04. GÜZEL AHLÂK’IN KIYMETİ
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm. El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-ahirîn muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîn.
Emmâ ba’dü, fa’lemû eyyühe’l-ihvân... Feinne efdale’l-hadîsi kitâbu’llàh... Ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin ve sàhibehâ fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n- nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:7
أَثْقَلُ شَيْءٍ فِي مِيزَانُ الْمُؤْمِنِ خُلُقٌ حَسَنٌ، إِنَّ اللهَ يُبْغِضُ الْفَاحِشَ
الْمُتَفَحِّشَ الْبَذِيَّ (ق. عن أبي الدرداء)
RE. 15/9 (Eskalü şey’in fî mîzâni’l-mü’mini hulükun hasen; inna’llàhe yubgidu’l-fâhişe’l-mütefahhişe’l-beziy) Sadaka rasûlü’llah ve netaka habîbu’llah, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
a. Mizanda Güzel Ahlâk
Peygamber SAS Efendimiz’in mübarek hadis-i şeriflerinden okuyarak, zamanımızı hayırlı, mübarek, bereketli bir şekilde geçirmeye niyetlendik. Bir sayfa açtık hadis kitabımızdan, orada çıkmış olan bir hadis-i şerifi okuyoruz. Peygamber SAS Efendimiz bu okuduğum hadis-i şeriflerinde bize güzel ahlâkın önemini bildiriyor. Ravisi, Ebü’d-Derda RA Hazretleri.
7 Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.193, no:20587; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VI, s.238, no;8002; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.274, no:445; Ebü’d-Derdâ RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.9, no:5176; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.362, no:575.
Ebü’d-Derdâ, Peygamber SAS Efendimiz’in çok sevdiği, iltifat buyurduğu bir sahabi. Selmânü’l-Fârisî Efendimiz Hazretleri’nin de kardeşliği. Yani, hani dün akşam biz birbirimizle kardeşlik kurduk; grup grup herkes birbirinin kardeşi oldu. Selmanü’l- Farisî Hazretleri’yle, Ebü’d-Derdâ Hazretleri’ni de Peygamber Efendimiz kardeş etmiş. Birbirlerine kardeş eylemiş.
O rivayet ediyor ki, Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyurmuşlar:
أَثْقَلُ شَيْءٍ فِي مِيزَانُ الْمُؤْمِنِ خُلُقٌ حَسَنٌ، إِنَّ اللهَ يُبْغِضُ الْفَاحِشَ
الْمُتَفَحِّشَ الْبَذِيَّ (ق. عن أبي الدرداء)
RE. 15/9 (Eskalü şey’in fî mîzâni’l-mü’mini) “Mü’minin kıyamet gününde, mahşer yerinde, mahkeme-i Kübra’da; mizanının- terazisinin kefesine konulacak olan şeylerin en ağır
geleni, yani en kıymetlisi, mizanda teraziyi ağır bastıracak, insanı cennete sokacak, cehennemden kurtaracak ağır gelen en kıymetli şey, (hulükun hasen) güzel huydur.” (İnna’llàhe yubgidu’l-fâhişe’l-mütefahhişe’l-beziy) [Muhakkak ki Allah Teala işi ve sözü çirkin olan ve hayasızca konuşan kimseye buğz eder.]
İnsanların bir yaratılışı var. İşte bedeni, boyu, posu, çehresi, yüzü, rengi, kaşı, gözü, aklı, fikri, zekâsı, vücut kabiliyetleri, beden akıl kabiliyetleri, meziyetleri, hünerleri… Bunlar insanın halkı, yaradılışı yani, halk edilişindeki malzemesi demek.
Bir de, insanın hulüku var. Halkı, maddi cephesi; hulüku da, ahlâkı… Yani, ne gibi huylara sahip bu adam? Sinirli mi, sabırlı mı, vefalı mı, cömert mi, merhametli mi, adaletli mi, dürüst mü, sevimli mi, geçimli mi veya sinirli mi, cimri mi, pinti mi, nekes mi, vefasız mı, kalleş mi, dolandırıcı mı, düzenbaz mı, hilebaz mı, münafık mı, yalancı mı?
Bunlar huy tarafı insanın… Yani, dışından baktığın zaman anlayamazsın. Bakarsın yüzü, gözü, boyu, posu güzel. Tamam. Güzellik yarışmasına girse, erkek güzeli seçilecek. Tamam. Omuzları geniş, beli ince, body building de çalışmış, pazuları kuvvetli, halter kaldırmış, barfix yapmış ve sâire… Ama, mühim olan huyu, insanın…
İnsan sosyal bir varlıktır. Yani, ictimaî bir yaratıktır. İnsanoğlu karıncalar gibi, arılar gibi toplu halde yaşar. Nasıl karıncalar gruplar halinde yaşıyor, büyük kalabalıklar halinde yaşıyor. İnsanoğlu da grup halinde yaşar. İnsanoğlu onun için, ictimaî bir varlıktır. Yani, toplumsal yaşamaya alışkın bir varlıktır. Hali böyledir, huyu böyledir.
Tabii, toplumda yaşamak bahis konusu olduğu zaman; insanın öteki insanlara sevgisi ne, saygısı ne, faydası ne, zararı ne; bu önemli olur. Komşuluğu nasıl, arkadaşlığı nasıl, alışverişi nasıl, evliliği nasıl? Karısına karşı, çocuğuna karşı tutumu nasıl? Anasına, babasına, akrabasına karşı tutumu nasıl? Bunlar hep ictimai durum, yani ictimai bağlantılar, ictimaî sorumluluklar, ictimai davranışlar... İnsanın ahlâkı, ictimai davranışlarında ortaya çıkar.
Yani, insanoğlu tek başına bir adada, gemi battıktan sonra yaşayan bir insan olsa, kenara yüzerek çıkmış, tek başına yaşayan bir insan olsa; ne olacak yani? Kim’e karşı ne yapacak da, iyi huyluluğu, kötü huyluluğu meydana çıkacak? Bir şey belli olmaz. İnsanın ahlâkı, toplumun içinde yaşadığı zaman, başka insanlara karşı davranışından ortaya çıkar.
b. İslâm’da Toplumsal Hayat
İslâm’ın en büyük amaçlarından birisi, insanın içtimai davranışlarını, toplumun içindeki davranışlarını düzenlemektir. İslâm insanı hem şahsen, hem ruhen, hem bedenen kuvvetli yapmağa çalışıyor. Yani, insan mutlu bir varlık olacak. Kuvvetli bir varlık olacak. Sağlam bir varlık olacak. Hayatta her yönden mükemmel bir varlık olacak, iyi bir varlık olacak. Bunu sağlıyor.
Ondan sonra, toplumdaki öteki insanlarla olan münasebetleri de ayarlamaya İslâm çok önem verir. Buna baktığınız zaman, İslâm’ın ictimai yönünün çok kuvvetli olduğunu görürüz. Dünyada pek çok inanç sistemi var... Dünyanın hiç bir inanç sisteminde topluluğa bu kadar önem verildiğini görmek mümkün değil.
İslâm, topluluğa önem veriyor. Aileye önem veriyor, akrabalarla münasebetlere önem veriyor, sıla-i rahme önem veriyor, evliliğe önem veriyor, komşuluğa önem veriyor. Toplumu yükseltmeye önem veriyor, toplumu korumaya önem veriyor, toplumun korunması için insanın kendisini feda etmesine önem veriyor. Yani, icabında insan toplumu için, İslâm için, müslümanlar için canını veriyor. Savaşa gidiyor, biliyor ki ölecek; yani bu artık amansız bir mücadele, ölecek ama; toplum için canını da veriyor. Allah için veriyor da, ama Allah niçin emretmiş bunu? Toplum rahat yaşasın diye… Bazı insanlar savaşsın, ölsün ama toplumun büyük kısmı kurtulsun diye yapıyor.
Bu, tabiatta gördüğümüz bir olaydır. Meselâ, Güney Amerika’da bir çeşit karıncalar varmış. Bunları alimler incelemişler. Bunlar, çok topluluk şuuru kuvvetli olan mahlûklar. Böyle grup halinde geziyorlarmış. Önlerine bir su çıktı mı, nehir çıktı meselâ, nehirden geçiyormuş bu karıncalar. Allah Allah. Bu şaldur şuldur akan nehirden, bu karıncalar nasıl geçiyor? Söyle
geçiyorlarmış:
Bir tanesi geliyormuş, kıyıda sağlam bir yere sımsıkı yapışıyormuş. Suyun kenarında, ötekisi bunun üstünden yürüyormuş, bunun beline sımsıkı yapışıyormuş. Üçüncüsü bu ikisinin üstünden yürüyüp, İkincinin beline sımsıkı yapışıyormuş. Bu tarzda suyun içine doğru yapışıyorlarmış, sımsıkı birbirleri ne kenetleniyorlar bellerinden böyle, bir zincir teşkil ediyorlar. Bu zincir ileriye doğru uzayıp gidiyormuş. Ötekiler bunu köprü yapıp geçiyorlarmış.
Suyun içinde kalanlar ölüyor. Bir daha artık hayata dönmek yok ama, toplumlarını suyun karşısına geçiriyorlar.
Bu bir ictimai davranış. Yani, topluluk için kendisini feda etme çalışması… Karıncalarda var bu. İnsanlarda daha fazla… Yani, bir büyük düşman tehlikesi geldiği zaman; bir topluluğun üzerine karşıdan geliyor, büyük bir ordu… Daha önce yaptıkları belli, daha önce geldikleri şehri yakmışlar, yıkmışlar, yangın çıkartmışlar; hazineleri, paraları pulları almışlar, adamları öldürmüşler, kadınları esir etmişler, zincire bağlamışlar, saçlarından sürükleyip geliyorlar.
“—Şimdi, eyvah. Bu topluluk buraya da gelirse, bizim çoluk çocuğumuz da bu duruma gelecek. Ne yapalım? Karşı çıkalım!”
“—Çıkacaksın ama öleceksin kardeşim!” “—Olsun. Ben öleyim, toplum sağ olsun!”
Bu bir fedakârlık nümûnesi. Buna, Allah rızası için cihad etmek diyoruz. Bir insan böyle bir yolda ölünce, şehid oluyor. Hayat imtihanını çok üstün bir şekilde kapatmış, bitirmiş oluyor. Sınıfı doğrudan doğruya geçmiş oluyor. Yani, artık ileride mahkeme-i kübrâda hesapmış, mizanmış, teraziymiş, tartıymış, ölçüymüş yok; “Buyur cennete!” diye doğrudan doğruya geçiyor.
Evet, dünyada biraz sıkıntı çekiyor. Şehid olmak kolay değil, savaşmak kolay değil, yaralanmak kolay değil ama sonunda cennete doğrudan doğruya gidiyor.
Tabii, insanların genel olarak büyük kalabalığı, milyonlar, yığınlar, toplu halde yaşıyorlar. Ve bu toplu halde yaşamanın düzen içinde olması lâzım. Nasıl bizim bugünkü yaşantımızda, araba kullanmamızda bir düzen varsa; yolun şurasından
gideceğiz, işaretlerde şöyle davranacağız. Sağımızdan araba gelirse şöyle yapacağız, önümüze yaya çıkarsa şöyle yapacağız. Su işareti görürsek şu olacak, bu olacak... Bunların hepsi nedir? Birer düzendir, düzenlemedir. Bu düzenlemeye ne diyoruz? Şeyr ü sefer düzenlemesi diyoruz, yani trafik düzeni diyoruz. Buna uyuyoruz.
Bundan başka düzenler de var. Meselâ, su bendine gidiyorsunuz; orada çoluk çocuk kır sefası yapacaksınız. Kebapları hazırlamışsınız ama kapıda diyor ki:
1. Başta diyor ki:
“—Buraya, köpekler giremez!” Haa, köpek varsa arabada kalacak. Köpek girmesi yasak, kaide.
2. Ondan sonra:
“—Ateş ancak müsaade edilmiş olan yerlerde yakılabilir.”
Haa, demek ki ben istediğim yerde, kenarda ateş yakamazmışım.
3. Ondan sonra:
“—Buradaki suyun içine girilmez.”
Suya girilmesi şiddetle yasaktır. Haa, demek ki yüzemeyeceğim.
Bunlar nedir? O çevreyle ilgili birer yasaklamadır, düzenlemedir. Bu düzenler niçindir? Bizzat yasaklanan insanın da menfaatinedir, toplumun da menfaatinedir. Yani, yasaklanmaya aldırmayıp, o adam orada suya girerse; belki boğulacak, belki su mikroplu, belki zehirli… Onun için, yani bunu gadir olsun, zulüm olsun diye koymamışlar oraya; giren zarar görmesin diye koymuşlar. Ya da, toplum zarar görmesin diye yapmışlar. Hepsi güzel! Toplumun sen de bir ferdi olduğun için, neticede toplum mutlu yaşadığı için, önemli.
O halde, toplumsal hayatta bir takım düzenlemelere uymalıyız. Meselâ, saat 24.00’da adamın keyfi gelmiş, çıkmış bahçeye:
“—Heyt imanım, var mı bana yan bakan?” diye bağırıyor.
Keyfe gelmiş gazel okuyor, kaside okuyor, radyoyu sonuna kadar açmış... Olur mu? Olmaz.
Neden? Öteki adam uyuyacak. Zavallı adam işten geldi, yorgun, argın, gözleri kıpkırmızı olmuş, yemeği zor yemiş, namazı zor kılmış, yatıp uyuyacak. Tam yatacak, uyuyacak, beriki adamın
keyfi gelmiş, kıyameti kopartıyor yanında...
Ne olacak? Yapamaz. Neden?
E, canım, uyku saati. Bunu yapmanın yeri var, zamanı var, şekli var, miktarı var, ölçüsü var… Böyle bu kadar bangır bangır herkes bağırırsa, curcuna derler buna… Bunun zevki, sefası kalmaz, kulaklar patlar, kafalar şişer, davul gibi olur.
Demek ki, toplumun koyduğu kaideler var. İşte, toplumdaki bu görünmeyen davranış kaidelerine ahlâk diyoruz.
Bir insan bir kimseyle anlaşma yaptı mı, anlaşmasına uymalı! Vefa denilen huy.
Bir insan bir insandan borç aldıysa, borcunu ödemeli. Bu ne? Dürüstlük.
Bir insan komşusuna karşı, onun ağacına, çoluğuna, çocuğuna, eşyasına karşı koruyucu tavır takınmalı, zarar verici tavır takınmamalı… Komşusunun kızına, karısına yan bakmamalı… Çocuğunun kulağını çevirip ensesine tokat patlatmamalı ve sâire gibi yani.
Güzel huylar tabii çoktur ama, çokluğu bizi korkutmasın! Çünkü bu çokluğu hayatımızda biz zaten yaşıyoruz. İster istemez yaşıyoruz. Yani, kapıdan gireceksin, bir odaya giriyorsun; on kişisin, bir tane koltuk var. Yaşlı bir ihtiyar var aranızda… İlk önce ne dersiniz: Amca, sen gel otur dersiniz. İşte bu yaşlıya hürmet, zayıfa yardım, Ahlâkı davranış. Yani, bunu bilmek zorundasın.
c. Çocuğa Küçükken Öğretmeli!
Ahlâkı davranışların çokluğu insanı ürkütmemeli, alışmalı, bunları öğrenmeli ve çoluk çocuğuna öğretmeli... Ne zaman öğretmeli? Bunun öğretilmesinin bir yaşı, sınırı, zamanı var mı? Evet. Var, bana göre var. Benim aciz nâçiz düşünceme göre, benim kanaatime göre var...
Nedir bunun zamanı? Çocuk ne zaman sorumlu olmağa başlıyor? Ne zaman, onun sevap günah işleri yazılmağa başlıyor? İşte o zamana kadar bu işleri öğrenmiş olması lâzım! Neden? Başlayacak imtihan. Öğrenmemişse, hata yapacak, günaha girecek. Günaha girmemesi için, önceden başlaması lâzım!
Pekiyi, nedir çocuğun sorumluluk yaşı? Ne zaman çocuk adam muamelesi görmeli? Ne zaman yapması gereken işleri yapmalı?
Peygamber SAS Efendimiz, dinimizin en önemli işlerinden birisi olan namaz konusunda diyor ki: 8
مُرُوا أَوْلَدَكُمْ بِالصَّلَةِ وَهُمْ أبْنَاءُ سَبْعِ سِنينَ، وَاضْرِبُوهُمْ عَلَيْهَا
وَهُمْ أبْنَاءُ عَشْرٍ، وَفَرِّقُوا بَيْنَهُمْ في المَضَاجِعِ (د. عن عمرو بن
8 Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.187, no:495; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.228, no:3050; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.VIII, s.398; Dûlâbî, el-Künâ ve’l-Esmâ, c.II, s.491, no:892; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.I, s.380; Amr ibn-i Şuayb babasından, o da dedesinden.
Lafız farkıyla: Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.180, no:6689; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.311, no:708; Dâra Kutnî, Sünen, c.I, s.230, no:2; ibn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.I, s.347, no:3501; ibn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.668; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.IV, s.168, no:2358; ibn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.I, s.290; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.II, s.278, no:752; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.X, s.26; Ukaylî, Duafâ, c.IV, s.176; Amr ibn-i Şuayb babasından, o da dedesinden.
Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.592, no:45324; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.1283, no:2286; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.421, no:21119.
شعيب عن أبيه عن جده
(Mûrû evlâdeküm bi’s-salâti ve hüm ebnâü seb’i sinîn) “Yedi yaşındayken, çocuklarınıza namaz kılmayı emredin!”
E, daha önce? Yediden önce, altı, beş, dört? O zaman alıştırırsın. Süslü takke giydirirsin, çok yakıştı dersin, yanağını öpersin, eline şeker verirsin, balon alırsın, aferin dersin, mâşâallah dersin…
“—Sen namazı kılarsan, uslu durursan, camide bağırmazsan, koşturmazsan, adamların önünden geçmezsen, namazdan sonra sana tabanca alacağım!” dersin, bilmem ne…
Çocuk memnun olur, alışır. Bu ne zamana kadar? Yedi yaşına kadar. Yedi yaşına geldiği zaman:
“—Bak, haydi bakalım evlâdım, namazı muntazam kıl!” diyeceksin.
(Vadribûhüm aleyhâ ve hüm ebnâü aşrin) On yaşına geldi mi çocuk, namaz kılmıyorsa; artık zorlamağa başlayacaksın. Neden? Onun namaz kılmaması, ileride onun ahlâkına ters tesir eder. Onun için, şimdiden bu iyi şeyi yapması konuşunda zorlamak lâzım!
“—Hocam, Yirminci Yüzyıl’da, hürriyetlerin çok konuşulduğu zamanda, çocuğu on yaşında baskı altına almak olur mu?” Olur. Sana bir başka misal vereyim:
Çocuk on yaşına geldiği halde, caddenin ortasına gidip, caddenin ortasında abdestini yapıyorsa; razı olur musun? Her seferinde gidiyor, caddenin ortasında küçük abdestini, büyük abdestini yapmağa alışmış. Yedi yaşında böyle yapıyordu, sekiz de böyle yapıyor, dokuzunda böyle yapıyor. On yaşında da razı olur musun? Sen razı olsan, komşular razı olur mu? Olur mu böyle şey? Olmaz.
Neden olmaz? Bunun yeri var, yurdu var, zamanı var, şekli var. Öğreteceksin her şeyi.
Meselâ, şimdi yeri gelmişken anlatalım. Çok kimsenin bilmediği şeyleri söyleyelim:
Küçük abdeste gidiyor bir insan, çocuk veya orta yaşta veya
çok yaşlı bir insan… Dikiliyor tuvaletin önüne, işini görüyor. Ondan sonra lop, pantolonun içine atıyor gidiyor.
Ne oldu? Olmadı, olmadı. Neden? Gel bak, pantolonunu indir, donunu göster, bak burası yaş. İdrar bulaştı buralara bak! Sen idrarın sonunu almadın, tamamen kesmedin, kurulamadın, temizlemedin; pantolonun çişli pantolon oldu. Bu çişli pantolon, söyle bir avuç içi kadar yerde yayılırsa; o kadar fazla olursa, sen o donla namaz kılamazsın; onun ölçüsü odur. O kadar miktar oldu mu, namaz olmaz.
Neden? Namazın şartlarından, On iki farzından bir tanesi, necasetten taharettir. Pislikten, idrardan, dinen pis olan şeylerden elbisen, vücudun ve namaz kıldığın yer temiz olacak. Namaz kıldığın yer temiz olmazsa, olmaz; elbisen temiz olmazsa, olmaz; vücudun temiz olmazsa, olmaz. Yani namazın farzlarından birisi, temizlik… Necasetten, necaset pis şeyler demek. Yani, onlardan temiz olmak.
Onun için, birçok kimse, rahatlıkla söyleyebiliriz ki, küçük abdestini yapmasını bilmiyor. Neden? Küçükten öğretilmemiş. “Evlâdım, bu böyle olmaz!” diyeceksin, küçükten öğreteceksin, anlatacaksın...
Bu küçük abdestten hiç pislik kalmamasına ne derler? İstibrâ
derler. İstibrâyı öğreteceksin. Yani, hiç orada etrafı pisletecek bir ıslaklık bırakmamak, bu hususta titizlenmek. Cebinde mendil vardır, kâğıt mendil vardır, tuvaletin kenarında kâğıt vardır; sabredersin, beklersin sonuna kadar; acele etmezsin.
“—Hocam, dışarıda arkadaşlar bekliyor, kaleye gol atacaklar?” Atarlarsa atsınlar. Yani, sen orada o işi tamam bitireceksin. Hatta, aşağıdan yukarıya şöyle sıvazlayıp, sıyırıp; yukarıya kadar bütün kalıntıları kurulayacaksın. Tertemiz olacak, ondan sonra çıkacak.
“—Hocam. Şimdi camide böyle şeyler anlatılır mı?” Anlatılır. Çünkü, bunu yapmasını bilmeyenin namazı da namaz olmuyor.
Namaz nerede başlıyor? Yüznumarada başlıyor.
“—Aa, tövbe tövbe tövbe… Namaz yüznumarada mı başlar?”
Namazın kılınması için şart olan iş, abdest almak. Abdestin
tamam olması için dikkat edilecek işler, yüznumaradan. Onun için, namaz adeta yüznumarada başlıyor. Üstüne sıçratmayacaksın. Kimisi meselâ, her zaman yüznumara bulamaz. Veyahut yüznumara kapaklı olmaz, düz olur filan… Çeşitli tipte yüznumaralar var. Yukarıdan şaldır şaldır çiş yapınca, üstüne sıçrıyor.
Bir arkadaş bana sordu şimdi:
“—Efendim, kapaklı yüznumara mı daha doğru, delikli yüznumara mı daha doğru?” Benim kendi özel kanaatim, hayatta tecrübeme göre; kapaklı yüznumara insanı pisliklerden daha iyi koruyor. O daha temiz. Ötekisinde oturduğu zaman, sıçrama ihtimali fazla oluyor. Çünkü, ön tarafı kapalı. Aslında, önünün açık olması lâzım. Açık yapılmadığından, yanlış yapıldığından; yani bizim zihniyetimize göre yapılmadığından, temizlik olmuyor.
İşte bunları öğreteceksin. Onları güzelce çocuk öğrenecek.
Başka neleri öğrenecek? Yedi yaşından on yaşına gelinceye kadar sevapları, günahları öğrenecek. Şunlar sevaptır, bunlar günahtır. Yalan söylemek günahtır, doğru sözlülük sevaptır. Helâlinden yemek sevaptır; haramdan yemek günahtır, felâkettir ve zarardır. Adalet etmek güzeldir, adalete riayet etmek güzeldir. Haksızlık yapmak fenadır. Sabretmek güzeldir, acele etmek fenadır. Bunların hepsini yazacaksın, çizeceksin, öğreteceksin. Çocuk öğrenecek.
Öğretmenin iki kademesi var, muhterem kardeşlerim! Buna da dikkat etmiyoruz Yirminci Yüzyıl’da… Birinci kademesi: Bilgi vermek… İkinci kademesi: Bilgiyi uygulattırmak… Bilgiyi ver.
Meselâ, diyelim ki, senin çocuğun tıp fakültesini kazanmış, doktor olacak. Doktor olduktan sonra cerrah olacak, operatör olacak. Eline neşteri alacak, adamları kesecek, biçecek, dikecek, tamir edecek. Şimdi profesör geçiyor kürsüye, onlar da sırada oturuyorlar.
“—Arkadaş, neşteri alırsın, adamın karnına caart, bir tane çekersin. Kanı çıkar. Ondan sonra şunu şöyle alırsın, dikişi böyle alırsın, şöyle dikersin, böyle dikersin. Anladınız mı?” “—Anladık.” “—Hadi bakalım, gel, bir adamı kes ve dik!”
Olur mu? Olmaz. Neden? Sırf bilgi yetmediği için olmaz.
Bu çocuk, ameliyatlara girecek, ama henüz daha kendisi ameliyat yapmayacak. Tecrübeli doktorların ameliyatlarında onlara yardım edecek. Görecek, ufaktan, yavaştan görecek, tecrübe edecek. Profesör ona diyecek ki:
“—Hadi şurasını da sen yap!”
Derinin alt tabakalarını dikecek;
“—Hadi üst tabakasını da sen dik! Gel bakalım, batır şuradan, geçir buradan; söyle düğümle, söyle kes!” diye anlatacak ona...
Bir ameliyata girdi, üç ameliyata, beş ameliyata girdi. Ondan sonra bir zaman gelecek, yine yanında tecrübeli hocaları olduğu halde bir ameliyatı o yapacak. Böyle böyle tecrübe kazandırılacak.
“—Acemi nalbant nal çakmayı çingenenin eşeğinde öğrenirmiş.” derler.
Yani, zavallı garibanların parası yok, pulu yok, eşekleri de kıymetli değil, orada öğrenirmiş derler. Yani, tecrübe etmek lâzım!
Şimdi buradan, bu şakadan gerçeğe dönelim. Sadece bilgileri vermek yetmez, uygulatacaksın. Uygulamada hatası olduğu zaman da, söyleyeceksin.
“—Evlâdım. Ben sana yalan söyleme demiştim, yalan söylemenin günah olduğunu anlatmıştım, sen bugün yalan söyledin. Bak, çok ayıp oldu evlâdım. Sakın bir daha yapma evlâdım!”
Hiç unutmuyorum, bizim dördüncü sınıfta benim yanımda bir çocuk vardı, ismi de hatırımda… Kalktı bir şiir okudu:
“—Bunu ben yazdım hocam!” dedi.
Öğretmen yavaşça yanına geldi:
“—Bak, bir daha böyle yalan söyleme! O şiir, falanca şairin…” dedi.
Çocuk alışmış demek ki, evinde yalan söylemeye. Başkasının şiirini, “Ben yazdım öğretmenim!” diye söylüyor. Belki evinde ona, “Aferin!” de diyorlar. Yâni, yalanda teşvik edersen, çocuk yalana alışır. Dürüstlükte teşvik edersen, dürüstlüğe alışır. Yalan söylediği zaman cezalandırırsan, “Babam, anam kızıyor!” der.
Bunun gibi, çocuklara iyi huyları, kötü huyları, sorumluluk
çağından önce öğreteceksin. Sorumluluk çağından önce öğrettikten sonra, uygulatacaksın. Uygulaması da tamam olacak. Sorumluluk çağında, hadi bakalım diyeceksin. Yani, açık denizde çocuk yüzmeyi öğrendikten sonra, “Haydi bakalım derinde yüz!” diye, artık yüzmek için kayıktan indireceksin. Onun gibi bir şey oluyor.
d. İyi Huylar Sevap Kazandırır
İnsanlar dünyada yaptıkları Ahlâkı davranışlarından, yani güzel huylarından dolayı sevap kazanırlar. Kötü huylarından dolayı da günaha girerler. Efendim, diyelim ki, çok söyleniyor. Umumiyetle İslâm düşmanları söylüyorlar. İslâmî bakımdan yaşantısı olmayan insanlar, başkasını kötülemek için söylüyorlar. Veya kendisini savunmak içgüdüsüyle söylüyorlar.
“—Efendim, falanca adam hacı da, tüccar da, ben onun dükkânındaki durumunu biliyorum da; müşterileri kandırıyor da, yalan söylüyor da, bilmem ne…”
Olabilir tabii… Bir insan hacı olabilir, müslüman- mütedeyyin olabilir, camiye müdavim olabilir, Ramazan’da oruç tutuyor olabilir, ama her kötü huydan kurtulmamış olur. Kurtulmayınca da, tabii böyle tenkidi yer.
Ne yapalım? Komşu haklı… Yani, namazsız, niyazsız ama, yakalamış bunun kusurunu… Doğru… Doğruya doğru diyeceğiz. Eğriye eğri diyeceğiz. O da bir fazilet, o da Ahlâkı bir durum. Tamam, haklı, ne yapalım? Bu böyle diyeceğiz ve iyiliği hàkim kılmağa çalışacağız.
Eskiden, bir misal vereceğim. Siz yeniyi onunla kıyas edin! Türkiye’de bizim bir Karadenizli hacı ihvanımız var, yaşlı. Babası öldü, onun bütün gelen mirasını cami yapmağa harcadı adam. Yani, hayırsever bir adam... Onun babası manifaturacıymış, dedesi babasının dükkânına gelmiş. Bakmış tezgâhın üstünde bazı kâğıtlar var…
“—Bunlar ne evlâdım?” demiş.
Demişler ki:
“—Dede, bunlar bono, senet…”
Bir üzülmüş dede:
“—Allah Allah! Yâhu işimiz kâğıda mı kaldı?” demiş. “Yâhu,
insanın sözünün kıymeti yok mu? Biz bir söz üzerine, bir dükkânın malını verirdik birisine… Senin borcun şu kadar derdik, biterdi. Allah Allah, ahir zaman olmuş, bu kıyamet alâmeti!” demiş. “İş demek şimdi senede, sepete mi kaldı?” demiş.
Bak, dürüstlüğe bak! Yazmaya lüzum görmüyorlar, söz kâfi...
Aynı hacı efendi anlatıyor, benim dikkatimi çekti, çok hoşuma gitti. Babasına birisi gelmiş demiş ki:
“—Hacı amca, biraz sıkıştım. Çocuğumu evereceğim, paraya ihtiyacım var. Param yok, borç para istiyorum senden…” demiş.
“—Evlâdım, bak, kasa orada... Çekmeceyi çek, ne kadar para istiyorsan al oradan!” demiş.
O da gitmiş, kasayı açmış, almış paraları, gitmiş.
Bak, senet yok, sepet yok, imza yok, kefil yok… Ama olmamalı mı? O ayrı…
Kur’an-ı Kerim’de diyor ki:
يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اِذَا تَدَايَنْتُمْبِدَيْنٍ اِلٰى اَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُ بُوهُ (البقرة:٢٨٢)
(Yâ eyyühe’llezîne âmenû izâ tedayentüm bi-deynîn ilâ ecelin musemmen fektübûhü) “Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın!” (Bakara, 2/282) Sonra, “İki kişi de şahitlik etsin!” buyruluyor. İşin doğrusu bu ama, toplum o kadar güzel ki:
“—Evlâdım, kasa orada; çekmeceyi çek, ne kadar para istiyorsan al!” demiş.
Belki bunu bir başka faziletten dolayı yapıyor, utanmasın diye yapıyor. Yani, ne kadar istiyorsa, o kadar alsın diye yapıyor.
Almış adam… Aradan üç ay, beş ay, ne kadar geçmişse, gelmiş:
“—Hacı amca, Allah razı olsun! Çok işime yaradı senin verdiğin borç… İşimi gördüm, çocuğumu everdim. İşler tamam… Şimdi mahsulümü sattım, elime para geçti, borcumu ödemeğe geldim!” demiş.
“—Evlâdım, çekmece orada, git parayı oraya koy!”
Bak, ne aldığına baktı, ne koyduğuna bakıyor. Adamın dürüstlüğüne bak, borçlunun dürüstlüğüne bak! Bu ne? İslâm toplumu bu... Bu toplum İslâm toplumu. Neden? Hepsi Allah’tan korkuyor. Hepsi yapılan işin Allah tarafından görüldüğünü biliyor. Her yerde Allah görüyor.
وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ (الحديد٤)
(Ve hüve meaküm eyne mâ küntüm) “Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir.” (Hadid, 57/4) diye biliyor. Allah her yerde hàzır ve nâzırdır. Onun için, polise lüzum yok, bekçiye lüzum yok, senede lüzum yok, imzaya lüzum yok, şahide lüzum yok; bir laf, bitiyor
Falanca şahsa, filanca yere on bin dolar, beş bin dolar, üç bin dolar, sekiz bin dolar, dört yere borcun var... Sen bunu biliyorsun, dürüstsün, ödemek niyetindesin, zamana da bağlamışsın. Amma, Allah hayırlı ömür versin, ölüverdin. Ne olacak? Bunu sen biliyordun, kimse bilmiyor. Öldün, şimdi ne olacak?
İşte bu gibi durumlarda bir belge olsun elde, unutulmasın, kalmasın diye ondan yazılıyor. İşin doğrusu, aslında Allah her şeyi görüyor.
وَاللُّٰه عَلٰى مَا نَقُولُ وَكِيلٌ (القصص٨٢)
(Va’llàhu alâ mâ nekùlü vekîl) “Yaptığımız anlaşmaya Allah şahitttir.” (Kasas, 28/28) dediler, bu tarzda bitirdiler işi…
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Bir hadis-i şerif geldi, onunla da söz verdiğimiz vakti doldurduk, hatta geçirmişiz. Ahirette mahkeme-i kübra var. İnsanın amelleri tartılacak, sevaplar, günahlar teraziye girecek. Öyle bir terazi ki, semâvâtı içine alacak kadar büyük... O kadar büyük terazi olacak. Yani, bu dünyadaki basküller, kantarlar gibi değil. Burada tartılan şeylerin en ağır geleni, en kıymetlisi güzel huydur. Allah-u Teàlâ Hazretleri hepimizi güzel huylu eylesin…
Allah hepinizden razı olsun...
Böylece vaazı bitirdik. Gelecek olanlar geldi, saat biri geçti. Cuma namazı kılma zamanı geldi. Şimdi birisi (İnna’llàhe)’yi okusun, ben de hutbeye çıkayım!
e. Cuma Hutbesi:
El-hamdü li’llâh… El-hamdü li’llâh… El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh… Kemâ yenbagî li-celali vechihî ve li-azîmi sultànih…
Eşhedü en lâ ilâhe illa’llàhu vahdehû lâ serîke leh… Ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû sàdıku’l-va’di’l-emîn… Salla’llàhu teàlâ aleyhi ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi- ihsânin ecmaîne’t-tayyibîne’t-tàhirîn…
Emmâ ba’du, feyâ eyyuhe’l-mü’minûn… İtteku’llàhe ve etîuh… İnna’llahe maallezine’t-tekav ve’llezîne hüm muhsinûn…
Kàle’llàhu tebàreke ve teàlâ fî kitâbihi’l-kerîm.
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ اْلإِسْلََمِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ، وَهُوَ فِي اْلآخِرَةِ مِنَ
الْخَاسِرِينَ (آل عمران: ٥٨)
(Ve men yebtaği gayre’l-islâmi dînen felen yukbele minhü) “İslâm’dan gayri bir din edinmeğe kalkışanın dindarlığını, ibadetlerini, hayrâtını Allah kabul etmeyecek. (Ve hüve fi’l-âhireti mine’l-hàsirîn.) Ahirette kendisini de çok büyük ziyana uğramış bir kimse olarak bulacak. Hesapta iş anlaşılacak.” (Âl-i İmran, 3/85) buyruluyor.
Sadaka’llahu’l-azim. Ve kale’n-nebiyyü salla’llàhu aleyhi ve âlihî ve sellem) Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:9
9 İmam Mâlik, Muvatta’ (Rivâyet-i Yahyâ), c.I, s.214, no:500; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.284, no:8174; Abdü’r-Rezzâk, Musannef, c.IV, s.378,
أَفْضَلُ مَا قُلْتُ أَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِي: لََ إِلَهَ إِلََّ اللهَُّ وَحْدَهُ
لََ شَرِيكَ لَهُ (مالك، ق. عن طلحة)
(Efdalü ma kultü ene ve’n-nebiyyûne min kablî: Lâ ilâhe illa’llàhu vahdehû lâ şerîke leh) “Benim ve benden önce gelen bütün peygamberlerin söylediği sözlerin en üstünü, en faziletlisi: Lâ ilâhe illa’llàhu vahdehû lâ şerîke leh sözüdür.” buyuruyor
Peygamber Efendimiz.
Sadaka rasûlü’llah, fî mâ kàl, ev kemâ kàl…
Aziz ve muhterem cemaat-i müslimin.
Metnini okumuş olduğum ayet-i kerimede, Allah-u Teàlâ Hazretleri bildiriyor ki:
وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ اْلإِسْلََمِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ، وَهُوَ فِي اْلآخِرَةِ مِنَ
الْخَاسِرِينَ (آل عمران: ٥٨)
(Ve men yebtaği gayre’l-islâmi dînen felen yukbele minhü) “İslâm’dan gayri bir din edinmeğe kalkışanın dindarlığını, ibadetlerini, hayrâtını Allah kabul etmeyecek. (Ve hüve fi’l-âhireti mine’l-hàsirîn.) Ahirette kendisini de çok büyük ziyana uğramış bir kimse olarak bulacak. Hesapta iş anlaşılacak.” (Âl-i İmran, 3/85) buyruluyor.
no:8125; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.III, s.381; Talha ibn-i Ubeydu’llah ibn-i Küreyz RA’dan;
Tirmizî, Sünen, c.V, s.572, no:3585; Amr ibn-i Şuayb Rh.A’ten.
Taberânî, Dua, c.I,s.273, no:874; Hz. Ali RA’dan.
İbn-i Asâkir, Târih-i Dımaşk, c.IX, s.274; Süfyan ibn-i Uyeyne Rh.A’ten.
Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.352, no:1413; Ebû Hüreyre RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.113, no:12079; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.172, no: 456; Câmiu’l-Ehàdîs, c.V, s.205, no:3993.
“—Kim, İslâm’dan başka bir din edinmeye yeltenirse, kalkışırsa; başka bir dine girerse, başka bir din yolunu tutturursa; onun dindarlığını Allah kabul etmeyecek, o ahirette çok büyük ziyana uğrayacak ve cehenneme atılacak.”
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Dinler tarihi alimleri, tarih boyunca yaşamış olan toplumları incelemişler. Onların söyledikleri bir söz var, diyorlar ki:
“—Hiç bir toplum dinsiz kalmamış, dinsiz bir toplum olmamış. Her toplumda bir din varmış, bir tapınak varmış, rahipler varmış, ibadetler varmış.” Meksika’da filancalar, Güney Amerika’da İnkalar, Astekler, Kuzey Amerika’da Kızıl derililer, Hindistan’da falancalar, filancalar, Afrika’da şunlar, bunlar.. Her toplumun bir inancı olmuş, bir itikadı olmuş, bir çeşit ibadeti olmuş. Olmuş ama, tutturduğu yol, yaptığı ibadet, kafasında taşıdığı kanaatler, imanlar, inançlar, duygular nasıl? Ölümlü mü, ölümsüz mü, faydalı mı, zararlı mı, iyi mi, kötü mü, doğru mu, yanlış mı? Bu da
önemli…
Öyle inançlar var ki, topluma zararlı... Öyle inançlar var ki, bazı insanların hayatına kasdetmek esasına dayanıyor. Öyle inançlar var ki, o toplumun fertlerini zarara uğratıyor.
Meselâ, bir tek misalle geçiştireyim. Misalleri sonsuz derecede çoktur. Hindistan’ın ilkel inançlarına göre, Hindistan’da bir itibarlı zenginin kocası ölürse, yani bir zengin adam ölürse; karısını da yakarlarmış. Karısı canlı. Karısı canlı ama kocası öldü ya. Onların itikatlarına göre, hadi kocasının yanına gitsin diye karısını da yakarlarmış.
Bu nedir? Zararlı bir inanç… İngilizler oraya gittiği zaman bunu engellemeğe çalışmışlar. Yasaklamışlar. Yani, kocası öldü diye karıyı yakmayı kabul etmemişler, engellemişler. İyi yapmışlar, doğru yapmışlar.
Demek ki, bazı inançlar kötü. Hangileri iyi, hangileri kötü? İnsanların kendi akıllarından uydurdukları inançlar kötü. Meselâ, Mısırlılar öküze tapmışlar. Hintliler öküze tapmışlar, Mısırlıların bazı nesilleri firavunlara tapmışlar. Firavun demiş ki:
“—Ben sizin en yüce tanrınızım, bana tapacaksınız ha! Tapmazsanız, sizi ağaçlarda asarım, sallandırırım; kafanızı, bacağınızı keserim. Benden başka bir tanrı edinmenize, inanç sahibi olmanıza izin veremem!” demiş. Kötü bir inanç... Neden? O da bir kul, o da bir yaratık. İşte öldü, işte kemikleri müzelerde, el âlemin kepazesi, herkes bakıyor. Koluna, bacağına, her tarafına bakıyor İşte, tamam, iskeleti kaldı veya mumyalanmıştı, kafası kaldı, çökmüş yanağı kaldı filan… Kötü inanç.
Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de bildirdiğine göre, kesin olarak biliyoruz ki:
İlk insandan itibaren, Allah insanlara doğru dini öğretecek insanlar görevlendirmiş. Bu insanlara peygamberler diyoruz. Âmentü bi’llâhi, ve melâiketihî, ve kütübihî, ve rusülihî... Biz Allah’a da inanmışız, Allah’ın varlığını, birliğini de biliyoruz. Görünmeyen varlıklar olduğu halde, meleklerine de inanmışız, biliyoruz. Cebrâil, Azrâil, Mikâil, hafaza melekleri ve sâire..
Binlerce sayısız meleklere inandık. Gönderdiği kitaplara da inanmışız. Gönderdiği peygamberlere de inanmışız.
Amma; bu inançların da bazen çağı geçmiş, bazen bu inançlar da kendi içinden bozulmuş. Meselâ, hristiyanlık. Hristiyanların tabi oldukları mübarek Peygamber, Hazreti İsâ AS’ başımızın tacı, kalbimizde yeri olan insan… Hazreti İsâ AS, mübarek insan…
Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
“—Benim ve benden önceki bütün peygamberlerin söylediği söz Lâ ilâhe illa’llah’tır. İnsanlara ilk öğrettikleri bu… Yani, Allah birdir. Allah’ın şeriki, naziri yoktur, puta tapmayın!” ve sâire...
Şimdi Hazreti İsâ da, Lâ ilâhe illa’llah diye öğretmiş. Hazreti İsâ da, Allah’ın birliğini öğretmiş. Amma ondan sonra gelen insanlar, ne İncil’i tam muhafaza edebilmişler, ne de Hazreti İsâ’nın öğrettiklerini tam muhafaza edebilmişler. Sonuç itibariyle, tevhid inancından çıkmışlar, Allah’ın oğlu demeğe başlamışlar.
Hayır, Hazreti İsâ Allah’ın kulu… Allah’ın oğlu olması için bak, insanlara benzetiyorlar Allah’ı, ilkel düşünce. Afrika’daki yabani kavimlerin, ilkel kavimlerin putlarını insan şeklinde yapması gibi. Hititlilerin, Mısırlıların, budistlerin bilmem kimlerin; insan gibi böyle heykeller yapıp da taptığı gibi…
İlkel bir düşünce ile ne yapıyor? İnsana benzetiyor; evlenecek diye düşünüyor, çocuğu olacak diye düşünüyor.
İşte, Bu yanlış şeylerden dolayı, düşüncelerden dolayı, Allah zaman zaman peygamberleri yenilemiş. Tarih boyunca böyle olmuş. Nuh AS’ı göndermiş, Musa AS’ı göndermiş.
Bak, AS’ ne demek? Selâm olsun ona demek. Hepsine saygımız sonsuz… Musa AS’ı göndermiş, Yusuf AS’ı göndermiş, çocuklarımıza isimlerini veriyoruz bunların… Yakub AS’ı göndermiş, Su’ayb AS’ı göndermiş, Yahya AS’ı, Zekeriyya AS’ı göndermiş. Ne oluyor, sonuç itibariyle? İnsanların imanlarını yeniliyorlar, bozulmuş olan inançları düzeltiyorlar, insanlara doğruları öğretiyorlar.
En son peygamber, Allah’ın en son vazifelendirdiği peygamber, kıyamete kadar hükmü devam edecek olan peygamber, Muhammed-i Mustafa SAS. Hükmü de devam ediyor. Hem hadis-i şerifleri yanımızda, demin size bir tanesini okuduğum; hem de
kendisine indirilmiş Kur’an-ı Kerim elimizde, camilerimizde, evimizde, aklımızda, ezberimizde… Kıyamete kadar Allah’ın dosdoğru, razı olduğu inancı bize bildiren kaynaklar sağlam olarak elimizde.
İşte Allah bundan sonra, bu kadar kesin güzel bilgilerden, apaçık bilgilerden sonra; yanlış inançlara sapanları affetmeyecek. Hâlâ Buda’nın heykelini yapıp, hâlâ kendisinin yaptığı heykelin önüne geçip diz çökmek, hala haçın karşısına geçip haç çıkartmak; yok, bitti.
Peygamber SAS Efendimiz’in devrinden sonra; artık Kur’an devri başladı, sünnet-i seniyye devri başladı, İslâm devri başladı. Bütün insanların bu yolda yürümesi lâzım!
Tabii, el-hamdü lillâh. Allah bize en büyük ikram olarak İslâmî nasib etmiş, biz de müslüman olarak yaşıyoruz. Bu, güzel bir şey… Fakat, ikinci güzel olan şey nedir? Başkalarına da bu güzelliği ulaştırmak, anlatmak. Başkalarını da bu güzelliğe çekmek, başkalarını da cehenneme düşmekten kurtarmak, başkalarına da cennete girmelerini sağlayarak iyilik yapmak. Bu da çok önemli, fevkalade önemli.
Peygamber SAS Efendimiz kendi hayatında, çevredeki devletlerin başkanlarına elçiler gönderdi, mektuplar yazdı, onları İslâm’a çağırdı. Mısır’a, Bizans’a, Bahreyn’e, Hindistan’a, muhtelif ülkelere gönderdiği mektuplar bile elimizde… Elçilerin neler konuştuklarını bile biliyoruz. Yani çevresindeki her yere İslâm’ı anlatmağa çalıştı.
Ondan sonra, Peygamber Efendimiz’in mübarek ashabı dünyanın her yerine dağıldılar. Kimisi Mekkeliydi, kimisi Medineliydi ama kimisinin kabri Semerkant’ta, kimisinin kabri Kahire’de, kimisinin kabri İstanbul’da, kimisinin kabri dünyanın falanca yerinde… Yani bunlar kendilerine ana iş olarak neyi seçtiler? Allah’ın dinini insanlara anlatmayı seçtiler, Peygamber mesleğini seçtiler, Peygamber SAS’in açtığı çığırda yürüdüler.
Pekiyi, bu adamların geçim ihtiyacı yok muydu? Paraya ihtiyacı yok muydu? İstirahate ihtiyacı yok muydu? Zevke, dinlenmeye ihtiyacı yok muydu? Onlar da bizim gibi insanlardı, onlar da yoruluyorlardı, onlar da acıkıyorlardı; ama onlar Allah’ın
rızasını kazanmayı tercih ettiler, ömürlerini Allah’ın razı olacağı şekilde geçirdiler.
İslâm’ı yaydılar. Hadisleri topladılar, Kur’an-ı Kerim’in tefsirlerini yazdılar, fıkıh kitaplarını meydana getirdiler. İslâm’ı pırıl pırıl, sapsağlam bir şekilde kendilerinden sonraki nesillere aktardılar. Dünyanın başka milletlerine yaydılar. Binlerce kilometrelerce uzaklardaki insanlara İslâm’ı anlattılar.
Bizim kendimizin, çoluk çocuğumuzun, ailemizin iyi müslüman olmamız gerekli, şart, farz, mecburiyet… Böyle olmazsa mahvoluruz. Kendimiz iyi müslüman olacağız. Bundan sonraki ikinci en akıllıca davranış, en isabetli karar, en güzel çalışma; İslâmî başkalarına tanıtmak, anlatmak; onları da müslümanlığa, İslâm’a kazanmak çalışması olacak.
Böyle yapanlar, dünya ve ahiretin en büyük hayırlarını kazanmış olurlar. Senin elinle bir insanın müslüman olması, hidayete gelmesi, iyi insan olması, ibadet eden bir insan haline gelmesi, dünyanın her şeyinden daha hayırlıdır. Her türlü zenginliğinden daha hayırlıdır. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin sevgisini kazanmaya vesiledir, iki cihan saadetini elde etmeye vesiledir.
Allah-u Teàlâ Hazretleri, kendisinin dinine yardım edenlere yardım eder:
إِنْ تَنصُرُوا اللهََّ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَـبِّتْ أَقْدَامَكُمْ (محمد:٧)
(İn tensuru’llàhe yensurküm ve yüsebbit akdâmeküm) “Siz Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 47/7) buyuruyor.
Başka bir ayet-i kerimede de buyuruyor ki:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا كُونُوا أَنصَارَ اللهَِّ (صف:٤١)
(Yâ eyyühe’llezîne amenû kûnû ensàra’llàh) “Ey iman edenler, Allah’ın yardımcıları olun!” (Saf, 61/14)
Allah’ın yardıma ihtiyacı yok, dikkat edin, Allah iltifat ediyor.
Yani, Allah’ın dinine yardım edin diye iltifat ediyor: (Kûnû ensara’llàh) Ne büyük şeref, Allah’a yardımcı olmak… Allah’ın dinine yardımcı olmak, çok büyük şeref... O şerefe sahip olmağa çalışın!
Önce kendinizi iyi müslüman yapın, sonra çocuklarınızı müslüman yetiştirin, sonra çevreye İslâmî anlatmağa çalışın!
Elâ inne ahsene’l-kelâm ve eblega’n-nizam… Kelâmu’llàhi’l- meliki’l-kàdiri’l-azîzi’l-allâm… Kemâ kale’llàhu tebâreke ve teàlâ fi’l-kelam:
وَإِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَأَنصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ (الْعراف:٤٠٢)
Feizâ kurie’l-kur’ânü festemiû leh, ve ensıtû lealleküm türhamûn) [Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.] (A’raf, 7/204) Sadaka’llàhu’l-azîm.
التَّائِبُ مِنَ الذَّنْبِ كَمَنْ لََ ذَنْبَ لَهُ (الديلمي، و ابن أبي الدنيا،
والقُشَيْرِي في الرسالة، وابن النجار عن أنس)
(Et-tâibü mine’z-zenbi kemen lâ zenbe lehû)10 [Günahtan dönmüş ve tevbe etmiş olan kişi, sanki hiç günah işlememiş insan gibidir.] Estağfiru’llàh el-azim, ve etûbü ileyh… Ve es’elu’llàhe lî ve lekümü’t-tevfîk...
27. 12. 1996 - Cuma Vaazı
Gaton / Avustralya
10 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.77, no:2432; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.208, no:10175; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.296, no:944; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.392, no:11043.