13. DÜNYA, İMTİHAN DÜNYASI

14. CUMA GÜNÜ VE CUMA NAMAZI



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn… Seyyidinâ ve senedinâ muhammedin ve âlihî, ve sahbihî, ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn… Emmâ ba’d. Fa’lemû eyyühe’l-ihvân, feinne efdale’l-kitabi

kitâbu’llàh, ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llahu aleyhi ve sellem… Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ, ve külle muhdesetin bid’ah, ve külle bid’atin dalâleh, ve külle dalâletin ve sâhibehâ fi’n-nâr… Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n- nebiyyi salla’llahu aleyhi ve selleme ennehû kàl:


لَيْسَ مِنْ أَعْيَ ادِ أُمَّتِي عِيْدٌ أَفْ ضَلَ مِنْ يَوْمِ الْجُمُعَةِ؛ وَ رَكْعَتَ انِ فِي يَوْمِ


الْجُمُعَةِ، أَفْضَلُ مِنْ ألْفِ رَكْعَ ةٍ فِي غَيْرِ يَوْمِ الْجُمُعَةِ (الديلمي عن

أنس)


RE. 365/7 (Leyse min a’yâdi ümmetî iydün efdale min yevmi’l- cumuah, ve rek’atâni fî yevmi’l-cum’ati, efdalu min elfi rek’atin fî gayri yevmi’l-cumuah) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.


Çok aziz ve muhterem müslüman kardeşlerim!

Şu mübarek güzel bahar gününde, şu mübarek mescitte hadîs- i şerîf dinlemek için toplandınız. Allah cümlenizden razı olsun. Allah-u Teâlâ hazretlerinin selamı, rahmeti, lütfu, bereketi cümlenizin üzerine olsun.

Peygamber SAS Hazretleri’nin hadis-i şeriflerini Hocamız’ın hocası Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi Rh.A’in telif eylemiş olduğu Râmûzü’l-Ehâdîs isimli hadis mecmuasından, kolleksiyonundan size nakledeceğim. Bu hadis-i şeriflerin okunmasına başlamadan evvel, başta

413

Efendimiz Muhammed-i Mustafâ SAS Hazretleri’nin ruh-u pâkine; sonra onun mübarek âl, ashàb ve etbàının ruhlarına; cümle sâdât ve meşâyıh-i turûku aliyyemizin ruhlarına; ve sair enbiyâ ve mürselînin, cümlesinin etbaının ve cümle Allah’a yakın kulların ruhlarına;

Uzaktan ve yakından şu ilim meclisine, şu hadislerin okunduğu meclise, bu hadislere şevkinden, Peygamber Efendimiz’e muhabbetinden dolayı teşrif etmiş, gelmiş bulunan siz kardeşlerimizin ahirete intikal eylemiş olan bütün sevdiklerinin ve yakınlarının ruhlarına hediye olmak üzere;

Şu biz yaşayan müslümanların da Cenâb-ı Mevlâ’nın rızasına uygun ömür sürüp, huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmamıza vesile olması dileğiyle, bir Fatiha, üç İhlâs-ı Şerif okuyup dersimize öyle başlayalım! Buyurun:

………………………..


a. Cuma Gününün Önemi


Mukaddimede metnini okumuş olduğum hadîs-i şerîf, cumanın faziletine dair. Bu hadîs-i şerîfi Peygamber SAS hazretlerinden Enes ibn-i Mâlik RA rivayet eylemiş. Deylemî hadis kitabında kaydetmiş. Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki:129


لَيْسَ مِنْ أَعْيَ ادِ أُمَّتِي عِيْدٌ أَفْ ضَلَ مِنْ يَوْمِ الْجُمُعَةِ؛ وَ رَكْعَتَ انِ فِي يَوْمِ


الْجُمُعَةِ، أَفْضَلُ مِنْ ألْفِ رَكْعَ ةٍ فِي غَيْرِ يَوْمِ الْجُمُعَةِ (الديلمي عن

أنس)


RE. 365/7 (Leyse min a’yâdi ümmetî iydün efdale min yevmi’l- cumuati) “Ümmetimin bayramlarından cuma gününden daha



129 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.383, no:5166; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.719, no:21079; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.305, no:19490.

414

faziletli bir bayram yoktur.” El-hamdü lillâh… (Ve rek’atâni fî yevmi’l-cumuati efdalu min elfi rek’atin fî gayri yevmi’l-cumuati) “Cuma gününde kılınan iki rekât namaz, cuma gününün dışında kılınan bin rekât namazdan daha faziletlidir.” Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne hamd ü senâlar olsun… Cuma gününün kıymetini bilelim. Haftada bir geliyor; Ramazan bayramı gibi, Kurban bayramı gibi senede bir defa değil. El-hamdü lillah haftada bir geliyor. Ne mutlu, ne güzel! Madem Allah-u Teàlâ Hazretleri bize böyle bir cuma nasip eylemiş, böyle bir mübarek gün nasib eylemiş; bunun kadr ü kıymetini bilelim. Bu iki rekât namaz da, yani sevap olsun diye nafileten kılınan namaz demek oluyor. Demek ki başka zamanlarda kılınan namazlardan daha da kıymetli oluyor.

Şimdi, belki cuma namazının bu kıymeti başka hadîs-i şeriflerde de bildirilmiş. Arafe günü çok kıymetli. Hacıların hacca gittiği, o mübarek mahalde ibadet ettiği, el açıp dua ettiği o zaman çok kıymetli... Ama senede bir geliyor. Bu senede 52 defa geliyor. Yani tek olarak ötekisi bir bakıma üstün olsa bile, bir başka bakıma cumanın üstünlüğü zaten gözler önünde, aşikâr, hiç tereddüde mahal yok…

Bu üstünlük Allah-u Teàlâ Hazretleri tarafından bu güne verilmiştir.


b. Cuma Günü Salât ü Selâmı Çok Eylemek


Mişkât’ta rivayet edildiğine göre, Peygamber SAS Hazretleri bir hadîs-i şerîfinde buyurmuş ki:130



130 Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.342, no:1047; Neseî, Sünen, c.III, s.91, no:1374; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.345, no:1085; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.8, no:16207; Dârimî, Sünen, c.I, s.445, no:1572; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.III, s.118, no:1733; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.190, no:910; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.413, no:1029; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.I, s.216, no:589; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.II, s.253, no:8697; Bezzâr, Müsned, c.II, s.17; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.109, no:3029; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.248, no:5789; Neseî, Sünenü’l- Kübrâ, c.I, s.519, no:1666; Şeybânî, el-Ehad ve’l-Mesânî, c.III, s.217, no:1577; İbn- i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.IX, s.402; Evs ibn-i Evs RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.499, no:2202; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.188, no:501; Câmiu’l- Ehàdîs, c.IX, s.289, no:8441.

415

إِن مِنْ أَفْضَلِ أَيَّامِكُمْ يَوْمَ الْجُمُعَةِ، فِيهِ خُلِقَ آدَمُ، وَ فِيهِ قُبِضَ، وَ فِيهِ


النَّفْخَةُ، وَفِيهِ الصَّعْقَةُ؛ فَأَكْـثـِ رُوا عَلَيَّ مِنَ الصَّلَةِ فـِيـهِ، فَإِنَّ صَلَتَكُمْ


مَعْرُوضَةٌ عَلَيَّ . فَقَالُوا: يَا رَسُولَ اللهِ، وَكَيْفَ تُعْرَضُ صَلَتُنَا عَلَيْكَ وَ


قَدْ أَرِمْتَ؟ قَالَ : إِنَّ اللهَ حَرَّمَ عَلَى اْلأَرْضِ أَجْسَادَ اْلأَنْبِيَاءِ (د. عن

أوس بن أوس)


(İnne min efdali eyyâmiküm yevme’l-cumuati) “En faziletli günlerinizden birisi cuma günüdür. (Fîhî hulika âdem) Âdem AS cuma günü yaratılmıştır, (ve fîhî kubida) ruhunu cuma günü

teslim eylemiştir, ruhu bugün kabzolunmuştur. (Ve fîhi’n-nefhatü) Bu cuma gününde sûra üfürülecektir. Kıyamet cuma gününde böyle kopacaktır. (Ve fîhi’s-sa’katü) Cuma gününde insanlar kabirlerinden kalkacaklardır.” (Feeksirû aleyye mine’s-salâti fîhi) “Madem durum böyledir,

cuma gününde bana salât ü selâmı çok eyleyin! (Feinne salâteküm ma’rûdatun aleyye) Çünkü sizin salât ü selâmlarınız bana arz

olunur.” (Fekàlû) Dediler ki: (Yâ rasûla’llàh, ve keyfe tu’radu salâtünâ aleyke ve kad erimte?) “Yâ Rasûlallah! Hayattayken sana bildirileceğini anlıyoruz. Sen vefat ettikten sonra, kabrinde toprak olduktan sonra nasıl arz edilecek?” (Kàle) Peygamber Efendimiz o zaman buyurmuş ki: (İnna’llàhe harrame ale’l-ardı ecsâde’l-enbiyâi) “Allah-u Teàlâ Hazretleri yeryüzüne, peygamberlerin vücutlarını toprak etmeyi haram kıldı.”


Bu hususta başka hadîs-i şerîfler de vardır. Melekler siz salât ü selâm edince, biz salât ü selâm eyleyince, o salât ü selâmı Rasûlüllah’a arz ediyorlar. İsmiyle, salât ü selâm edenin cismiyle, memleketiyle arz ediyorlar. Hadîs-i şerîfin birisinde buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:

416

“—Ben yanımdaki nurdan bir sayfaya onun ismini kaydederim.” Rasûlüllah’ın şefaatine ermek, muhabbetine ermek, iltifatına mazhar olmak öyle, o yolla olur.

Şimdi cuma gününün bu fazileti böyle durup dururken, insan cumayı nasıl lâlettayin bir gün olarak görür? Nasıl olur da cumayı terk eder?

Bazı kardeşlerimiz var; iyi müslümanlıklarından, yani sahip oldukları iman duygusunun tesiriyle “Cuma kılınmaz, cuma kılmayalım!” gibi noktalara geliyorlar.

Yanlış bir muhakeme tarzı…


Allah-u Teàlâ Hazretleri müslümanların toplanmasını seviyor, bir araya gelmesini seviyor. İnsan evinde namaz kılarsa sevap kazanır şüphesiz, vazifesini yapmıştır. Allah-u Teàlâ Hazretleri camide namaz kıldığı zaman, 27 kat sevap veriyor. Cuma gününde iki rekât kıldığı zaman, bin rekâta muadil oluyor. Yani sanki Mescid-i Nebevî’de kılmış gibi. Ne güzel bir şey!

417

Cuma gününü üstün kılan sebeplerden birisi de, cuma gününün toplanma günü olmasıdır. O toplantıyı nasıl ihmal ederiz? Müslümanlar bir araya geliyor. İki müslüman bir araya gelse, birbirinin elini tutsa, canım kardeşim dese, yüzüne tebessüm etse, günahları kuru ağacın yapraklarının döküldüğü gibi dökülüyor. Daha ne istiyorsun? Kolay temin edilebilir mi? Sen o insanları cuma kılmaktan men ediyorsun! Nasıl sağlayacaksın?


Bir keresinde Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, abâdile-i erbaa’dan, ashâb-ı kirâmın bilgililerinden, fakihlerinden. Arkadaşlarından birisine demiş ki: “—Kalk pazara gidelim.” “—Ey Ömer’in oğlu, ben senin huyunu bilirim, çarşıyı pazarı sevmezsin. Orada yalan yere yemin edilir, aldatmacalar olur. Neden çarşı pazara gitmeyi istiyorsun, söyle bakalım işin iç yüzünü.” gibilerden anlamak için soruyor.

Diyor ki:

“—Orada insan çoktur; selam veririz, sevap kazanırız.” diyor. Bak kalabalığın bereketine. Şu topluluğun bereketi başka bir şeyle sağlanır mı? Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:131


الْجَمَاعَةُ رَحْمَةٌ، وَالْفُرْقَةُ عَذَابٌ (القضاعي عن النعمان بن بشير )


(El-cemâatü rahmetün. ve’l-fırkatü azâbün) “Toplanmak, bir araya gelmek rahmettir, ayrılık da azaptır.” Tek başına kalsan, balla börekle besleseler; gene ruhî



131 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.278, no:18472; Beyhakî, Şuabü’l- İman, c.VI, s.516, no:9119; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.43, no:15; Ebü’ş-Şeyh, el-Emsâl fi’l-Hadîs, c.I, s.149, no:111; İbn-i Ebî Àsım, es-Sünneh, c.I, s.104, no:81; Nu’mân ibn-i Beşîr RA’dan.

Ukaylî, Duafâ, c.IV, s.429, no:2058; Hz. Aişe RA’dan.

Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.628, no:5962; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.

Mecmaü’z-Zevâid, c.V, s.392, no:9097; Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.934, no:20242; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.57, no:1074; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XII, s.66, no:11451.

418

bunalıma düşersin. Bir müddet durursun, canın sıkılır, patlayacak hâle gelirsin. Çok safâlı bir köyde, bir dağın başında yayla evine oturtsalar; bir gün durursun, iki gün durursun, üç gün durursun; sonra insan istersin, sohbet istersin…


Bizim Fakülte’de bir ordinaryüs profesör vardı. Çok meşhur, şöhret yapmış bir kimse. Türkiye çapında, belki dünya çapında da bilinen bir kimse. Bizim Fakülte’nin sekreteri takılmış;

“Hocam” demiş, “ihtiyarladın, İstanbul’dan kalkıp buraya her hafta derse geliyorsun. Trene biniyorsun, tıngır tıngır tıngır geliyorsun, otelde, diyâr-ı gurbet, evin değil. Evinde otursana, rahatına baksana.” Çok dikkatimi çekti cevabı. Sekreter gülerek anlatıyor bana, diyor ki:

“—Pekiyi, ben o zaman kiminle konuşacağım?” demiş. Konuşmak ihtiyaç… İnsanlar konuşa konuşa anlaşır.


c. Cuma Namazının Farz Oluşu


Onun için cuma gününün böyle bir toplanma imkânı var, günahların dökülme imkânı var. Eh imam efendi çıkacak, hutbe îrâd edecek, vaaz u nasihat edecek. İnsanın bilgisi artar, görgüsü artar, müslümanlardan bir şeyler öğrenir.

Haftada bir geliyor bayram, daha ne istiyorsun? Tertemiz giyin kuşan, yukarıdan aşağıya gusül abdesti al, güzel kokuları sür, dişini fırçala, tertemiz elbiselerini giy, beyazları, güzel elbiselerini, temiz pak camiye gel.

Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin emri:


يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا نُودِي لِلصَّلَةِ مِنْ يَوْمِ الْجُمُعَةِ فَاسْعَوْا


إِلَى ذِكْرِ اللهَِّ وَذَرُوا الْبَيْعَ، ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنتُمْ تَعْلَمُونَ

(الجمعة:٩)


(Yâ eyyühe’llezîne âmenû) “Ey iman edenler!” İmanımız varsa

419

bu hitaba hepimiz muhatabız. Ben de iman ediyorum, buyur yâ Rabbi!

(İzâ nûdiye li’s-salâti min yevmi’l-cumuati) “Cuma günü vakit gelip de size namaz için nidâ olunursa.” Hayye ale’s-salâh diye ezan okunup namaza çağrılırsa; (fes’av ilâ zikri’llâhi) Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin zikrine koşa koşa gidin!” Tembel tembel değil, ayaklarınız geri basa basa değil; seğirte seğirte gidin, koşa koşa gidin.

(Ve zeru’l-bey’) “Ticareti, alışverişi bırakın!” Kapatın dükkânı, alışverişi bırakın. Burada daha büyük alışveriş var, daha çok sevap var.

(Zâliküm hayrun leküm) Daha büyük sevabın sözü bana ait değil, Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor:

(Zâliküm hayrun leküm in küntüm ta’lemûn) “Eğer bilirseniz, akıl ederseniz böyle namaza koşmanız sizin için daha hayırlıdır.” (Cuma, 62/9) Biz bilmeyiz yâ Rabbi, sen bilirsin. Madem sen “daha hayırlı” diyorsun; demek ki alışverişten, para kazanmaktan daha hayırlıymış. İnandık, âmennâ ve saddaknâ, doğru…


Cuma günü geleceksin. Camiler müslümanın, Allah’ın evi, müslümanların kalesi. Şeytan dışarıda kaynar. Fısk u fücûr, fitne fesat dışarıda kaynar. Burası Allah’ın evi, burası ibadethâne… Burası Allah’ın rahmet nazarıyla baktığı yer. Bu yere gelirsin; huzur içinde, yeşil halıların içinde, o loşluğun içinde o lezzeti bir daha başka yerde bulamazsın. Dışarıdaki gürültünün patırtının içinde bulamazsın. Burası müslümanın mânevî kalesidir; buraya sığınıyor, emniyette oluyor.

“—Efendim, hocamız! İşte şöyleyse de böyleyse de.” Bazen hutbelere kızıyorlar. Yukarıdan tepeden inme hutbe olunca, “Diyanet şöyle yaptı, böyle yaptı” filan diye.

Canım, biraz da sabırlı ol. Tabi hocalar da biraz konuyu daha canlı, güzel hâle getirmeli, soğuk halden kurtarmaya çalışmalı. Hâsılı, cuma günü güzel bir gündür. Haftada bir bayramınız, mübarek olsun. Günahlar affoluyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri her cuma günü, cehennemi hak etmiş binlerce insanı cehennemden âzad ediyor. O rahmete kavuşmak için cumanın kadr ü kıymetini biliniz. Topluluğun, toplanmanın kadr ü kıymetini biliniz.

420

İftirakta fayda yok; kardeşlikte fayda var. Kinde, hınçta, kızgınlıkta, hırsta fayda yok; sevgide fayda var.


Sevgi insana vitamin gibi, et suyu gibi yarar. Nasıl yarar?

Denemişler. Biz bunun lafını söylüyoruz ya. Büyük bir hastanede aynı günde doğan 20 tane çocuğu ayırmışlar. On tanesini şu tarafa ayırmışlar, on tanesini bu tarafa... Kiloları aynılarından seçmişler. Tipleri, çapları hepsi deneme. Hepsine suyu, gıdayı gramla veriyorlarmış. Yüzer gram mamadan, şu kadar sütten şöyle beslenecek. Hastanede böyle. Bir tanesine, bir gruptaki on tane bebeğe bakanlara demişler ki;

“—Bu çocuklara bakacaksınız ama hiç konuşmak yok. Bakacaksınız; karnını doyurun, altını temizleyin, yatırın, bitsin. Laf atmak yok, söz söylemek yok.”

Başlarındaki tecrübeyi yapan alimler öbür gruba da demişler ki; “—Siz de bu çocuklarla oynaşın; yanaklarını sevin, öpün, hoplayın, şaka yapın!” Bir zaman geçmiş, artık kaç ay geçtiyse aradan, tartmışlar; sevilen çocuklar daha çabuk gelişmiş. Aynı gıdayı aldığı halde, sevilmeyip de bakılanlar ise cılız kalmış.


Sevgi görülmez bir şey; elle tutulmaz gözle görülmez ama insana yarar. Kızgınlık insanı kanser eder. Kızar, içinden sinirlenir; kanser olmasa bile -hep duymuşsunuzdur- mide hastalığı olur. Asabîlikten insanın midesine sancılar girer.

Neden miden sancıyor? Asabî. Mide sancısıymış; belli bir sebebi yok, kızgınlıktan. Yani insan sevmeyi, dostluğu öğrense öyle olmayacak.

Müslüman müslümana karşı dost olacak. Kızdığı zaman affedecek. Kızılacak bir şey yaptığı zaman da hoş görecek. Kızacaksan git bir sürü kâfir var, kâfirlere kız. Ona bir şey demiyoruz. Bir sürü düşman var. Düşmanlara kız kızabildiğin kadar. Bütün kızgınlık hünerini göster.

Ona bile zaten esas itibariyle acıman lâzım! “Acaba şunu kızmadan yola getirebilir miyim?” diye düşünmen lâzım! Yani insanî olan: “—O da bizim Âdem babamızdan kardeşimiz, o da çok yabancı

421

değil, o da akraba… O da Âdem AS’dan kardeşimiz oluyor. Yazık; bu şimdi böyle kâfirliğinde, müşrikliğinde devam ederse cehenneme gidecek, yanacak. En iyisi ben bunu doğru yola çekmeye çalışayım!” diye ona da acımak lazım! Doğru yola çekmek için çalışmak lazım!


d. Ensar’ın Fazîleti


Bu ikinci hadîs-i şerîf, Peygamber Efendimiz’in Ensar hakkında buyurduğu bir sözdür. Hz. Aişe RA Validemiz rivayet eylemiş. Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz:132


لَيْسَ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ وَقَدْ أَخَذَ ثَوَابَ عَمَلِ هِ، إِلاَّ مَا كَانَ مِنَ اْلأَنْصَارِ،


فَإِنَّ ثَوَابَهُمْ عَلَى اللهِ عَزَّ وَ جَ لَّ (الديلمي عن عائشة)


RE. 365/8 (Leyse min ehadin ve kad ehaze sevâbe amelihî, illâ mâ kâne mine’l-ensâr, feinne sevâbehüm ale’llàhi azze ve celle)

(Leyse min ehadin ve kad ehaze sevâbe amelihî) “Hiçbir kimse yoktur ki işlediği sevabın karşılığını almış olmasın.” Allah herkese işlediği amelin sevabını verecek.

“—Kulum sen oruç mu tuttun; buyur… Namaz mı kıldın; al... Tesbih mi çektin; al... Hayır mı yaptın; al…” Bir şey verecek, sevap verecek. Karşılığı vardır. (İllâ mâ kâne mine’l-ensâr) “Ama o insan Ensar’dan ise o müstesna bir muameleye tâbi tutulacak.” Nasıl bir müstesna muamele? (Feinne sevâbehüm ale’llàhi azze ve celle) “Çünkü onun sevabının verilmesi Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne aittir, o verecektir, onun üzerinedir.” Bu ne demek? “Çok verecek” demek. Allah özellikle “Ben vereceğim” dedi mi, o çok verecek demek.


Çünkü, bir başka hadis-i şeriften de biliyoruz ki, Allah-u Teàlâ



132 İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VI, s.160; Hz. Aişe RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.19, no:33775; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.305, no:19488.

422

Hazretleri şöyle buyuruyor:133


اَلصَّوْمُ لِي، وَأَنَا أَجْزِي بِهِ (خ. م. عن أبي هريرة)


(Es-savmü lî, ve ene eczî bihî) “Oruç tutmak benim içindir, onun mükâfâtını ben vereceğim!” buyuruyor. Çok vereceğim!” demek. Şeref. Düşünün, bir yerden mezun oluyorsunuz; reisicumhur verse



133 Buhàrî, Sahîh, c.XXIII, s.11, no:6938; Müslim, Sahîh, c.VI, s.19, no:1946; Tirmizî, Sünen, c.III, s.234, no:695; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.234, no:7194; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.II, s.45, no:1235; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.VIII, s.232, no:8492; İbn-i Amr eş-Şeybânî, el-Âhàd ve’l-Mesânî, c.III, s.269, no:1649; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.235, no:7898; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.IV, s.279, no:3285; Ebû Avâne, Müsned, c.II, s.164, no:2675; Bezzâr, Müsned, c.II, s.379, no:7723; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.288, no:921; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.VI, s.476, no:2507; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.III, s.5, no:8986; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.269, no:541; İbnü’l-Ca’d, Müsned, c.I, s.174, no:1120; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.273; İbn-i Hibbân, Tabakàtü’l-Muhaddisîn, c.III, s.66, no:254; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XXIII, s.219; Ukaylî, Duafâ, c.III, s.99; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.345; Dâra Kutnî, İlel. c.X, s.162, no: 1955; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XI, s.371; Ebû Hüreyre RA’dan.

Müslim, Sahîh, c.II, s.806, no:1151; Neseî, Sünen, c.VII, s.397, no:2183; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.232, no:7174; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VIII, s.232, no:8492; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.II, s.286, no:1005; Beyhakî, Sünenü’l- Kübrâ, c.IV, s.273, no:8117; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.90, no:2523; Ebû Avâne, Müsned, c.II, s.164, no:2677; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.288, no:921; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.III, s.5, no:8986; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.

Neseî, Sünen, c.VII, s.394, no:2181; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.90, no:2521; Bezzâr, Müsned, c.I, s.167, no:915; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III,

s.177, no:4478; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IV, s.349; Hz. Ali RA’dan.

Neseî, Sünen, c.VII, s.395, no:2182; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.446, no:4256; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.X, s.98, no:10078; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.90, no:2522; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.VII, s.213, no:3691; Dâra Kutnî, İlel. c.V, s.316, no:907; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXII, s.59, 141; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.IV, s.309, no:3391; Vâsile ibn-i Eska’ RA’dan.

İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.1254; Ebû Meysere RA’dan.

İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.I, s.404; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VIII, s.445, no:23576-23629 ve 24271-24290; Mecmaü’z- Zevâid, c.III, s.416, no:5071-5080; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VIII, s.275, no:7293; 34004, 40317.

423

diplomanızı ne yaparsınız? Daha çok memnun olursunuz. Hatta birincilere yüksek vali verir, ikinciye valinin muavini verir,

üçüncüye bilmem kim verir, geride kalanlara okulun müdürü verir, ondan sonra öğretmenleri verir. Yani dereceye göre. Veren şahsın yüksek olması bir ayrı iltifattır. Allahu Teâlâ Hazretleri “Ben vereceğim ecrini...” diyor.


Kimmiş bakalım böyle bu iltifata nâil olacak Ensar?

Bu Ensar, Rasûlüllah SAS Hazretleri’nin Medineli ashabıdır.

Mâlum-u âlileri, Peygamber SAS Hazretleri’nin kadr ü kıymetini Mekkeliler bilemedi. “Nasıl olur?” derseniz; oluyor, bu dünyanın işi biraz acaipçedir. İnsanın kadr ü kıymetini bilmezler. Rasûlüllah gibi kendilerinin “Muhammed el-Emîn, Güvenilir

Muhammed” diye lakap taktıkları, “güvenilir, itimada şâyan kimse” diye lakap taktıkları kimseyi çok sıkıntılara düşürdüler, başına dar ettiler. Kâbe’de Namaz kıldırmadılar; önüne geçtiler, arkasına geçtiler, başına bir şeyler koydular, laf attılar, hakaret ettiler. Hepsini biliyorsunuz.

Hatta müslümanlara o kadar sıkıntılar yaptılar ki; kimisi o güzelim şehri bırakmak zorunda kaldı.

Demişler ki:

“—Ebû Bekir böyle alenen namaz kılmasın, asarız keseriz.” Tehdit ettiler.

“—Çıkmasın evinden dışarı!” Güç kuvvet ellerinde ya şimdi, güç kuvvet ellerinde olduğu için çıkmasın dediler.


Ebû Bekr-i Sıddîk de lokum gibi bir kimse; ârif, bilgili, zarif, zeki, Arab’ın örfünü âdetini, tarihini mazisini, ilm-i ensâbını bilen bir zât-ı muhterem. Zengin, itibarlı, Kureyş’in itibar ettiği bir kimse, Mekke’nin ileri gelenlerinden bir kimse.

“—Yok efendim, çıkmasın evinden dışarı!” Çıkmamış, avlusunda namaz kılmış. Tabi iman insanın içine geldi mi insanı başka türlü yapar; namaz kılarken gözyaşları dökermiş, ağlarmış. Kur’ân-ı Kerîm okurmuş. Mahalleli avluya toplaşırlarmış, ona bakarlarmış. “—Bu nasıl haldir?” diye merak ediyorlar tabii. “—Efendim böyle de yapmasın!”

424

Ya evinde dur dediniz işte, evinde duruyor ya.

Çeşitli sıkıntılar…


Bir kısmı “Bunlara gıda, yemek vermeyin. Bunlarla alışveriş yapmayın; mal vermeyin, mal almayın!” dediler.

Ambargo dediğimiz şey var ya hani, bazen Amerika bazı yerlere yapıyor. İşte öyle ambargo!

Başlarına dar geldi. Kimisi Habeşistan’a gitmek istedi.

“—Yok gitmeyin!” Gitmek isteyenlere de bu sefer mâni oluyorlar. Hatta peşlerine düşüyorlar.

“—Kim gidiyor?” “—Filanca kafile Mekke’den ayrılmış Habeşistan’a gitmek üzere.” Haydi atlara atlayıp peşini takip ediyorlar. Yani böyle bir edepsiz tavır.


Peygamber Efendimiz’e Medine’nin ahâlisi yardımcı oldu.

“—Bize gel!” dediler.

Mekke-i Mükerreme’ye hac için gelmişlerdi, Akabe denilen yerde: “—Yâ Rasûlallah! Biz sana inandık.” dediler, “Bize gel, biz sana bağrımızı açıyoruz, misafir ederiz seni.” dediler.

Rasûlüllah Efendimiz’e kucak açtılar. Rasûlüllah Efendimiz onu, o vefayı unutmadı. Yani vefası zâhir. Medine-i Münevvere’nin, o insanların hislerini, sevgisini hiç kaybetmedi.


Hatta Mekke-i Mükerreme fetholdu. Mekke-i Mükerreme fetholduğu zaman ne olacak?

Mekkeliler Peygamber Efendimiz’i çıkartmışlardı. Hani yatakta öldüreceklerdi, yerinde Hz. Ali Efendimiz vardı. Rasûlüllah Efendimiz onların arasından Allah göstermeden geçti gitti.

Şimdi Mekke’ye geldi. Mekke fetholdu. Eski düşmanların boynu hep öne eğildi, mahçup oldular. Onları cezalandırmadı da Rasûlüllah Efendimiz, af ile muamele etti. Büyük insan çünkü, hakikaten büyük insan!

425

Muzaffer vakt-i fırsatta adüvden intikam almaz.

Mürüvvet-mend olan nâ-kâmî-i düşmenle kâm almaz.


Büyük insan. İnsanların ızdırap çekip de cezalandırılmasına ihtiyacı yok ki.


Söz sözü açıyor. Peygamberliğini tebliğe gittiği zaman, Taif’te kendisini taşladılar. El açıp dua etti:

“—Yâ Rabbi! Sen bunları affet! Benim peygamber olduğumu bilmiyorlar. Aman yâ Rabbi, sen bunları affet!” diye dua etti.

Onlar taşlıyorlar. Şu kalbe bak!

Mekke-i Mükerreme fetholdu. Şimdi ne olacak? Onlar çıkartmışlardı, öldüreceklerdi neredeyse. Mekke fetholdu, ne olacak?

Normali: Madem Mekke fetholmuş, madem Kâbe de Mekke-i Mükerreme’de; insan orada oturur o zaman. Bitti, düşmanlık bitti. Ötekiler de mahçup oldular, hatalarını anladılar, çoğu imana geldi. Eman verdi hepsine:

“—Kim Kâbe’ye gelirse canı mahfuz.” dedi.

426

“—Kâbe küçük...” dediler.

“—Kim evinde durursa canı mahfuz.” dedi.

Herkesi dâhil etti. Ashabına sıkı sıkı tembihledi:

“—Sakın ha ok atmayın, kılıç vurmayın!” diye.

Öyle güzel bir fetih oldu.


Rasûlüllah Efendimiz gene Medine’ye gitti.

Vefa! Vefa denilen bir şey var, vefa. Vefa demek; yapılan eski, güzel bir davranışı unutmamak, ona mukabele etmek demek.

Vefa denilen bir şey vardır arkadaşlar. İnsan hocasına vefa gösterecek, sözüne vefa gösterecek, ahdine vefa gösterecek, dinine vefa gösterecek, arkadaşına vefa gösterecek.

Vefa diye bir şey vardır. Bugün biraz azaldı. Talebenin hocasına vefası yok, hasım. Dervişin şeyhine vefası yok. İnsanın sözüne, ahdine vefası yok. “—Bana ne, o zaman öyle söyledim, şimdi başka türlü yaparım, iş değişti.” diyorlar.

Rasûlüllah Efendimiz öyle değildi. Ganimetleri Mekke’nin adamlarına dağıttı.


Savaşlar, cihadlar oldu, aşağı tarafta Huneyn gazvesi vs. oldu. Ganimetler oldu. Rasûlüllah Efendimiz eşit dağıtmadı. Çoğunu kime dağıtmıştır? Hemen bizim şimdiki Yirminci Yüzyıl’ın mantığına, felsefesine göre çoğunu kendisi almıştır, sevdiği kimselere vermiştir, Medineliler’e vermiştir, madem onlara vefası var diye düşünürüz. Öyle değil mi?

Öyle yapmadı; yeni müslüman olanlara verdi, Mekkeliler’e verdi. Kendisine en son zamana kadar muhalefet edip kılıç üşürmüş, karşı gelmiş olan, en sonunda artık Mekke fetholduğu zaman çarnâçar müslüman olan kimselere verdi.

Tabi onlar da ashab, onlar da müslüman oldu, onlara bir söz söylemek istemiyorum ama Ensar gibi değiller.

Çok şeyi sonradan müslüman olanlara verdi. Ensara az verdi.

Tabii bu işi anlayan oldu, anlamayan oldu.

Rasûlüllah’ın gözünde dünya malının kıymeti yok ki. Eline binlerce lira verseler, ertesi güne çıkarttırmazdı. Gece uykudan kalkar dağıtırdı. Mal biriktirmezdi ki. Malın kıymeti yoktu ki

427

yanında. Zenginliğin kıymeti yoktu ki. Zenginler zengini olan Allah-u Teâlâ Hazretleri’ne tevekkül etmiş, ertesi gün için korkmuyor.


Ganimetten bir sürü geldi. Bedevînin birisi çok beğendi: “—Aman ne kadar güzel sürü!” dedi.

“—Çok mu beğendin?” “—Çok güzel yâ Rasûlallah!” “—Al, hepsini sana verdim.” dedi.

Bedevi kavmine gittiği zaman dedi ki:

“—Rasûlüllah fakirlikten korkmayan insanın verişiyle veriyor.” Bizim elimiz titrer. Yüz bin tane liramız vardır; bin lirayı çıkarır veririz çünkü geride doksan dokuz bin tane liramız var. O bana keyfime, zevkime, safâma yeter diye bin lirayı veririz. Hepsini çıkartıp veremeyiz yani. Zevk için veririz. Bir gece için beş yüz bin lira veren var. Bir nişan için birkaç milyon veren var. Şöyle böyle ama dinî şeyler için veremez.

Rasûlüllah malın çoğunu yenilere, hamlara verdi. İçlerinden

428

bazısı bu taksimi anlayamadı. Bu başka çeşit bir taksim… Mırın kırın etmek isteyenler oldu. “Onlar akrabası da” diyenler bile çıktı. Bir güzel hutbe îrâd etti ki okurken insan gözleri yaşarmadan okuyamaz.

“—Ey Medineliler! Kendimi size ayırdım.” dedi ve onlarla gitti. Mekke’de kalmadı.


“—Alın Mekke ahâlisi, buyurun yurdunuzda oturun! Benim davam, benim derdim Allah’a kul olmanızdı. Lâ ilâhe illa’llàh Muhammedü’r-rasûlü’llàh dediniz ya, benim maksadım fetih de değil; buyurun memleketiniz, tarlalarınız, evleriniz, dükkânlarınız sizin olsun.” dedi, bıraktı gitti.

Medine’ye gitti. Ensar’a vefa gösterdi. Medine’de ikamet etti. Medine’de vefat etti, Medine’de defnolundu. Medine’ye teşrif etti, Medine’yi tercih etti. Çeşitli hikmetleri var, çeşitli sebepleri var.

İşte o Ensar; zorluk zamanında, sıkıntı zamanında Rasûlüllah’a hizmeti arz etmiş olan, “Emrindeyiz yâ Rasûlallah, buyur!” diyen, ona kucak açmış olan kimseler. Rasûlüllah ile ashâb-ı kirâm Medine’ye gittiler. Medine’ye gidince nasıl gittiler? Arkalarından kamyonlar mı geldi eşyalarıyla? Kendi canlarını kurtararak gitmişlerdi oraya. Malları mülkleri, bir şeyleri yok. Kimisinin aileleri Mekke-i Mükerreme’deydi. Oraya gittiler.


Nasıl gittiler? Fakir gittiler. Medine-i Münevvere’ye beş parasız gittiler. Medineli müslümanlar dediler ki: “—Evlerimiz, tarlalarımız, her şeyimiz buyurun yarı yarıya…” Peygamber Efendimiz gelen muhacirler ile oradaki Ensar’ı birbirine ikişer ikişer kardeş etti. Onlar da: “—Kardeşim, buyur, malımın yarısı senin!” dediler.

Öyle kardeşlik gösterdiler. En geriye Hz. Ali Efendimiz kalmış, o kimseyle kardeş olmamış; “—Yâ Rasûlallah, beni kimseyle kardeş etmedin.” gibilerden boynunu bükmüş. “—Ben de seninle kardeşim!” dedi.

İşte o Ensar’a Allah ecrini öyle verecek. Kendisi verecek. Bol verecek, memnun edecek tarzda verecek. Allah şefaatlerine nâil eylesin…

429

Burada bir incelik daha hatırıma geldi ki onu da söyleyeyim:

Ensar, Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere’ye gelmeden önce birbirleriyle ceng ü cidal ediyordu. Elleri birbirlerinin gırtlaklarında idi. Evs diye bir kabile vardı, Hazrec diye bir kabile vardı. Aralarında yılların husumeti vardı. Kan davası, kavga, gürültü, husumet, kızgınlık vardı. İslâm geldi; o giderdi o kızgınlığı. İslâm geldi; hınç, kızgınlık, kin, intikam, kan davası bitti; kardeş oldular.

İslâm böyledir işte… İslâm’ı anlamayanlar anlasın. Anlayanlar da anlamayanlara güzel bir tarzda anlatmak için elinden geleni yapsın. İslâm’ı çok kimse anlamıyor. İslâm böyle birbirlerinin elleri gırtlağında olan insanlara geldi de onları kardeş etti.


وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللهَِّ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاءً فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم

بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا (آل عمران:٣٠١)


(Ve’zkürû ni’meta’llàhi aleyküm iz küntüm a’dâen feellefe beyne kulûbiküm feasbahtüm bi-ni’metihî ihvânâ) [Allah’ın size olan

430

nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kimselerdiniz de o, gönüllerinizi birleştirmişti ve Allah’ın nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Siz birbirlerinizle düşmandınız, Allah kalplerinizi anlaştırdı, uyuşturdu, dost etti.” (Al-i İmran, 3/103)

diye âyet-i kerîmede bildiriliyor.

Yani benim sözüm delilsiz değil. Allah-u Teâlâ Hazretleri onların evvelce düşman olduğunu bildiriyor. Allah, onları dost ettiğini bildiriyor.

Yine dilerse yine dost eder. Bak bugün herkes gene birbirini yiyor. Neden? İslâm’dan uzak. Irak “Ben Müslümanım!” diyor, İran “Ben de Müslümanım!” diyor, “kâfirim” demiyor ki.

Bırakalım elâlemi, kendi memleketimiz içinde de herkes birbiriyle can ciğer kuzu sarması mı? Biliyoruz ki değil. Olmasını temenni ederiz ama değil.


Neden? İslâm yok, eksik. Taş yaparsın, toprak yaparsın, köprü yaparsın, yol yaparsın ama gönül yapmanın ihtisası İslâm’dadır. Gönülleri birbirleriyle telif etme sanatı. “—Kardeş olun, emrediyorum.” Sen istediğin kadar emret, sen çocuğuna söz dinletebiliyor musun? Kendi çocuğuna var mı bir söz dinletebilen? Var mı karısına söz dinletebilen?

Herkes kendi bildiğini yapıyor. Kimse kimseyi dinlemez. Allah dinlettirir. Allah kalplere bir yumuşaklık verir. İmanı yoksa istediği kadar aklı olsun; o aklı şeytanlıkta kullanır. Onu bütün emniyet tedbirlerini atlatıp bankayı soymakta kullanır. Bütün tedbirleri atlatıp karşısındaki adamdan kan davası intikamını almakta kullanır. Mâni olamazsın.


İman lazım. İmansız olmaz. Bu öyle bir ilaçtır ki onsuz mümkün değil. İman lazım, İslâm lazım! Hem de nasıl olacak? İnsanın polisi kendi içinde olacak, müfettişi kendi içinde olacak, hâkimi kendi içinde olacak. Teraziyi kendisi tutacak. İcabında kendi aleyhine hükmedecek; “Sen haksızlık ediyorsun, otur oturduğun yerde.” diyecek. Bunu başkası insana dedirtmez. Bu nefis terbiyesi, bu iman, bu İslâm olmazsa olmaz.

Meşhur hikâyedir:

431

“—Ben sana paşa olamazsın demedim ki, adam olamazsın dedim.” demiş. Olmaz. İman lazım. “—Efendim ben imansızlığımla iftihar ederim.” Ya yazık; etme, hiç olmazsa cehaletini etrafa söyleme! Bir zaman gelir aklın başına gelecek, biliyorum. Bir zaman gelecek, sonra kendin söylediğin bu söze pişman olacaksın. Ben çok dinsizler bilirim; 65 yaşına, 70 yaşına gelince, işin iç yüzünü anlamaya başladığı zaman, benden ileride namaz kılmaya başladılar. İman bu; insanın ihtiyacı, ruhun ihtiyacı. Hayatın tabii parçası bu... İman olmadan hayat olmaz ki. Ebedî hayat var, bu işin arka tarafı var.


Ensar; Rasûlüllah’ın vefakâr dostları. Muhacirler de vefakâr dostlar. Onlar da terk-i diyar ettiler, terk-i emval ettiler. Bunlar da vefakâr; her şeyleriyle kucak açtılar, müslümanları barındırdılar. Allah cümlesinin şefaatine nâil eylesin… Onların hayatlarını bizlere nümune eylesin. O hayatlara bakıp, o salih kimselerin, o velî kimselerin, o Allah’ın sevgili kullarının hayatlarına bakıp, bizim de hayatımızdaki davranışlarımızı, hareketlerimizi onlara uydurmamızı bize nasib eylesin…


e. Allah Alimlerden Söz Almıştır


Kimi örnek alacağız? Kaytan bıyıklı filanca film artistini mi örnek alacağız? Örnek işte onlar, Allah’ın sevgili kulları. Kur’ân-ı Kerim’de methediyor, daha ne istiyorsun? Kur’ân-ı Kerim’de methediyor, hadîs-i şerîfte methediyor. Allah’ın sevgili kulları… Bak bakalım neden sevgili kulu olmuşlar. Sen de onlara benzemeye çalış; o zaman sen de Allah’ın sevgili kulu olursun.

Peygamber SAS Efendimiz buyurdular ki:134




134 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.382, no:5161; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidal, c.III, s.610, no:7810; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.173, no:28897; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.311, no:19501.

432

لَيْسَ مِنْ عَالِمٍ إِلاَّ وَقَدْ أَ خَذَ اللهُ مِيثَ اقَهُ يَوْ مَ أَ خَذَ مِيثَاقَ النَّ بِيِّينَ،


يَدْفَعُ عَنْ هُ مَسَاوِئَ عَ مَلِهِ بِمَحَاسِنِ عِلْ مِهِ، إِلاَّ أَ نَّهُ لاَ يُوحَ ى إِلَيْهِ

(أبو نعيم عن ابن مسعود)


RE. 365/9 (Leyse min âlimin illâ ve kad ehaza’llàhu misâkahû yevme ehaze misâka’n-nebiyyîn, yedfau anhu mesavie amelihî bi- mehâsini amelihî, illâ ennehû lâ yûhâ ileyhi) Bu hadis-i şerîf de alimlerle ilgili müjdeli bir hadîs-i şerîf. Bu hadîs-i şerîfi Peygamber SAS Hazretleri’nden müfessirlerin üstadı, pîri Abdullah ibn-i Mes’ûd RA rivayet etmiş. Peygamber Efendimiz alimler hakkında buyurmuş ki: (Leyse min âlimin) “Hiçbir alim yoktur ki, (illâ ve kad ehaza’llàhu mîsâkahû) Allah ondan ahd u mîsak almamış olsun.” Allah her alimden ahd almıştır, söz almıştır. Ne zaman almıştır bu sözü? (Yevme ehaze mîsâka’n-nebiyyîn) “Peygamberlerden söz aldığı günde alimlerden de söz almıştır.”Yedfau anhu mesaviye amelihî bi-mehâsini amelihî. “Allah-u Teàlâ Hazretleri alimin amellerinin güzelleriyle, amellerinin kötülerini def eder.” “O alimin yaptığı güzel, salih ameller dolayısıyla kötülüklerini affeder.” demek.

Amellerinin kötülerini def etmek demek ne demek?

Demek ki alim iyi kötü şeyler yapabilir, kusurlu olabilir. O âlimin iyi yaptığı şeylerden iyilerini, kötülerini def etmeye vesile sayar, kötülükleri üstünden atar. Yani iltifat eder, suçuna bakmaz, suçunu siler. Böyle iltifat eder.

(İllâ ennehû lâ yûhâ ileyhi) “Şu kadar var ki kendisine vahyolmaz.” Yani Allah’ın sevdiği kuludur ama kendisine vahiy gelmez. Vahiy peygamberlere mahsus. Yoksa alim böyle iltifatlara nâil olur.


Allah-u Teàâ Hazretleri peygamberlerden nasıl ahid aldı? Kur’ân-ı Kerîm’de bir âyet-i kerîme vardır, Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:

433

وَإِذْ أَخَذَ اللهَُّ مِيثَاقَ النَّبِيِّينَ لَمَا آتَيْتُكُم مِنْ كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءَكُمْ


رَسُولٌ مُّصَدِّقٌ لِّمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنصُرُنَّهُ (آل عمران:١٨)


(Ve iz ehaza’llàhu mîsâka’n-nebiyyîn) “Hani o demi, o çağı, o zamanı hatırla ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri peygamberlerden ahd ü mîsak almıştı, peyman almıştı, söz almıştı. (Lemâ âteytüküm min kitâbin ve hikmetin) “Size bir kitap geldiği zaman, Allah tarafından bir peygamber geldiği zaman muhakkak ve muhakkak onu kabul edeceksiniz. O peygambere tâbi olacaksınız ve onu beyan edeceksiniz, onu gizlemeyeceksiniz.” diye Allahu Teâlâ Hazretleri her peygamberden ahd ü mîsak aldı. (Al-i İmran, 3/81)

Bu ahd ü mîsâkın ucu nereye gidiyordu? Peygamber Efendimiz’e. Yani Allah-u Teâlâ Hazretleri Peygamber Efendimiz’in geleceğini eski ümmetlere müjdeledi.

“—Ona erişirseniz ona tâbi olun, kendi kitaplarınızda onun hakkındaki müjdeleri saklamayın, ketmetmeyin!” diye buyurdu.

Bu bir delildir. İslâm’ın hak din olması için deliller lazım değil miydi insanlara? Daha ne istiyorsun; Peygamber Efendimiz’in hak peygamber olduğuna, İslâm’ın hak din olduğuna Tevrat’ta delil var, İncil’de delil var, o zamandan müjde var. Allah-u Teâlâ Hazretleri o zamandan, “Adı Ahmed olan bir peygamber gelecek.” diye bildirmiş. O zamandan o peygamberin ümmeti metholunmuş. O zamandan o peygamberin ümmeti, “Yüzlerinde secdeden nur izleri vardır.” diye övülmüş, methedilmiş. “—O geldiği zaman ona tâbi olun, ona itiraz etmeyin! Kendi kitaplarınızda onun hakkındaki delilleri insanlardan saklamayın!” diye hepsinden ahd u mîsak alınmıştır.


Hatta Peygamber Efendimiz kendisine bu ahd u mîsak bildirildiği için, Medine’ye gittiği zaman yahudilerin ibadethânesine, havrasına gitti. Dedi ki;

“—Ey yahudi cemaati, sizinle sözüm var, size bir şey bildireceğim. Sizin Tevrat’ınızda şu âyet yok mu, bu âyet yok mu, şu âyet yok mu, şu âyet yok mu? Bunlarda benim geleceğim bildirilmiyor mu? Bu âyetlerin mânası benim geleceğimi bildirmiyor mu size?”

434

Hiç ses çıkartmadılar. Rasûlüllah Efendimiz üç defa söyledi. Ondan sonra çıktı. Giderken arkasından onlardan bir tanesi koştu geldi, adı Abdullah ibn-i Selâm RA, dedi ki: “—Yâ Rasûlallah! Senin söylediklerinin hepsi doğru. Haksın, gerçeksin. Seni Allah-u Teàlâ Tevrat’ta bize bildirdi. Biz senin geleceğini zaten bekliyorduk. Tevrat’ta bildirdi ama bunlar kıskançlıklarından sana evet demediler, sustular, yutkundular.” dedi.

Abdullah ibn-i. Selâm RA müslüman oldu.


Hıristiyanlar Necran’dan papazlarını, piskoposlarını topladılar, 70-80 kişilik bir kalabalık grup halinde şatafatlı cübbeler, elbiseler, başlıklarla o mütevazı Medine-i Münevvere köyüne geldiler. Köy gibi orası. Rasûlüllah’ın hurma dallarıyla örtülmüş, hurma sırıklarıyla tutturulmuş, altı halı değil kum olan mütevazı mescidine geldiler. Günlerce konuşuldu. Rasûlüllah

Efendimiz Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin birliğini onlara anlattı. Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olamayacağını anlattı. Allah’ın kulu olduğunu, peygamberi olduğunu anlattı. Delilleri söyledi, söyledi, söyledi; çeşit çeşit bahanelerle kabul etmediler, etmediler, etmediler. Dedi ki:


تَعَالَوْا نَدْعُ أَبْنَاءَنَا وَأَبْنَاءَكُمْ وَنِسَاءَنَا وَنِسَاءَكُمْ وَأَنْفُسَنَا وَأَنْفُسَكُمْ


ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَةَ اللهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ (آل عمران:١٦)


(Teàlev) “Geliniz, (ned’u ebnâenâ ve ebnâeküm) sizin çoluk çocuğunuzu ortaya koyalım çağıralım, bizimkileri ortaya koyalım! (Ve nisâenâ ve nisâeküm) Sizin hanımlarınızı getirelim, bizim hanımlarımızı getirelim bir tarafa koyalım! (Ve enfüsenâ ve enfüseküm) Kendilerimizi de oraya koyalım. Çoluk, çocuk, hanım, erkek, bey iki taraf... (Sümme nebtehil) Ondan sonra, mübâhele yapalım, ibtihal yapalım!” Yâni, “Yâ Rabbi, hangimiz haksızsa onu kahret!” diye Allah’a dua etmek. (Fenec’al la’neta’llàhi ale’l- kâzibîn.) “Haksız olana, yalancılara Allah’ın laneti olsun diyelim!”

435

diye, bu noktaya geldi. (Âl-i İmran, 3/61)

Yani, “Gelin, madem öyle çocuklarınızı getirin, hanımlarınızı getirin, kendilerinizi koyun ortaya, siz bir tarafa biz bir tarafa; el açalım Allah-u Teâlâ Hazretlerine dua edelim; hangimiz haksızsak Allah onun belasını versin!” Torunlarını bir tarafa çağırdı. “—Ben şimdi dua edeceğim, açın elinizi.” dedi.

Kendi evlatlarını, ailesini dizdi.


Karşı tarafta haçlarıyla, şatafatlı elbiseleriyle piskoposlar, papazlar, hıristiyanlar birbirlerine;

“—Bir peygamber bir insana beddua ederse, ebediyyen o insan iflah olmaz, o topluluk iflah olmaz, yeryüzünde hıristiyan kalmaz. Gelin biz bu lânetleşmeyi yapmayalım!” dediler.

Sonra Rasûlüllah’a geldiler, dediler ki;

“—Biz bu işte yokuz. Sen bize bir adam tayin et, biz sana vergi verelim.” İçlerinden bazısı müslüman oldu. O piskoposun kardeşi müslüman oldu. Birkaç kişi müslüman oldu. Bazısı olmadı. Ne yapalım, nasip... Nasibi yokmuş. Vah yazık, zavallı… Âhirette hesabını nasıl verecek? O nur yüzlü peygamberi gördü de insan iman etmedi, ne oldu yani? Şu dünyanın iki paralık saltanatına insan onu değişir mi?


Allah-u Teàlâ peygamberlerden böyle ahd u mîsak almış. Doğru. O mîsak meyanında alimlerden de ahd u mîsak almıştır ki; onlar da hakkı saklamayacak, onlar da hakkı söyleyecek.

Biz işte, bir kürsüye Allah nasib etmiş, hiç liyakatimiz yokken mikrofonun karşısında size konuşuyoruz; hakkı söylemek zorundayız. Kızsanız da, dövseniz de, sövseniz de söyleyeceğiz. Ne yapalım. Yani bizim ahbaplığımız sizinle değil ki. Bizim sözümüz var, mecburuz; kusurunuzu görünce kusurunuzu söyleyeceğiz. Darılmayın bize. Siz de darılmayın, dışarıdakiler de darılmasın! Siz darılmazsınız da, dışarıdakiler daha çok darılır. “—Vay gerici, vay sakallı!” derler.

Biz onların kötülüğünü istemiyoruz ki. Ne yapalım, biz bunları söyleyeceğiz. Yani bu can bu tende durdukça, bu ağzın içinde bu dil durdukça, fırsat buldukça biz bu hadisleri, bu ayetleri

436

insanlara söyleyeceğiz.


Kusurları olabilir, alimler kusursuz insanlar değillerdir. Kusurları olabilir ama Allah onların iyiliklerine bakar, kötülüklerini iyilikleri ile defeder, affeder. Hatta bir başka hadîs-i şerîfte geçiyor ki;

“Kıyamet gününde Allah-u Teàlâ Hazretleri alimleri toplar, karşısına alır. Der ki; ‘Ben size hikmetimi, ilmimi, irfanımı size azap edeyim diye vermedim, haydi bakalım buyurun cennete!’ der.” Onun için ne yapıp yapıp ya alim olmaya bakın, ya alim yetiştirmeye bakın, ya evlatlarınızı alim etmeye çalışın, ya ilim yolunda olun. Bir çaresini bulun, bu ilmin bir tarafından yapışın!


Eskiden bir ihtiyar adam gelmiş caminin imamına demiş ki; “—Bana tecvid öğret, mahâric-i hurûfu öğret! Ha harfi nasıl çıkacak, hı’dan farkı nedir, zel nedir, zı’dan farkı nedir, za’dan farkı nedir. Ayın nasıl olacak, gayın nasıl olacak, peltek se’ nasıl olacak. Bunları öğret!” gibilerden.

Birisi takılmış, demiş: “—Amca sen ne yapacaksın, 80 yaşına gelmişsin, değneğini kaka kaka zor yürüyorsun, ayakta zor duruyorsun. Sen mehâric-i hurûfu öğrensen ne olacak, öğrenmesen ne olacak. Senin işin geçmiş yani, bitmiş.” gibilerden.

O da ârif bir kimseymiş, demiş ki: “—Evlat biliyorum, biliyorum ama benim gayem başka; ben istiyorum ki gelip giderken, ilim yolundayken Allah canımı alsın, ruhumu o yoldayken teslim edeyim.” Allah içimize öyle ilim sevgisini versin... Kur’ân-ı Kerîm’in ilimlerini öğrenmeyi nasib etsin... Hadîs-i şerîflerin ilimlerini öğrenmeyi nasib etsin…


İlim bir süstür, yetmez. Allah ilim ile amel etmeyi nasib

etsin… Bilip de yapmazsa olur mu insan?

“—Yalan söylemek çok fenadır arkadaşlar, yalan söylemeyin!” Söylerse olur mu? Olmaz.

“—Arkadaşlar sigara içmeyin, çok fena, akciğer kanseri yapar,

437

nefes darlığı yapar, şunu yapar, bunu yapar.” Çıt bir kibrit, ondan sonra sigara tüttürüyor, doktor. Olmaz ki… Hastanede “Sigara içmeyin!” levhaları var. Doktor, kendi odasında kül tablası var, sigara içiyor. Olmaz.


Yani ilmiyle âmil olacak. İlmiyle âmil olmadıktan sonra ne anladım ben. Sen sarhoşa git, bak sana ne güzel içkinin aleyhinde vaaz u nasihat eder: “—Ben hayatımı mahvetmişim arkadaş, sen sakın bu yola düşme. Bu içki fenadır, insanın yuvasını yıkar, hayatını perişan eder. Şu halime bak.” diye söyler. İçki içenlere gidin. Sigara içenlere bir sorun… Biz bir gün gidiyorduk, delikanlının birisi böyle eşarpı boynuna bağlamış, güzel ütülemiş pantalonunu, elinde sigara içiyor. Saçlarını dalga dalga güzel taramış, o zamanın biryantiniyle saçlarını parlatmış. Biz de ortaokul talebesiyiz, yanından geçerken sigara içişine bakarak geçiyorduk.

“—Gelin buraya!” dedi.

438

Biz de korktuk. Şehzadebaşı’nda, kabadayıların olduğu yer, Vefa semti. Kaçamadık da. Yanına yavaş yavaş elimizde çanta geldik.

“—Durun!” dedi.

Cebinden bembeyaz bir mendil çıkarttı. Demek ki temiz bir ailenin çocuğu, varlıklı bir aile… Bembeyaz mendil. Bir sigaradan bir nefes çekti, bir huh yaptı, avuç içi kadar yer tabâ renkli oldu, yani kahverengi oldu. Kumral renk oldu, beyaz gitti kahverenkli oldu.

“—Bakın, bir nefes böyle yapıyor bu beyaz mendili!” dedi, “Siz sakın içmeyin, çok fena…” dedi.


Madem biliyorsun, sen de içmesene! Ama yapamıyorlar işte. Yani insan ilmiyle âmil olacak. Bu hadisleri duyuyoruz, söylüyoruz. Bildiğini tatbik et. İlim güzel şey. İlim yoluna gir, öğren. Her gün bir hadis öğrensen, bir senede 365 tane hadis eder. Her gün bir âyet öğrensen, bir senede 360-400 tane âyet eder. Üç beş senede hafız olursun.

Hiç böyle bu işi sıkı tutup da, bu yolla hafız olan insan var mı içimizde? Yok. İlmimizle âmil değiliz. Yani işi sıkı tutmuyoruz. Ama şuurlu münevver bir doktor Kadıköy tarafında oturuyormuş, iş yeri bu taraftaymış; gelirken giderken vapurda hafız olmuş. Vapurda hafız olmuş. Her gün üç tane, beş tane âyeti yanına alıyormuş, yarım saat vapur, okuya okuya okuya geliyormuş gidiyormuş. Her

gün yarım sayfadan demek ki nasıl yaptıysa, bir zaman sonra hafız olmuş. Bak, damlaya damlaya göl oluyor. İlim böyle işte. İlmi öğrenin. Ondan sonra da hanımınıza öğretin, çocuğunuza öğretin, komşunuza öğretin!

Yumuşak yumuşak söyleyin. Alime sertlik, vurmak, kırmak yakışmaz. Yumuşak yumuşak söyleyin. Allah kime nasib vermişse o doğru yola gelir. Vermeyenin daha zamanı gelmemiş, ne yapsan olmaz. Onun da bir zamanı gelecek, o da çok güneşler görecek, üstünden çok günler geçecek de bir tarafı kızaracak, bir tarafı sararacak, ondan sonra aklı başına gelecek.

Olmuyor ne yapalım, zamanı gelince olacak.

439

f. Büyüklere Hürmet, Küçüklere Merhamet


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:135


لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَمْ يَرْحَمْ صَغِيرَنَا وَيُوَقِّرْ كَبِيرَنَا، وَيَأْمُر بَالمَعْرُوفِ وَ


يْنهَ عَنِ المُنْكَرِ (حم. ت. غريب، طب. هب. عن ابن عباس)


RE. 365/10 (Leyse minnâ men lem yerham sağîrenâ, ve yüvakkir kebîrenâ, ve ye’mur bi’l-ma’rûfi, ve yenhe ani’l-münker) İbn-i Abbas RA’dan. Hz. Abbas, Peygamber Efendimiz’in amcasıdır. Onun oğlu Abdullah, o da genç müslümanlardandır.



135 Tirmizî, Sünen, c.VII, s.157, no:1844; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.257, no:2329; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebir, c.XI, s.449, no:12276; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.202,no:586; Begavî, erhü’s-Sünneh, c.VI, s.282; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.164, no:5979; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.327, no:19535.

440

Pırıl pırıl zekâ ve müstesna bir yüz güzelliğine sahipmiş. Yani gören gözünden kıskanırmış. O kadar güzelmiş.

Peygamber Efendimiz’in sülâlesi yüz güzelliği ile tanınmış bir sülale. Birisi bu Abdullah ibn-i Abbas’ı görmüş de; “—Ben bunun dedesini tanırım, dedesi de böyleydi. Tam dedesine çekmiş.” demiş. Yani Hz. Abbas da öyle, onun babası Abdülmuttalib de öyle, sülâleden yüzleri müstesna güzelmiş. Yani böyle erkek güzeli, kaşı, gözü, kirpiği, yüzü itibariyle çarpıcı bir güzelliği varmış. Rasûlüllah Efendimiz’in de öyle. Yani Rasûlüllah Efendimiz SAS’in de çehresi, siması bakanların eridiği bir güzel sima imiş. Allah-u Teàlâ Hazretleri o güzel simayı görmeyi cümlemize nasib

etsin… Hz. Abbas’ın oğlu Abdullah, Allah ikisinden de razı olsun, bizi de onların şefaatine nâil eylesin, nakletmiş. Ravi o. Söyleyen gene Peygamber Efendimiz. Peygamber SAS buyuruyor ki:


لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَمْ يَرْحَمْ صَغِيرَنَا وَيُوَقِّرْ كَبِيرَنَا، وَيَأْمُر بَالمَعْرُوفِ وَ


يْنهَ عَنِ المُنْكَرِ (حم. ت. غريب، طب. هب. عن ابن عباس)


(Leyse minnâ) “Bizden değildir, bizden sayılmaz.” Allah Allah, kim acaba? (Men lem yerham sağîrenâ ve yüvakkir kebirenâ) “O kimse ki küçüğümüze merhamet etmez, acımaz; büyüğümüze hürmetkâr davranmaz, saymaz; o bizden değildir.”

Yine bizden değildir. Kim? (Ve ye’mur bi’l-ma’rûfi ve yenhe ani’l-münker) “O kimse ki emr-i mâruf yapmaz, nehy-i münker yapmaz.” Yapıyor musunuz emr-i mâruf, nehy-i münker? Şimdi söyleyeceğim ne olduğunu... Eğer yapmıyorsanız, Peygamber Efendimiz, “Bizden değildir o kimse!” diyor.

Sen istediğin kadar uğraş, o reddediyor, “Ben kabul etmem, bizden değildir!” deyince ne yapacaksın? Mecburen bu çizgiye geleceksin. Mecburen onun istediği sıfata bürüneceksin. Rasûlüllah’ın istediği hâle bürüneceksin. Başka çaren yok.

Başka kapı var mı? Hangi kapıya gideceksin Rasûlüllah kabul etmezse? Yok, bu çizgiye geleceksin.

441

Neymiş? Küçüğe acımak. Mâlum, çok çeşitleri var. Siz de başkasına izah edebilirsiniz. Kendimizden küçüklere acıyacağız. Bu küçük, yaşça küçük olabilir. Daha büyüyecek, aklı başına gelecek. Yani öyle vurup kırıp, dövüp sövüp de hemen şey yapmayalım; acıyarak muamele edelim. Bu bir.

Mevki bakımından küçük olur. Yani yaşlı başlı olur da mevkisi küçük. Onun omuzunda bir yıldız var, bende üç yıldız var. Onun şurasında şöyle bir işaret var, benimkinde böyle bir işaret var. Küçük ama yaşı, büyük olsun isterse. Askerlikte çok görüyoruz ya. Mesela bir yıldızlı teğmen oluyor, genç delikanlı oluyor, sırım gibi delikanlı, Harbiye’den yeni çıkmış, cevval, atletik vücutlu bir kimse...

Öbür tarafta kolunda pırpırları olan bir başçavuş oluyor, çavuş sınıfından oluyor, saçı ağarmış oluyor, şakakları ağarmış, emekliliği yaklaşmış oluyor. Ama berikisi komutan, yıldızlı olan komutan… Böyle de olabilir. Yani mevki bakımından birisi yüksek, ötekisi küçük olur.


Yukarıdaki aşağıdakine merhamet edecek. Evet, mevki var. Askerlikte hele bir tokat vursa cevap bile veremezsin. İsterse daha kuvvetli olsun. Vurmaz da, vurmaması lazım da vursa bile karşılık veremez. Ama işte, “Küçüğüne acımazsa, bizden değildir.” diyor.

Vali olur, paşa olur, reis-i cumhur olur, halife-yi rûy-i zemîn olur insan, mevkii öyle yüksek olur; kendinden aşağıdakine merhamet edecek. Çünkü kendisi güçlü, imkânı var, emrinde ordular var. İmkânı geniş. O bakımdan küçüğüne merhamet edecek. Etmezse bizden değildir diyor.


İkincisi; (Ve yüvakkir kebirenâ) “Büyüğüne de hürmet edecek.” Büyüğün İslâm’da uzun senesi geçmiş, ibadet etmiş, sevabı senden çok. “Allah’ın yanında daha makbul kul” diye düşüneceksin. “Çok yaşamış, çok ibadet etmiş.” diyeceksin. “Gün görmüş.” diyeceksin. “Tecrübesi var.” diyeceksin. Veyahut “Çok meşakkat çekmiş, yazık, bir de ben çektirmeyeyim.” diyeceksin. “Hayatta neler görmüş!” diyeceksin. Bizden önceki nesil neler çekti. İstiklal harbini gördü, mahrumiyetler gördü. Reva mı?

442

Ona hürmet edeceğiz. Her çeşidiyle. Hürmetin şekli, sevgi yani. Severek onu saymak, ona bağlanmak, hizmetin çaresini aramak. Ayakkabısını mı çevirirsin, paltosunu mu tutarsın, yerini mi ona ikram edersin verirsin, hizmetine mi koşarsın, elindeki yükü mü taşırsın. Yani hürmet edeceksin. İfaden, konuşma tarzın itibariyle hürmetsizlik etmeyeceksin.

Ne dersiniz bu prensibe? Bak dinimizin, imanımızın prensibi işte. Bu prensibi yaymak iyi değil mi? İslâm kötü mü?


(Ve ye’mur bi’l-ma’rûfi ve yenhe ani’l-münker) “Emr-i mâruf yapmayan, nehy-i münker yapmayan da bizden değildir.” Ne demek emr-i mâruf, nehy-i münker? İyi, güzel olan şeyi emredeceksin, tavsiye edeceksin.

“—Arkadaş böyle yap!” Kötü olan bir şeyi de görünce men edeceksin.

“—Arkadaş bunu yapma, bu fena!” Mesela iki kişi kavga yolda ediyor, ayıracaksın: “—Ne dövüyorsun bunu?” diyeceksin.

Veyahut birisi birisinin duvarına çıkmış, eriğini kopartmak istiyor:

“—İn aşağı bakayım! Utanmıyor musun sen başkasının bahçesinden erik çalmaya?” gibi yani.

Bu küçük misal de, daha büyük de olabilir.


Kötülüğü men edeceksin, iyiliği emredeceksin. İyilik hakim olsun cemiyette diye iyiliği teşvik edeceksin. Cemiyet iyileşsin, güzelleşsin diye iyiliği teşvik edeceksin, emredeceksin, yapmaya çalışacaksın, propaganda edeceksin, yaymaya çalışacaksın. Kötülüğü de bastırmaya, engellemeye, durdurmaya, yok etmeye çalışacaksın. Kötülüğü izale etmeye çalışacaksın. O karayı cemiyetin ak simasından silmeye çalışacaksın.

“—Bilmem hoca, ben öyle bir şey yapmadım.” dersen; Rasûlüllah Efendimiz de leyse minnâ diyor, “Öyle yapmayan

bizden değildir.” diyor.

Müslüman aktif olacak. Müslüman iyi cemiyet adamı olacak. Cemiyet ile ilgilenecek, cemiyetin derdiyle dertlenecek.


Şu sokak yıllar yılı tozlu topraklı olur, yıllar yılı çukurlu olur,

443

gelen batar çıkar.

Olmaz. Müslümanın her şeyi güzel olur. Tertemiz olacak. Sokağa çöp atmayacak, sokağa çamurlu şey, pislik bırakmayacak, temizleyecek vs. Yani nereden tutturursan tuttur, şu cemiyetin güzelliğini isteyeceksin, güzelliği için çalışacaksın. Öyle yan gelip yatıp keyif çatarsan, televizyonun başında ömür geçirirsen olmaz.

Çalışacaksın, cemiyete faydalı olacaksın. İyiliği hakim kılacaksın. Rüşveti önlemeye çalışacaksın. Hırsızlığı önlemeye çalışacaksın. Namussuzluğu önlemeye çalışacaksın. Haksızlığı, gadri önlemeye çalışacaksın. Parayla, malla, mülkle, bedenle, dille, teşvik yoluyla iyi insanlara destek olacaksın.

“—İyi maşaallah, sen bunu yapıyorsun, ben de sana yardımcı olayım, al.” İyiliğin taraftarı olacaksın, kötülüğün hasmı olacaksın.


Sakın aldırma deme, aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.


demiş bizim şairimiz merhum Mehmed Âkif. Aldırmamak yok.


Bizim Osmanlı şeyhülislâmlarından Ebussuud Efendi’ye:


“—Kıyamet neden kopar?” demişler

“—Neme lazımcılıktan...” demiş. Bu misaller hep Avrupa’dan bize naklediliyor.

İtalyan reis-i cumhuru böyle demiş, başbakanı böyle demiş. Ebussuud Efendi ondan önce yaşadı, ondan çalmışlar. Ebussuud Efendi’ye soruyorlar;

“—Kıyamet neden kopar?” “—Neme lazımcılıktan kopar.” diyor.

Bana ne, beni ilgilendirmez. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Benimle ilgili değil.


Bizim ağabeyimizin mahallesinde, ağabeyim sabah namazına kalkmış, bakmış ki aşağıda arabasının camıyla birisi uğraşıyor, kapısını açmaya çalışıyor. Hırsız. Otonun bir şeyini çalacak. Yukarıdan;

“—Hey, ne yapıyorsun orada!” demiş.

444

Adam çekmiş kamasını:

“—Neredesin?” demiş, “Öyle yukarıda konuşacağına, gel de aşağıya aşağıda konuşalım!” demiş. Hiç pervası yok. Mahallenin kabadayısı demek ki veyahut o semtin haracını yiyen bir kimse anlaşılan. “—Öyle yukarıdan yukarıdan ne konuşuyorsun, aşağı gel de öyle konuşalım!” demiş. “—Aman benim hırsızlığımı anladı!” diye korkusu yok yani.


Ağabeyim anlatıyor: Komşulardan hepsi de bakıyormuş perdenin arkasından:

“—Tuh! Kaç tane adam var orada.” Kaç tane adam var, bir apartman dolusu insan. Neyse o aşağıya inmiş gene, “Ne yapıyorsun, ne ediyorsun?” derken

yaralanmış tabii, bıçaklanmış. Adam da gitmiş elini kolunu sallayarak.

Böyle mi olur müslümanlık? Bir edepsiz, hırsız, haksız; ötekiler hakkından gelemiyor. İşte, “Emr-i mâruf, nehy-i münker yapmayan bizden değildir.” diyor.

Müslüman aktif olacak. Bu cemiyet bizim malımızdır. Bu

445

cemiyet bir gemiye benzer. Bu geminin dibini birisi delerse hepimiz batarız. Bu cemiyetin iktisadı bozulursa, bu cemiyetin ahlâkı bozulursa, bu cemiyetin memurluğu bozulursa, bu cemiyetin memuru çalışmazsa, rüşvet alırsa, bu cemiyetin müesseseleri dejenere olursa, “Bana ne, beni ilgilendirmez. Benim ticaretim iyi. Bir de Boğaziçi’nde köşküm var.” diyen insan kurtulur mu?

Herkes birden batar. Onun için ilgilenecek, en güzel yollarla, en güzel şekillerle gayret sarf edecek.

Çeşitli âyet-i kerimeler var:


اُدْعُ إِلٰى سَبِيلِ رَبـِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي


هِيَ أَحْسَنُ (النحل:٥٢١)


(Üd’u ilâ sebîli rabbike bi’l-hikmeti ve’l-mev’izati’l-haseneti ve câdilhüm billetî hiye ahsen) [Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!] (Nahl,

16/125) diyor.

Bir cemiyetin iyileri, hasları, halisleri, salihleri kötüler kadar aktif olmazsa ne olur o memleketin hali?

Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlenizden, cümlemizden razı olsun… Fâtiha-i şerife mea’l-besmele!


15. 05. 1983 - İskenderpaşa Camii

446
15. HASTANIN MÜKÂFÂTI