16. CENNET VE CEHENNEM

17. ALLAH İÇİN SEVMEK



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-àhirîn... Seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn… Ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn...

Emmâ ba’d! Fa’lemû eyyühe’l-ihvân! Feinne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin ve sàhibehâ fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasili ile’n- nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:


لَوْ أَنَّ عَبْدَيْنِ تَحَابا فِي اللهِ، أَحَدُهُمَا بِالْمَشْرِقِ وَاْلآخَرُ بِالْمَغْرِبِ،


جَمَعَ اللهُ بَيْنَهُمَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ، يَقُولُ : هٰذَا الَّذِي كُنْتَ تُحِبُّهُ فِيَّ!


(هب. كر. عن أبي هريرة)


RE. 356/2 (Lev enne abdeyni tehàbbâ fi’llâhi, ehadühümâ bi’l- meşrikı ve’l-âharu bi’l-mağribi, cemea’llàhu beynehümâ yevme’l- kıyameh. Yekùlü: Hâze’llezî künte tuhibbuhû fiyye)

Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemà kàl.


Çok aziz ve muhterem müslüman kardeşlerim!

Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin selâmı, rahmeti, lütfu, bereketi, ihsânı cümlemizin üzerine olsun!

Peygamberimiz Efendimiz’in mübarek hadis-i şeriflerinden bir miktarını şurada, beraberce okuyacağız. Bu hadis-i şeriflerin okunmasına geçmeden önce, evvelen ve hâssaten Peygamber Efendimiz’in ruhu için ve onun âlinin, ashàbının ve cümle

536

etbàının ruhları için; Peygamber Efendimiz’den bize kadar güzerân eylemiş olan sâdât ve meşâyıh-ı turûk-u aliyyemizin ruhları için;

Şu okuduğumuz eserin müellifi, hocamızın hocası Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Hazretleri’nin ruhu için; talebelerinin ruhları için; hocamız Mehmed Zâhid-i Bursevî’nin ruhu için; şu hadis-i şerif kitabının içindeki bilgilerin bize kadar ulaşmasına emek sarf etmiş olan cümle âlimlerin ve râvîlerin ruhları için;

Uzaktan yakından bu hadis-i şerifleri dinlemek üzere şu soğuk günde, şu camiye cem olmuş olan siz kardeşlerimizin ahirete intikal etmiş olan cümle sevdiklerinin ve yakınlarının ruhları için; bizlerin ve sâir ihvânımızın, diğer müslümanların da Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin rızasına uygun bir ömür sürüp, huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmalarına vesile olması için; bir Fatiha üç İhlâs-ı Şerif kıraat edip dersimize öyle başlayalım! Buyurun:

...................................


a. Allah İçin Dostluğun Mükâfâtı


Dersin başında metnini okumuş olduğumuz hadis-i şerif, Ebû Hüreyre RA’dan rivayet olunmuştur. Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki:169


لَوْ أَنَّ عَبْدَيْنِ تَحَابَّا فِي اللهِ، أَحَدُهُمَا بالْمَشْرِقِ وَاْلآخَرُ بِالْمَغْرِبِ،


جَمَعَ اللهُ بَيْنَهُمَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ، يَقُولُ : هٰذَا الَّذِي كُنْتَ تُحِبُّهُ فِيَّ!




169 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VI, s.492, no:9022; İbn-i Kudâme, el- Mütehàbbîne fi’llâh, c.I, s.40, no:32; İbn-i Asâkir, Muhtasar-ı Târih-i Dimaşk, c.I, s.3637; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.IX, s.4, no:24646; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.99, no:18960.

537

(هب. كر. عن أبي هريرة


RE. 356/2 (Lev enne abdeyni) “Eğer iki kul (tehàbbâ fi’llâhi) Allah yolunda, Allah uğrunda, Allah rızası için birbirleriyle muhabbetleşmişlerse, birbirlerini sevmişlerse; birbirleriyle ahbaplık, dostluk etmişlerse; (ehadühümâ bi’l-meşrikı ve’l-âharu bi’l-mağribi) birisi şarkta, birisi garpta ise; (cemea’llàhu beynehümâ yevme’l-kıyâmeti) kıyamet gününde Allah bu ikisinin arasını toplar, (yekùlü) ve der ki, buyurur ki: (Hâze’llezî künte tuhibbuhû fiyye) ‘Benim uğrumda sevdiğin kardeşin işte bu!’ diye ona bildirir.” Bu hadis-i şerif, müslümanların birbirleriyle muhabbet ettikleri zaman, ahirette mükâfatının ne olacağına dair bir bilgi veriyor bize. Demek ki, iki müslüman Allah rızası için birbirini sevmişse, bir dostluk, ahbaplık kurmuşsa dünyada; ve birisi dünyanın bir ucuna, ötekisi öbür ucuna gitmiş, orada oturmaktaysa, –aralarının toplanması mümkün olmayan bir uzak mesafe yâni, iki zıt uzak diyar– Allah kıyamet gününde gene onları bir araya getirir. Sonra da buyurur ki:

“—İşte dünyada benim uğrumda sevdiğin kardeşin!”

Çünkü insan, sevdiğini yanında görmek ister ve sevdiklerinin yanında olmak ister. Hem sevdiğini yanında görmek ister, hem de sevdikleri kendi yanında olsun, o da sevdiklerinin yanında olsun. İki taraflı bir şey var. Şimdi bu hadis-i şerifte zımnen denilmiş oluyor ki:

“Allah-u Teàlâ Hazretleri mü’min kulların birbirini sevmesini sever de, onlara cennetini nasib eder; bir… Ondan sonra da dünyada onlar birbirlerini seviyorlardı, ahirette de birbirleriyle buluşsunlar, içlerinde bir mahzunluk olmasın, ‘Yâhu benim o sevdiğim kardeşim nerede?’ demesin diye, onları bir araya getirir, birbirleriyle buluşturur. O keder de kalmaz gönüllerinde. ‘Hani benim sevdiğim, nerede kaldı, görünmez oldu; aradım yok!’ filân gibi bir şey olmaz.” Buradan anlaşılıyor ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri ikisini de

538

birbirine kavuşturmak suretiyle o üzüntüyü de çektirmeyecek, o hasretliği, o iç burukluğunu da cennette göstermeyecek onlara.


Bu, müslümanların birbirlerini Allah için sevmeleri, dinin önemli direklerinden bir tanesidir. Çok önemli hususlardan biridir. Daha sonra bazı hadis-i şerifler de gelecek, orada da teferruatını öğreneceğiz.

“İnsan istediği kadar, çeşit çeşit ameller işlese, istediği kadar hayr u hasenât yapsa, içinde hubb-u fi’llâh, buğz-u fi’llâh duygusu yerleşememişse, bunlar ona fayda vermez.” diye hadis-i şerif var.

Başka bir hadis-i şerifte:170


أَحَبُّ اْلأَعْمَالِ إِلَى اللهَِّ: الْحُبُّ فِي اللهَِّ، وَالْبُغْضُ فِي اللهَِّ (حم. عن أبي ذر)


(Ehabbü’l-a’mâli ila’llàh: El-hubbü fi’llâh, ve’l-buğdu fi’llâh) [Amellerin Allah’a en sevgilisi, Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir.] buyruluyor.

İnsan, Allah için sevmeyi öğrenecek; Allah için buğz etmeyi de öğrenecek. Buğz nedir? Kızmak... O da negatif bir sevgidir, o da bir çeşit sevgi... Allah için seviyorsun, Allah için de kızacaksın tabii. Sevdiğinin sevmediği şeyler olursa, onlara kızmaz mı insan?

Kızmak da var, sevmek de var. Ama müslümanlar birbirlerini severler. Allah rızası için kardeş olurlar. Bu tasavvuf/tarikat dediğimiz şey de işte budur.

“—Neden insanlar böyle tasavvuf diye bir yol çıkarmışlar, bid’at değil mi acaba? Var mıydı Peygamber Efendimiz’in zamanında?” İşte hadis-i şerifin bildirdiği: Müslümanlar birbirlerini seviyor,



170 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.146, no:21341; Ebû Zerri’l-Gıfârî RA’dan.

Mecmaü’z-Zevâid, c.I, s.268, no:307; Kenzü’l-Ummâl, c.IX, s.4, no:24641; Câmiu’l-Ehàdîs, c.I, s.422, no:673.

539

kardeş oluyor; ahbap, arkadaş oluyor, muhabbetleşiyor. Onun bereketine de Allah-u Teàlâ Hazretleri onları birbirlerine kavuşturuyor.

Hatta birisi cennette olsa, ötekisinin cehennemde olsa; cennetteki şefaat edip ötekisini de kurtaracak. Cennette dereceleri farklı olsa ki, dünyadaki amellerine göre, ihlâslarına göre, imanlarına, yakînlerine göre dereceleri farklı olacak insanların... Allah aşağıdakinin derecesini yukarıdakinin derecesine getirecek, sevgisi dolayısıyla... Kişi sevdiğiyle beraber olacak ahirette.


Onun için, birbirimizi sevelim, bir… Bırakalım şu kavgayı, gürültüyü, kusur görmeyi. Dost gözüyle bakalım, o zaman hiç kusur görmezsin. Kendi evlâdında insan kusur görüyor mu, kendi kardeşinde? Ama başkasına gelince, kıyasıya tenkit ediyoruz. Bir kere dost gözüyle görüp, sevmeyi öğrenelim. Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemize böyle, sevmeyi bilen bir gönül, kalp nasib eylesin...


b. Çocuk İçin Dua


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:171




171 Buhàrî, Sahîh, c.XIX, s.492, no:5909; Müslim, Sahîh, c.VII, s.296, no:2591; Ebû Dâvud, Sünen, c.VI, s.65, no:1846; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.273, no:1012; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.286, no:2597; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.XI, s.422, no:12195; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VII, s.293, no:7534; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VII, s.149, no:13622; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.75, no:10096; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.230, no:689; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.IV, s.311, no:17437; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.VI, s.194, no:10466; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.450; Dârimî, Sünen, c.II, s.195, no:2212; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.172, no:330; Ebû Avâne, Müsned, c.III, s.82, no:4280; Hamîdî, Müsned, c.I, s.239, no:516; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.352, no:2705; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Ruyânî, Müsned, c.III, s.354, no:1177; Ebû Ümâme RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.345, no:44847; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.80, no:18907.

540

لَوْ أَنَّ أَحَدَكُمْ إِذَا أَرَادَ أَنْ يَأْتِيَ أَهْلَهُ، قَالَ: بِاسْمِ اللهِ، اللَّهُمَّ جَنِّبْنَا


الشَّيْطَانَ، وَجَنِّبِ الشَّيْطَانَ مَا رَزَقْتَنَا! فَإِنَّهُ إِنْ قُضِيَ بَيْنَهُمَا وَلَدٌ


فِي ذٰلِكَ، لَمْ يَضُرُّهُ شَيْطَانٌ أَبَدًا (حم. خ. م. د. ق. عن ابن عباس)


RE. 356/3 (Lev enne ehadeküm izâ erâde en ye’tiye ehlehû, kàle: Bi’smi’llâhi, allàhümme cennibne’ş-şeytàne, ve cennibi’ş-şeytàne mâ razaktenâ! Feinnehû in kudıye beynehümâ veledün min zâlike, lem yedurruhü’ş-şeytànü ebedâ.)

Buharî’de, Tirmizî’de, Ebû Dâvûd’da ve Ahmed ibn-i Hanbel gibi kaynaklarda olan bir hadis-i şerif. Peygamber Efendimiz evlenen insanların, bey ile hanım arasındaki muameleyi anlatıyor ve buyuruyor ki:

(Lev enne ehadekü izâ erâde en ye’tiye ehlehû) “Eğer sizden biriniz eşine varmak istediği zaman şu duayı yaparsa, eğer o beraberlikten Allah onlara bir evlat vermeyi nasib etmişse, şeytan o evlada asla zarar veremez.” Hayırlı evlat olur. Nedir o dua?

(Bi’smi’llâhi allàhümme) “Senin adınla yâ Rabbi! Ey Allah’ım senin adınla başlıyorum. (Cennibne’ş-şeytâne) Şeytanı bizden uzak eyle; (ve cennibi’ş-şeytâne mâ razaktenâ) bize ikram edeceğin evladımızdan da şeytanı uzak eyle!” diye dua ederse o evlâda şeytan asla musallat olamaz, korunur.


Demek ki, bizim şu şeytana uymalarımızın bir tedbiri var, çaresi var. Onlardan korunmanın çeşit çeşit çareleri var da, çarelerinden birisi bu...

İnsanın sabahleyin kalkarken, kalktığında, evinden çıkarken yapacağı dualar var:172



172 Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.746, no:5095; Tirmizî, Sünen, c.V, s.490, no:3426; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.104,no:822; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V,

541

بِسْــــــمِ اللهَِّ وَبِاللهَِّ، تَوَكَّلْتُ عَلَى اللهَِّ، لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهَِّ (د. ت. حب. ق. عن أنس)


(Bi’smi’llâhi ve bi’llâh, tevekkeltü ale’llàh, lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llâh!) [Allah’ın adıyla, Allah’a güvenerek ve Allah’a tevekkül ederek çıkıyorum. Güç ve kuvvet Allah’a aittir.] diye insan böyle Allah’a sığınarak evden çıkarsa, Allah onu korur diye hadis-i şerifler var.

“Abdestli gezerse şeytan musallat olamaz!” diye hadis-i şerifler var.

Bir de insan evlendiği zaman, bu evliliği esnasında böyle dua ederse; bak evlat şeytana hiç uymayacak demek. Yâni hayırlı bir evlat olacak, melek gibi. Tatlı bir çocukluk, tatlı bir delikanlılık, tatlı bir ömür... Evlâdımızın güzel, iyi bir müslüman olmasını istiyorsak bu duayı ezberleyelim:


بِاسْمِ اللهِ، اللَّهُمَّ جَنِّبْنَا الشَّيْطَانَ، وَجَنِّبِ الشَّيْطَانَ مَا رَزَقْتَنَا


(Bi’smi’llâhi, allàhümme cennibne’ş-şeytâne, ve cennibi’ş- şeytàne mâ razaktenâ) Türkçesi: “Senin adınla yâ Rabbi, şeytanı bizden uzaklaştır ve bize ikram ettiğin evladımızdan şeytanı uzaklaştır!” diye dua…


Müslümanlıkta insan her anda –Allah-u Teàlâ Hazretleri her yerde hazır ve nazır ya– Mevlâ’sıyla bağlantılıdır. Müslüman her an Allah-u Teàlâ Hazretleri’yle bir yakınlık, bir ülfet, bir beraberlik halindedir, bir ünsiyet halindedir. Huzur içindedir yâni. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzurunda olduğunun idrâki


s.251, no:10090; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.26, no:9917; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Tevekkül Ale’llàh, c.I, s.40, no:20; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.397, no:41536; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.118, no:23111.

542

içindedir. Her yaptığı şeyin Allah’tan geldiğini bilir, Allah’ın ikramı olduğunu bilir. Kaderse başına gelen hadisenin Allah’ın takdiri olduğunu bilir, her şeyini ona göre yapar.

Her yerde dualar vardır: Ayakkabısı giyerken dua vardır, yeni elbise giyerken dua vardır, evinden çıkarken dua vardır, sofraya otururken dua vardır, sofradan kalkarken dua vardır, yatarken dua vardır, kalktığı zaman dua vardır, yüznumaraya girerken dua vardır, çıkarken dua vardır, abdest alırken dua vardır; dua, dua, dua, dua… Dua ne demek? Allah-u Teàlâ Hazretleri’yle söyleşme. Bak yakınlıktan doğan bir şey, muhabbetten doğan bir şey, idrâkten doğan bir şey, şuurdan doğan bir şey; her şeyde bir dua.

“—E bu kadar dua çok olmaz mı?” Korkma, olmaz! Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin hak Rasûlü Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

“—Ayakkabınızın bağı kopsa Allah’tan isteyin!”

“—Ayakkabının bağı küçük bir şey değil mi, değer mi?” Yâhu küçük, büyük… Büyüğün Allah indinde büyüklüğü var mı? Senin istediğin şey nedir ki? Dünyaları istesen ne olur?


Cennete en son girecek insan, yâni cezasını çekip de cehennemden en son çıkıp, cennete en sonuncu girecek insan... Cennetin, cehennemin kapıları kapanacak, bitecek artık; geçiş yok. O en son giren insana Allah-u Teàlâ Hazretleri o kadar çok nimetler ihsan edecekmiş ki, o da bir bahtiyar, cennete girdi ya... O bahtiyar zat sanacakmış ki, gelmiş geçmiş insanların hiçbirisine kendisine verilen kadar nimet verilmemiştir.

Halbuki cennette en aşağı mertebede, ta aşağıda, en azı kendisine verilmiş; ama “Bana verilenden daha fazlası başkasına verilmemiştir!” diye düşünecekmiş. O kadar bolluk, nimet...

Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin hazinesi sonsuzdur. Sonra:173




173 İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXII, s.158; İbn-i Hacer, el-İsàbe, c.VI, s.511, no:8911; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.1077; Nümeyr ibn-i Evs el-Eş’arî Rh.A babasından, o da dedesinden.]

Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.63, no:3119; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XII, s.499, no:12407.

543

اَلدُّعَاءُ جُنْدٌ مِنْ أَجْنَادِ اللهِ تَعَالٰى، مُجَنَّدٌ، يَرُدُّ الْقَضَاءَ بَعْدَ أَنْ يُبْرَمَ (كر. عن نمير بن أوس مرسلاً)


(Ed-duàü cündün min ecnâdi’llâhi teàlâ, mücennedün, yeruddü’l-kadàe ba’de en yübrame) “Dua, Allah’ın gizli ordularından bir ordudur; hüküm tahakkuk etmişken hükmü geriye çevirir.” Allah’ın hükmünü, kazasını geri çevirir. İşi döndürür, değiştirir. Neden? Allah o duaya o salâhiyeti vermiş. Sen onun huzuruna el açıp istiyorsun ya, seviyor.


قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ (الفرقان٧٧)


(Kul mâ ya’beü biküm rabbî levlâ duàüküm) “Duanız olmasaydı, Allah size hiç kıymet vermezdi.” (Furkàn, 25/77) diyor. “Sizin duanız olmasa zaten neyiniz var, ne kıymetiniz var?” diyor ayet-i kerime…

“—Namaz kıldım.” Nedir, kıldığın namaz ne, neye yarar; tuttuğun oruç ne, yaptığın hayır ne? Zaten Allah vermiş, bir miktarını götürüp başkasına veriyorsun. Hepsini Allah vermiş sana, seni de Allah yaratmış, sana serveti de o vermiş, aklı da o vermiş, İslâm’ı da o vermiş; birazcık veriyorsun, bir şey yaptım sanıyorsun. Üç kuruşluk mum alsa, yandırsa; cümle kâinatı ziyâda sanır. Bazı insanlar çok büyük hayır yaptım sanır, bir mum aldı yaktı; türbenin şeyine… Artık rahatlar, “Oh!” bitti İslâm… Ne yaptın ya? Bir mum aldın, neyle aldın? Allah’ın verdiği parayla aldın, imkânla aldın.


Dua çok kıymetlidir, çok şifalıdır, çok faydalıdır ve mutlaka insana bir kazanç sağlar. Nasıl kazanç sağlar? Ya Allah-u Teàlâ Hazretleri sana bu dünyada istediğini aynen verir. Tıpkısını verir. Veyahut o işi görecek, ondan daha iyisini verir. Veyahut da istediğin şey Allah’ın takdirine aykırı, onun murad etmediği,

544

kâinatın akışına ters, istemediği bir şeyse; o zaman ahirette onun yerine sevab verir. İnsanlar ahirette amel defterleri açıldığı zaman, farkında varmadıkları, sebebini bilemedikleri bazı sevaplarla karşılaşacaklar ve soracaklar. Diyecekler ki:

“—Yâ Rabbi, defterimize, buraya bir sevab yazılmış, çok memnun olduk ama nereden yazıldığını bilmiyoruz. Ne yapmışız da olmuş bu, hiç farkında değiliz.” Denilecek ki onlara:

“—Kulum, bu senin dünyada falanca zaman yaptığın duanın mukabelesinde verilen mükâfattır. O zaman o istediğin şey olmayacak şeydi, olmayacak bir şey istedin. Sen olmayacak bir şey istedin ya benden; onun için senin memnun olacağın şu sevabı verdim.” diyecek.

İnsanlar hatta o sevapların çokluğunu görünce, “Keşke dualarımız dünyada verilmeseymiş de böyle sevab verilseymiş.” falan diye temenni de edecekler.

Hâsılı dua ettiğin zaman verilse bir hoş, ahirete mükâfatı tehir edilse bir başka hoştur. Buyurun, edebildiğinizce hakka, hayra dua edin! Bizi de duadan unutmayın…

Allah-u Teàlâ Hazretleri iki cihanın hayrını ihsan eylesin...


c. Kulun Amelleri


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:174


لَوْ أَنَّ أَحَدَكُمْ يَعْمَلُ في صَخْرَةٍ صَمَّاءَ، لَيْسَ لَهَا بَابٌ وَلاَ كَوَّةٌ، لَخَرَجَ


عَمَلُهُ لِلنَّاسِ كَائِنًا مَا كَانَ (حم. ع. حب. ك. عن أبي سعيد)




174 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.28, no:11246; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.II, s.521, no:1378; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.361, no:5093; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.25, no:5274; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.226, no:2375; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.81, no:18911.

545

RE. 356/4 (Lev enne ehadeküm ya’melu fî sahratin sammâ’, leyle lehâ bâbun ve lâ kevvetün, leharace amelühû li’nnâsî kâinen mâ kân.)

Bu da insanın yaptığı amellerle ilgili bir hadis-i şeriftir. Rasûlüllah SAS Efendimiz buyuruyor ki:

“Eğer sizden biriniz bir sert, çatır çatır, kaya, taşın içinde kapısı penceresi olmayan bir taşın içine Allah’ın kudreti tarafından girmiş olsa da, orada da bir iş işlemiş olsa; o yaptığı her ne ise yine insanlara aşikâr olur. Yaptığı iş yine insanlara aşikâr olur. “


Şimdi bu hadis-i şerifin izahında buyuruyor ki Şârih, müellif yâni; Tirmizî’den rivayet olunmuş ki Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin kullar üzerindeki perdeleri sayılmayacak kadar çoktur. İnsan perdeyi, örtüyü niye örter? Görünmesini istemediği şeyler görünmesin diye. Perdeyi öyle çekmez miyiz? Cama onun için perde yapıyoruz, evin içine perdeyi ondan yapıyoruz, banyoya perdeyi ondan yapıyoruz. Perde görünmesini istemediğimiz şeyler için.

Hah, insanın üzerindeki, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin çektiği perdeler sayılmayacak kadar çoktur. Ve kul günah işledikçe bu perdeler birer birer yırtılır. O perdeler çoktur ama birer birer o perdeleri hetkeder, parçalar, yırtar o kul günahlarıyla. Sonra o hale gelir ki hiç perdesi kalmaz, hiç yaptığı kusurun, günahın, suçun, kabahatin insanlardan gizlenmesine sebep olacak perde kalmaz. Onun üzerine Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurur ki:

“—Bunun bu günahlarını insanlardan saklayın ey meleklerim!” der. Melekler onu çepeçevre kuşatırlar ve kanatlarını gererler, kimse görmesin diye. Fakat kul gene günah işlemeye devam eder. Eğer tevbe ederse, Allah o perdeleri tekrar koyar ortaya. Ama günah işlemeye devam ederse, o zaman melekler derler ki:

“—Yâ Rabbi, bizi yendi bu adam, bastırdı, bizi mazur gör!”

Onun üzerine:

“—Çekilin onun önünden!” deyince, o zaman artık her yaptığı

546

şey insanlara mâlum olur. Eğer bir karanlık evin içinde, bir karanlık gecede, bir karanlık odasının içinde bir kabahat işlese, yine insanlar duyar.

Demek ki esas itibariyle Allah-u Teàlâ Hazretleri nedir? Settâr, günahları setredicidir. Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri fâş etmiyor bizim günahlarımızı, sırlarımızı insanlara yaymıyor; bizim kusurlarımız, kabahatlerimiz içimizde kalıyor. Dışarıdan insanlar bizi adam sanıyor; ne kusurlar işliyoruz, affediyor, setrediyor örtüyor da; herkes “Ah maşâallah, ne mübarek, ne nurlu!” falan diyor; ama ne kusurlar işliyoruz. Çok perdeleri var, o da bir nimet.

Şâirin dediği gibi:


Adın senin gaffâr iken, ayb örtücü settâr iken,

Kime varam sen var iken, cürmüm ile geldim sana! 175


175 Şeyh Ahmed Kuddûsî’ye (1769-1849) ait şiirin tamamı şöyle:


Ey rahmeti bol padişah, cürmüm ile geldim sana!

Ben eyledim hadsiz günah, cürmüm ile geldim sana!


Hadden tecavüz eyledim, deryâ-yı zenbi boyladım

Ma’lûm sana ben neyledim, cürmüm ile geldim sana!


Senden utanmadım hemân, ettim hatâ gizli ayân

Vurma yüzüme el-amân, cürmüm ile geldim sana!


Aslım çü bir katre menî, halk eyledin andan beni

Aslım denî, fer’im denî, cürmüm ile geldim sana!


Gerçi kesel fısk u fücur, ayb u zelel çok hem kusur;

Lâkin senin adın Gafûr, cürmüm ile geldim sana!


Zenbim ile doldu cihan, sana ayân zâhir nihân;

Ey lütfu bî-had Müsteàn, cürmüm ile geldim sana!


Adın senin Gaffâr iken, ayb örtücü Settâr iken

Kime gidem sen var iken, cürmüm ile geldim sana!


Hiç sana kulluk etmedim, râh-ı rızâna gitmedim;

Hem buyruğunu tutmadım, cürmüm ile geldim sana!

547

Ne yapalım işte, düşe kalka gene yürüyen, günahkâr, câhil, zâlim, hatası çok kullarız. Allah bizleri edep sahibi etsin… Güzel kulluk etmekte, ona güzel şükretmekte, ibadet etmekte, onu zikretmekte bize yardımcı olsun...

Çok hatalıyız, o hataları Allah rahmetinden, lütfundan örtüyor. Bir bu dünyada örtüyor, bir de ahirette örtmesi var. Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi mahşer halkına da rezil etmesin. Çünkü insanların huzuruna çıkacak insanlar. Orada bir mahkeme olacak. O mahkemede suçlar birer birer ortaya dökülünce, “Tuh seni yüzüne!” diyecekler, “Biz de seni adam sanırdık dünyada vay! Bunu da mı yaptın demek ki?” diyecekler.

Eh örterse, orada da örter. Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi kusur etmeyen, edepli, zarif, arif kullar eylesin! Kusurlarımızı affeylesin, setreylesin, örtsün.

Bir kul böyle tevbe ederse Allah affeder, örter, günahlarını bağışlar, kapatır; kimse görmez. Amma ısrarla günaha devam ettikçe perdeler bir bir kalkar da artık ne kadar gizlese aşikâr olur, belli olur.


İşte bu hadis-i şerifin mânâsına tekrar dönersek, o zaman bu izahtan sonra, bu şerhteki izahtan sonra iyice anlaşılacak; diyor ki:

“—Sizden biriniz eğer bir sert kayanın içinde, penceresi, kapısı olmayan bir kayanın içine girmiş olsa; çatır çatır kayanın içinde, hiçbir şeyi yok, çekirdek gibi yâni; orada bir şey işlese ameli neyse o insanlara gene malum olur!” diyor.

Duyurursa Allah duyurur, örterse Allah örter. Allah-u Teàlâ Hazretleri bizim günahlarımızı afv u setr eylesin…



Bin kerre bin ey padişah, etsem dahi böyle günah;

Lâ taknetù yeter penah, cürmüm ile geldim sana!


İsyanda Kuddûsî şedîd, kullukta bir battal pelid;

Der kesmeyip senden ümîd, cürmüm ile geldim sana!

548

d. Orucun Mükâfatı


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:176


لَوْ أَنَّ رَجُلاً صَامَ ِللهِ يَوْمًا تَطَوُّعًا، ثُمَّ أُعْطِيَ مِلْءَ اْلأَرْضِ ذَهَبًا،


لَمْ يُسْتَوْفَ ثَوَابَهُ دُونَ يَوْمِ الْحِسَابِ (ابن النجار عن أبي هريرة)


RE. 356/5 (Lev enne racülen sàme li’llâhi yevmen tetavvuan, sümme u’tiye mil’e’l-ardı zeheben, lem yüstevfe sevâbehû dûne yevmi’l-hisâb.) Bu hadis-i şerif de Ebû Hüreyre RA’dan rivayet olunmuştur; oruçla ilgili… Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

(Lev enne racülen sàme li’llâhi yevmen tetavvuan) “Eğer bir adam Allah rızası için, tatavvu’ olarak bir gün oruç tutsa; (sümme u’tiye mil’e’l-ardı zeheben) sonra o adama arz dolusu, yâni yer dolusu, yeryüzü dolusu altın verilse; (lem yüstevfe sevâbehû dûne yevmi’l-hisâb) hesap gününde bu onun tuttuğu orucun sevabını karşılamaz.” Çünkü orucun sevabını Allah bi-gayr-i hisâb verecek, hesaba gelmez şekilde verecek. Dünyalar dolusu altından kıymetlidir, insanın tatavvuan tuttuğu bir günlük oruç...

Tatavvuan ne demek? Ramazan orucu farzdır, mecburuz onu tutmaya. Yapmazsak Allah:

“—Ey kulum, ben buyurdum niye tutmadın, gel bakalım bunun hesabını ver!” der insana. “Ben sana Ramazan’da oruç tut!” demedim mi Kur’an-ı Kerim’de?” der.




176 Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.V, s.131, no:4869; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.512, no:6130; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.365, no:5109; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VIII, s.558, no:24157; Mecmaü’z-Zevâid, c.III, s.423, no:5092; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.93, no:18946.

549

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمْ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ


مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ (البقرة:٣٨١)


(Yâ eyyühe’llezîne âmenû kütibe aleykümü’s-sıyâmü kemâ kütibe ale’llezîne min kabliküm lealleküm tettekùn.) “Ey iman edenler! Sizden önceki ümmetlere, farz kılındığı gibi size de oruç farz kılındı.” (Bakara, 2/183) buyurmadım mı? Gel, ver hesabını!” der. Onun hesabı da şiddetlidir.


إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ (هود٢٠١)


(İnne ahzehû elîmün şedîd.) “Onun yakalaması elem vericidir ve çok şiddetlidir.” (Hûd,11 /102) Yakaladı mı fena olur insan.

Ama bunun dışında bir de mecburi olmayan oruçlar vardır ki, kul onu Allah’ın rızasını kazanmak için, bir fedakârlık olarak, nefsini dizginlemek, terbiye etmek için, Peygamber Efendimiz buyurmuş diye, bu zamanlarda tutar. O çeşit oruçlara tatavvu’ derler yâni; “Bir sevab kazanayım.” diye tutulan oruç; mecbur olmadığı zaman.


Böyle oruçlardan bir tanesi pazartesi-perşembe oruçlarıdır. Peygamber Efendimiz pazartesi-perşembe günleri oruç tutardı ve bize tavsiye ederdi.

Bu oruçların bir kısmı kamerî ayların on üç, on dört, on beşinde yâni mehtaplı gecelerin gündüzünde tutulan eyyâm-u bıyd

oruçlarıdır. Ak Günlerin oruçlarıdır. Daha başka böyle sünnet olan oruçlar vardır.

Veyahut da kişi böyle bir zamanda “Hadi bugün Allah rızası için oruç tutuvereyim!” diye oruç tutar. İşte bu çeşit oruçlar, Allah rızası için farz olmadan tutulmuş oruçlara tatavvu’ derler. Böyle bir orucun sevabı, şu dünya dolusu altından fazladır, ölçülmez. O kadar kıymetlidir. Geçen hafta da bir el-hamdü lillâh’ın fazileti geçmişti hadis-i şerifte; bizim dinimiz böyledir işte. Nasıl sevab

550

kazanıp cennete gidiyoruz? Allah bol bol mükâfat veriyor. Bir el- hamdü lillâh diyoruz, lütfediyor; bir oruç tutuyoruz, cömertlerin cömerdi olarak veriyor. Verdiği zaman üç-beş diye vermiyor, bi- gayr-i hisâb, çok bol verdiğinden, böyle çok ecirler kazanıyor insan.


Orucun kıymeti çok fazladır. Orucun bir ahlâki, nefsi terbiye edici, terbiyevî tarafı vardır. Oruç insana kendi kendisini tutmayı öğretir, kendine hâkim olmasını öğreten, hikmeti o olan; kendisini korumaya, takvaya, sabra alıştıran bir egzersizdir. Nasıl insan sabah akşam jimnastik yapıyor, ağır yük kaldırıyor, indiriyor, koşuyor, bir şeyler yapıyor, alıştırıyor bedenini. Oruç da insanın kendisini istediği şeyleri, istediği zaman, iradesiyle yapmamak şeyine alıştıran çok kıymetli bir ibadet, çok güzel bir ibadettir. Eşi emsâli yoktur.

Eski ümmetlere de Allah’ın emri oruç tutmaktır. Eski ümmetlerde de oruç vardı ama hristiyanlar orucu perhize döndürmüşler. Kırk gün oruç tutun buyurmuş Allah-u Teàlâ Hazretleri, “Yok, biz elliye çıkartalım da perhiz haline getirelim!” demişler. Bilmem hamursuzlar, bilmem neler; bir şeyleri var, pek iyi bilmiyorum. Perhizle idare ediyorlar, olmaz… Orucun sevabı çoktur.


El-hamdü lillâh, oruç çok şey kazandırır insana. Genç delikanlılara Peygamber Efendimiz orucu tavsiye etmiştir. “Oruç tutun, kendinize hâkim olursunuz, şeytana uymazsınız, nefse uymazsınız.” diye. Sonra insanın sıhhat kazanmasına ne güzel faydası olur orucun. Tabii Allah rızası için tutulur oruç da sıhhat de kazandırır insana. Fazla yağlar erir, fazla kilolar gider, mide dinlenir, “Oh! Her gün çalış çalış çalış, haftada bir gün tatil yok mu hani?” hatta şimdi haftada iki gün tatil var. Cumartesi-pazar tatil oluyor, o halde pazartesi-perşembe de oruç lâzım; mide tatili. Yâni midenin istirahatının faydası var. Bunu tavsiye ederiz bak hesaba gelmez şekilde sevabı var, dünyalar dolusu altına bedel, altından fazla.

551

e. Allah’ın Merhameti


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:177


لَوْ أَنَّ الْعِبَادَ لَمْ يُذْنِبُوا، لَخَلْقَ اللهُ خَلْقًا يُذْنِبُونَ، ثُمَّ يَسْتَغْفِرُونَ،


ثُمَّ يَغْفِرُ لَهُمْ، وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ (ك. عن ابن عمرو)


RE. 356/6 (Lev enne’l-ibâde lem yüznibû, le haleka’llàhu halkan, yüznibûne sümme yağfiru lehüm, ve hüve’l-gafûru’r- rahîm.) Bak şu hadis-i şerife… Şimdi nasıl heveslendirecek, bizi sevindirecek, ferahlatacak. Sırtımızdan bir yük kaldıracak. Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki; anamız, babamız, canımız fedâ olasıca Rasûlüllah Efendimiz buyuruyor ki:

(Lev enne’l-ibâde lem yüznibû) “Eğer kullar hiç günah işlemeselerdi… Mâsum, günahsız, hatasız, melek gibi böyle pırıl pırıl olsalardı, hiç günah işlemeselerdi; (lehaleka’llàhu halkan yüznibûne) Allah gene günah işleyen kullar yaratırdı.” Allah Allah, neden yaratırmış? (Sümme yağfiru lehüm) “Sonra da onları affederdi; (ve hüve’l-gafûru’r-rahîm) çünkü o çok mağfiret edicidir, çok merhametlidir, çok rahmet sahibidir.”

Mağfiretinin yeri nereye gidecek? Mağfireti de bir muhatap bulacak, bir tatbik yeri olacak; onun için bu hadis-i şeriften çıkan ders nedir? Günah işlemişseniz öyle kendi kendinizi perişan edip, “Öldüm, bittim, mahvoldum. Artık bir daha benim iki yakam bir araya gelmez; dünyam, ahiretim yıkıldı…” filan gibi bir duyguya



177 Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.274, no:7623; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.II, s.123, no:1454; İbnü’l-Ca’d, Müsned, c.I, s.28, no:80; Bezzâr, Müsned, c.I, s.378, no:2449; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.360, no:5086; Ebû Ya’lâ, Mu’cem, c.I, s.95, no:91; Taberânî, Dua, c.I, s.508, no:1799; Abdullah ibn-i Amr RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.216, no:10225; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.84, no:18921.

552

kapılmayın, ümitsizliğe düşmeyin!

Hem ümitsizlik İslâm’da yasaktır, hem de günahtır, hem de haramdır. Hem de ileride bir hadis-i şerif gelecek, orada nasıl tenkit ediyor ümitsizliğe düşenleri...

Ayet-i kerîmede de Allah-u Teàlâ Hazretleri:


قُلْ يَاعِبَادِيَ الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلٰى أَنْفُسِهِمْ، لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللهَِّ،


إِنَّ اللهََّ يَغْفِرُ الذُّنــُوبَ جَمِيعًا، إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ (الزمر: ٣٥)


(Kul yâ ibâdiye’llezîne esrafû alâ enfüsehüm) “Nefsine zulmetmiş, günah işlemiş, günaha bulaşmış kullara söyle ey Rasûlüm: (Lâ taknetù min rahmeti’llàh) ‘Ey günahkârlar, Allah’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyin! (İnna’llàhe yağfiru’z-zünûbe cemîà) Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. (İnnehû hüve’l- gafûru’r-rahîm) Şüphesiz ki o çok bağışlayan, çok esirgeyendir.’” (Zümer, 39/53) diye bildiriyor Peygamber Efendimiz’e. Öyle şey olur mu, Allah’ın rahmetinden ümit kesilir mi? Allah Gafûr ve Rahîm’dir. Hem mağfireti çok, hem rahmeti çok... Hiç ümit kesilir mi, ümit kesmek yok!

“—E, günahım çok!” Dağlardan, dünyalardan, semalardan çok olsa günahın; Allah’ın rahmetinden de büyük mü? Mukayese mi edeceksin, ölçüp biçecek misin, ölçebilir misin onunla? Allah’ın rahmetinden, mağfiretinden de çok mu senin günahın? Olamaz… Allah onun için afv u mağfiret eder.

Pişmanlık duy, gözyaşı dök, Allah’a yönel, tevbe ve istiğfar et; gönlün rahat etsin, hiç merak etme.


(İnna’llàhe yağfiru’z-zünûbe cemîa) “Günahların hepsini affeder Allah…”

Hem günahların affı için Allah-u Teàlâ Hazretleri vesileler ihsan eylemiş. Şu abdestler günahların affına vesiledir, şu namazlar günahların affına vesiledir, şu cumalar günahların

553

affına vesiledir, şu haclar, umreler günahların affına vesiledir. Daha geçen gün okuduk: “Bir insan hacca niyet edip de yola çıktığı zaman; üç günlük yol gitti mi, anasından doğduğu günkü gibi günahlardan sıyrılır çıkar.”

Aman hacca gitmemiş kimseler varsa hazır olun. Vazifenizi yapın; üç günlük yola gitti mi otobüs, İstanbul’dan çıktı, hadi Ankara, hadi Ashab-ı Kehf, hadi Adana… Tamam; anasından doğduğu gün gibi pırıl pırıl... Hiç günahı kalmaz, öyle va’d etmiş, öyle bildiriyor Peygamber SAS Hazretleri.


Demek ki günahtan ümitsizliğe düşmek yok İslâm’da. Birisi de şimdi kalkar da:

“—Hocam madem Allah bu kadar affediciymiş; o halde ben de yarın, tamam… Günah yapmaya gidiyorum, Allah’a ısmarladık!” derse? Olmaz… Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin ahkâmı öyle oyuna gelmez. Yâni kahrı da çok perişandır. Azabı da çok elimdir. Hiç oyuna gelmez. Allah-u Teàlâ Hazretleri boynu bükük kulu sever, mahzun kulu sever, edebli kulu sever, haddi bilen kulu sever, mütevâzı kulunu sever; öyle şarlatanı sevmez. Hokkabazlık mı İslâm? O zaman çok büyük felâkete uğrar insan. Bir edepsizlikten dünya ve ahiretin hayırlarını kaybeden çok insan vardır, bir edepsizlikten, terbiyesizlik, küstahlıktan…

Şeytan niye bu kadar mel’un oldu, bu hale düştü? Hz. Âdem’e secde etmedi, kendisini tevazua alıştıramadı. Bak, bir kibirden:


أَنَا خَيْرٌ مِنْهُ خَلَقْتَنِي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ طِينٍ (الأعراف٢١)


(Ene hayrun minhu halaktenî mi’n-nârin ve halaktehû min tîn.) “Ben ondan daha hayırlıyım yâ Rabbi, çünkü beni ateşten yarattın, onu topraktan yarattın!” (A’raf 7/12) dedi. Sen misin kibreden, bak ahirete kadar ve ahirette de ebediyyen azap…

Onun için, edep çok önemlidir. Edep ve terbiye çok önemlidir; edepsizlik de insanın başına çok felâketler getirir. Yâni hadisleri

554

tersten anlamayalım, doğru düzgün mânâsıyla anlamalı insan.


e. Kur’an-ı Kerim’in Tesiri


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:178


لَوْ أَنَّ رَجُلاً مُوقِنًا قَرَأَهَا عَلَى جَبَلٍ، لَزَالَ . يَعْنِي: أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا


خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا، وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لاَ تُرْجَعُونَ (حل. عن ابن مسعود) إِلٰى آخِرِ السُّورَةِ


RE. 356/7 (Lev enne racülen mûkınen kareahâ alâ cebelin, lezâle.) Allah-u Ekber! (Ya’ni: Efehasibtüm ennemâ halaknâküm abesen, ve enneküm ileynâ lâ turceùn.)

Bu da bizi titreten bir hadis-i şerif. Geçen hafta da demiştim ki, hadis-i şerifler bir müjdeli geliyor, bir de arkasından ikazlı geliyor. Bak bu sefer de bir müjde geldi, bir de arkasından Allah-u Teàlâ Hazretleri, dengeli dengeli, kullar doğru yolda yürüsünler, bir tarafa meyledip de yıkılmasınlar diye nasibimiz bu hadis-i şerif bu sefer. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:

(Enne racülen mûkınen kareahâ) “Eğer yakîn sahibi bir adam Allah’a imanı tam olan, kalbi imanla dopdolu olan, yakîn sahibi bir insan okusa onu…” Nerede? (Alâ cebelin) “Bir dağın üzerinde okusa, (lezâle) o dağ yok olurdu, erir giderdi.”


Neymiş bu okuduğu zaman dağın yok olacağı şey? (Ya’ni: Efehasibtüm ennemâ halaknâküm abesen, ve enneküm ileynâ lâ



178 Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VIII, s.458, no:5045; Taberânî, Dua, c.I, s.331, no:1081; Beyhakî, Deavâtü’l-Kebîr, c.II, s.311, no:526; İbn-i Sinnî, Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle, c.III, s.214, no:630; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XII, s.312, no:6754; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XIV, s.40; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.7; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.589, no:2682; Mecmaü’z-Zevâid, c.V, s.198, no:8469; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.95, no:18950.

555

türceùn) Şu ayet-i kerime, şimdi izahını yapacağım. “Şu ayet-i kerimeyi eğer kalbi iman ile dolu insan, bir dağın üzerinde okusa; o dağ muhakkak zâil olurdu, yok olurdu; dayanamazdı bu ayet-i kerimenin tehditine, şiddetine, ağırlığına dayanamazdı; dağ yerinden yok olurdu.”

Olmuş mu böyle şey? Mûsâ AS tur dağına çıktığı zaman Allah- u Teàlâ Hazretleri ne yaptı dağı:


فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسَى صَعِقًا (الأعراف:٣)


(Felemmâ tecellâ rabbuhû li’l-cebeli cealehû dekken ve harra mûsâ saikà.) “Rabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça etti. Dağ parça parça oldu. Musa da baygın düştü.” (A’raf, 7/143)

Biz insanlar çok katı kalpliyiz, biz çok gàfiliz. Yoksa Allah’ın kuşları, atları, böcekleri, çiçekleri, Allah’ın azabı geleceği zaman tir tir titrerler. Biz kaba-saba mahlûklar, hiç haberimiz yok; dolaşır dururuz, Allah’a isyan eder eder, Allah’ın ahkâmına karşı gelir gelir, yürür gideriz. Bizden daha kaba-saba mahlûk olmaz. Ahsen-i takvîm üzere yaratılmış, fakat esfel-i sâfilîne indirilmiş bazısı.

Neymiş bu böyle dağları yerinden oynatan, yok eden ayet-i kerime? Mânâsını okuyalım:


أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لاَ تُرْجَعُونَ

(المؤمنون:٥١١)


(Efehasibtum) “Ey insanoğulları, siz sandınız mı ki (ennemâ halaknâkum abesen) biz sizleri abes yere yarattık, boşu boşuna yarattık, hiç bir gaye olmadan yarattık? Abes, boş, mânâsız, anlamsız, sebepsiz, gâyesiz yarattık? (Ve enneküm ileynâ lâ turceùn) Siz bize sonunda dönüp gelmeyeceksiniz mi

556

sanıyorsunuz? Boşuna yaratıldınız da hiç Allah’a gitmeyecek mi sanıyorsunuz kendinizi? Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna çıkmayacağınızı mı sanıyorsunuz?” (Mü’minûn, 23/115)

İşte bu ayet-i kerime, bizim kuzu kuzu dinlediğimiz ayet-i kerime, inançlı bir insan tarafından bir dağın üzerinde okunsaydı, o dağ zâil olurdu, yok olurdu diyor Peygamber Efendimiz. Ne demek bu? Şu demek ki:

“—Biz sizi boş yere yaratmadık, bu hayatın, bu ölümün bir gâyesi var. Bu yaşayıştan bir maksat var. Bizim sizi bu dünyaya göndermemiz bir sebebe dayanıyor. Biz sizden bir şeyler istiyoruz, bir şeyler bekliyoruz, vazifeniz var. Bize döneceksiniz, huzurumuza geleceksiniz.” İster kös kös, ister seve seve… İster çırpına çırpına, ister sürüklene sürüklene, ister koşa koşa, seve seve... Nasıl olsa, ne suretle olursa olsun… Hâh me hâh derler eskiler, yâni ister istemez gideceksin.

Ne yapıyor insanoğlu, çırpınıyor çırpınıyor da… Evler yapıyor, köşkler yapıyor, doktorlara gidiyor; İsviçreler, ilaçlar, ameliyatlar… Ne oluyor, çırpın çırpın; sonunda yine dönüp gidiyoruz ona. Sonunda hepimiz ona gideceğiz, hepimiz Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne döneceğiz, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna çıkacağız, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzurunda hesap vereceğiz. Her yaptığımızdan, her şeyi bilen Allah’ın huzurunda hesap vereceğiz.

İlâ âhiri’s-sûre demiş, surenin sonuna kadar bu ayet-i kerimeler okunsa dağ zâil olurdu diye… Onları da okuyuverelim:


أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لاَ تُرْجَعُونَ (المؤمنون:٥١١)


(Efehasibtum ennemâ halaknâkum abesen ve enneküm ileynâ lâ turceùn) “Ey insanoğulları bizim sizi boş yere, abes olarak yarattığımızı ve bize dönmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 23/115)

557

فَتَعَالَى اللهَُّ الْمَلِكُ الْحَقُّ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْكَرِيمِ (المؤمنون:٦١١)


(Feteàla’llàhu’l-meliku’l-hakk) “Allah-u Teàlâ Hazretleri meliktir, hakiki hâkimdir, hükümdardır, haktır ve çok yücedir, sizin zanlarınızdan, tahminlerinizden, idrâkinizden çok yüksektir Allah-u Teàlâ Hazretleri. Sizin aklınız almıyor, işin farkında değilsiniz; ama Allah-u Teàlâ Hazretleri çok yücedir. (Lâ ilâhe illâ hû) Ondan başka ilah yoktur, sadece o vardır. (Rabbü’l-arşi’l- kerîm) Arş-ı âlâ’nın sâhibidir. Şu semaları, yerleri kuşatan; kürsinin yanında bir zerre gibi, bir küçücük tane gibi kaldığı arşın sahibidir. Allah-u Teàlâ Hazretleri öyle azamet sahibidir ve kerem sahibidir.” (Mü’minûn, 23/116)


وَمَنْ يَدْعُ مَعَ اللهَِّ إِلَهًا آخَرَ لاَ بُرْهَانَ لَهُ بِهِ فَإِنَّمَا حِسَابُهُ عِنْدَ رَبِّهِ


إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الْكَافِرُونَ (المؤمنون:٧١١)


(Ve men yed’u maa’llàhi ilâhen âhara) “Her kim Allah ile birlikte başka bir ilâha, başka bir tanrıya taparsa, (lâ burhâne lehû bihî) onların o hususta hiç bir delilleri de yoktur.

“—Niye öküze taptın ey Mısırlı! Söyle bakalım, öküze tapılır mı?”

Hiç bir delil yok, niye tapsın. Zavallı, kocabaş bir hayvan… Öküze tapılır mı?

“—Niye şu Zeus’a taptın, Venüs’e taptın; niye şu yıldıza taptın, niye aya, güneşe taptın?” Hiç bir delilleri yoktur. “Kim böyle yaparsa, (fe innemâ hisâbuhû inde rabbihî) o kimsenin hesabı ancak Rabbinin nezdindedir. (İnnehû lâ yüflihu’l-kâfirûn) Şurası muhakkak ki kâfirler hiç iflah olmayacaklar.” (Mü’minûn, 23/117)

558

وَقُلْ رَبِّ اغْفِرْ وَارْحَمْ وَأَنْتَ خَيْرُ الرَّاحِمِينَ (المؤمنون٨١١)


(Ve kul) “Binâen aleyh, ey benim Rasûlüm de ki; sen de ve sana uyan müslümanlar da desinler ki: (Rabbi’ğfir) Ey mevlâm, beni mağfiret eyle, (ve’rham) bana merhamet eyle, rahmet eyle! (Ve ente hayru’r-râhimîn) Sen rahmet edicilerin, merhametlilerin en merhametlisisin!” (Mü’minûn, 23/118)

“Aman yâ Rabbi, madem iş bu kadar dehşetliymiş, sen bana merhamet eyle!” demek yâni.


İşte bu ayet-i kerimeler… Biz bunları böyle okuruz. Hatim indirip de sevabını bağışlıyoruz ya, böyle ayetler geçer gider bizim gözümüzün önünden de, bizim haberimiz yok! Biz böyle müslümanlarız işte, Yirminci Yüzyıl’ın müslümanları… Ne Arapça biliriz, ne Rabca biliriz, ne Kur’anca biliriz, ne meal okuruz, ne tefsir okuruz, ne hadis okuruz… Bunlar bizim gözümüzün önünden geçer gider, geçer gider; “Hatmettik, Kur’an-ı Kerîm’i bitirdik.” diye seviniriz.

Güzeldir hakîkaten, bir hatim eder insan, ecir kazanır. Seviyor Kur’an-ı Kerîm’i ama bak mânâları bu! Bu mânâyı bilecek insan, gönlüne yerleştirecek, öyle müslüman olacak.

Öyle müslüman olsa bu dışarıdakiler böyle hareket mi eder? Şu etrafındaki insanlara bak, şu gafillere, şu cahillere bak etrafındaki. Düşün, al gazeteyi eline baş haberinden son haberine kadar bir incele bakalım. Hep cahillik, serâpâ…


اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً (الأحزاب٢٧)


(İnnehû kâne zalûmen cehûlâ) [Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.](Ahzâb, 33/72)

“—Ama hocam, İngiltere’de tahsil yapmış, Amerika’da okumuş, profesör olmuş, ağa olmuş, paşa olmuş…” Mühim olan bu gerçekleri bilmek. Bu gerçeklerin karşısında, altında dağlar dayanamıyor, dağlar, o kaya taşlar, ulu ulu dağlar

559

dayanamıyor; mahvolur, erir gider, kaybolurdu diyor. İşte bize böyle hitaplar, gözümüzün önünde söyleniyor da söylenmemiş gibi geçip gidiyoruz biz. Öyle müslümanlarız… Bir de kendimizi müslüman sanıyoruz, ehl-i Kur’an sanıyoruz, Kur’an okuduk diyoruz. Gerçek müslümanlık ayet-i kerimelerin mânâsını bilmekle olacak. Gerçek müslümanlık ayet-i kerimelerin mânâsını hayatımıza intibak ettirmekle, tatbik etmekle olacak. Biz bu ayet-i kerimeyi şuurumuz pırıl pırıl, ışıl ışıl zihnimize yerleştireceğiz, bu ayetlerin idraki içinde adımımızı atacağız. Sözümüzü verirken öyle vereceğiz, alış-verişimizi öyle yapacağız. Şahitliğimizi öyle yapacağız. Hâkimliğimizi öyle yapacağız.


Geçen gün bir arkadaş anlatıyor: Bir grup halinde hâkimin önüne çıktık diyor. Tam karar safhası, hâkim bir işaret yapıyor bize diyor. Yâni ne demekse, o işaret anlayanlar affolacak, bir çaresi bulunacak.

Olmaz… Bu ayet-i kerimenin idraki içinde hükmedeceksin. Bir gün Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna çıkacaksın. Boş yere yaratılmadın. Abes yere mi yaratıldın sanıyorsun sen kendini? Bu dünya, tamam; ondan sonra iş bitti… Öyle değil o idrak altında yaşayacağız, yürüyeceğiz, alacağız, vereceğiz, hayır yapacağız, namaz kılacağız; o idrak ile. Bu ayet-i kerimeyi okurken eriye eriye namazı kılacağız. O zaman gerçek müslüman oluruz.

Bizim bu halimizi ashab-ı kirâm, evliyâullah görseler; bizi sopayla kovalarlar… “Heyt! Ne biçim müslümansınız siz!” diye sopayla kışalarlar bizi.


f. Korunmak İçin Dua


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:179


لَوْ أَنَّ أَحَدَكُمْ إِذَا أَرَادَ سَفَرًا، أَوْ نَزَلَ مَنْزِلاً، فَوَضَعَ مَتَاعَهُ خَطَّ



179 Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.718, no:17553; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.80, no:18908.

560

حَوْلَهُ خَطًّا، ثُمَّ قَالَ : اَللهُ رَبِّي، لاَ شَرِيكَ لَهُ ؛ حُفِظَ مَتَاعُهُ (أبو الشيخ عن عثمان)


RE. 356/8 (Lev enne ehadeküm izâ erâde seferen, ev nezele menzilen, fevadaa metâahû, hatta havlehû hattan, sümme kàle: Allàhu rabbî, lâ şerîke lehû; hufıza metâuhû.)

Bak ne kadar kolay bir dua, Peygamber Efendimiz öğretiyor. Buyuruyor ki:

(Lev enne ehadeküm izâ erâde seferen) “Sizden biriniz eğer yolculuk istediği zaman, (ev nezele menzilen) veyahut konaklamak için bir konağa indiği zaman veyahut bir eve, bir otele indiği zaman, (fevadaa metâahû) ve eşyasını konakladığı yere koyduğu zaman, (hatta havlehû hattan) etrafına bir çizgi çekse, (sümme kàle) ondan sonra da dese ki: (Allàhu rabbî) ‘Allah benim rabbimdir, (lâ şerîke lehû) onun şeriki nazîri yoktur.’ Dese; (hufıza metâuhû) malı mahfuz kalır, kimse çalamaz.”


Rahmetli anacığım anlatırdı: Birisi Âyete’l-Kürsî okumuş, sandığa koymuş kesesini. Ondan sonra hırsız girmiş eve. Sandığı açmış, keseyi görmüş, “Oh, para dolu!” diye sevinmiş hırsız.

Keseyi almış. Geri dönmüş dışarı çıkacak, kapıyı bulamıyor. Dönmüş dolaşmış, dönmüş dolaşmış, dönmüş dolaşmış; odanın kapısı yok… “Allah Allah!” Telaşa düşmüş, keseyi bırakmış, kapatmış sandığı… Ondan sonra dönmüş bakmış, kapı var. Çıkacak dışarıya, “Haa, kapıyı buldum!” demiş. Tekrar dönmüş, tekrar almış keseyi; bakmış gene kapı yok… Anlamış bir başka iş var bu işte, bırakmış keseyi oraya. Tevbe etmiş sonra…

Allah her şeye kadir... Gösteren de Allah, göstermeyen de Allah! Uyutur, kalır. Hani ona belki aklın ermez, “Nasıl kapıyı bulamıyor?” falan… Uyur, kalır orada. Derman vermez, felç gelir. Her şeye kadir Allah-u Teàlâ Hazretleri… Yâni, uzak bir ihtimal gibi gelmesin sana...

561

g. Üç Kötü Haslet


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki180


لَوْ أَنَّ عَبْدًا مِنْ عِبَادِ اللهِ، قَدِمَ عَلَى اللهِ، بِعَمَلِ أَهْلَ السَّمَاوَاتِ وَ


اْلأَرَضِينَ، مِنْ أَنْوَاعِ الْبِرِّ وَالـتَّـقْوٰى، لَمْ يَزِنْ ذٰلِكَ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ عِنْدَ


اللهِ مَعَ ثَلاَثَ خِصَالٍ: مَعَ الْعُجْبِ، وَأَذَى الْمُؤْمِنِينَ، وَاْلقُنُوطَ مِنْ


رَحْمَةِ اللهِ عَز َّوجلَّ (الديلمي عن أبي الدرداء، وفيه عمرو بن


بكر السكسكي واه)


RE. 356/9 (Lev enne abden min ibâdi’llâhi, kadime ale’llàhi bi- ameli ehle’s-semâvâti ve’l-aradîne min envâi’l-birri ve’t-takvâ, lem yezin miskàle zerretin mea selâsi hısâlin mea’l-ucubi, ve eze’l- mü’minîne, ve’l-kunûti min rahmeti’llâhi azze ve celle.)

İşte bu hadis-i şerifti, demin söylemek istediğim hadis-i şeriflerden birisi. Ebû’d-Derdâ RA’den rivayet edilmiş. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

(Lev enne abden min ibâdi’llâhi) “Eğer Allah’ın kullarından bir kul, (kadime ale’llâhi) Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna gelse, (bi-ameli ehle’s-semâvâti ve’l-aradîne) yer ve gök ehlinin amellerinin sevabı kadar çok sevapla gelse...” Yâni namaz kılmış, oruç tutmuş, sadaka vermiş filan gibi çok sevab işlemiş. Ne kadar? Bütün dünyadaki insanlar ve bütün gökteki melekler kadar çok hayr u hasenât işlemiş; bu kadar büyük sevapla geldi hesap yerine, mahkeme-i kübrâya (min envâi’l-birri ve’t-takvâ) “Çeşitli iyilikler ve takvalar, günahlardan



180 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.364, no:5102; Ebü’d-Derdâ RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.61, no:43941; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.98, no:18958.

562

sakınmalarla ilgili kazanılmış bunca sevab ile geldi; (lem yezin miskàle zerretin) bir zerre kadar değmez, tutmaz, kıymeti yok bu yaptığı işlerin; (mea selâsi hısâlin) şu üç vasıf üzerinde varsa… Şu üç vasıf onun üzerinde varken göklerin ve yerin ehlinin amelleriyle hesap yerine bir kul gelse; bir miskal ağırlığınca bir ağırlık tutmaz, bir kıymet ifade etmez.”


Demek ki, çok kötü üç tane huy var. Onlarla yapılan ameller fayda etmiyor. Neymiş, onları okuyalım: Bir; (mea’l-ucubi) birisi, “Kendini beğenmişlikle…” Ucüb demek, acibe hayrân olmak demek. İnsan kendisine hayran...

“—Yâhu ben neyim…” Vardır ya öyle aynaya geçer, bakar, kurulur falan… Giydiği elbiseden, mevkiinden, makamından, rütbesinden, şânından dolayı falan… Böyle tepeden bakar herkese… Ücub; insanın kendi kendisini beğenmesi, hayran kalması.

“—Yâhu ben ne iyi adamım be! Ne kadar yüksek insanım, ne kadar kıymetliyim. Dünyada acaba benim eşim var mı?

“—Yok! Asla! Olur mu? Bir tanesin sen, tek, bir tane, hiç eşin yok!”


Öyle demiş birisi arkadaşına, gitmişler de:

“—Türkiye’de kaç tane benim gibi adam var?” demiş.

Yâhu sen şu Türkiye’deki insanları yabana atma! Biz senelerce önce Ankara’ya gidiyorduk, Hocamız rahmetliyle beraber... Düzce’nin bir köyüne uğradık; köy… Yanımızda bir Arap alimi var, sarıklı, cübbeli; yabancı misafir. Köye oturduk, aşağı mahalleden bir ihtiyar, zayıf adamcağız geldi. Yüzü çilli, çopurlu, yâni çiçek bozuğu. Gözleri çapaklı, hasta… Dışından baksan beş para vermezsin yâni. Öyle bir köyde, aşağı mahalleden bir zayıf insancağız geldi. Sözünü dinlemek istemezsin, dış görünüşüne baksan… Açtı ağzını, fasîh Arapçayla tıkır tıkır o Arap’la başladı konuşmaya ilmî mevzuları.

“—Yâhu Düzce’nin bir köyünde ne arıyor böyle bir âlim?” Belli olmaz işte bak, ötekisinden çok daha yüksek. Nerelerde

563

okumuş meğerse, neler biliyormuş; ama ihtiyarlamış, bir kenarda kalmış… İşte, öyle…

Hiç şey olur mu, Türkiye’yi sen bilmiyorsun ki? Türkiye’de Allah’ın nice kulları vardır.


Benim bir arkadaşım var, bir köylü. Allah bir zekâ vermiş, bir hafıza vermiş emsali yok zekâsının. Dil kurumuna mektup yazmış “Bana kitap gönderin!” diye. Çuvalla kitap göndermişler, hepsi kafasında... Hepsi sayfa sayfa kafasında... Ne bilgi varsa hepsi kafasında adamın! Ne söylersem biliyor, ezbere…

Bir başka adam var bizim memlekete yakın bir yerde. Gittim ben: “—Ooo, hoş geldiniz Es’ad Bey!” dedi, adımı söyledi.

Ben ilk defa görüyor gibiyim, tanımıyorum yâni. Yüzüne baktım şöyle çekine çekine; adam bana adımla hitab etti. Benim tanımadığımı anlayınca, dedi ki:

“—Sizinle bin dokuz yüz bilmem kaç senesinin, temmuz ayının, bilmem kaçında Konya’da Mevlânâ türbesinin önünde karşılaşmıştık, yanınızda da filanca filanca filanca vardı, hatırladınız mı?” dedi.

Ayıyla, günüyle söylüyor adam. Ben ne zaman oraya gittiğimi söyleyemem; hala söyleyemem, gene ben unutmuşum, o öyle adıyla söylüyor.


Ziraat Fakültesi profesörlerinden birisi, babası o beldenin kabristanında yatıyormuş. Seneler senesi gitmemiş, sonra gidince o memlekete, gitmiş, mezarlıkta babasının kabrinin başında biraz bir şey okuyacak. Hani babasına sevgisinden dolayı… Mezarı aramış; ama bulamamış. Seneler geçmiş çünkü. Babasının kabrini bulamamış. Çok aramış, çok mahcup olmuş, çok üzülmüş. “Ne yapacağım şimdi?” diye. Demişler ki:

“—Filanca hocaya git, o bilir!” Gelmişler bizim hocaya sormuş kendisi:

“—Ya hu benim babamın kabrini bulamadım!” filan deyince,

“—Haa, senin baban 1942’nin, bilmem hangi ayının, bilmem

564

hangi gününde ölmüştü. Bilmem hangi taraftaki filanca servinin yanındaki filanca kabirdir…” diye oturduğu yerden söylemiş.

Gitmişler, bulmuşlar kabri.


E Allah’ın böyle kulları var; sen ne oluyorsun, dur bakalım! Nesin yâni sen? Öyle övünenler, öyle acayip insanlar var ki yanına yanaşılmaz. Böyle bir kravat taktı mı, bir ütülü pantolon giydi mi; Allah saklasın yâni, yanına yaklaşılmaz. Filanca yerde tahsil görmüş, Amerika’ya da gitmiş; maşâallah, iyi… Amerika’yı da görmüş falan, artık yanına yaklaşılmıyor. Ötekisi tahsilsiz kul...

Benim hocam Prof. Necati Lugal beyin bir arkadaşı vardı: Hafız Yusuf Efendi. Kuyumculuk yapmış, onu yapmış, bunu yapmış; ufacık, tefecik bir adamcağız. Benim hocam profesör… O da esnaftan arta kalma bir ihtiyar. Bir manav dükkânında yatıyordu. Yâni kimse bilmez, manav dükkânında yatıyor. Meyve satmıyor da, öyle bir dükkân. Köşede yatıyor; ama İran edebiyatından, Türk edebiyatından, Arap edebiyatından ne sorarsan söylüyor. Hepsi ezberinde; lügatı ezberlemiş, divanları ezberlemiş, şairleri ezberlemiş... Fuzûlî’nin divanı ezberinde, falanca ezberinde, Hâfız-ı Şîrâzî ezberinde, Şeyh Sâdî ezberinde… Ufacık adam, neresine sığmış bu kadar bilgi? Allah’ın bir harikası…


Benim askerlik yaptığım zamanda bizim bölükte, birlikte, takımda bir ufacık tefecik bir çocuk vardı. Şöyle kulak veriverdim: 1957 senesinde, Brezilya ile Macaristan arasında Barcelona’da yapılan maçın 57. dakikasında golü filanca atmıştı, bilmem ne yapmıştı… Böyle konuşuyor, Yâni hepsi ezberinde...

“—Peki, 1962 olimpiyatlarında filanca yerde ne oldu?” diyorlar; tıkır tıkır onu da söylüyor.

“—Bilmem nerede ne oldu? O takımı say!” Söylüyor…

“—Golleri kim attı?” Söylüyor. Şu kadarcık bir adam… Dedim ki yâ Rabbi, şu bilgiyi, şu kafayı bu çocukcağız bir hayra sarf etseydi, bu topun

565

peşinde harcamasaydı; büyük bir alim olurdu. Ya atom alimi olurdu, ya fizikçi olurdu; allâme bir şey olurdu yâni, zehir zemberek bir şey.


Bir başka arkadaşın evine gittik [İsmâil Turan Hoca]; mühendis, Teknik Üniversite’den altı tane meşhur hadis kitabını bitirmeden çıkmamış. Ben dedim ki:

“—Birisi var, Kur’an-ı Kerîm’i seksen günde ezberlemiş…” Başını salladı:

“—Bendenize de bir aydan kısa zamanda nasib oldu!” dedi.

Kur’an-ı Kerim’in hıfzı, bir aydan kısa zamanda nasib olmuş. Lisede Fransızca hocasına kızmış, Fransızca lügatı ezberlemiş. Derste biraz çatışmışlar, kızmış hocaya; Fransızca Petit Larousse lügatını ezberlemiş. Böyle bir insan…

Altı hadis kitabını ki, buradan duvara kadar sürecek ciltlerle o kadar kitabı bitirmiş. Kur’an-ı Kerîm’i ezberlemiş; mühendis…


Yazmış bir resmî evrakın altına: El-mühendis el-âlî, el- müfessir, el-muhaddis… Yâni demek istiyor ki; yüksek mühendis ve müfessir ve muhaddis olan filanca… İsim yazmış oraya. Biz de arkadaşlarla, kalabalık, yirmi-yirmi beş kişi evine ziyarete gitmiştik. Dedik ki: “—Yâhu! Müfessir kime denir, muhaddis kime denir? Ayıp olmamış mı bu lakapları kullanmak!” Kolay bir şey değil çünkü herkese muhaddis denmez. Şu kadar hadis ezberinde olacak. Herkese müfessir denmez, bir şeyler bilecek. Duydu sözleri, bir taraftan içeriye meyve getiriyor, çay getiriyor, götürüyor falan… Böyle gözlüğü var. Yanımıza kadar geldi, bizim üstümüze eğildi.

“—Şu anda yüz bin hadis-i şeriften senedleriyle imtihana hazırım!” dedi. İşte şu kulaklarımla ben duydum.

“—Peygamber Efendimiz’in bu hadis-i şeriflerinden yüz bin tanesini, hem de rivayet zincirleriyle beraber hepsini tıkır tıkır söylemek üzere imtihana şu anda hazırım!” dedi.

Hiç duydunuz mu böyle bir insan? Bak ben adını da söylerim,

566

adresini de söylerim isterseniz. Böyle Allah’ın nice kulları varken, sen nasıl övünürsün? Kim oluyorsun sen?

Onun için ucüb güzel bir şey değil. El elden üstündür, Allah’ın nice kulları vardır.


Kore’de bizim böyle erlerimizden bir tanesi üşüyormuş, büzülmüş; elbisesi de bol, bir iki numara büyük mü verdiler, ne yaptılar… Ufacık, tefecik; büzülmüş titriyor. Hava da soğuk… Amerika’nın taekwondo, judo şampiyonu; orada Amerikalılarla beraber harp ettik ya;

“—Yâhu ne o, üşüyor musun?” falan demiş, ensesinden çektirtmiş.

“—Yâhu dokunma bana!” demiş.

“—Yâhu bu havada üşünür mü?” filan diye biraz daha takılınca, o şampiyona dönmüş, bir girişmiş bizi o ufak-tefek Mehmetçik… Küt, adam kendisini yerde bulmuş. Kalkmış, küt yine yerde bulmuş… Meğer köyünün pehlivanıymış… Ufacık, tefecik ama öyleymiş.


Kibir yok, ucûb yok; bir… İkincisi: (Ve eze’l-mü’minîn) “Mü’minleri ezâlandırmış insan.” Bu da dünyanın ameliyle gelse kıymeti yok. Mü’minleri ezâlandırmayacak.

Ezâ nasıl olur? Elle olur, dille olur, hakaretle olur, başına çorap örmekle olur, iş çıkarmakla olur; mü’minleri ezâlandırıyor, üzüyor, canını sıkıyor, mahzun ediyor. Hah, mü’minler Allah’ın veli kullarıdır.

“—Hocam, hepsi veli mi?” Hepsi…


اللهَُّ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا (البقرة:٧٥٢)


(Allàhu veliyyü’l-lezîne âmenû) [Allah iman edenlerin velîsidir, dostudur.] (Bakara, 2/257) Allah mü’minlerin velisidir, mü’minler Allah’ın velisidir. Öyledir o… Hepsinde bir velâyet-i âmme vardır,

567

umûmi bir velîlik vardır bütün mü’minlerde...

Allah’ın velî kullarını hor görmeye gelmez, Allah intikam alır. Sevdiği kulu ezdin diye intikam alır ve öyle ezâ cefâ eden kimse ahirete dağlar kadar, semâlar, yerler kadar sevapla gelse; fayda vermez.

Bundan çıkan netice nedir? Mü’minleri de üzmeyeceğiz, ezâlandırmayacağız. Dikkat edelim komşumuz ezâlanmasın, ahbâbımız ezâlanmasın. Yâni kimseye bir ezâmız, cefâmız olmasın; herkese hayrımız dokunsun da şerrimiz gitmesin. Sabrediverelim ama üzmeyelim kimseyi…


Üçüncüsü enteresan, demin söylediğim şey:

(Ve’l-kunûti min rahmeti’llâhi azze ve celle) “Allah’ın rahmetinden ümit kesmek!” Kesemezsin işte, öyle… Allah’ın rahmetinden ümit kesemezsin, yasak. Allah’ın rahmetinden ümit kesemezsin. Allah affeder; ümit kesmek yok, çalış, çabala, korkma, merak etme…

Evliyâullahtan bir zât varmış, talebesi, müridi de evliyâullahtanmış. Bakmış hocasının adı Arş-ı A’lâ’da, Levh-i Mahfûz’da cehennemlikler arasında yazılı.

Utana sıkıla:

“—Efendim, ben keşfimde gördüm ki isminiz ehl-i cehennem isimleri arasında yazılı!” filan diye, böyle utana sıkıla anlatmış.

“—Evlâdım, ben onu senelerdir görüyorum öyle!” demiş. “Ben Allah’a cennet için, cehennem için ibadet etmiyorum ki… Kuluyum, ibadet edeceğim. Dilerse sever, cennetine sokar, dilerse azap eder; kendisi bilir. Ben ona cennet için, cehennem için ibadet etmiyorum ki. Emretmiş, vazifem; Allah’a kulluk edeceğim. Ben onu senelerdir görüyorum! Üzme canını!” demiş.

O anda bakmışlar, yazı değişmiş. O anda değişmiş orada yazı.

Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi rahmetine gark eylesin!

Fâtiha-i şerîfe mea’l-besmele!


16. 01. 1983 - İskenderpaşa Camii

568
18. AMELLER NİYETLERE GÖREDİR