04. İSLÂM’IN HAKİM OLMASI

05. HAK İLE BERABER OLMAK



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn.,, Kemâ yenbağî li- celâli vechihî ve li-azîmi sultànih… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn… Muhammedini’l-mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ… Emmâ ba’dü, fa’lemû eyyühe’l-ihvân... Feinne efdale’l-hadîsi kitâbu’llàh... Ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu teàlâ aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesetin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin ve sàhibehâ fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n- nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:


إِنَّ اللََّ تَعَالٰى أَجَارَكُمْ مِنْ ثَلاَ ثِ خِلاَلٍ : أَنْ لَ يَدْعُوَ عَلَيْكُمْ نَبِيُّكُمْ


فَتَهْلِكُوا جَمِيعًا، وَأَنْ لَ يَظْهَرَ أَهْلُ الْبَاطِلِ عَلَى أَهْلِ الْحَقِّ، وَأَنْ لَ


تَجْتَمِعُوا عَلَى ضَلاَلَةٍ اَبَدًا؛ وَأَنَّ يَدُ اللَِّ مَعَ الْجَمَ اعَةِ، فَاتَّبِعُوا السَّوَادُ


الَعْظَمُ، فَاِنَّهُ مَنْ شَذَّ شَذَّ فِي النَّارِ؛ فَهٰؤُلَءِ أَجَارَكُمُ اللَُّ مِنْهُنَّ، وَ


رَبُّكُمْ أَنْذَرَكُمْ ثَلاَثًا: الدُّخَانَ ، يَأْخُذُ الْمُؤْمِنَ مِنْهُ كَالزَّكْمَةِ، وَيَأْخُذُ


الْكَافِرَ فَيَنْتَفِخُ، وَيَخْرُجُ مِنْ كُلِّ مَسْمَعٍ مِنْهُ، وَالثَّانِيَةُ الدَّابَّةُ، وَالثَّالِثَةُ


الدَّجَّالُ (طب. د. عن ابى مالك الشعرى)


RE. 86/5 (İnna’llàhe teàlâ ecâreküm min selâsi hılâlin: En lâ

154

yed’ù aleyküm nebiyyüküm fetehlikû cemîan, ve en lâ yazhere ehlü’l- bâtılı alâ ehli’l-hakkı, ve en lâ tectemiù alâ dalâletin ebedâ; ve enne yedu’llàhi mea’l-cemâati, fe’ttebiu’s-sevâdü’l-a’zamü, feinnehû men şezze şezze fi’n-nâri; fehâülâi ecârekümu’llàhu minhünne, ve rabbüküm enzereküm selâsen: Ed-duhàne ye’huzü’l-mü’mine minhü ke’z-zekmeti, ve ye’huzü’l-kâfire feyentefihu ve yahrucü min külli mesmain minhü, ve’s-sâniyetü’d-dâbbetü, ve’s-sâlisetü’d-deccâl.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.


Aziz ve muhterem kardeşlerim! Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin selâmı, rahmeti, bereketi, dünya ve ahiretin hayırları cümlenizin üzerine olsun… Allah-u Teàlâ Hazretleri iki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin...

Peygamber SAS Efendimizin hadis-i şeriflerinden bir miktar okumak üzere, dağları, deryaları geçip sabah 11.30’da Ankara’dayken el-hamdü lillâh yetiştik, aranıza geldik.

Bu hadis-i şerifleri okumaya başlamadan önce, evvelâ Peygamber SAS Efendimiz’in ruh-i pakine, sonra onun mübarek aline, ashabına, etbaına, hasseten mânevî irşad makamının varisleri, evliyâ u mukarrabîn ve mürşidîn-i kâmilin-i mükemmilîn hazerâtının ruhlarına;

Bu beldeleri fetheden fatihlerin, şehidlerin, gazilerin, mücahidlerin ruhlarına ve beldemizde medfun bulunan evliyaullah ve salihînin ruhlarına; Cümle hayır hasenat sahiplerinin ve bilhassa bu caminin bânîsi İskender Paşa’nın ruhuna; bu camiyi zaman zaman tamir, tecdîd ve tevsî eyleyip hizmette tutan, bunun için çalışan, zahmet eden, masraf eden, koşuşturanların ruhlarına; camimizin çevresinde medfun bulunan mevtânın ervahına ve bu camimizden güzeran eylemiş olan eimme ve hutebâ, vâizîn ve müezzinîn ve kayyimîn ve cemaatin ruhlarına; Uzaktan yakından şu dersimizi dinlemeye gelmiş olan siz kardeşlerimizin, bütün ahirete göçmüş Müslüman geçmişlerinin, anne-babalarının, dede-ninelerinin, ecdad ü ceddât, akraba u taallûkat, ahbab u ihvan, evlâd u zürriyat geçmişlerinin ruhlarına

155

ayrı ayrı hediye olsun; onların ruhları şad olsun, kabirleri nur dolsun, makamları yüce, dereceleri yüksek olsun diye; Bizler de Allah’ın sevdiği kullar olarak yaşayalım, Rabbimizin sevdiği işleri yapalım, ömrümüzü hayırlı yollarda geçirelim, Rabbimizin huzuruna sevdiği ve razı olduğu kullar olarak yüzü ak, alnı açık olarak varalım diye, buyurun derse başlamadan önce bir Fâtiha on bir İhlâs-ı Şerif okuyup ruhlarına bağışlayalım, öyle başlayalım! …………………..


a. Peygamber Efendimiz Beddua Etmedi


Demin Arapça mübarek metnini okuduğum hadis-i şerif, Gümüşhaneli Hocamız cennet-mekân, Rh.A Ahmed Ziyaeddin Efendi Hazretleri’nin Râmûzü’l-Ehàdis isimli hadis kitabının 86. sayfasındaki 5. hadis-i şeriftir. Onun izahına bugünkü dersimizde başlıyoruz, sonra Allah’ın nasib ettiği kadar, okuyabildiğimiz kadar hadis-i şeriflerden okuyup izah edelim. Ta’lim eyleyelim, tefeyyüz eyleyelim! Allah-u Teàla Hazretleri bizi Peygamber Efendimiz’in şefaatine nail eylesin, cennette komşu eylesin… Havz-ı Kevserinden doya doya nûş etmeyi nasib eylesin…

Taberânî ve Ebû Dâvud’un Ebû Mâlik el-Eş’arî RA’dan rivayet ettiğine göre, Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:20


إِنَّ اللََّ تَعَالٰى أَجَارَكُمْ مِنْ ثَلاَ ثِ خِلاَلٍ : أَنْ لَ يَدْعُوَ عَلَيْكُمْ نَبِيُّكُمْ


فَتَهْلِكُوا جَمِيعًا، وَأَنْ لَ يَظْهَرَ أَهْلُ الْبَاطِلِ عَلَى أَهْلِ الْحَقِّ، وَأَنْ لَ




20 Ebû Dâvud, Sünen, c.XI, s.323, no:3711; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.III, s.292, no:3440; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.II, s.442, no:1663; Ebû Mâlik el- Eş’arî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.172, no:34532; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.427, no:6613.

156

تَجْتَمِعُوا عَلَى ضَلاَلَةٍ اَبَدًا؛ وَأَنَّ يَدُ اللَِّمَعَ الْجَمَاعَةِ، فَاتَّبِعُوا السَّوَادُ


الَعْظَمُ، فَاِنَّهُ مَنْ شَذَّ شَذَّ فِي النَّارِ؛ فَهٰؤُلَءِ أَجَارَكُمُ اللَُّ مِنْهُنَّ، وَ


رَبُّكُمْ أَنْذَرَكُمْ ثَلاَثًا: الدُّخَانَ ، يَأْخُذُ الْمُؤْمِنَ مِنْهُ كَالزَّكْمَةِ، وَيَأْخُذُ


الْكَافِرَ فَيَنْتَفِخُ، وَيَخْرُجُ مِنْ كُلِّ مَسْمَعٍ مِنْهُ، وَالثَّانِيَةُ الدَّابَّةُ، وَالثَّالِثَةُ


الدَّجَّالُ (طب. د. عن ابى مالك الشعرى)


RE. 86/5 (İnna’llàhe teàlâ ecâreküm min selâsi hılâlin: En lâ yed’ù aleyküm nebiyyüküm fetehlikû cemîan, ve en lâ yazhere ehlü’l- bâtılı alâ ehli’l-hakkı, ve en lâ tectemiù alâ dalâletin ebedâ; ve enne yedu’llàhi mea’l-cemâati, fe’ttebiu’s-sevâdü’l-a’zamü, feinnehû men şezze şezze fi’n-nâri; fehâülâi ecârekümu’llàhu minhünne, ve rabbüküm enzereküm selâsen: Ed-duhàne ye’huzü’l-mü’mine minhü ke’z-zekmeti, ve ye’huzü’l-kâfire feyentefihu ve yahrucü min külli mesmain minhü, ve’s-sâniyetü’d-dâbbetü, ve’s-sâlisetü’d-deccâl.) (İnna’llàhe teàlâ ecâreküm min selâsi hılâl) “Muhakkak ki, şüphe yok ki Allah-u Teàlâ Hazretleri sizi üç durumdan muhafaza etmiş, kurtarmış, korumuştur; emin tutmuştur, uzak tutmuştur. Üç tehlikeli işten uzak eylemiştir.” Teàlâ; ulu, yüce olan, yüksek olan demek. Allah-u Teàlâ her yönden yüce ve yüksek olduğu için Allah diyoruz, arkasından teàlâ

sıfatını ekliyoruz.

Allah-u Teàlâ Hazretleri biz mü’min kullarını üç şeyden korumuş, uzak eylemiş. Peygamber SAS Efendimiz bu hadis-i şerifinde bildiriyor.

1. (En lâ yed’uve aleyküm nebiyyüküm fetehlikû cemîan) “Allah sizi, peygamberinizin sizin aleyhinize beddua etmesinden korumuştur. Beddua etseydi, hepiniz helak olurdunuz. Bedduasına uğrayıp da hepinizin helâk olmasından Allah sizi korumuştur.

157

Böyle bir durum olmaz.” Eski ümmetlerden bazıları, peygamberlerine öyle zulmetmişlerdir, öyle inat etmişlerdir, öyle haince davranmışlardır, öyle haksız işler yapmışlardır ki, peygamberleri onlara aleyhlerinde dua etmiştir.

Meselâ Nuh AS ne kadar uğraşmıştır ümmetinin, muhatabı olan insanların doğru yola gelmeleri için, putlara tapınmayı bırakmaları için… Allah’ın varlığını, birliğini anlayıp, dinleyip Allah’a ibadet etmeleri için çok uğraşmıştır. Diyor ki Kuran-ı Kerim’de anlatıldığına göre:


رَبِّ إِنِّي دَعَوْتُ قَوْمِي لَيْلاً وَنَهَارًا. فَلَمْ يَزِدْهُمْ دُعَائِي إِلً فِرَارًا (نوح:٥-٦)


(Rabbi innî deavtü kavmî leylen ve nehârâ.) “Yâ Rabbi! Sen vazife verdin, peygamberlik verdin, ben de kavmimi gece gündüz senin yoluna çağırdım. (Felem yezidhüm duâî illâ firârâ.) Benim bu davetime bir cevap vermediler, ben onları doğru yola çağırdıkça ancak geri kaçmayı arttırdılar.” (Nuh, 71/5-6) Kaçıyorlar, hak yoldan kaçıyorlar. Cennete girmekten kaçıyorlar, doğru yola girmekten kaçıyorlar, firar ediyorlar.

Gelmiyorlar hak yola, hizaya gelmiyorlar. Yani inatları, kabul etmeyişleri arttı.


وَإِنِّي كُلَّمَا دَعَوْتُهُمْ لِتَغْفِرَ لَهُمْ جَعَلُوا أَصَابِعَهُمْ فِي آذَانِهِمْ وَاسْتَغْشَوْا


ثِيَابَهُمْ وَأَصَرُّوا وَاسْتَكْبَرُوا اسْتِكْبَارًا (نوح:٧)


(Ve innî küllemâ deavtühüm li-tağfira lehüm) “Ben onları hak yola çağırıp, sen onları mağfiret edesin diye imana davet ettiğim zaman, (cealû esàbiahüm fî âzânihim) parmaklarını kulaklarına tıkadılar. (Ve’stağşev siyâbehüm ve esarrû ve’stekberu’stikbârâ.)

158

Elbiselerine büründüler, küfürde ısrar ettiler, hakkı kabul etmemekte direttiler, kibirlendiler. Ondan sonra putlarını bırakmadılar, şirki bırakmadılar.” (Nuh, 71/ 7)

Yani inatlarına bak ki, peygamber hak sözü söyledikçe parmaklarını kulaklarına tıkamışlar. Yani kabul etmiyorum dersin olur. Öyle yapmıyor, inadından bir de parmaklarını kulaklarına tıkamışlar. Alay eder gibi… Temerrüdlerine bak, kâfirliklerine bak.

Küfürlerinde inat ettiler, hakkı kabul etmemekte devam ettiler, kibirlilikte devam ettiler.

Tabii öyle olunca o da elini açtı:


رَب لَ تَذَرْ عَلَى الأَْرْضِ مِنَ الْكَافِرِينَ دَيَّارًا (نوح:٦)


(Rabbi lâ tezer ale’l-ardı mine’l-kâfirîne deyyârâ) [Rabbim! dedi, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!] (Nuh, 71/ 26) diye dua etti.


إِنَّكَ إِنْ تَذَرْهُمْ يُضِلُّوا عِبَادَكَ وَلَ يَلِدُوا إِلَّ فَاجِرًا كَفَّارًا (نوح:٧)


(İnneke in tezerhüm yudıllû ibâdeke ve lâ yelidû illâ fâciren keffârâ) [Çünkü sen onları bırakırsan, kullarını saptırırlar; yalnız ahlâksız, nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler).] (Nuh, 71/ 27) dedi.

Ne oldu? Nuh AS ile alay etmelerinin, İslâm’a gelmemelerinin, imanı kabul etmemelerinin, inat etmelerinin, alay etmelerinin, maskaralık yapmalarının, şeytanla şaklabanlık yapmalarının cezası ne oldu? Öyle bir tufan geldi ki yeryüzüne, hiç kimse kalmadı. Yalnız Nuh AS’ın gemisine binenler kurtuldu.

Aylarca yüzdükten sonra ne zaman oturmuş Cudi Dağı’na? Aşure gününde oturmuş, yani 10 Muharrem’de… Şimdi kaç muharrem? On iki Muharrem. Cuma günü iki gün oldu seneyi devriyesi. Niye Aşure günü mübarek bir gün? Birçok peygambere Allah o

159

Aşure gününde birçok fütühat ve füyüzat ve müjdeli haber ve olay nasip etmiş. Nuh AS’nin gemisi Tufan’ın macerasından kurtulmuş, Cudi dağına oturmuş, Aşure gününde. Hatta yemekleri, en son artık erzakları bitmiş de derler, hepsini bir kazana koymuşlar, fasulye var, mercimek var, buğday var, arpa var, mısır var, üzüm var, ne varsa hepsini kaynatmışlar.

Onun için geleneksek olarak, an’anevî olarak ne yapılıyor? Aşure yemeği yapılıyor, tatlı, her şey konuluyor içine.

“—Yahu biz bu kuru fasulyeyi hiç böyle tatlı yemezdik.” Olsun, bu aşuremizin içinde fasulye var, nohut var, üzüm var, incir var, kayısı var, bir karıştırırsan her şey çıkıyor. İşte sembolik olarak o hali yaşatıyor demek yaşatıyor asırlardır insanlar.

Eh, Musa AS Firavun’dan o gün kurtulmuş, İbrahim AS Nemrud’un ateşinde yanmaktan o gün kurtulmuş.

Çok tatlı, güzel hadiseler var. Biz de tabii sizlere anlattık burada. Haftalarca önceden tembihledik, aman dedik çok güzel, mübarek bir sene başladı, 1416 Hicri yılı başladı, ama bu senemizin Allah yolunda geçmesini; günahsız, lekesiz, pırıl pırıl herkesin nurlu geçmesine dikkat edin dedik.

Aman dedik bak önümüzdeki hafta Cuma günü Aşure Günü’dür, Perşembe gününden oruç tutun, Cuma günü oruç tutun, ya da Cuma günü ve Cumartesi günü oruç tutun, çok sevapmış. Bütün senesi insanın hayırlı işlerle, bereketle geçermiş.

Dergimizde de yazdık. Dergimiz de neşredildi, hepinizin eline 10 Muharrem’den evvel geçti. Oruç da tutanların Allah dualarını kabul etsin. Hadis-i şeriflerde tavsiye edilen sevaplı işleri yapanların, geceyi gündüzü ihya edenlerin Allah ibadetlerini kabul etsin ve en büyük mükâfatlarla mükâfatlandırsın…


Konumuz neydi?

Bazı peygamberler kâfirlerin zulmüne dayanamadıkları için beddua ettiler. Ama Peygamber Efendimiz’in huyu başka. Hani her peygamberin Allah’ın bir tecellisine mazhariyeti olduğunu söylerler: Kimisi celal sıfatıyla, kimisi cemal sıfatıyla, kimisi kemal sıfatıyla meşhur olmuştur.

160

Peygamber SAS Efendimiz’e çok teklif etmiş ashabı kiramın işkenceye uğrayanları: “—Ya Rasûlüllah, canımızdan bezdik şu adamların yaptığına

bak! Canımıza okuyorlar, işkence yapıyorlar, çok zulümler yapıyorlar, çok baskılar yapıyorlar. Dua et de Allah şunları kahretsin, helâk etsin…”

“—Yok, ben lânetçi bir peygamber değilim!” dedi Peygamber Efendimiz, sabretti.


Bakın, burada da ne diyor: “Sizi Allah üç şeyden korumuştur. Sizin Peygamberiniz sizin aleyhinize beddua etmeyecek. Beddua etse helâk olurdunuz topluca… Böyle bir tehlike yok.” Neden? Eh, Peygamber Efendimiz’in rahmetinden, merhametinden, faziletinden. Sabrediyor, ümmetinin aleyhine dua etmiyor.

Ne yapmışlar, Taif şehrine vardığı zaman?

Kabul etmemişler; kabul etmediniz, tamam. Hayır, şehirden

161

çıkartmaya kalkmışlar. Tamam, durma, gel burada istemiyoruz sizi der. Hayır, taşlamışlar, arkasından kovalamışlar, yaralamışlar. Bir kişinin bağ evine sığınmış da öyle kurtulmuş.

Bu ne? Büyük bir zulüm, büyük bir haksız. Hak sözü söylüyor peygamber; onlar taşlıyorlar, kanatıyorlar, acıtıyorlar, canına kasdediyorlar. Çok büyük bir zulüm tabii. Peygamber Efendimiz

sabr etmese, tahammül etmese, kızsa, aleyhlerinde bir dua etseydi ne olurdu? Hepsi helak olurdu.

Cebrail AS çok geldi Peygamber Efendimiz’e: “—Ya Rasûlallah, bu müşrikleri cezalandırmak için, izin verirsen bu beldenin altını üstüne getireyim! Çevireyim altını üstüne... Tabii afet diyoruz ya, öyle bir felaket gelecek.

Peygamber Efendimiz sabretti ve sabretmeyi tavsiye etti.

“—Bunların çocukları Müslüman olacak!” dedi.

Hakikaten o kâfirlerin bir nesil sonra, kuşak diyorlar ya şimdi… Kuşak bele takılan bir şey. Nesil nerede, kuşak nerede?.. Nesil varken kuşağı nereden çıkarttınız? İyi icat var, kötü icat var.

Nasreddin Hoca demiş ki: “—Soğanla yoğurt yemeyi ben icat ettim ama ben de beğenmedim!” demiş.

Hoşlanmamış mübarek… Hoşlanmadığı zaman söylerler ya.


Bir nesil değiştiği zaman ne oldu? Mümin bir nesil geldi, anasının-babasının kusurunu anlayan, anasına-babasına icabında yanlış yapıyorsun diyen, onları imana çağıran, imana sımsıkı bağlı bir nesil geldi.

Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri iyi ki beddua etmemiş. Beddua etseydi babaları ölecekti; çocukları, nesilleri olmayacaktı. Sabretti Peygamber Efendimiz, kötü insanların çocukları iyi oldu. Meselâ, Medine-i Münevvere’de münafıkların reisi Abdullah ibn-i Übey ibn-i Selül idi. Oğlu iyi Müslüman. Babası münafıkların reisi, oğlu iyi insan…. Benî Sakif kabilesinin, Peygamber Efendimiz’i taşlayan halkın çocukları, daha sonra İslâm’ı yaymakta görev aldılar, hizmet gördüler.

162

Şimdi Peygamber Efendimiz diyor ki: “—Allah sizi üç tehlikeden korumuştur, sizin peygamberinizin sizin aleyhinizde beddua edip hepinizin topluca helak olmasından korumuştur. Böyle bir şey olmayacak.” Eski ümmetlerden oldu. Bizim Peygamberimiz de beddua etseydi, onlar da helak olurdu. Çünkü çok zulümler yaptılar.

Islak sığır derisine sarıyorlarmış. İslak, yâni yumuşak olur sığır derisi yeni soyulduğu zaman. Sığır derisine müslümanı sarıyorlarmış, getiriyorlarmış güneşin altına… Zaten insan bir deriye sarıldığı zaman sıkılır, hava almıyor. Zaten sıkılır insanın vücudu.

Yorgan biraz fazla geldi mi tekme atıyor insan yorgana hava sıcak diye. Sığır derisine, bir de tüylü müylü, yapışkan deriye sarıyor, zalimliğin zalimliğine bak ki, bir de onu güneşin altına koyuyor. Güneşin altında deri kurudukça, kösele gibi oluyor. Çünkü altmış derece, yetmiş derece sıcak olur Suudi Arabistan’a gidenler biliyorlar nasıl sıcak olduğunu. O kurudukça sıkıştırıyor, sıkıştırdıkça bangır bangır bağırıyor. Deri kuruyunca, otomatik

163

olarak sıkışma oluyor. Feryad ettikçe, o işkenceden ölenler oluyor. Ötekiler gülüyorlar.

Yere ateşi yakıyorlardı, mü’minin sırtını açıp, sırtını ateşe yapıştırıyorlardı. Cayır cayır yanıyordu, feryad ediyordu. Neden? Dininden dön, İslam’ı bırak, putperestliğe gel! Dava bu… Bilal-i Habeşî Hazretleri’ne işkence yapıyorlardı.

“—Dön, bizim dinimize gel, İslam’ı bırak…” O boyuna: “—Ehad, ehad, ehad” diyordu. “Allah bir, şeriki naziri yok.” diyordu.

Ölmeye razı oluyorlardı. Onlar da öldürecek kadar işkenceler yapıyorlardı ama Peygamber Efendimiz sabrediyordu. Sabretti.

“—Ya Rasûlallah! Şunlara beddua et, kahrolsunlar!” Sabrediyordu.

“—Ben lânet edici bir peygamber değilim!” diyordu. Neden?


لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ، عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ


عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ (التوبة:٨)


(Lekad câeküm rasûlün min enfüsiküm azîzün aleyhi mâ anittüm harîsun aleyküm bi’l-mü’minîne raûfün rahîm) [And olsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir,

(Lekad câeküm rasûlün min enfüsiküm) “Sizin içinizden Allah size öyle bir peygamber nasib etti, öyle bir peygamber geldi ki sizin içinizden, sizin aranızdan demek. Sizden bir ferd olarak, sizin kavminizden Allah birisini gönderdi peygamber olarak, size geldi.”

Bazıları da bunu (min enfesiküm) okumuş, yâni sizin en nefis, en seviyeli, en kıymeti olanınız geldi. Enfes… Mesela bir şey

yiyorsun, nasıl güzel mi? Enfes diyorsun. Elini böyle yapıyorsun. Bu ne demekse bilmiyoruz. Enfes, harika falan diyoruz. (Min enfesiküm) Yâni, “Sizin en nefisiniz, en güzeliniz” mânâsına. Öyle okuyan kıraat de var.

164

Sonra?.. (Azîzün aleyhi mâ anittüm) “Sizi üzen şeyler ona ağır gelir. Sizi hiçbir şeyin üzmesini istemez. Sizin hiçbir şeyden üzülmenize gönlü razı değil. Sizin huzur içinde olmanız, rahat içinde olmanız, mutlu olmanız, bahtiyar olmanız arzusunda. Sizi üzen her şey ona ağır gelir. (Harîsun aleyküm) Size karşı titiz, sizin üzerinize titreyen, sizi seven, kanatlarını sizin üzerinize germiş.

Size karşı harisliği var, sizi korumakta çok titiz… Üzerinize kanadını germiş, hiç birinizin zarara uğramanızı istemiyor. (Bi’l- mü’minîne raûfün rahîm) Mü’minlere karşı ref’etli, çok şefkatlidir.”


Re’fet ne demek? Kalbi yumuşacık demek. Rauf, mübalağa sigası, yâni çok re’fetli. Kalbi çok yumuşak mü’minlere karşı. Dayanamıyor yüreciği… Rasûlullah Efendimiz’in yüreği, bir müslümana küçük bir zarar gelse dayanamıyor. Rahim, çok merhametli, kalbi çok yumuşak, hiç dayanamıyor sizin kötü bir duruma düşmenize ve size karşı çok merhametli… Bakın rauf ve rahim sıfatı Esmâ-i Hüsnâ’dandır, kendisinin esmasındandır, Allah’ın sıfatlarındandır rauf ve rahim sıfatları. Kulun sıfatı nedir? Abdu’r-rauf’tur, abdü’r-rahîm’dir. Rauf’un kulu, Rahîm’in kuludur. Kulun sıfatı budur. Ama bu güzel, kıymetli iki kıymeti sıfatı Peygamber Efendimiz’e vermiş. O ayet-i kerimede.

(Bi’l mü’minîne raûfun rahîm) “Mü’muinlere karşı çok yumuşak kalpli, çok merhametli…” Öyle bir peygamber. Yâni Peygamber SAS Efendimiz’in şefkati, sevgisi, ümmetin üzerine titremesi emsalsiz… Muazzam bir sevgisi ve şefkati var Ümmet-i Muhammed’e… Onun için beddua etmemiş. En sıkıştığı zamanda bile, elini kaldırmış nasıl dua etmiş:

“—Yâ Rabbi! kavmimi affet!” E edepsizlik yapıyorlar, suç işliyorlar.

“—Yâ Rabbi! Kavmimi affet çünkü onlar bilmiyorlar. İslâm’ın güzelliğini fark edemediler, benim hak peygamber olduğumu

anlamadılar. Bağışla onları, biraz daha mühlet ver yâ Rabbi! Affet yâ Rabbi, bağışla yâ Rabbi!”

Bak hep korumaya çalışıyor. Yâni bir zarar gelmesini istemiyor.


Mekke’yi fethettiler. Tamam!..

165

“—Siz beni benim memleketimden çıkartmış mıydınız?.. Ben namaz kılarken işkembe koymuş muydunuz sırtıma? Benim kardeşlerime çölde işkence edip, bazılarını şehid etmiş miydiniz? Tamam, yedim şimdi sizi çiğ çiğ!..” deriz biz olsak değil mi?

Çiğ çiğ yenmez ama insan hırsından öyle der. Yedim seni şimdi, çiğ çiğ yedim seni diyor. Tamam geliyorum diyor.

Şimdi Peygamber SAS Efendimiz Mekke-i Mükerreme’ye muzaffer bir orduyla, güçlü kuvvetli bir orduyla geldi. Mekke’nin etrafına yaklaştılar. Komutanlardan bazıları dediler ki:

“—Tamam, elimize fırsat geçti. Bana filanca zaman filanca kötülüğü yapan adamı şimdi elde ederim ben. Ona yaptığını sorarım, ben ona gösteririm!.. İşte ben falancayı, filancayı, filancayı öldürmeden, canına okumadan rahat etmeyeceğim. Şunları şunları şunları doğrayacağım, parça parça edeceğim!..” O komutanları görevden aldı Peygamber Efendimiz. Neden? Hırsı var, dayanamayacak, öbür tarafta bir şeyler yapacak.

166

“—Çarpışmayanlarla hiç çarpışmayın!” dedi. “Kâbe’ye sığınanlar bağışlanmıştır!” dedi. “Filanca adamın evine girenler, sığınanlar bağışlanmıştır.” dedi. İlan etti.

Çok az, inat eden, artık çok inatçı, çok muzır birkaç kişinin silah çekmesi, çarpışması; onların da kolayca hemen bertaraf edilmesiyle, Mekke-i Mükerreme çok az bir insan öldürmesi olarak fethedildi.

Yâni katliam yapabilirdi. Mesela haçlı orduları Anadolu’ya geldiler, İstanbul’dan geçtiler. Macar ovalarından başladılar katliama... Macar ovalarındaki Yahudileri öldürmekten başladılar. Haçlı ordusu kuvvetli ya, silahlı, kalkanlı, kılıçlı… Oralardan Yahudileri öldüre öldüre… Kim var hıristiyan olmayan? Yahudiler var aralarında. Kese, biçe, öldüre buraya geldiler. Burayı yağmaladılar. Geçtikleri yeri kuruttular. Hırsızlık yaptılar. Ayasofya’yı soydular. Ayasofya’nın altın heykelleri, vs.leri yok

ettiler. Çapulcu herifler.

Sonra Anadolu’ya geçtiler. Adana’nın boğazını geçtiler. Külek boğası diyoruz ya Kilikya, Külek Boğazı. Orayı geçtiler. Onların yaralanan askerlerine bizim ahali gene baktı. Yaralananlara gene merhamet gösterdi. Yâni elime geçtin, seni keseyim demedi.

Antakya’ya gittiler. Antakya şehrini muhasara ettiler, kuşattılar. Ahalisini kadın, erkek, çocuk, ihtiyar kılıçtan geçirdiler. Komutanlarından bazıları —kendi tarih kitapları yazıyor, bizimkiler düşmanlıkla yazmıyor— bazıları müslümanların etlerini pişirdiler, yediler. Ve “Tatlı da oluyor” dediler. Müslümanların etlerini kesip yediler, yamyamlık da yaptılar. Yâni yamyam desek, yalan olmaz, yanlış olmaz, kendileri kendi kitaplarında yazıyor.

Yâni Müslümanlar, “Haçlılar geldi de bizim şehirlerimizi yerle bir etti de çocuklarımızı kesti de yamyamlık etti!” dese, kızdığından söylüyor derler. Kendileri yazıyor. Bir komutanın adını veriyorlar. Ben okudum da şu anda hatırımda değil ismi komutanın. Kestiriyor müslümanı, pişirttiriyor, tabağına koydurtuyor, yiyor. Böyle zulümler yaptılar.

167

Peygamber Efendimiz’in bütün savaşlarında, Prof. Hamidullah tespit yapmış, liste yapmış… Bedir harbi, Uhud harbi, Hendek harbi, Mekke’nin fethi, Huneyn gazvesi, çeşitli seferler, askeri mücadeleler, asi kabilelere gönderilen birlikler vs. vs. Bütün zayiat o kadar az ki, rakamı şu anda tam söyleyemeyeceğim. Hamidullah Bey’in kitabında var, birkaç yüz tane. Yâhu birkaç yüz tane ölü bizim her gün ölüyor, trafikten ölüyor. Trafik canavarı öldürüyor.

Birkaç yüz nedir ki ya? Peygamber Efendimiz’in müddet-i hayatında yaptığı bütün savaşların yekûnünde… Hadi diyelim ki çok kesin oldu rakamı, ben şu an yüz mü, ikiyüz mü tam rakamı hatırımda tutamıyorum, üç yüz küsür. Hadi binden aşağı diyelim, kesin söz söylemiş olalım. Binden aşağı. Ya hu koca Bedir harbi, koca Uhud savaşı… O kadar biliyoruz, müslümanlardan kaç kişi şehit oldu.

Birisi mesela gidiyor Uhud harbinden dönen yaralı, orduya. Bir kadın gidiyor karşılamaya… Savaşa babası gitmiş kadının, kocası gitmiş, oğlu gitmiş. Bir kadının nesi olur, ya babası olur erkek, ya kocası olur evlendiği kişi, ya da evladı olur. Çocukları, kocası, babası, hepsi şehid olmuş. Orduyu karşılamaya gidiyor. Yolda onu görenler, “Eyvah! Şimdi buna haberi nasıl vereceğiz?..” diyorlar. Babası ölmüş, şehid oldu. Kocası şehid oldu. Evlatları şehid oldu falan.

Söylüyorlar, diyor ki:

“—Rasûlullah nasıl?” Çünkü Muhammed öldü diye haber yaydı kafirler, müşrikler. Muhammed öldü diye haber yaydılar savaşın bir anında. Medine’deki müslümanların da kulaklarına gelmiş,

“—Rasûlullah nasıl?” “—Rasulullah iyi, sıhhatlidir, afiyettedir… Ama kocan öldü,

baban öldü, kahraman evlatların öldü, hepsi öldü…” “—Rasûlullah nasıl?” “—Rasûlullah iyi?” “—O sağsa, o sağ olduktan sonra bütün musibetler benim için hafif gelir.” Sevgiye bak, bağlılığa bak. Bak neler olmuş, bir aile neler

168

kaybetmiş. Bir kadıncağız, babasını, kocasını, evladını kaybetmiş.


Bütün savaşlarda müslümanların kâfirlerle mecburen yaptıkları savaşlarda ölen insan sayısı binden az. İnanılmayacak bir olay. Yâni bu nereden kaynaklanıyor? Müslümanların ne kadar merhametli, ne kadar insaflı, ne kadar affedici, ne kadar adaletli olduğunu gösteriyor.

Öldürmemeye gayret ediyor, kurtarmaya gayret ediyor, helak olmasını istemiyor. Allah kendisine salahiyet veriyor, duası kabul oluyor, duası makbul. Ne söylerse oluyor Peygamber Efendimiz,

beddua etmiyor. Etse şehirler yok olacak. Lût kavminin toptan helak olduğu gibi helak olacak. Bu bir…

Peygamber Efendimiz’in merhametinden, şefkatinden, asaletinden, yumuşak kalpliliğinden, güzel ahlakından, güzel insan olduğundan, güzeller güzeli insan olduğundan, meydana çıkan muazzam bir ibret tablosudur. Tarihte emsali görülmeyen bir şey.

Sen bir devletin başına geç de yirmi üç sene etrafındaki bütün azılı insanların düşmanlıkları karşısında yaşa, onlarla mücadele et. Sen saldırma, onlar saldırsınlar. Sen sabret onlar saldırsınlar. Onlar tecavüz etsinler. Nihayet sen güç kuvvet kazan da gene bu kadar az zaiyat… Yâni, öldürmek istemiyor. Öldürmemiş, affetmiş, bağışlamış.


Mekke ahalisi tir tir titriyorlar Mekke fethedildiği zaman.

“—E söyleyin bakalım, benim size ne yapacağımı tahmin edersiniz?” Hepsi toplanmış etrafına, askerler, mızraklar, oklar, kılıçlar. Kimisinden kan damlıyor, kolay değil, ciddi bir durum. Şimdi Peygamber Efendimiz izin verse, birkaç kişi saldırsa ne olacak? Hepsi gidecek.

Başbağlar’da ne yaptılar kardeşlerimizi hainler? Uzun zaman konuştular, camiden almışlar, imam da bizim ihvanımızdı. Sekiz tane hacı kardeşimiz vardı. Toplamışlar köyün meydanına, bilmem ne, uzun nutuklar, konuşmalar, bilmem neler… Telsizle bir haber gelmiş, “Hepsini haklayın!” diye. Hepsini hakladılar. Sabaha kadar

169

oyalama, konuşma, bilmem ne… Hepsini hakladılar, kimse de yardıma gitmedi. Telsiz emri nereden geldi, ne geldi, hiç kimse de oraya yardıma gitmedi. Kimse de zalimlere müdahale etmedi. Hepsini öldürdüler. Bir telsiz işareti geldi, bütün Başbağlar’daki kardeşlerimiz şehid oldu.


Ama Peygamber Efendimiz diyor ki:

“—Ne yapacağımı tahmin edersiniz?’ Diyorlar ki:

“—Sen iyi insansın, iyi insan olduğunu biliyoruz. Merhametlisin, asaletlesin, güzel huylusun, mübarek insansın…” Diyor ki:

“—Hepinizi affettim.” Yoksa o şehir halkı Peygamber Efendimiz’in düşmanıydı, kaç tane ordu gönderdiler Medine-i Münevvere’ye… Bu sefer fırsat müslümanların eline geçti…

Peygamber Efendimiz’in beddua etmeyeceği garantisi ümmetine verilmiş. Etmiyor Peygamber Efendimiz.

“—Yâ Rabbi! Benim kavmimi affet, henüz daha bilmiyorlar.” diyor.


b. Bâtıl Ehli Hak Ehline Gàlip Olmayacak


(Ve en lâ yazhere ehlü’l-bâtılı alâ ehli’l-hakkı) “Ümmet-i Muhammed’in üzerine, içinden ehl-i bâtıl kimseler ehl-i hak üzerine galebe çalmayacak ve hàkim olamayacak.” Bu da Allah’ın bir garantisi. Daima Kur’ân yolunda yürüyen, Peygamber Efendimiz’in sünnetini icra eden insanlar ekseriyette olacak. Ümmet dalâlet üzerine toplanmayacak.

Ümmetin geneli akl-ı selim sahibi insanlar. Biz neyiz? Ehl-i Sünnetiz, yâni ehl-i bid’at değiliz. Peygamber Efendimiz’in sünneti çizgisinde yürüyoruz. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat… Ümmetin genel yapısına uygun yapıda, o zihniyetteyiz. yâni fırak-ı dâlleden; sapıtmış, şaşırmış, ayağı kaymış azılı, sapık gürahlardan, gruplardan değiliz.

170

Neden? Ümmet-i Muhammed dalâlet üzere toplanmaz. Ümmet- i Muhammed’in tümüne ehl-i bâtıl hakim olup, ehl-i hakkı ezmez. Yâni ehl-i hak olan, hakkı bilen, hakkı tutan insanlar ekseriyette

olur.


Bugün bile öyle… Bugün bakmayın gazetelerin, televizyonların, batı basınının yaygarasına. Sayım yapılsın, ölçülsün, anket yapılsın; ehl-i hak, hakkı bilen, hakkı tutan, Kur’ân’ı seven, Rasûlüllah’ı seven, Allah yolunu seven insanlar ekseriyettedir.

Ama teknik bilgileri yok. Haklarını kullanmıyorlar. Birtakım edepsizler çıkmışlar tepeye, yutmuşlar lokmaları, ama küçük bir azınlık… Yâni hangi İslam ülkesini alırsanız alın, ekseriyeti akl-ı selim sahibi, mâkul insanlardır ama başlarında emperyalizmin uşağı, satılmış, ajan, münafık birkaç kişi olabilir; ekseriyette değil. İşte bir mücadele böyle gidiyor. Bu iki…

Yâni ümmet genel olarak doğru çizgide olacak, sapıtmayacak. Kıyamete kadar… Böyle ana çizgi, hak yol belli olacak. Neden? Kur’ân belli. Kur’ân’ın bir harfi bile değişmeyecek. Ümmet-i Muhammed’i sağlam yolda bağlı tutan nedir? Kur’ân-ı Kerim… Kur’ân Allah’ın ipidir. O ip sağlam oldukça, Kur’ân’a tutundukça ümmet dalâlete düşmez.


Herkes içkinin kötü olduğunu bilir, zinanın kötü olduğunu bilir, hırsızlığın kötü olduğunu bilir, zulmün kötü olduğunu bilir, haramın kötü olduğunu bilir. Hepsi liste halinde, bilgi halinde… Tamam, bir kimse Kur’ân’a uyacak. Bu kadar basit.

“—Ben mü’minim, Kur’ân Allah’ın kelâmıdır, Rasûlüllah Allah’ın peygamberidir.” Tamam… Kur’ân’a uyacak, Peygamber Efendimiz’in sünnetine uyacak, kesin. Pakistan’da da aynı tip insan ortaya çıkıyor, Türkiye’de de, Cezayir’de de, Amerika’da da, İngiltere’de de…

Bakın bir İngiliz müslüman oluyor, hoop manzara değişiyor, sahne değişiyor, dekor değişiyor, renk değişiyor. Bir müslüman… Aaa, kim bu? İngiliz müslüman kardeşin. Bakıyorsun hop, bir Amerikalı müslüman oluyor. Kravatlı bilmem neli falan tipte. Bir

171

değişiyor. Sakallı, takkeli… Aaa, bu kim? Bu Amerikalı. Maşallah. Hoşuna gidiyor insanın.

Neden? Bu Kur’ân ve bu Peygamber Efendimiz’in sünneti çizgiyi sağlıyor, sırat-ı müstakimde yürümeyi sağlıyor, Ümmet-i Muhammed onun için hak üzere… Genel çizgi öyle… Ama insanın hakkı bilmesi, hakkı sevmesi yetmiyor. İnsan hakkı biliyor da bazen de yapamıyor. Sabah namazına kalmak iyi mi? İyi. Kaç kişi sabah namazına kalktı müslümanlardan bugün? Çok azı... Yâni anket yapsan, müslüman… Sabah namazına kalkılmalı mı, kalkılmamalı mı? Diye anket yapsan kalkılmalı diyen insanlardan yüzde doksanı kalkamadı.


Dün anket yapmışlar televizyonda haberleri ararken gördüm: İçkinin aleyhinde anket yapıyor HBB Televizyonu… Vatandaşlara soruyor:

“—İçki yasaklansa, azaltılsa, liseliler, gençler içmese daha iyi olur mu, olmaz mı ne dersiniz?” diye.

“—İçilmemesi lâzım!” diyorlar. “Sarhoş oluyorlar, arabalarla kaza yapıyor, zararlı! Azaltılması iyi olur!” diyorlar.

Adam belki içki içiyor ama içkinin kötü olduğunu biliyor. Bu güzel… Bir de bizim içi iyi olmayan, kötü olan durum şu: İyiyi biliyor, yapmıyor. Bu fena. Kötünün kötü olduğunu biliyor, yapıyor, bu da fena…

Ama öbür taraftan bakarsan, kötüleri incelersen bu adam kötü. Gel bakalım, adamı yokluyorsun, Müslüman… Hoppala!

“—Ben de seni kapkarasın, kıpkızılsın zannediyordum. Değil, Müslümansın. E niye bu haltı yedin, niye bu naneyi yedin?” “—Nefsime hakim olamadım da, şeytana uydum da, kusura bakma da, ben kötüyüm, Allah beni ıslah etsin.” İnsan yanlış yaptığını biliyor. Bu da gene bir derece… Yâni kötülerin arasından meseleye baktığın zaman, yaptığı işin kötü olduğunu bilmek bir meziyet. Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz. Güzel bir şey, anlıyor hatasını.

Neden güzel? Hatasının hata olduğunu anlayan bir insan, bir zaman gelir o hatayı bırakır. Ben neden bunu yapıyorum, filan,

172

sıkılır, sıkılır. Allah ona bırakmak nasib eder. Hatasının hata olduğunu kabul etmeyen insan, burnunun doğrusuna ya duvara toslar ya uçuruma yuvarlanır gider. Neden? Kabul etmiyor, ne varmış bunda diyor. Düzelmez o. Hatasını anlayan düzelir.


Ehl-i bâtıl, bâtılın ehli, bâtıl yolda olanlar galebe çalmayacak. Haklı insanlar, hakkı tutan insanlar galip olacak.

“—İyi ama hocam, memleketin hali iyi değil. Suriye’nin hali iyi değil. Mısır’ın hali iyi değil. Hatta Suudi Arabistan’ın hali özlediğimiz gibi iyi değil vs.” Haa! İşte o ayıp… Onun böyle olması hakikaten iyi değil. Maalesef bizde bazı kusurlar var. Ekseriyette olduğumuz halde, kendi sözümüzü kabul ettiremiyoruz. Şu Bosna-Hersek’te olan rezalete bakın! Dünya tarihinde, demokrasi tarihinde, insanlık tarihinde, hürriyetlerin gelişmesini anlatan tarihte bir büyük kara leke, bir büyük rezalet… Birisi ötekisine saldırıyor; saldıranları destekleme var, mazluma savunma hakkı verilmiyor. Mazlumun eli bağlanmış, zalime destek çıkıyor. Ne zaman görülmüş bu, nerede görülmüş, nasıl bir zulüm?...

Adamcağızlar diyor ki:

“—Biz sizden hiçbir şey istemiyoruz. Hiçbir şey istemiyoruz sizden, gölge etmeyin yeter!” diyor.

Filozof [Diyojen] demiş ya:

“—Gölge etme, başka ihsan istemem!” demiş.

Ben kendimi korurum, ben bu Sırpın haddini bildiririm, ben bu edepsize, zalime kan kustururum, cevabını veririm. Elimi kolumu bırak da istediğim gibi savaşayım! Yok Birleşmiş Milletler’in yönetiminde, denetiminde, kontrolünde…

Ne kontrolünde? Senin arabanı alıyor, senin tankını alıyor, seni çıkartıyor. Yâni bir dalavere, korkunç dalavere. Şimdi bu dalavere değil de bir haklı şeyi bile bu Avrupalılar kendi menfaatleri bahis konusu oldu yaygara kopartırlar.


Meselâ İngiliz bir eroinman, Türkiye’de yakalandı. Eroin var üzerinde eroin çekiyor, afyon çekiyor, suç bu. Yakalandı, kıyamet

173

kopardılar İngiltere’de. Bir İngiliz Türkiye’de yakalandı, hapse atıldı diye filmini filan çevirdiler. E haksızsınız, edepsizlik etmeyin işte, gün gibi aşikâr. Yâni savunduğunuz afyonkeş, esrarkeş, suçlu bir insan… Kanunları çiğnemiş, hata işlemiş, tamam hapsedildi. Yok, o zaman şamata, gürültü, kıyamet.

E bizim burada haklı olan mücadelemize engel oluyor. Bu bizim kusurumuz. Biz kendi müslümanca akıllı, mantıklı, uslu, hakkımızı bilip koruyamıyoruz, anlatamıyoruz. Öteki herifin haksızlığını, karşımızda gereken cevabı veremiyoruz. Bu bizim eksikliğimiz.

Nasıl izale olur bu eksiklik? Yabancı dil öğrenirsin, onları incelersin, hukuk öğrenirsin, devletler arası hukuku öğrenirsin ve saire… Organizasyonlar kurarsın, dergiler kurarsın, radyo- televizyon yayınları, adamlarını her ülkeye gönderirsin, çalışırlar. Bu kolay bir şey değil.


Bak biz bunu yapmaya çalışıyoruz. İskenderpaşa camiası olarak bunu dünya üzerinde yapmaya çalışıyoruz. Türkiye değil sadece, dünya üzerinde yapmaya çalışıyoruz. Bunu devletin yapması lazım. Yapamıyor… Tamam, yapamazsa biz yaparız, yâni yapmaya çalışırız.

Ne yapacağız? Kendimizi anlatmaya çalışacağız, İslâm’ı anlatmaya çalışacağız, yanlışın cevabını vermeye çalışacağız, dergi yayınlayacağız, radyo kuracağız, televizyon kuracağız, mecmua çıkartacağız. Oralara insanlar yerleştireceğiz, oralarda bazı temsilcilerimiz, kardeşlerimiz olacak.

Bak ben senelerce önce, yirmi sene önce bizim İlahiyat Fakültesindeki öğrencilerime dedim ki:

“—Çocuklar, her biriniz bir yabancı ülkeyi kendinize seçin! İslam bütün dünyaya gidecek, anlatılacak. Şimdi ben Güney Amerika’da Brezilya diye bir yer varmış, Bolivya diye, Peru diye bir yer varmış, Orta Amerika’da Paraguay varmış, Uruguay varmış; Kuzey Amerika’da şu varmış, bu varmış… Buradan olmuyor. Oraya gideceksin, yerleşeceksin, çalışacaksın, çabalayacaksın, yazar olacaksın onların dergilerinde…

174

Ben meselâ Amerika’ya gittim, bir Amerikalı geldi bana:

“—Hocam, bununla biraz konuş!” dediler.

İyidir konuşmak. Konuştuk, İslâm’ı anlattık. Sorularını cevaplandırdık. Amerikalı dedi ki sonunda bize:

“—E bunları niye bizim gazetelerde yazmıyorsunuz?” Ben şaşırdım.

“—Ben İslâm’ı anlatacağım, gazeteler neşretmezler, yayınlamazlar. Amerikan gazeteleri yayınlamaz bunu!” dedim.

“—Hayır hocam dedi, yayınlarlar. Amerikalının kafası böyledir.” dedi.

Belki derginin, gazetenin sahibi belki yayınlamaz ama genel olarak Amerikalının yayınlanması lazım, yayınlayabilir diye düşünüyor. Biz de doğrusu müracaat etmedik. Bir makale yazıp da İslâm budur diye bir gazeteye götürüp, “Al bunu neşret!” demedik yâni, dememiz lazım.


Bakalım, yayınlayacak mı, yayınlamayacak mı? Yayınlamazsa

175

o zaman yayınlamıyor derdik. Belki de yayınlar. Bak yayınlar diyor Amerikalı.

“—Siz bunları niye makale yazıp yayınlamıyorsunuz? Bunları Amerikalılar duysa memnun olur!” diyor.

“—E derginiz yayınlar mı?” Yayınlar diyor adam. Kanaati öyle, yayınlar diyor. O zaman yayınlamak benim boynumun borcu. Bak, topu bize attı şimdi. Top onlardaydı diyorlar ya şimdi topu bize attı, sorumluluk şimdi geldi bize. Ya!.. Yazarsan, yayınlar diyor, Amerikalılar da sever diyor.

O zaman müslümanın boynuna bir yük geliyor. Amerika’da dahi İslâm’ı yazacak, anlatmaya çalışacak, uğraşacak, çabalayacak.


Nasıl bizim memleketimize gelip misyonerler haça tapmayı öğretmeye çalışıyor. Yâhu bu devirde, Yirminci Yüzyıl’da utanmıyor mu bu adamlar? Puta tapın, haça tapın demeye… Allah Allah, ne akılsızlık, ne mantıksızlık, ne divanelik, ne şaşkınlık. Yâhu, sizin hırıstiyanlıkta bile yok böyle. Bu haça tapmak, hıristiyanlığın kökünde bile yok.

Hıristiyanlığın tarihini oku. Hz. İsa bile bu işe razı değil! Ey hıristiyanlar, Hz. İsa bu işe razı değil.

Sen niye Hz. İsa’yı seviyorsun da Hz. İsa’nın razı olmadığı işi yapıyorsun? Ama bunu benim söylemem lazım.

Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’ân-ı Kerim’de buyuruyor ki:


قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا إِلٰى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلَّ


نَعْبُدَ إِلَّ اللَََّّ وَلَ نُشْرِكَ بِهِ شـَيْـئًا وَلَ يـَتـَّخِذَ بَـعْـضُنَا بَـعْـضًا


أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللََِّّ (آل عمران: ٤٦)


(Kul yâ ehle’l-kitâbi teàlev ilâ kelimetin sevâin beynenâ ve beyneküm ellâ na’büde illa’llàh ve lâ nüşrike bihî şey’en ve lâ yettahize ba’dunâ ba’dan erbâben min dûni’llâh) [Rasûlüm de ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze

176

geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım. Ona hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın.] (Âl-i İmran, 3/64)

(Yâ ehle’l-kitab) “Ey kendisine peygamber gönderilmiş, kitap indirilmiş kavimler, insanlar, Yahudiler, hıristiyanlar!” Türkiye’de de var, İstanbul’da da var ama asıl memleketleri batı… (Teàlev ilâ kelimetin sevâin beynenâ ve beyneküm) “Sizinle bizim aramızdaki esas inanca, müşterek olan söze geliniz.” Hangi inanca? “Lâ ilâhe illa’llah inancına gelin!”

Bakın, Hz. Musa da Lâ ilâhe illa’llah demişti, Hz. İsa da Lâ ilâhe illla’llah demişti. Hz. Musa, “Bana tapın!” demedi, Hz. İsa “Bana tapın!” demedi; “Allah’a ibadet edin!” dedi.

Allah Hz. İsâ’ya kıyamet gününde soracak:


وَإِذْ قَالَ اللَُّ يَاعِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ، أَأَنتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُونِي وَأُمِّي


إِلٰهَيْنِ مِنْ دُونِ اللََِّّ، قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أَقُولَ مَا لَيْسَ


لِي بِحَقٍّ، إِنْ كُنتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُ، تَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِي وَلَ أَعْلَمُ


مَا فِي نَفْسِكَ، إِنَّكَ أَنْتَ عَلاَّ مُ الْغُيُوبِ (المائدة:11٦)


(Ve iz kàle’llàhu yâ îse’bne meryem) Allah-u Teàlâ Hazretleri, Hazret-i İsâya: “Ey Meryem oğlu İsa! (E ente kulte li’nnâsi’ttehizûnî ve ümmiye ilâheyni min dûni’llâh) İnsanlara, ‘Beni ve anamı, Allah’tan başka iki tanrı edinin!’ diye sen mi dedin?” diye soracak.

O da diyecek ki:(Sübhàneke mâ yekûnü lî en ekùle mâ leyse lî bi- hakkın) “Hâşâ! Seni tenzih ederim; hak olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. (İn küntü kultühû fekad alimtehû) Eğer ben bunları söyleseydim, sen zâten bilirdin. (Ta’lemü mâ fî nefsî) Sen benim içimdekini bilirsin, (ve lâ a’lemü mâ fî nefsike) halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. (İnneke ente allâmü’l-guyûb) Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin!” (Mâide, 5/116)

177

Biz ne diyeceğiz?

“—Ey ehl-i kitap, ey kitaplılar! Kitapsız değilsiniz siz, kitaplısınız. Aramızdaki güzel, müşterek inanca gelin! Aslında Mûsa AS’ın zamanında da, İsâ AS’ın zamanında da inanç buydu. Şu aramızdaki müşterek inanca gelin!” diyeceğiz.

Söyleyeceğimiz sözler var onlara. Şu yanlıştır, bu yanlıştır. Kur’ân söylemiş, Allah da bildirmiş, biz de bildireceğiz. E nasıl bildireceğiz?

(Kellim kellim lâ yenfa’) “Konuş konuş, fayda vermez!” Atasözü olarak girmiş bizim halk arasına… Sen burada konuşursan fayda vermez. Amerika’ya gideceksin, Avrupa’ya gideceksin. Müessese kuracaksın ciddi, yayın yapacaksın.


Bak burada Bible House var. Ne demek? İncil evi demek. İncil neşreden müessese… Dünya Kiliseler Birliği var Şişli’de. Ne demek? Hıristiyanların burada kalesi demek. Türkleri hristiyan yapmaya çalışacakmış.

“—Canım yapamazlar onlar! Türkler hristıyan olur mu? Hepsi cin gibi maşallah benim milletimin fertleri, akıllı, uslu insanlar. Haça, puta tapmazlar.” Yoook! Kazın ayağı öyle değil, başka türlü kazın ayağı. Kazın ayağı biraz daha başka türlü…

Diyor ki:

“—Sana ayda dört yüz mark maaş vereceğim! Bizim toplantı salonumuza gel yeter!” diyor.

E düşünüyor adam: “—Zaten bir yerde çalışıyorum, bir para alıyorum. Dört yüz mark da buradan beleş alırsam iyi, fena değil.”

Gidiyor toplantıya… Adamlar kurnaz diyor ki:

“—Alacaksın şunları, Türklerin mahallelerinde kapı kapı dolaşacaksın, onlara anlatacaksın. Şu broşürleri vereceksin.”

Hadi, kadro meydana getiriyor. Çalıştırıyor kendisine. Yavaş yavaş münakaşalar, bilmem ne falan derken… E adam dindarsa, bilgiliyse karşı tarafı ikna eder. Bilgisizse işin aslı böyleymiş diye

178

döner, sapıtır, şaşırır. Neden? Bilmiyor, doğruyu bilmiyor.


Bak bizim Almanya’daki kardeşlerimize Yehova Şahitleri gelmişler:

“—Biz Yehova Şahitleri’yiz, şöyleyiz, böyleyiz, aslanız, kaplanız, panteriz, parsız, hınzırız, neyse… Siz de bizim gibi olun!” bilmem ne falan.

Bizim arkadaşlar da demişler ki:

“—Öyle olmaz!” “—E nasıl olur?” “—Siz en kuvvetli adamlarınızı alın getirin bir yere, bir toplantıya… Biz de getirelim. Karşılıklı konuşalım. Kalabalıkta konuşalım. Böyle tenha yerde olmaz.”

Kapıyı çalıyor: tık tık tık tık tık. Gıcırt kapı açılıyor.

“—Hoş geldiniz! “—Hoş bulduk…” “—Sizinle dini konularda konuşmak istiyorum, içeri girebilir miyim?” Öyle yağma yok. Adamlarınızı çağırın, hazırlanın. Biz de adamlarımızı çağıralım. Toplulukta konuşalım. Ötekiler de şahit olsun.

“—Tamam!” demişler.


Bir toplantı yeri, kalabalık bir yer tertip etmişler. Onlar gelmiş üç-beş kişilik ekip. Bizim de arkadaşlardan üç-beş kişi çıkmışlar karşılarına… Demişler ki:

“—Tamam, konuşmaya başlayacağız. Bizden ne istiyorsanız anlatın bakalım. Dağarcığınızda ne varsa dökün bakalım ortaya. Söyleyin bakalım ne diyecekseniz? Yalnız bir şartımız var. Siz söylediklerinizin hepsini söyleyin, sonuna kadar sabredeceğiz, dinleyeceğiz, bekleyeceğiz. Ama siz de bizi dinleyeceksiniz ha! Bizim de cevap hakkımız var. Tamam mı?” demişler.

“—Tamam!” “—Okey mi?

“—Okey!”

179

Kararlaştırmışlar. Şimdi bunlar anlatmışlar, işte Yehova şöyledir de, bilmem nedir de… Ne olacak, aslı esası yok. Dipsiz, astarsız, uydurma, insan kafasından çıkmış… Aslı bozuk olan şeyin

fer’i sağlam olur mu? Bozuk, yanlış. Bir şey yok ortada, içinde. Yâni işin temeli bir insanı tanrı edinmeye dayalı olursa, oradan ne hayır çıkar? Konuşmuşlar, konuşmuşlar, konuşmuşlar.

O konuşmuş, o konuşmuş. Dolma tüfek bir atarsın, pat. Tekrar doldurmak lazım, biter. Makineli tüfek gibi değil ki, dolma tüfek. Bitti. Malzemesi bitmiş. Konuş, yok ki artık söyleyecek bir şey. Bitti.

“—Tamam mı, bitti mi?” Bir almışlar bizim kardeşler, bir ele almışlar konuları: Bakın demişler kâinatın durumu şu. Fizik ilmi şöyle söylüyor, kimya ilmi böyle söylüyor. Akıl bunu gösteriyor, mantık bunu gösteriyor. Sizin falanca filozofunuz şöyle demiş, filanca doktor şöyle yazmış. Pascal böyle demiş, Dekart şöyle demiş. Onlardan da misal vererek bir girişmişler. Adamlar başlamışlar kızarmaya, bozarmaya... “—Biz kalkalım artık.” “—Yok! Kaçmak yok. Biz sizi sonuna kadar dinledik ya. Oturun bakalım!” demişler.

Perişan etmişler. Her zaman bu böyle oluyor muhterem kardeşlerim. Bu böyle futbol maçı gibi değildir. Her zaman İslâm galiptir. Neden? Hak dindir de onun için. Ötekisinin söyleyecek sözü yoktur. Mahdut, bitiyor.


Hindistan’da da aynı şey olmuş. Hindistan’da hristiyan misyonerler Hint halkını bu Pakistanlı kardeşleri, Hintli kardeşleri hristiyan yapmaya çalışıyorlar.

“—Olmaz öyle şey demişler. Hadi bakalım bir heyet halinde toplanın. Bir büyük konferans salonunda bir araya gelelim. Altı yedi konuyu müzakere edelim! Tanrı konusu, peygamber konusunu, ilâhi kitap konusunu, inançlar konusunu, bilmem ne… Altı yedi tane konu… Konular belli, bunların münazarasını yapalım!” demişler.

Münazara ne demek? İki heyet karşılıklı konuşuyor. Çıkmışlar,

180

papazlar konuşmuş, müslümanlar konuşmuş... Papazlar konuşmuş, müslümanlar konuşmuş… Bu altı yedi konuda sanıyorum üç dört tanesinde öyle bir zafer kazanmış ki müslümanlar, ötekiler yarım bırakıp gitmişler. Hani sonuna kadar dinleyecektik. Yapamaz. Çünkü aslı yok.


Bizimkiler onların kitaplarından da misallerini söylüyor. Yâni sadece bizden söylemiyor ki.

“—Sen neye inanıyorsun?” “—İncil’e...” “—Gel bakalım, tamam, İncil’den okuyacağım sana ayetleri…” Oradan misal vererek, onların tezatlarını ortaya çıkartıyor. Onların yanlışlarını ortaya çıkartıyor, kaçmışlar.

Kaçınca bizimkiler ne yapmış? Bu müzakereleri, münazaraları kitap haline getirmiş. Izharu’l-hak diye, İbrâzu’l-hak diye Arapça basılmış, oradan Türkçe’ye tercüme edilmiş. Sönmez yayınları arasında da çıktı yâni. Her yerde bu böyledir.

Benim kıymetli talebelerimden birisiydi, şimdi bir yerde doçenttir. Halkın da tanıdığı bir insandır. Belki profesör de oldu. O öyle, “Hristiyanlarla müslümanlar arasındaki münazaralar” diye bir konu aldı mezuniyet tezi olarak. Üç yüz sayfalık mezuniyet tezi yaptı, gayet güzel.

Her yerde müslümanlar galiptir. Neden? İslâm doğru din olduğundan. Müslümanların söz bilmesinden, papazların söz bilmemesinden değil. Bu taraf haklı da ondan aziz ve muhterem kardeşlerim!


Allah-u Teàlâ Hazretleri Ümmet-i Muhammed’i dalâlet üzerine toplamaz. Biz doğru yoldayız. Bakma bir takım yukarıdaki kimselere… Adam eline fırsatı geçirmiş, mikrofonu geçirmiş, çok bağırıyor. Çok değil, bir kişi ama mikrofon var elinde, sesi çok duyuluyor. Bütün salon aleyhinde ama şimdi o konuşuyor. Bir milletin başına geçmiş, ama millet ondan memnun değil. Öyle zalim idareciler var... İşte Suudiler, işte bilmem şurası, işte burası. Halk illallah diyor.

181

Evelallah Müslümanların genel durumu, maneviyatı, kafası, gönlü, kalbi, ilmi, irfanı iyidir. Allah garanti ediyor. Peygamber Efendimiz ümmete lânet etmedi, bir. Ümmet genel olarak sapıklığa sapmaz. Genel yol, umumi cadde-i kübra dopdoğrudur. Onun için biz de ehl-i sünnet ve’l-cemaatiz. Efendimiz’in sünneti yolunda gidiyoruz, ana toplumdan ayrılmış, sapık fırka değiliz. Ehl-i sünnetiz.

Sonra ehli sünnet ne demek? Peygamber SAS Efendimiz’in sünnet-i seniyyesini esas alan, bid’atlardan uzak duran, dinin aslına özüne, Kur’ân-ı Kerim’in manasına, ruhuna sadık yolda yürüyen insanlar demek.


c. Müslümanlar Dalâlet Üzere Birleşmeyecek


Sonra üçüncüsü nedir? (Ve en lâ tectemiù alâ dalâletin ebeden) dalâlet üzerine hiç birleşmeyecek müslümanlar. Hiç öyle bir şey olmayacak. Hani bazısı şaşırır da…

Hıristiyanlar toplanmışlar, İznik Konsülü diyorlar. Tarih kitapları yazıyor. Biz onların tarihlerini de okuduk. Okuttular zorla bize... İslam tarihini atladılar, ama hıristiyanların tarihini okuttular. İznik Konsülü’nü biliyoruz. 325 yılı değil mi bak, tarihin bile ezberlettiler bize. 325 yılında, Hz. İsa’dan 325 yıl sonra…

Daha Peygamber Efendimiz gelmemiş. 600’lü yıllarda, 622’de hicret etti Peygamber Efendimiz. On üç sene Mekke’de hizmet gördükten sonra…

İznik Konsülü toplandı 325’te. Peygamber Efendimiz’den çok önce… Bir sürü kitap çıkmış ortaya İncil diye. İncelediler, incelediler yüzlercesini yaktılar, attılar. Bu doğru değil, bu doğru değil, bu doğru değil… Dört tanesini bıraktılar: Metta İncili Markos İncili, Yuhanna İncili, Lukas İncili… Bunları bıraktılar, ötekileri iptal ettiler. Amma teslisi bırakmadılar, Allah üçtür deme küfrünü bırakmadılar.

Halbuki hıristiyan mezhepleri içinde “Allah üç değil, birdir!” diyenler de vardı. Onları sapık ilan ettiler, yanlışı doğru ilan ettiler. Ne yaptılar? Koca konsül dalâlet üzere toplandı, sapık bir karar

182

çıktı. Ne diyeceklerdi?

“—Allah üç olur mu, Allah birdir!” diyeceklerdi, bitecekti.

Diyemediler onu. Lâ ilahe illallah diyemediler, maalesef diyemediler, dalâlete uydular.


Ümmet-i Muhammed’de böyle bir şey yok! Alimlerin kafası kesilir, zalim sultanın karşısında gene hakkı söylerler: “—Yanlış yapıyorsun, işin doğrusu budur.” derler.

Ümmet dalâlet üzerine toplanmayacak. Bu da Allah’ın garantisi. Kıyamete kadar hakkı tutan, hakkı söyleyen insanlar mevcut olacak. Aklını kullanacaksın, ölçeceksin, doğruyu eğriden ayıracaksın.

Hû diyenleri suçluyorlar. Tasavvuf, tarikat diyenleri suçluyorlar. Niye? Oku bakalım Kur’ân-ı Kerim’i, Kur’ân-ı Kerim’de zikir var mı? Nefsin terbiyesi var mı? Tasavvufun söylediği güzel ahlâkı edinmek var mı?

“—E, var!” O zaman sen tasavvufun nesine düşmansın? Hıktı, mıktı, bilmem ne… Aslı, esası o… Kabul edemiyor. Sen ne yapacaksın? Aklını, mantığını kullanacaksın. Evet çeşit çeşit fikirlerle karşılaşıyoruz, şu yanlış, bu doğru diyeceksin. Ayırt edeceksin.


d. Allah’ın Yardımı Cemaatledir


Sonra?.. Hadis-i şerif devam ediyor. Galiba bugün bir hadis-i şerifle dersi bitireceğiz, çünkü 57 dakika oldu. Bitiriverelim.


وَأَنيَدَ اللَِّ معَ الْجَمَاعَةِ، فَاتَّبِعُوا السَّوَادُ الَعْظَمُ، فَاِنَّهُ مَ نْ شَذَّ


شَذَّ فِي النَّ ارِ .

183

(Ve enne yede’llàhi mea’l-cemâati)21 “Allah’ın eli, yardımı, nusreti, feyzi, ikramı cemaatin üzerindedir.” Ne demek? Allah cemaate rahmet eder, cemaati destekler. Doğru yolda yürüyen toplulukta olan felah bulur, işleri rast gider. Cemaatten kopan, ayrılan zarar eder. Allah’ın rahmeti cemaatin üzerinedir. Desteği, kuvveti cemaatedir.

(Fe’ttebiu’s-sevâdü’l-a’zamü) “Müslümanların çoğunluğuna, büyük topluluğa tâbî olun!”

(Feinnehû men şezze, şezze fi’n-nâr)22 “Kim toplumdan, ana topluluktan ayrılırsa, cehenneme doğru ayrılır.”

Cemaatten ayrılanlar, kopanlar, sapıtır. Saparsa, başına felâket gelir. Ayrılık gayrılık çıkartanlar cehenneme doğru ayrılır. Ana yoldan ayrıldığı zaman cehenneme doğru gider.


Yalnız muhterem kardeşlerim!.. Burada o kadar ince, o kadar mühim bir nokta var ki… Bunu Peygamber Efendimiz söylüyor da

insanların çoğu bilmez, benim mutlaka hatırlatmam lazım:

Cemaat deyince, millet sanıyor ki cemaat kalabalık demek. Hayır!.. Cemaat kalabalık demek değil. Cemaat insanın hakla cem olması, hakla beraber olması demek. Haktan yana olması demek. Bir kişi bile olsa, tek kişi olsa, hakla beraberse, o cemaatir. Bin kişi bile olsa, bâtılda olduğu zaman onlar tefrikadadır, haktan ayrılmışlardır.



21 Neseî, Sünen, c.XII, s.374, no:3954; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XVII, s.145, no:368; Urfecete’bni Şüreyh RA’dan.

Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.488; Hz. Ömer RA’dan.

Hàkim, Müstedrek, c.I, s.202, no:399; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.167, no:239; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Hàkim, Müstedrek, c.I, s.199, no:391; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.447, no:13623; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.206, no:1031; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIV, s.97, no:26712; RE. 15/11. 22 Tirmizî, Sünen, c.VIII, s.71, no:2039; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.199, no:391; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.258, no:8116; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.206, no:1030; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.333, no:1074; Câmiü’l- Ehàdîs, c.XVII, s.43, no:17515.

184

Yoksa cemaat kalabalık demek değildir. Bu istatistik meselesi değil. Hakikatler istatistik konusu değildir. Şu kadar insan bunu kabul etti, bu kadarı kabul etmedi. Bunların adedi fazla, demek ki bu hak diyemezsin!


Hakkı bazen bir tek insan söyler. Misâl: İbrahim AS.

Nemrud’un kavminde İbrahim denilen bir yiğit kişi çıkmış, er kişi, babayiğit kişi çıkmış; “—Lâ ilahe illa’llàh… Putlara tapmayın!” demiş.

Amcasına söylemiş, babalığına söylemiş.

“—Yâ bu putu elinle yapıyorsun, niye buna tapıyorsun? Tapınma buna!” demiş. “Allah’tan başkasına tapınma!” demiş.

Yerlere göklere bakmış. Ayın, güneşin, yıldızın tapınacak şey olmadığını anlamış. Ayet-i kerime bunları anlatıyor. Aya bakıyor, güneşe bakıyor: “—Bu benim Rabbim olabilir mi? Olamaz, olamaz, olamaz! Bunları yaratan Rabbimdir.” diyor.

185

Bir kişi doğru yolda, bütün kavim yanlış yolda… Hangisi cemaat, hangisi tefrikada? İbrahim AS cemaat, bütün ötekiler tefrikada… Neden? İbrahim AS haktan yana, hakla beraber.


Koca kavmi Firavun’a tapınıyor. Küçük bir azınlık Mûsâ AS’ın etrafında... Firavun’un kavmi mi haklı, Mûsa AS mı?

“—Musa AS haklı...” “—E onların sayısı çok.” Yâhu bırak şu sayı çokluğunu… Bırak sinekleri! Sirke sineği gibi, kıymeti yok. Mühim olan hakla beraber olmak.

İbrahim AS da öyle…

Nuh AS demin söyledik. Koca kavmin hepsi reddettiler. Allah emrediyor, bir gemi yap. Ya Nuh! Bir gemi yap. E gemi deniz kenarında yapılır, gemi denizde yüzdürülür. Karada gemi yapıyor Nuh AS…

Kavminin kafirleri oradan geçerken hep alay ediyorlardı.

“—Haa… Ne yapacaksın bu gemiyi? Deniz yok, karada bu gemiyi ne yapacaksın?” diye dalga geçiyorlardı.

Sahiru, dalga geçmek, maskaraya almak demek.

Ama Allah emretmiş, emri yapıyor.

“—Ya Nuh! Bir gemi yap!” denmiş, gemiyi yapıyor. Nuh AS azınlık, bir geminin ahalisi… Ötesi tufanda boğulanlar, cihan halkı.


Anladık mı? Misallerle anlaşıldı mı? Neymiş cemaat, hakla beraber olmak.

Peygamber Efendimiz Mekke’de çoğunlukta mıydı? Değildi. Kırk kişi oluncaya kadar canları burunlarından geldi. Ekseriyet aleyhindeydi. Eh, olabilir. Bir şehrin içinde bir tek doğruyu söyleyen insan çıkabilir. Doğruyla beraber oldu mu, insan cemaattendir. Yanlışla beraber oldu mu, istediği kadar kalabalığın içinde olsun.

“—Herkes benim gibi düşünüyor!” Herkes sapıtmış, herkes oynatmış, herkes yanlış yolda. Kıymeti yok.

186

(Ve enne yeda’llàhi mea’l-cemâati) “Allah’ın nusreti, teyidi, takviyesi, rahmeti, rızası cemaatledir, Hakla beraber olanlarladır.”

Tabii burada birazcık sayısal üstünlük de bahis konusu; çünkü birinci cümlede garanti var. Benim ümmetim dalâlet üzerine toplanmaz. Müslümanlar umumiyetle sapık olmaz demek.

(Fe’ttebiu’s-sevâdü’l-a’zamü) “Sevad-ı a’zama tabî olun!” Sevad-ı a’zam ne demek? Müslümanların geneli, umumi, hepsi. Efkâr-ı umûmiyesi diyebiliriz. Sevad büyük kalabalık demek. Sevad-ı a’zam, en büyük kalabalık. Herkesin kabul ettiği genel doğru olan yola tâbî olun! Siz genel, büyük topluluğa tabii olun,

(Feinnehû men şezze şezze fi’n-nâri) “Ayrılığa, tefrikaya kalkışan, istisnaya sapan, yoldan ayrılan cehenneme doğru ayrılır.” (Fehâülâi ecârekümu’llàhu minhünne) “İşte Allah sizi bu şeylerden korusun!” Ha peygamberiniz size lânet etmeyecek. Korkmayın, öyle bir durum yok. Bu ümmette ekseriyet ehl-i hak olacak, ehl-i bâtıl hakim olamayacak. Gene onlar kendi aralarında hakkı söyleyecekler ve ümmet dalâlet üzerinde toplanmayacaklar. Onun için ümmetin sevad-ı a’zamına tâbî olun ayağınızı kaydırıp da başka yerlere sapmayın. İşte Allah bizi bu üç şeyden korumuştur.


e. Üç Şeyden Sakının!


(Ve rabbüküm enzereküm selâsen) “Ve Rabbiniz sizi ikaz ediyor, uyarıyor. Üç şeyden sakınmanızı tavsiye ediyor.” diye Peygamber Efendimiz bildiriyor.

1. (Ed-duhàne) “Bir duman çıkacak.” Ne zaman çıkacak? Ahir zamanda çıkacak. Dünyanın sonu geldiği zaman bir duhan çıkacak. Ne olacak? (Ye’huzü’l-mü’mine minhü ke’z-zekmeti) Mü’mini bir nezle gibi bir hal alacak, o duman içine girdiği zaman. (Ve ye’huzü’l-kâfire feyentefihu) Kâfiri de sardığı zaman, patlatacak. Pat diye patlayacak kâfir, parçalanacak. O hale getirecek. (Ve yahrucü min külli mesmain minhü) Onun her yerinden, mafsallarından dışarıya çıkacak. Kâfire öyle acı bir tesiri olacak.

187

Yâni duhan çıkacak, ne demek? O vakit gelmeden kendinize çeki-düzen verin, kıyamet halleri belirmeden iyi insan olun! Ölüm yarın geldiği zaman kâfir durumda olmayın. Geliverir demek. Kıyamet yakın çünkü.

2. (Ve’s-sâniyetü’d-dâbbetü) “Dabbetü’l-arz çıkacak.”

Kur’ân-ı Kerim’de de var. Bu Mekke’den Safa tepesinden çıkacak. İnsanları önüne katacak, sürükleyecek. Bu Dabbetü’l-arz. Bu da kıyametin alâmetlerindendir.

Tabii bu alâmetler belirdiği zaman iş işten geçmiş olmasın, bunlarla korkutuyor Allah-u Teàlâ Hazretleri. İhtar ediyor, ikaz ediyor ki, toparlanın, iyi mümin olun, kendinize çeki-düzen verin, hazırlıklı olun bu gibi durumlara…


3. (Ve’s-sâlisetü’d-deccâl) “Deccal çıkacak.” Deccal de çok büyük bir fitnedir, tehlikedir. Çünkü insanlar kanacaklar Deccal’e… Cennet gibi gösterecek bâtılı, herkes rağbet edecek. Hakkı da cehennem gibi gösterecek, herkes tabii keyif tarafına gidecekler ve Deccal onları aldatacak. Bir gözü kör olacak, ona tabii olanlar boynuzlanacak. Çeşitli böyle remizli haberler var Deccal hakkında… Kimisi de diyor ki Deccal küfürdür, küfür felsefesidir, kâfirlik, dinsizlik felsefesidir. Ama medeniyet diye çıkıyor, batılılaşma diye çıkıyor, çağdaşlaşma diye çıkıyor insanın karşısına… Bir gözü kör, yâni dünyayı görüyor ama mâneviyatı, ahireti görmüyor. Bu remizdir diyorlar. İnsanları aldatıyor, çok olağanüstü şeyler gösteriyor. Tamam teknoloji hakikaten, radyo var, televizyon var, telsiz var, cihazlar var, evet… Ama hepsi sahte, onlara kanıp da tamam teknoloji üstün olan milletlerin imanı, felsefesi…

“—Amerikalıların dinine gelin!” diyor Amerikalılar reklam yaparken. “Uzaya adam gönderen, aya füze gönderen Amerikalıların dini.” Kimi aldatıyorsun? Kime yutturuyorsun? Uzaya füze göndermek, teknolojik bir başarı. Ama taşa, puta tapmak da bir insanlığın yüz karası yanlış inanç… Yâni onunla onu niye, nasıl bağdaştırıyorsun, birbirine bağlıyorsun? Yanlış.

188

Deccal’in hünerlerinden birçok kimse Deccal’e inanacak ama yanlış yolda olacak. Mü’min onun yanlışlığını, hatasını anlayacak. İmanının nuruyla Deccal’in gösterdiği şaklabanlık, madrabazlık ve hünerlere kapılmayacak. Ama birçok kimse kapılacağı için Peygamber Efendimiz Deccal’den korkutmuş ümmetini… Ve dua etmelerini tavsiye ediyor, “Her gün Deccal’den Allah’a sığının!” diye.


Hocamızın yazdığı Evrad-ı Şerif kitabını okuyanlar, her gün Deccal’den Allah’a sığınıyorlar. Çünkü korkulacak bir şey. Aldatıcı bir şey. İnsan aldandı mı ahireti mahvoluyor.

Orada Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hocamız, hadis-i şeriften alınma bir dua kaydetmiş:23


اللَّهُمإِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ جَهَنَّمَ، وَمِ نْ عَذَابِ الْـقـَبْرِ، وَمِنْ


فـِتْـنَـةِ مَحْيَا وَالْـمَمَاتِ، وَمِنْ شَرِّ فِـتـْنَـةِ الْـمَسـِيحِ الدَّجَّالِ .


(Allàhümme innî eùzü bike min azâbi cehennem, ve min azâbi’l- kabr, ve min fitneti’l-mahyâ ve’l-memât, ve min şerri fitneti’l- mesîhi’d-deccâl.)



23 Müslim, Sahîh, c.I, s.412, no:588; Neseî, Sünen, c.VIII, s.277, no:5514; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.258, no:2342; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.I, s.356, no:721; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.715, no:1955; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.154, no:2702; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.463, no:7953; Taberânî, Dua, c.I, s.199, no:620; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LIII, s.295; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.50, no:2288; Ebû Hüreyre RA’dan.

Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.323, no:984; Tirmizî, Sünen, c.V, s.524, no:3494; İbn- i Mâce, Sünen, c.II, s.1262, no:3840; İmam Mâlik, Muvatta (Rivâyet-i Yahyâ), c.I, s.215, no:501; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.242, no:2168; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.280, no:999; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.241, no:694; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XI, s.29, no:10939; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.304, no:1021; Taberânî, Dua, c.I, s.198, no:619; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.VII, s.371; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.II, s.30; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

189

Bu duayı Peygamber SAS Efendimiz tâlim etmiş, Hocamız da hatırlayalım diye dua kitabının bir yerine koymuş, sabahları okuyoruz. Bunun mânâsı ne:

(Allàhümme innî eùzü bike min azâbi cehennem) “Ey benim Rabbim, cehenneme düşüp orada azab görmekten, cehennemlik olmaktan ben sana sığınırım.” (Ve min azâbi’l-kabr) “Kabir azabından da koru yâ Rabbi! Öyle bir şey de başımıza gelmesin… (Ve min fitneti’l-mahyâ ve’l-memât) “Ölümün ve yaşamın, ölmenin ve yaşamanın fitnesinden de sana sığınırım.” Mahyânın, hayatın, yaşamanın fitnesi nedir? Yaşarken insanın birtakım olaylarla karşılaşması ve orada aldanması, fitneye uğrayıp şaşırması, yanlış davranıp kaybetmesi...

Bir de ölümün fitnesi vardır. Ölürken de insanın iman-ı kâmil ile ölmesi lâzım! Son nefese kadar imanın korunması önemli... İman kaçabilir. Meselâ birisi, hastalığın verdiği ızdırabla intihar eder. İşte ölümün fitnesi...

Ölüm anı çok zor bir an, önemli bir an... Ölüm zor bir geçit... Onun için orada da fitneye, bir imtihana, bir yanlışlığa uğramamak

190

hususunda Allah’a sığınıyoruz bu dua ile...


(Ve min şerri fitneti’l-mesîhi’d-deccâl) “Mesîhi’d-Deccâl’in fitnesinin şerrinden de yâ Rabbi, sana sığınıyoruz.” demiş Peygamber Efendimiz, böyle dua etmiş.

Biz bu duayı her gün okuyoruz, Mesîhi’d-Deccal’in fitnesinden Allah’a sığınıyoruz.

Mesih, kurtarıcı demek ama; Deccal, yalancı demek. El- Mesîhü’d-Deccal, yalancı kurtarıcı... Deccal burada Mesih’in sıfatı olarak; yalancı Mesih, yâni yalancı kurtarıcı.

Deccal kelimesi üzerinde biraz açıklama yapayım. Çünkü, “Adem AS’ın yaratılışından kıyamet kopuncaya kadar, bütün insanlık tarihinde Deccal’den daha büyük bir belâ musibet, fitne yoktur.” diyor. En büyük tehlike o...

O halde, bunu bütün müslümanların bilmesi lâzım!

Fâtiha-i şerîfe mea’l-besmele!


11. 06. 1995 – İskenderpaşa Camii

191
06. ASHAB-I KİRÂMA HÜRMET ETMEK