyrulduysa öyle yapacağız. Buyrulduğu gibi yaptığımız zaman sevap alırız.


Kendi aklımızdan yapsak kim bilir neler düşünürüz. İnsan kendi aklı başına güvenip de öyle gittiği zaman çok yanlış şeylere tapmış; kimisi ağaçlara tapmış, kimisi dağlara tapmış, kimisi seksen tane yüz tane elli tane otuz tane on beş tane tanrı düşünmüş. Kimisini taht üstünde oturuyor diye düşünmüş

460

kimisini denizde düşünmüş, kimisini denizde diye düşünmüş, akıl. Akla güvenilir mi? Herkesin aklı bir başka türlü. Kimisi öküze tapmış. Hindistan’da öyleleri var ki tenâsül cihazlarına tapmışlar.

Akıl böyle serbest bırakılırsa, kör akıl serbest bırakılırsa; motoru çalıştırdık, vites çalışıyor ama şoför yok... Araba çalışıyor gidiyor ama nereye gidecek, belli değil ki? Meydanda gidiyor bir yere toslayacak sonunda. Yoldan gider mi doğru düzgün? Gitmez. Yolun ezse bir insanı?

O çalışan makineye yolu ne gösterir? Şoför gösterir. İnsana yolu ne gösterir? İnsan aklına yolu ne gösterir? Din gösterir, iman gösterir, Peygamber gösterir. Allah’ın kitabı gösterir. Sen Allah’ın kitabını bir tarafa bırakırsan, Allah’ın peygamberini çöl bedevisi diye küçümsersen haşa, sümme haşa o faziletliler faziletlisi, hikmetliler hikmetlisi, alimler alimi efendiler Efendisi o güzel zat- ı muhteremi hor hakir görürsen, senin aklın şoförsüz arabaya benzer. Onun peşinden gideceksin, o yolu biliyor çünkü. O rehber, kılavuz peygamber, numune-i imtisalimiz, yol göstericimiz, efendimiz, hocamız, muallimimiz.


Onun için, “İnsan hadis-i şerifleri dinlediği zaman, hiç olmazsa bir defa dediğini yapmalı!” derler. Hiç olmazsa birkaç defa yapmalı! Bak peygamber Efendimiz Lâ ilâhe illa’llàh dememizi bize emrediyor. Siz de buyurun, Lâ ilâhe illa’llàh deyin. Günde yüz defa deyin. Bak Lâ ilâhe illa’llàh derse, yüzü ayın 14’ü gibi pırıl pırıl ba’solunacak kıyamet gününde. Yani çok şerefli, çok güzel, çok hoş bir şekilde kalkacak. (Ve lem yürfa’ li-ehadin yevmeizin amelün efdalü min amelihî) “Onun amelinden daha üstün bir amel Allah-u Teàlâ

Hazretleri’nin huzuruna yükseltilmez o gün; (illâ men kàle misle kavlihî ev zâd) Onun söylediği kadar diyenler ancak veyahut biraz daha fazla söyleyenler geçebilir.” Yoksa onunla yarışabilecek, o sevaba erişebilecek başka bir şey yoktur. Allah-u Teàlâ

Hazretleri’nin huzuruna o kadar şerefli o kadar faziletli başka bir salih amel yükseltilmez. Ancak daha fazla birisi söylerse, onunki biraz daha yüksek olur. O da gene Lâ ilâhe illa’llàh.

Onun için Lâ ilâhe illa’llàh sözüne çok dikkat edin. Lâ ilâhe illa’llàh’ı dilinizden düşürmeyin. Söyleyin. Lâ ilâhe illa’llàh’ın gücü kuvveti tesiri vardır. Hasseleri vardır. Maddi manevi tesiri

461

vardır. Çok hünerli, çok feyizli, çok kuvvetli bir sözdür. Onun feyzinden kuvvetinden gücünden faydalanın!


Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi bu güzel kelime üzerine yaşatsın... Onun manası üzere yürüyüp yaşayan kullardan eylesin... O güzel kelimeyle ruhunu teslim edenlerden eylesin... O güzel kelimeyle kabrinden ba’s olanlardan eylesin… Onun o faziletine, onun o feyzine bereketine cümlemizi erdirsin… Onun nimetleriyle cümlemizi mütena’im eylesin… Araştırıcı ruhu olması lazım insanda. 20. Yüzyılda değil miyiz? Herkes her şeyi araştırıyor. Bak gavurlar Avrupalılar araştırıyorlar, bir şeyler bulup ortaya koyuyorlar. Araştırıyor araştırıyor adam müslüman oluyor.

Bir de sen araştır. Deden yapmış sen dedeni ne hor görüyorsun? Deden aptal değildi ki? Deden üç kıtaya hükmetti, üç kıtayı adaletle idare etti. Sonra dedenin ayağını kaydırdılar. Cümle cihan halkı onun üstüne çullandı. Kopardılar kolunu bacağını. Gazi ettiler, şehid ettiler. Dünya üzerinde senin dedenin hâkim olduğu zaman huzur vardı. Onlar gitti, şimdi aslanların dolaştığı yerlerde topal tilkiler dolaşıyor.


O topal tilkiler dünyayı birbirine karıştırıyor. Benim

fabrikamda ürettiğim, imal ettiğim silah satılsın diye kışkırtıyor, iki devleti birbirine harbe sürüklüyor. Benim işim yürüsün diye ihtilal yaptırtıyor. Benim işim yürüsün diye insanları öldürtüyor, mafya çeteleri kuruyor. Gazetelerde hep emsalini okuyorsunuz, biliyorsunuz. Neden? Aslanlar gitti, tilkiler kaldı ortada.

Sen dedelerini öyle hor hakir görme! Süleymaniye Camisi’ni yapabilir misin şimdi? Süleymaniye camisini yapmak için ta Halic’in seviyesine kadar temel kazmış. Süleymaniye Camii’nde ses ıhı dediği zaman, önden ta arkaya kadar ulaşıyor. O ses güzelce ulaşsın diye duvarların içine küp koymuş. Nargileyi

alırmış, fokur fokur fokurdatırmış, dinlermiş. Ses nereye gidiyor, nereye gitmiyor. Adam deney yaparmış. Sesi dahi düşünüyor.


Senin eski dedelerin bir sözü söylediği zaman, sözün ardından seksen tane mânâ çıkardı. Bir şiir söyler, şiirin harflerini hesap edersin tarih çıkar. Şiir ölçülüdür, heceleri sıralanmıştır. Uzun

462

heceler, kısa heceler. Her şeyinde bir zerafet vardır.

Sen dedelerinin iplerini gördün mü? Sen dedelerinin dokuduğu kumaşları gördün mü? Sen dedelerinin sanat eserlerini gördün mü müzelerde? Sen yapabiliyor musun onların yaptığı şeylerin çoğunu? Sen dedeni ne diye hor görüyorsun?

Sen şimdi dedene düşmansın, dedenin düşmanlarına dostsun. Senin dedenin kolunu bacağını kopartmış olan, şehid etmiş, gazi etmiş olan insanlara dost olmuşsun; dedenin aleyhinde çalışıyorsun. Osmanlı deyince böyle hıncın boğazına geliyor, boğazından tepenin tası atacak hale geliyor. Ne oluyorsun? Osmanlı deden…


Aslını inkâr eden asaletli olmaz. Aslını inkâr eder mi insan? Onlar benim dedem. O zaman Osmanlı adını almış, şimdi başka ad almış. Aynı millet… Senin deden, amcan; benim dedem, amcam, dayım onlar. Onlara laf söyletmeli mi insan? Kendi kültürüne, kendi tarihine, kendi mazisine… Üstelik iyi insanlara kötü dedirtir mi?

Kötü olsalar o zaman belki, tabi adalet var şimdi. Dostumuzun lehine de olsa, aleyhine de olsa, bu söz doğru diyelim. Gittikleri yere insanlık götürmüşler, zulmetmemişler, haksızlık etmemişler, haram yememişler, yanlış iş yapmamışlar, cümle cihan halkına kendilerini sevdirmişler.

Şimdi inceleyenler, “Nerede o eski insanlar?” diye onun hasretini çekiyor. Hatta sana bakıyor da kızıyor. Puh diyor, nerede o ecdat, nerede sen diyor. Pakistan’da adam şiirler yazmış dedelerimiz için, ecdadımız için. “Ah o Türkler, onlar ne kahramandır, ne asildir, ne cömerttir, ne iyiliksever insanlardır. Ne kadar zarif insanlardır.” diye kasideler yazmış.


Babasının öyle hayran hayran bahsettiği insanların bir diyarını göreyim diye, Pakistanlı adam kalkmış gelmiş Türkiye’ye... İstanbul’da bir dolaşmış. Ne olmuş bunun neticesi bir düşünün! Gazetecinin yanına gitmiş. Bakmış ki, bakmaya utanılacak çıplak resimler.

Yahu, müstehcen neşriyat yasak değil mi? Kalktı mı yasak? Anlamam. Çıplak çıplak resimler… Gazetecinin önünde beni görseler, utanırım ben. Hoca gazetecinin önüne gitmiş filan diye,

463

sanki bir şeye gitmiş gibi insan. Öyle bir acayip bir yer.

Gazetecinin önüne bakmış, babasının kasidesinde bahsettiği insanları düşünmüş, yıkılmış. Hayalleri yıkılmış. Çatır çutur harabeye dönmüş, öyle gitmiş Türkiye’den. “Nerede o ecdat, nerede siz?” diyor.


“—Biz iyiyiz, hoşuz, müslümanız!” filan deyince bizim yol arkadaşımız, müdür, orada kavga etti.

“—Neresi müslüman, neresi iyi?” dedi. “Ben dedi Türkiye’ye geldim hocam!” dedi, “Gelmeden uzaktan konuşan bir insan değilim!” dedi, anlattı bunları.

Ne yapalım, boynumuzu büktük. Gık diyemedik. Ama ecdadımız öyle değildi. Ecdadımızın mahallesine gelen, evine misafir olan, hanına konuk olan, lokmasını yiyen hayranlığını yazmış. Ticaret yapan hayranlığını yazmış.

Avrupalı seyyah diyor ki:

“—Sakın ha, ey benim hristiyan hemşerilerim, Türkiye’ye giderseniz sakın ha Ermeni’ye Rum’a misafir olmayın! Kendisi Hristiyan. Onlar da Hristiyan diye sakın onlara misafir olmayın. Hem pistir, hem sizi kandırır.” diyor.

“Müslümanlara misafir olursanız pırıl pırıl tertemiz örtüler çıkartır sana. Çarşaflar yataklar şeyler. Tertemiz gıdalar yedirir. Haram yemeye, senin malına gadretmez, haksızlık etmez; berikilerle anlaşma yapsan mukavele yapsan bile güvenme, bu Müslümanlarla yazılı anlaşma yapmaya gerek yok sözü senettir.” diyor.

Kitapları gösterebilirim, sayfalarını söyleyebilirim. 16. 17. Asırda böyleymiş, tertemiz bir hayat. Pis pasaklı mı? Hayır. Güllerle sümbüllerle böyle zarif bir hayat.


Şubat ayında galiba, kış aylarında gelmiş. Yedikule tarafından… Kervanı Edirne tarafından yola çıkmış, Yedikule’den İstanbul’a geliyor. “Allah Allah, bu mevsimde buraların çiçekli hali ne?” diye kitabına yazmış. Sümbül kokularından burnunun direği kırılacak gibi olmuş. Kokular içinde gelmiş, hoş kokular içinde böyle.

Şimdi Yedikule’de, Kazlıçeşme’de falan deri fabrikaları var. Burnunun direği kırılıyor insanın, ama deri kokusundan.

464

Dedelerimiz öyleydi.

Dedelerimiz bize bir Boğaziçi bırakmışlar, korular içinde yalılar, tertemiz. Biz şimdi betonla kiremitle dolduruyoruz.

Dedelerimiz bize mezarlıklar bırakmışlar mermer taşlardan selvi ağaçlarından, etrafı çevrilmiş güzel yazılar yazılmış. Taşlarına bile bakınca güzel. Biz şimdi taşları devirip, üstüne gecekondu yapıyoruz.


Dedelerimiz bize camiler bırakmışlar kullar ibadet etsin, çocuklar dinini öğrensin, hoca onlara kuran öğretsin, ilim irfan ahlâk öğretsin diye; yıkmışız hepsini, harap olmuş. Dedelerimiz bize vakıflar bırakmış, o hayrı hasenatı şey yapın hadi bakalım diye; vakıfları satmışız, Ermeni’nin, Rum’un eline geçmiş. Nur-u Osmaniye caminin etrafında camiye ait vakıflar var, hepsi Müslümanların elinde değil. Ermeniler satın almışlar, götürmüşler kiliseye vakfetmişler.

Cami Müslümanların ibadethanesi, etrafındaki müctemilatı Hristiyanların elinde… Yazıklar olsun bize! Biz bu memleketin sahibiysek yazıklar olsun. Öyle mi olacaktı o ecdada? Ondan sonra bir de onu beğenmiyoruz. Onlar bizi beğenmez! Onlar bizim yakamıza yapışacak. “Ben sana nasıl memleket bıraktım da ne yaptın?” diye.


Güllük gülistanlık deyince, eski eserleri incelemek üzere Gülşehire gittim. Gülşehir, Nevşehir’in bir ilçesi. Karaveziroğlu diye bir sadrazam yetişmiş oradan… Gitmiş kendi kasabasına kesme taştan kubbeli, kurşunlu Osmanlı camileri yapmış. Mükemmel medreseler yapmış. Mükemmel çeşmeler yapmış. Kullar yıkansın diye hamamlar yapmış. Yaldızlı, altınlı, gümüşlü, süslemeli, işlemeli ciltlerle yüzlerce cilt kitap bırakmış oraya…

Ben oraya gittim; “—Ah hocam ah! Biz bu altın yaldızlı bu eski yazı şaheser kitapların üzerinde çocukların koşuşup oyun oynadıklarını biliriz.” dediler. “Biz bu güzel, kıymetli, dünyada eşi emsali olmayan, paha biçilemeyen yazmaların sayfalarından leblebici külahı yapıldığını biliriz. Biz burada bu camideki altın yaldızlı, sadrazam parasıyla altın yaldızla yazdırmış şaheser hat tablolarının arkasındaki kurşun çivilerin gıcır gıcır, gıcır gıcır kör

465

testereyle kesilip indirildiğini, harap olduğunu biliriz.” dediler. Şimdi sen mi kötüsün, o ecdat mı kötü, oradan kıyas yap!


Bir hikâyeyi de bu manayı zihnimize iyice yerleştirmek için söyleyeyim. Eski devirde Hint taraflarında bir padişah, canı sıkılmış sabahleyin ava gitmek istemiş. Hazırlayın atlarımı, oklarımı demiş. Hazırlamışlar. Adamlarını toplamış. Saraydan atlar üstünde süvari çıkmışlar.

Yolda giderken önlerinden bir eski kıyafetli, hırpani kılıklı bir ihtiyar, dilenci kılıklı birisi yolun o tarafından bu tarafına geçmiş. Sinirlenmiş padişah. Demiş: “—Yakalayın şu herifi, önümüzden geçti. Yolumuzdan bu tarafa geçti, uğursuz. Şimdi biz gideceğiz, işimiz ters gidecek, av avlayamayacağız. Önümüzden geçti çünkü. Bâtıl bir inanç ama yakalayın, hapse atın!” demiş. Hapse atmışlar.

Neyse gitmişler ava… Uğursuzluk inancının aslı, esası yok. Oradan av avlamışlar. Kuşlardan, kekliklerden, tavşanlardan, geyiklerden. Avlamışlar, akşama keyifli dönmüşler. Tabii onları kızartmışlardır, çevirmişlerdir subaşlarında, yemişlerdir, içmişlerdir.


Akşama çok keyifli gelmiş hükümdar. Hatırına gelmiş: “—Şu hapse attırdığım adamı çağırın huzuruma!” demiş.

Çağırmışlar, o hırpani kılıklı adamı getirmişler huzuruna iki tane muhafız. Karşısında titreyerek duruyor. Demiş ki:

“—Haydi hayatını kurtardın. Eğer ben ava gittiğim zaman av bulamasaydım, bugünüm iyi gitmeseydi, bu senin uğursuzluğundan dolayı diye senin kafanı kestirecektim. Şimdi kurtuldun, haydi serbestsin, git!” demiş.

Adam şöyle bir gidecek gibi olmuş, bir duraklamış, bir dönmüş.

“—Ne o, bir şey mi söyleyeceksin?” demiş.

“—Müsaade ederseniz söyleyeyim.” demiş.

“—E söyle bakalım!” “—Efendim, beni azat ettiğiniz için teşekkür ederim, akşama kadar ecel terleri döktüm hapiste… Padişah gelince kafamı mı kesecek, halim ne olacak diye ecel terleri döktüm; kurtulduğuma şimdi seviniyorum. Şimdi, benim uğursuz olmadığım anlaşıldı demiş. Çünkü sen gitmişsin, avlanmışsın, yemişsin, içmişsin, zevk

466

ü sefa, keyif yapmışsın, akşam keyifli geldin. Demek ki ben uğursuz değilmişim. Önünden geçtiğim halde bunlar oldu.

Şimdi lütfen sen cevap ver! Ben seninle karşılaştım, akşama kadar hapiste ecel teri döktüm; acaba akşama ölecek miyim diye. Şimdi söyle bakalım, sen mi uğursuzsun, ben mi uğursuzum?” demiş.

Onun için, öyle bir insanı kötüleyeceğin zaman, ecdadı kötüleyeceğin zaman, bir ölç bakalım; o mu kötü, o mu yanlış, sen mi yanlışsın? O mu çok bilgili, sen mi çok bilgilisin? O mu çok yüksek, sen mi çok yükseksin? Onun ahlâkı mı güzel, senin ahlâkın mı güzel? Herkese hakkını ver, adaletliysen…


c. Denizin İzin İstemesi


Bu da bir esrarlı hadis-i şerif. Ahmed ibn-i Hanbel’den rivayet edilmiş. Hz Ömer RA nakletmiş. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:141


لَيْسَ مِنْ لَيْلَةٍ إِلاَّ وَالْبَحْرُ يُشْرِفُ فِيهَا ثَلَثَ مَرَّاتٍ يَسْتَأْذِنُ الله تَعَالَى


أَنْ يَنْتَضِحَ عَلَيْكُمْ، فَيَكُفُّهُ اللهُ عَزَّ وَجَلَّ (حم. عن عمر)


RE. 365/13 (Leyse min leyletin illâ ve’l-bahrı yüşrifü fihâ selâse merratin yeste’zinu’llàhe teàlâ en yentadıha aleyküm, feyeküffuhu’llàhü azze ve celle.) (Leyse min leyletin illâ ve’l-bahrı yüşrifü fihâ selâse merratin

yeste’zinu’llàhe teàlâ ) “Hiçbir gece yoktur ki o gecede deniz 3 defa Allah’tan izin istemesin. (En yentadıha aleyküm) Sizin üzerinizi istila etmek için, size saldırmak için, sizi gark etmek için 3 defa Allah’tan izin istemiş olmasın. (Feyeküffuhu’llàhü azze ve celle) Allah da onu zapteder, tutar. Kulların üstüne karalara hücum etme diye.” Biliyorsunuz, bu dünya dediğimiz kürenin üstünde sular daha



141 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.43, no:303; Hz. Ömer RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.5, no:43682; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.313, no:19505.

467

fazladır. Karalar azdır. Okyanuslarda o dalgaların boyları minarelerden fazladır. Gemi dayanmaz. Gemileri, koca tankerleri iki dalganın ortasına geldi mi çatırt diye ortasından böler. O koca ummanlar insanların üstüne saldırsa, o denizden istila etse bu insanlar nereye kaçacak? Nuh tufanı olduğu zaman ne yaptılar? Ne yapabildiler?


“—Hocam Nuh tufanı oldu mu, yoksa efsane mi?”

Kuran-ı Kerim’de zikrediliyor. Elbette oldu. Onunla ilgili bir şey hatırıma geldi. Onu nakledeyim de imanınız kuvvetlensin. Avrupalılar orta Mezopotamya’da Irak’ta kazı yapıyorlarmış. Arkeolojik araştırmalar yapıyorlar. Yani eski devirlerde buralarda ne olmuş, ne kalmış. Epey kazmışlar. Çanak çömlek, kemer çıkmış. Daha kazmışlar yine böyle kazma, balta, şunu bunu, yüzük, bilezik bir şeyler çıkmış. Hah bu milattan önce şu kadar bin yıl önce hah bu şu kadar önce filan diye böyle tabaka tabaka kaydediyorlar, yazıyorlar, bulduklarını da müzeye kaldırıyorlar. Aşağı kazmaya devam ediyorlar.

Kazmışlar, kazmışlar, nihayet artık kaç metre kazdığını şu anda hatırımda tutamayacağım. İşte şu milattan önce iki bin yıl

468

önce, şu iç bin yıl önce, bu dört bin yıl önce… Bulunan eşyaların özelliklerinden böyle hepsini tesbit etmişler.

Sonra bir sel toprağı çıkmış ortaya. Bakmışlar, çakıl kum vs. filan. Kazmışlar, çakıl kum. Kazmışlar, çakıl kum. Tamam. Yani yerleşen insanların yerleştiği şeyler bitti artık, asıl toprak başladı. Demek insanlar buraya yerleşmiş filan diye kaç metre kazmışlarsa kazmışlar. Dipsiz filan derken hadi biraz daha kazalım deyince, bir daha kazmışlar. Bakmışlar ki yine o kadar o kumun, milin altında yine evler, yine insan eserleri, yine yapılar çıkmış ortaya…

O zaman anlamışlar ki hakikaten o diyarlarda bir büyük su baskını oldu, her tarafı kumlar çakıllar sular istila etti, insanları örttü, insanların hepsini helak etti. Onlar nice zaman sonra yeniden o kumların üstünde yeni evler yaptılar, yeni köyler, şehirler yaptılar da yaşadılar. Nuh tufanına arkeolojik bakımdan isbat…


Bak buradan ne çıkıyor, ilim dini takviye ediyor. İnsan alim oldukça, ilmi arttıkça imanı artıyor. Bizim dinimiz böyle el-hamdü lillâh... Avrupalı demiş ki:

“—Avrupalı ilimde ilerledikçe dininden uzaklaşır.” E dini sağlam kalmadı da ondan. Onun diniyle bizim dinimiz aynı değil. Onlar bozdular dinlerini… Hz İsa peygamberken Allah’ın oğlu dediler. Allah’ın karısı var mı ki oğlu olsun? İhtiyacı var mı ki? Oğul evlat neden oluyor? İnsanın nesli devam etsin diye. Ona bu şeyleri nasıl yakıştırırsın? Bozdular dinlerini… Şimdi bizim münevverlerimiz de Avrupa’ya gittiler 19. Yüzyıl’da. Fransa’ya gittiler, Paris’i gördüler, güzel; Viyana’yı gördüler, güzel; Berlin’i gördüler, güzel… Baktılar bu adamlar akıllı, ileri, çok şeyler yapmış. Adamlarla ülfet ettiler, tanıştılar, onların dillerini öğrendiler. Fransızca, İngilizce, Almanca öğrendiler, filozoflarının eserlerini okudular. Filozofları akıllı insanlar. Akıllı insanların hepsi tabii kıyıdan köşeden dine çatıyorlar. Papazlara çatıyorlar, dini tenkit ediyorlar, din adamlarını tenkit ediyorlar.


Onlar da baktılar oranın münevveri kendi din adamlarına çatıyor, bizim memlekete geldiler, bizde de dine çatmaya

469

başladılar. Oradan gördüler ya. Ama yer başka. Orası Avrupa, burası Türkiye. Orada Hristiyanlık var, burada İslâm var. Pırıl pırıl Hak din var, bozulmamış din var. Bozulmamış, özelliğini kaybetmemiş, insan tabiatına muvafık, akla mantığa hürmet eden, ilme ehemmiyet veren, ilme koşturan, ilmi esas alan ve ilme tamamen uygun olan, Allah’ın hak dini var. Sen aynı hükmü buna nasıl uygularsın?

Hırsızla ev sahibini aynı kefeye koymak olur mu? Birisi hırsız, ötekisi mağdur, evine hırsız girmiş. Polis ev sahibini alsa nezarethaneye atsa, kırbacı atsa, sopayı atsa olur mu? Olmaz. Biri der ki:

“—Yâ ne yapıyorsunuz? Hırsız bu, bunu dövecektin döveceksen! Söyleyeceğin bir şey varsa, yaptıracağın bir şey varsa tazyiki buna yap, mahkeme edeceksen bunu et, cezalandıracaksan bunu cezalandır. Bu mağdur, bunun evine girdi hırsız. İkisine aynı muamele olur mu?” Olmaz. Bizde böyle yaptılar. Bizde dinsizliğin yayılması bundan oldu.


Avrupa’ya baktılar, Avrupa’nın münevverleri dine hücum ediyor. Modayı buraya getirdiler, onlar da hücum ettiler. Körü körüne, dinini bilmeden, kıymetini bilmeden… Şimdi yeni yeni, yeni nesil ilim irfan ile inceliyor, öğreniyor. Avrupa’da da öyle… Avrupa eskiden müslüman deyince gıcır gıcır dişini gıcırdatan, ama inceleyip de İslam hak din, Kur’an Allah’ın hak kitabı, Rasûlüllah Allah’ın hak peygamberi diyenler de var…

Volter bile, “Ey Muhammed, sana hayranlık duyuyorum!” diyor. O filozof.

Kadın dernekleri Peygamber Efendimiz’i birinci seçmişler. Neden? Kadın haklarına en eski devirde, en yüksek payeyi veren kimse olarak. Yeni yeni anlaşılıyor. Ama bu arada o esen küfür rüzgârından imanını zedeleyip de yanlış yola düşenler, sapıtanlar da gidiyor zavallılar.

Aman imanınıza sahip olun! Böyle küfür rüzgârlarından yıkılıvermesin sizin imanınız. El-hamdü lillâh Allah bizi hak din üzere yaratmış. Bakın, her şeyini okuyorsunuz, anlatıyoruz, dinliyorsunuz. Var mı bir eksiklik? Ne kadar güzel.

470

d. Her Günün İnsana Seslenmesi


Peygamber SAS, Ma’kil ibn-i Yesar RA’ın rivayet ettiğine göre, buyurdu ki:142


لَيْسَ مِنْ يَوْمٍ إِلاَّ وَهُوَ يُنَادِي : يَا ابْنَ آدَمَ، أَنَا خَلْقٌ جَدِيدٌ،


وَأَنَا فيِمَا تَعْمَ لُ فِيَّ عَلَيْكَ شَهِيدٌ، فَاعْمَلْ فِيَّ خَيْرًا أَشْهَدْ لَكَ


بِهِ فَإِنِّى لَوْ مَضَيْتُ لَمْ تَرَنِي، وَيَقُولُ اللَّيْلُ مِثْلَ ذٰلِكَ (أبو نعيم

عن معقل بن يسار)


RE.366/1 (Leyse min yevmin illâ ve hüve yünâdî: Ye’bne âdeme, ene halkun cedîdün, ve ene fîmâ ta’melü fiyye aleyke şehîdün, fa’mel fîyye hayran eşhed leke bihi, lev madaytü lem teranî, ve yekùlü’l-leylü misle zâlike) Bak bu hadis-i şerif çok ikaz edici bir hadis-i şeriftir. Vaktimiz dolduğu için, bundan sonra bitireceğiz sözümüzü... Bu hadis-i şerifi de hatırınızda iyi tutun!

(Leyse min yevmin) Hiçbir gün yoktur ki, (illâ ve hüve yünâdi) hepsi ancak şöyle seslenir insanlara. Her gün insana şöyle seslenilir. Her bir gün ayrı ayrı sana sesleniyor. Duydun mu hiç? Duymadın ama bak nasıl sesleniyormuş.


(Ye’bne âdeme) “Ey Adem AS’ın evlatları, ey insanoğulları!” diye sesleniyormuş her gün insana. Peygamber Efendimiz öyle bildiriyor. Makıl ibn-i Yesâr’dan Ebu Nuaym el-Isfahânî’nin eserinde nakledilmiş.

Ey ademoğlu, (ene halkun cedîdün) ben yeni bir yaratığım. Allah beni gün olarak yeni yarattı. Pırıl pırıl güneş doğdu, yeni bir



142 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.382, no:5162; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.II, s.303; Ma’kıl ibn-i Yesâr RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.795, no:43159; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.315, no:19512.

471

gün olarak sana geliyorum.

(Ve ene fîmâ ta’melu fiyye aleyke şehîdün) “Ben senin benim içimde yaptığın hakkında sana şahidim. Allah beni şahit olarak konuşturacak kıyamet gününde…

“—Senin içindeyken bu kulum ne yaptı?” diyecek.

Ben de söyleyeceğim. Aksini söylemek mümkün mü?

“—Yâ Rabbi, benim içimde bugün bu kul şunu yaptı.” diye söyleyeceğim senin yaptığını. (Fa’mel fiyye hayran) Binaen aleyh, benim içimde bugün hayır işle, hayırlı ameller yap; (eşhed leke bihî) ben de onunla sana şahitlik edeyim: “Yâ Rabbi, bu kul benim içimde hayır yaptı, hasenat yaptı, insanların faydasına çalıştı. İbadet etti, günah işlemedi, günahlardan kendini korudu.” gibi şeylerde şahitlik edeyim.

(Lev madeytü lem teranî) “Ben geçersem bir daha beni göremezsin.” Geçtim mi gitti, gün geri gelmez. Geçen zamanın temini, telâfisi mümkün değildir. Giden gider. Geçen dakika geçer gider. (Ve yekùlü’l-leylü misle zâlike) “Gece de bunun gibi söyler.” Her gece de böyle der, her gündüz de böyle der.


O halde bu hadis-i şerifi şöyle bir sabahları, akşamları göreceğiniz bir yere yazdırın ve hep gözünüzün önünde kalsın! Her gün demek ki bana şahit olacakmış içimde… Güzel amel etmem için bana seslenip duruyormuş: “—Ey Ademin oğlu, etme eyleme de benim içimde güzel işler yap!” diye söylüyormuş. Pekâlâ, hadis-i şeriflerden insan ayrılmak istemiyor, ne yapalım ki zamanımız doldu.

Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri’nin nurlu, mübarek yolundan ayırmasın… Hadis-i şeriflerine sımsıkı temessük eyleyip, Peygamber Efendimiz’e hüsnü ittiba eyleyip, dünya ve ahiret saadetine ermeyi nasib eylesin... O mübarek servere bizi ahirette komşu eylesin, iltifatına nail eylesin… Cennetiyle, cemâliyle cümlemizi müşerref eylesin… Fâtiha-i şerîfe mea’l-besmele!


22. 05. 1983 - İskenderpaşa Camii

472
16. PEYGAMBER SAS’İN ÖNCEDEN BİLDİRİLMESİ