20. AVUSTRALYA SOHBETLERİNİ OKUYUN!
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Hamden kesiren tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn… Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn, imâmi’l-müttakîn muhammedini’l-mustafâ… Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ila yevmi’d-dîn...
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Allah’a hamd ü senalar olsun… Mübarek bir ayda, mübarek geceler geçirdik; mübarek cuma gününe, sabahına eriştik. Pür hatayız, hata doluyuz, kusurluyuz, Allah kusurlarımıza bakmasın… Suçlarımızı affeylesin, bize rahmetiyle muamele eylesin, bize tevfikini refik eylesin, bizi sàlih kullar zümresine dahil eylesin… Hüsn-ü hatimeler nasib eylesin, iki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin; fazl u kereminden, lütfundan...
Her halde cuma namazını bizler Brisbane’da kılacağız. Çünkü buradan yüklerimizle, ailelerimizle gidiyoruz; yollarda biraz zor olacak. Brisbane’a erişecek şekilde gideceğiz. Başka arkadaşlar belki bu Toovvoomba şehrinden, başka istikametlere doğru hareket edecekler.
Uzun zaman bir arada bulunulmuş olmak, birçok hakların karşılıklı geçmesine sebep oluyor. Allah razı olsun, siz bunlarla da yetinmediniz, birbirlerinize çeşitli ikramlarda bulundunuz. Yemeklere davet ettiniz, kahvaltılara davet ettiniz. Çaylar, meşrubatlar ikram ettiniz. Muhakkak ki, birbirimize sözle, ikramla, beraber bulunmaktan doğan pek çok haklar geçmiştir. Hiç şüphe yok… Haklarınızı birbirinize helâl ediniz. Bize de helâl edin! Allah hepinizden razı olsun.
Bir dahaki seneyi iple çekeceğiz, hasretle bekleyeceğiz. Bir dahaki buluşmamız nerede olur diye şimdiden heyecan duyuyoruz. Allah nice seneler böyle güzel çalışmalar yapmak nasib etsin… Bilgimizi, görgümüzü arttırmamızı nasib etsin…
a. İlim Öğrenmek Çok Önemli
İslâm’da öğretmek, öğrenmek çok kıymetli bir faaliyettir. Hele bu öğrenme, öğretme, dinî konuda olursa; insanın dinî bilgilerini geliştirmek, dinini daha güzel öğrenmek için olursa; bu çok daha büyük bir sevap kazanma vesilesidir. Fakat bilgiler, uygulamak içindir. İslâm’da insan bilir de, bilgisini uygulamazsa, sorumlu olur. Bilgisinden de sorumlu olur, bildiği için sorumlu olur.
Bilmeyen, bilmediği için sorumlu olur. Hem de, iki kat sorumlu olur. Hem iyi şeyleri yapmadığı için, hem de iyi şeyleri öğrenmediği için sorumlu olur. Ama bilen de, bildiğini niçin uygulamadı diye sorumlu olur.
Cahilin sorumluluğu iki kat fazladır. Daha fenadır. Allah onu iki kat cezalandıracaktır. Niye bilmedin, niye öğrenmedin, niye bana güzel kulluk etmedin diye. O bilmediğini, haberdar olmadığını mazeret olarak ileri sürünce; Allah kendisine güzel ibadet eden kulları şahit gösterecektir.
“—Bak, bunlar nasıl bildiler ve yaptılar! Bunlar nasıl yaptı, sen niye yapmadın?” diye itab edecektir Allah-u Teàlâ Hazretleri.
Onun için, bütün müslümanlar, mü’minler, bütün insanlar için şahit olacaklardır. Peygamber Efendimiz de bize şahit olacak:
لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا
(البقرة: ١٣٤)
(Li-tekûnü şühedâe ale’n-nâsi ve yekûne’r-rasûlü aleyküm şehîden) [Sizin insanlara şahitler olmanız, Rasûlüllah’ın da size şahit olması için…] (Bakara, 2/143) Biz bir mazeret ileri süremeyeceğiz, uyduramayacağız. Çünkü, Allah-u Teàlâ Hazretleri, “Peygamber gönderdim!” diyecek, Peygamber Efendimiz’i şahit gösterecek.
“—Sen ne demek istiyorsun? Niye bilmedim diyorsun? Niye bilmedin? Ne hakla bilmedin? İşte sana Peygamber gönderdim. Kalk yâ Muhammed! Sen bunlara tebliğ etmedin mi benim emirlerimi?” Rasûlüllah SAS de:
“—Tebliğ ettim yâ Rabbi!” diyecek.
وَإِذْ قَالَ اللهُ يَاعِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ أَأَنتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُونِي وَأُمِّيَ
إِلٰهَيْنِ مِنْ دُونِ اللهَِّ (المئدة:١١٦)
(Ve iz kàle’llàhu yâ îse’bne meryem) Allah-u Teàlâ Hazretleri, İsâ Aleyhisselâm’a soracak: “Ey Meryem oğlu İsa! (E ente kulte li’nnâsi’ttehizûnî ve ümmiye ilâheyni min dûni’llâh) İnsanlara, ‘Beni ve anamı, Allah’tan başka iki tanrı edinin!’ diye sen mi dedin?” (Mâide, 5/116) diye soracak.
İsâ AS da diyecek ki:
قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أَقُولَ مَا لَيْسَ لِي بِحَقٍّ، إِنْ كُنتُ
قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُ، تَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِي وَلََ أَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِكَ،
إِنَّكَ أَنْتَ عَلََّمُ الْغُيُوبِ (المئدة:١١٦)
(Kàle sübhàneke mâ yekûnü lî en ekùle mâ leyse lî bi-hakkın) “Hâşâ! Seni tenzih ederim; hak olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. (İn küntü kultühû fekad alimtehû) Eğer ben bunları söyleseydim, sen zâten bilirdin. (Ta’lemü mâ fî nefsî) Sen benim içimdekini bilirsin; (ve lâ a’lemü mâ fî nefsike) halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. (İnneke ente allâmü’l-guyûb) Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin!” (Mâide, 5/116)
مَا قُلْتُ لَهُمْ إِ مَا أَمَرْتَنِ ي بِهِ أَنِ اعْبُدُوا اللهََّ رَبِّي وَرَبَّكُمْ
(المئدة:٧١١)
(Mâ kultü lehüm illâ mâ emertenî bihî) “Yâ Rabbi, ben senin kullarına, sen bana ne emrettiysen onu söyledim: (Eni’budu’llàhe rabbî ve rabbeküm) ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin!’ dedim. Onlar kendileri saptılar, onlar kendileri uydurdular.” (Mâide, 5/117) diyeceğini Kur’an-ı Kerim beyan ediyor. Mûsâ AS’a soracak:
“—Yâ Mûsâ, sen mi söyledin yahudilere böyle gazab-i ilâhîye uğrayacak edepsizlikler yapmayı?” “—Söyler miyim yâ Rabbi! Ben Tur Dağı’na münacaata çıktığım zaman, onlar öbür tarafta buzağı heykeli yapmışlar, tapmışlar. Dönünce sinirlendim, Harun AS’ın yakasına yapıştım, sakalına yapıştım, başından çektim. O da dedi ki:
يَا ابْنَ أُمَا لََ تَأْخُذْ بِلِحْيَتِي وَلََ بِرَأْسِي (طه:٩٤)
(Ye’bne ümme lâ te’huz bi-lihyetî re’si ve lâ) “Ey anamın oğlu, şu benim sakalımı, saçımı, başımı çekiştirip durma!” (Tàhâ, 20/94)
إِنَا الْقَوْمَ اسْتَضْعَفُونِي وَكَادُوا يَقْتُلُونَنِي (الْعراف:٠٥١)
(İnne’l-kavme’sted’afûnî) “Bu kavim beni cidden zayıf gördüler, (ve kâdû yaktulûnenî) nerede ise beni öldüreceklerdi.” (A’raf, 7/150) diyecek.
Yani, insanlar için hiç mazeret yok. Çünkü, Erhamü’r-râhimîn
olan Allah-u Teàlâ Hazretleri, şefkatinden, rahmetinden, kullara her zaman doğru yolu göstermiş. Doğru yolu gösterecek insanlar göndermiş. Bizi, merhamet ettiği için muhatap kabul etmiş fazl u kereminden… Biz kim, ona muhatap olmak kim?
Bize elçi göndermiş, rasûl göndermiş, peygamber göndermiş, haberci göndermiş. Peygamberler de vazifelerini yapmışlar. Tarih boyunca her beldeye, her kavme, her ümmete peygamber gönderilmiş. Hiç bir kavim peygambersiz kalmamış.
وَإِنْ مِنْ أُمَّةٍ إِلََّ خَلََ فِيهَا نَذِيرٌ (فاطر:٤٢)
(Ve in min ümmetin illâ halâ fîhâ nezîr) [Hiç bir ümmet yoktur ki, onların içinden bir uyarıcı peygamber gelip geçmiş olmasın.] (Fâtır, 35/24) Mümkün değil. Allah’ın haberinin, ihbarının, ihtarının, ikazının ulaşmadığı bir toplum yok; hepsine Allah peygamber göndermiş. Sayısız, sayısını Allah bilir. Yüz yirmi dört bin peygamber deniliyor. Peygamber göndermiş, “İnsanlar cehenneme düşmesinler, yanlış yoldan gidip cehenneme düşmesinler diye, cennete gelsinler diye. Benim nimetime ersinler, benim gazabıma uğramasınlar, rahmetime mazhar olsunlar!” diye. İnsan zevkten mum gibi erir.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:
وَاللهُ يَدْعُو إِلٰى دَارِ السَّلََ مِ (يونس:٥٢)
(Va’llàhu yed’ù ilâ dâri’s-selâm) “Allah-u Teàlâ kullarını dâru’s-selâm olan, selâmet yurdu olan cennetine dâvet ediyor, çağırıyor.” (Yunus, 10/12)
Bütün kullarını davet etmiş, cennete davet etmiş.. Nasıl davet etmiş? Yanına kadar elçi göndererek…
“—Ey peygamberlerim, gidin şu insanları cennetime çağırın!” demiş.
Gözlerin görmediği ikramları hazırlanmış cennette:37
مَا لََ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلََ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلََ خَطَرَ عَلٰى قَلْبِ بَشَرٍ (خ. م. ت. ه. حم. در. حب. عن أبي هريرة)
(Mâ lâ aynün raet, ve lâ üzünün semiat, ve lâ hatara alâ kalbi beşer.) “Yâni gözlerin hiç görmediği, kulakların hiç duymadığı, hiç bir beşerin aklına, hayaline, gönlüne hayali bile gelmemiş olan çok güzel nimetler var.” Çok güzel ikramlar hazırlamış. Ondan sonra da, cennetine insanları çağırmış. Bu ayetten insan erir yani,
(Va’llàhu yed’ù ilâ dâri’s-selâm) Ziyafet hazır, köşkler hazır, bahçeler hazır, hizmetçiler hazır; şaşaalı, debdebeli muazzam, muhteşem nimetler... Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği,
37 Buhàrî, Sahîh, c.III, s.1185, no:3072; Müslim, Sahîh, c.IV, s.2174, no:2824; Tirmizî, Sünen, c.V, s.346, no:3197; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1447, no:4328; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.313, no:8128; Dârimî, Sünen, c.II, s.428, no:2819; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.91, no:369; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.XI, s.416, no:20874; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.30, no:33974; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.346, no:382; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.317, no:11085; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.I, s.93, no:135; Hamîdî, Müsned, c.II, s.480, no:1133; İshak ibn-i Râhaveyh, Müsned, c.I, s.119, no:36; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.512, no:1456; Abdullah ibn-i Mübârek, Müsned, c.I, s.121; Ebû Hüreyre RA’dan. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.334, no:22877; Hàkim, Müstedrek, c.II, s.448, no:3549; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VI, s.201, no:6002; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XIII, s.431, no:7520; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.30, no:33973;
Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.354, no:6919; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.170, no:463; Sehl ibn-i Sa’d RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XI, s.184, no:11439; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.224, no:738; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XVII, s.37, no:2017; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.]
Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.II, s.262; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXXI, s.35, no:8197; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.
hayallere sığmayan güzellikler hazır. Ve Allah, kullarını çağırmak için Peygamber göndermiş. (Va’llàhu yed’ù ilâ dâri’s-selâm) Allah hepinizi selâmet diyarına, selâmet yurdu cennete çağırıyor.
Ey arkadaşlar. Kalkın gidelim demez mi bir insan yani? Allah bize çok güzel hediye hazırlamış. Çok güzel, çok muhteşem, çok manzaralı, çok lüks, çok nimetlerle dolu, çok tatlı, devamlı güzel bir yer, çok muhteşem bir yer… Tarif edilmeyecek kadar güzel bir yer hazırlamış. Çağırıyor. Kalkın gidelim şuraya demez mi insan?
Bir de, Allah-u Teàlâ Hazretleri: Şuradan gitmeyin, şu şu şu işleri yapmayın, onun sonu felâkettir. Oradan giderseniz, uçuruma yuvarlanırsınız. Cehennemin içine düşersiniz. Çatır. çatır, cayır cayır yanarsınız, başınız büyük dertlere girer, mahvolursunuz diye bir de, (Wrong way) yahu.
Ne yapıyorsun, buraya nereden girdin sen? Bir yanlış yerden saptın buraya… (Wrong way) Yanlış yol! (Go back) İleri gitme. Neden? Biraz daha ileri gittin mi, tehlike işte... Bir şeyle çarpışacaksın, yanlış yol. Onu da gayet güzel ikaz etmiş. Hoşuma gidiyor. Kocaman kırmızı levhaları gördükçe, (Wrong way - Go back) hoşuma gidiyor.
b. Cennetin Yolu Zahmetli
Allah-u Teàlâ Hazretleri, Peygamberimizi de rahmetinden göndermiş bize; alemlere rahmet olarak. Alemlere rahmet ne demek? Alemler için demek. Yani acımasa, hiç bir şey söylemeyeyim, ne yaparlarsa yapsınlar Dur bakalım nereye gidecekler? Sapır sapır, sapır sapır uçuruma dökülüyor hepsi… Acımasa, cehenneme düşmelerine ses çıkartmasa, herkes oraya gider. Onun için, hadis-i şerifte buyruluyor ki:38
38 Müslim, Sahîh, c.IV, s.2174, Cennet, no:2822; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.693, no:2559; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.153, no:12581; Dârimî, Sünen, c.II, s.437, no:2843; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.492, no:716; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VI, s.33, no:3275; Bezzâr, Müsned, c.II, s.313, no:6823; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.147, no:9795; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.391, no:1311; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.332, no:568; Begavî, Şerhu’s-Sünneh, c.VII, s.245; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.IV, s.254, no:1989; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LVI, s.98; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.239, no:478; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
حُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ، وَحُفَّتِ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ (م. ت. حم. حب. ع. هب. والدارمي، وعبد بن حميد، عن أنس؛ حم. حب. عن أبي هريرة)
RE. 275/13 (Huffeti’l-cennetü bi’l-mekârih) “Cennetin etrafı, nefse nâhoş gelen, meşakkatli şeylerle çepeçevre çevrilidir . (Ve huffeti’n-nâru bi’ş-şehevât) Cehennemin etrafı da nefsin hoşuna gidecek şeylerle çevrilmiştir.” Cennetin yolu biraz zahmetli, hoşa gitmeyecek gibi işlerle doludur. Cehennemin yolu da keyifli, zevkli, davullu, zurnalı, eğlenceli, o taraf tatlı. İnsanları normal bırakırsan, şurada eğlence var diye o tarafa gider. Cennetin yolu biraz zoruna gidiyor milletin…
Peygamber Efendimiz hutbeye çıkmış, hutbe okurken; Medine’ye kervan gelmiş. Deve kervanı mal getirmiş. Kaç deveden müteşekkilse, kervan dolu. Kervan gelmiş Medine’ye, Medine’nin meydanına develer çökmüş, yükler açılıyor. İçinden Medine’ye artık ithal edilmiş olan çeşitli mallar çıkacak çuvallardan, ortaya konulacak, müşteriler toplanacak. Aman, bu ne kadar? Aman, bu kaça? Bir alış veriş… Bakalım ne mallar gelmiş Medine’ye? Ne yiyecekler, ne içecekler, ne kumaşlar, ne eşyalar gelmiş.
Kervan gelirken, develerin çıngırakları olur boynunda; onun sesinden kervanın geldiğini anlamışlar. Deve kervanı geliyor. Hah beklediğimiz kervan geliyor diye devenin çıngırağından, sesinden, gürültüden, patırtıdan anlamışlar. Belki de gördüler de, çünkü mescid böyle ahım şahım duvarlı filan bir şey değil. Hurma dallarıyla gölgelendirilmiş, hurma direkleriyle çatısı tutturulmuş
Buhàrî (farklı bir lafızla), Sahîh, c.V, s.2379, no:6122; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.380, no:8931; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.494, no:719; Bezzâr, Müsned, c.I, s.480, no:3203; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.IV, s.290, no:3329;. Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.332, no:567; Abdullah ibn-i Mübarek, Zühd, c.I, s.229, no:650; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.V, s.147; Deylemî, Müsnedü’l- Firdevs, c.II, s.143, no:2371; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.594, no:6805; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XII, s.129, no:11605.
çok sade bir yapıydı.
Efendimiz öyle lükse ve inşaatın mükemmel olmasına, insanların böyle vakitlerini binaları yapmak, binaları süslemekle geçirmesine razı olmazdı. Sade, belki orasından burasından görünüyordu deve kervanının geldiği… Çan sesleri duyulunca, söyle bakan belki de gördü. Kervan geliyor. Tamam, bu beklediğimiz kervan Şam’dan geliyor.
Uuuf, kaç tane deve... İçinden kim bilir ne kadar, ne eşyalar çıkacak. Bir ticaret, bir eğlence... Seyri bile tatlı… Bir de malları ilk başta gidip almak. Seçilmişleri kalmadan, en iyilerini almak, en başta almak… Belki kapatmak; “Hepsini aldım, al parasını!” Ondan sonra, onları öbür tarafa götürüp, müşterilere daha kârlı satmak... Ticaret.
وَإِذَا رَأَوْا تِجَارَةً أَوْ لَهْوًا انْفَضُّوا إِلَيْهَا وَتَرَكُوكَ قَائِمًا، قُلْ مَا عِنْدَ اللهَِّ
خَيْرٌ مِنْ اللَّهْوِ وَمِنْ التِّجَارَةِ وَاللهَُّ خَيْرُ الرَّازِقِينَ (الجمعة:١١)
(Ve izâ raev ticâreten ev lehveni’nfaddû ileyhâ ve terekûke
kàimâ, kul mâ inda’llàhi hayrun mine’l-lehvi ve mine’t-ticâreh, va’llàhu hayru’r-râzikîn.) [Ey Rasûlüm! Onlar bir kazanç veya bir eğlence gördüklerinde, seni hutbede ayakta bırakarak oraya yöneldiler. De ki: Allah katında olan, eğlenceden de, kazançtan da
daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.] (Cuma, 62/11)
Kervan gelmiş, büyük bir olay... Peygamber Efendimiz de hutbede, minberde konuşuyor. (Ve izâ raev ticareten ev lehven) “Böyle bir alış veriş, menfaat, kâr imkânı gördükleri zaman…”
“—Aman başkası kapmasın, benim elimden kaçmasın!” Bir o düşünce var… Bir de:
“—Yahu görelim bakalım, neler gelmiş? Bakalım nasıl pazarlıklar olacak? Bakalım alıcılar ne fiyat verecek, satıcılarla nasıl pazarlıklar olacak? Ver elini bakalım… Hadi bilmem ne... Nasıl ticaret olacak, eller nasıl sallanacak?” filan diye bir de işin merakı var, eğlencesi var, seyri var, seyranı var.
(İnfaddù ileyha) “Cemaat dağılıvermiş, camiden gidivermiş o tarafa…” Neden? Menfaat var, kazanç var, ticaret var, eğlence var... Eğlenceli, çarşı-pazar keyifli, akşama kadar seyret. Ama, Allah’ın Rasûlü hutbede...
(Ve terekûke kàimâ) “Sen minberde ayakta iken, terk ettiler seni…” Bak, insanlar eğlenceyi, keyfi görünce Rasûlüllah’ı ayakta konuşurken bırakmışlar. “İnsanlar bir ticaret, bir eğlence görünce, darmadağın dağılıp ayrılıverdiler, mescidden gittiler ve seni ayaküstü bırakıverdiler.” diyor.
İnsanoğlu böyledir. İnsanoğlunun nefsi eğlence ister, İnsanoğlunun nefsi keyif ister ama; bak, yanlış şey istiyor. Yanlışı, doğruyu tespit edemiyor. İnsanın nefsi akılsız, insanın nefsi aptal, insanın nefsi düşüncesiz… İnsanın aklı aklediyor, düşünüyor; aklın hakim olması lâzım! Doğruyu akıl görüyor, nefis görmüyor.
Nefis keyfi görüyor, zevki görüyor; hatta aklın sözünü dinlemiyor. “Boş ver, dinlemiyorum. Aman konuşma!” diyor,
zevkin peşine takılıp gidiyor, sürüklenip gidiyor. Fareli köyün kavalcısına takıldığı gibi çocukların, takılıp gidiyor nefis…
Takıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına…39
Nefsinin rüzgârına takılıp gidiyor millet. Onun için, Allah ikazcı göndermiş. Kendi kendine kalsa bunlar, kendi kendine giden ya davulcuya varır, ya zurnacıya demişler.
Bizim Anadolu’da bir söz vardır:
“—Kızı kendi haline bırakırsan, ya davulcuya gider, ya zurnacıya…” Kız àşık olur, ona gider. Neden? Orada keyif var, zevk var... Halbuki doğru-düzgün bir damat seçilmesi lâzım! Şöyle akıllı- uslu, mesleği yerinde, itibarlı, ahlâklı, ömür boyu kendisini mutlu edecek bir insanı seçmek lâzım! Yoksa, kızı kendi haline bıraksan, kendi kendine ya davulcuya varır, ya zurnacıya...
Bir de, bizde bir söz vardır:
“—Kızını dövmeyen, dizini döver!” derler.
Yâni, terbiyesini güzel yapmadın mı, terbiyesiz oldu mu; ondan sonra, kız bir şeyler yapar.
“—Oğlunu dövmeyen, kesesini döver!” derler.
Oğlu hayırsız yetişti mi, o da masraf yapar. Boyna babasına gelir masrafı… Çocuk harcar, borçlanır, fatura babasına gelir.
“—Ulan bizim oğlan gene neler karıştırmış, ne haltlar yapmış, ne masraflar çıkarmış. Haydi, verelim şunun parasını da rezillik- rüsvâlık olmasın!” diye, baba her seferinde oğlunun yaptığı borçları öder.
Oğlan içkide harcadı, oğlan eğlencede harcadı… Yani, içkinin sıhhate zararlı olduğu biliniyor, bırakamıyor insan.
Sigaranın zararlı olduğu da biliniyor. İçki haram, müslüman içmiyor. Sigaraya haram denilmedi ya… Ayet yok, hadis yok,
39 Şiirin tamamı:
Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına, Ey ufuklar diyorum, yolculuk var yarına.
Ayrılık görünmüşken, yar tutmuyor elimden
Misafirim bugün ben, gurbet akşamlarına…
omuz silkiyor, sigarayı da bırakamıyor. Halbuki o da zararlı, doktorlar onu da söylüyor. Sigarayı da bırakamıyor. “Yak bir sigara arkadaş!” diyor, gidiyor yakıyor.
Halbuki zararlı, doktor zararını söylüyor. Ameliyattan çıkıyor, elinde eldivenleri, asistanına diyor ki:
“—Bir sigara tuttur ağzıma!”
Hemen asistan ağzına sigarayı tutturuyor.
Ameliyat etmiş adamı, sigara içtiği için ciğeri zifir dolmuş, karaciğeri mahvolmus, bilmem ne... Doktor onu ameliyat ediyor, ameliyattan çıkıyor:
“—Ağzıma bir sigara tutuştur. Çok terledim, yak su sigarayı!” diyor.
E, doktor, ne oldu yahu? Sen sigara zararlı diyordun, kendin içiyorsun.
Yani, cehenneme giden yolda çok tatlı şeyler var. Çalgı var, içki var, davul-dümbelek-zurna var, eğlence var, zina var, kumar var, haram var... Hepsi tatlı tatlı günahlar, zevkli zevkli günahlar... Tatlı tatlı günahları güle güle işleyen, ahirette ağlaya ağlaya cezasını çekecek.
Ne yapmak lâzım? Çoluk çocuğu korumak lâzım! Aman çocuklar bu keyiflere, bu zevklere alışmasınlar. Kapılırlar bunlar, anası babası koşturur çocuğunun arkasından... “Aman sigaraya alışmasın! Aman esrara alışmasın! Aman israfa alışmasın!” demiyor muyuz, hep demiyor muyuz? Korkmuyor muyuz, çocuğumuzu karşımıza alıp nasihat etmiyor muyuz?
“—Aman evlâdım, yapma evlâdım, mahvolursun evlâdım, gençliğin gider evlâdım, hayatın kayar.” diyoruz.
Biliniyor bunlar, bilinen şeyler.
Cehennem yolu tatlı, cennetin yolu zahmetli... Onun için Allah, insanlar kendi bildiğine varsa; belki doğruyu eğriyi anlayamazlar diye peygamber göndermiş. Bu taraftan gidersen cehenneme, bu tarafa gidersen cennete diye… Hiç mazereti yok. Bu bilgileri bilen insanın da, bildiğini uygulaması lâzım. Sırf bilgi sonuç vermiyor. Biliyor ama yapıyor gene. Bile bile yapıyor, bildiği halde yapıyor. Sonuç vermiyor. O halde, bilmek lâzım. Cahil olmamak lâzım, gafil olmamak lâzım, tehlikeleri bilmek lâzım; bir... Bildiğine göre
hareket etmek lâzım; iki... Bilgisini hayatında uygulamak lâzım!
c. Bilginin Kaydedilmesi
Bakın, bu Yirminci Yüzyıl’ın insanının ulaştığı ileri yaşam seviyesi, bilginin uygulamasındandır. Bilgi, alimler tarafından araştırılıyor, bulunuyor, ondan sonra hayata uygulanıyor. Şurada rüzgâr esiyor, basit bir şey bu, eskimiş, modası geçmiş bir şey. Rüzgâr esiyor, çark dönüyor. O çarkın dönmesinden, borunun içindeki tulumbanın pistonu bir aşağı, bir yukarı gidiyor. Her seferinde... Bakarsanız, ortasında görürsünüz. Su çekiliyor aşağıdan… Şaldur şuldur, şaldur şuldur, şaldur şuldur su akıyor. Gece akıyor, gündüz akıyor, sabah akıyor, akşam akıyor...
Kimse tulumbanın kolunu çalıştırıp da, kovadan su çekip de, kuyudan su çıkartmıyor. Rüzgâr esiyor, su aşağıya akıyor. İyi bir havuz yapsalar, beton bir havuz yapsalar, koca göl olacak burada... Zaten bazı tarlalarda öyle yapıyorlar. Bunu koyuyorlar, göl oluyor, hayvanlar içiyor. Bakın, bilginin uygulamasından doğuyor bütün bu faydalar.
Yirminci Yüzyıl’ın bütün hayran kaldığımız, hayret ettiğimiz ilerilikleri, güzellikleri, kolaylıkları, bilginin uygulamasındandır. Adam aero-dinamik ilmini öğreniyor, ne yaparsa ne olur; öğreniyor, uçak yapıyor. Fizik öğreniyor, jet uçağı yapıyor. Kimya öğreniyor, şu yakıtı şurada yakarsam, şu kadar sür’at elde ederim diyor.
Aynen bunun gibi, ilâhî bilgileri de uygularsa, o zaman ahiret saadetini sağlayacak. Yoksa bildiğini uygulamazsa, sırf nazariyat, sırf teori olursa; teori tekniğe geçmemişse, o zaman bir şey olmayacak. Yani adam dağın başında, eline fizik, kimya kitapları geçmiş, okuyor. Kulübesi odundan, suyu kuyudan kendi eliyle çekiyor. Neden? Kitaptaki bilgi ona orada bir rahat sağlamıyor, uygulanırsa fayda sağlıyor.
İnsan böylece çok muazzam şeyler sağladı, bilgisini uygulayarak. Biz de bildiğimizi uygulayacağız. Biz burada on bir gün içinde, burada insanı kurtaracak, insanı cennete sokacak, insanı cehennemden uzaklaştıracak, Allah’ın rızasına erdirecek, iki cihan saadetine vâsıl edecek bilgiler okuduk. Tekrarladık,
söyledik, anladık, dinledik. Bir günlük bir konuşmayı insan tam uygularsa, kurtulur. Ama konferans dedik konuştuk, namazdan sonra sohbet dedik konuştuk, çok güzel şeyler konuştuk, çok mühim şeyler konuştuk. Bir konuşmadan, bazen bir kelimeden, insan çok büyük şeyler kapabilir.
Fabrikatörün birisi Türkiye’de fabrika sahibi… Fabrikasında imalatındaki bir şeyi çözemiyormuş; güzel olmuyormuş malı. Gitmiş Avrupa’ya, o fabrikalardan birisini gezmiş. Ama, adamlar da kurnaz, herkesin bildiği yeri gezdiriyorlar. İşin ince, gizli noktasının olduğu yere, “Buraya kimse giremez!” diye kırmızı yazıyla kapı koymuşlar, kilit koymuşlar, oraya kimseyi sokmuyorlar.
Adamı da gezdirmişler. Müşteri gibi gittiği için oraya, her tarafı gezdirmişler, o gizli yere sokmamışlar. Fakat işin erbabı olduğu için adam, gezdiği yere şöyle dışarıdan bakmış:
“—Haa, bu bunu şurada şöyle yapıyor. Aaa, şu boruyu şuradan şöyle yapmış.” Uzaktan bakıştan, boruların yerleştirilme şeklinden meseleyi anlamış. Türkiye’ye gelmiş, düzeltmiş imalatını… Tamam, bir bakışta anlamış. Yani yasak kapıdan, öbür taraftaki makinenin konuş şeklinden, borunun giriş çıkış şeklinden; imalattaki çözemediği meseleyi, bir bakışıyla anlamış, püf noktasını yakalamış.
“—Tamam, ben alacağımı aldım!” demiş, dönmüş, Türkiye’de imalatını düzeltmiş. Eğer konuyu çok iyi bilseydim, tamamen söylerdim ne olduğunu…
Onun için, insana bir tek söz bile, bir sohbet bile yetebilir.
Peygamber SAS Efendimiz’e bir bedevi geldi. Çölden gelen o insan, Peygamber Efendimiz’le karşılaştı:
“—Yâ Rasûlallah, bu müslümanlık nedir, bana bir anlat! Bana kısa söyle, ben çok uzun boylu da anlayamam. Kısaca söyle bana, yapayım, onunla cennete gireyim!” dedi.
Peygamber SAS Efendimiz bir-iki dakika içinde müslümanlık budur diye anlattı.
“—Tamam, ben bunu yaparım. Bundan ne az yaparım, ne de fazla yaparım!” dedi, vedalaştı gitti.
Peygamber Efendimiz arkasından dedi ki:
“—Eğer sözünde durursa, cennete gider.” Yahu, üç dakikalık konuşma... Sizin bildiğiniz şeyleri söyledi Peygamber Efendimiz. Siz de biliyorsunuz. Bildiğini uygularsa insan, kurtulur. Onun için, ilminizle âmil olun! Bilginizi hayatta uygulayın!
Ben olsam buradaki konuşmaları, bir 10. Aile Eğitim Çalışmaları, konuşmaları diye videosunu hazırlarım, alırım evde dinlerim.
Akşam özetlemelere baktım, not alınmamış. Dinlerken not alınır. Anlamak için not almak lâzım! Unutmamak için, yazıya geçirmek lâzım!
العلم صيدٌ،والكتابة قيدٌ .
(El-ilmü saydün, ve’l-kitâbetü kaydün) [İlim bir avdır, yazmak onu bağlamaktır.] İlim yazılmadı mı, av gibi uçar, kaçar gider. Yani, ilmi yazmak lâzım! Bunun bir ses bantları var böyle, Onuncu Aile Eğitim Konuşmaları. Kaç tane bantsa bunlar
çoğaltılmalı, bunları dinlemeli insan… Videolar var, görüntülerle; bunları almalı, tekrar tekrar dinlemeli!
Çünkü ben de şaşıyorum bazen, söylediğim laflara… Öyle laflar söylüyorum ki, ben de dinliyorum. Kendimi dinliyorum, arabayı sürerken dinliyorum, varacağımız yere varıyoruz. Kapıyı açıyorlar:
“—Hocam in!” filan diyorlar, bırakamıyorum vaazı…
Bir de merak ediyorum: Yahu, bunun sonu nasıl? Kendim konuşmuşum, acaba bunun sonu nasıl?
“—Dur, vaaz bitsin de öyle ineyim!” diyorum.
Bayağı böyle kendim bile dinliyorum. Çünkü bu şeyleri söylerken bir şeyler oluyor, yâni Allah söylettiriyor. “Söyleyene değil, söyletene bakın!” derler ya... Onun için, bunları dinlemekte çok büyük faydalar var!
Bizim bu Avustralya Sohbetleri birkaç kitap halinde Türkiye’de basıldı, “Çok güzel!” diyorlar. Neden? Çünkü, böyle konuşmalarda dinleyenler samimi olursa, konuşmalar çok güzel olur. Dinleyenler
samimiyetsiz oldu mu, konuşmacı kekelemeğe başlar, teklemeğe başlar. İçlerinde birisi var, samimiyetsiz diye, dinleyicilerin samimiyetsizliği, konuşmacının konuşmasını etkiler.
Hissiyat olduğu için, bazen söylediğimiz sözden kendimiz de ağlıyoruz. Ağlanıyor, çünkü etkileniyor insan. Onun için, bunları herhalde tekrar tekrar dinlemek lâzım! İyice akla yerleştirmek lâzım! Ondan sonra da, uygulamak lâzım hayatta...
Hayat boyu uygulanacak güzel şeyler söylemeğe çalıştım. Hem de zaman az olduğundan, kıymetli olduğundan; özlü konuşmağa çalıştım. Teferruatla değil, ana meseleleri söylemeğe çalıştım. Onları hatırlayın! Yazmadığınıza göre iyi hatırlayamıyorsunuz, iyi hatırlayamadınız.
Tekrar tekrar eski Avustralya Sohbetleri’ni okuyun, dinleyin! Hanımlar okusun, çocuklar okusun, bildiklerinizi uygulayın! Allah, ilmiyle àmil müslümanlardan eylesin... İhlâsla amel ve ibadet ve taat eylemeyi nasib eylesin…
Ömrümüzü pişman olmayacak bir şekilde geçirmeyi nasib etsin… Rızasına uygun geçirmeyi nasib etsin… Huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmayı nasib etsin. Cehennemine düşürmesin, ateşlere yakmasın, rahmetinden mahrum bırakmasın, cennetine dahil eylesin… Nimetlerine mazhar eylesin, selâmı ile taltif eylesin… Cemâlini müşahede şerefiyle şerefyâb eylesin.
Bi-hürmeti esrarı sûreti’l-fâtihah!.
03. 01. 1997 - İşrâk Sohbeti
Toovvoomba / AVUSTRALYA