09. ALLAH SEVGİSİ
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü lillâhi rabbi’l-àlemîn… Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîhi ala külli hâlin ve fî külli hîn… Ee’s-salâtü ve’s- selâmü alâ şeyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn, muhammedini’l-mustafâ
ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânın ilâ yevmi’d-din. Emmâ ba’d: Dünkü sohbetimizde, konuşmamızda, en önemli şeyin Allah’a inanmak, ma’rifetullaha ermek olduğunu anlatmağa çalışmıştım. Konumuz o zaman ma’rifetullah, el-imânu bi’llâh; Allah’a inanmak, Allah’ı tanımak idi. Bugünkü konumuz da, muhabbetullah, Allah’ı sevmek konuşu olacak.
a. İlk Sevgi Anneden
Sevgi Arapçada, (meyelânü’l-kalbi ilâ şey’in) kalbin bir şeye akması, meyletmesi diye tarif ediliyor. Gönlün, insanın gönlünün bir şeye akıvermesi, kayıvermesi, meyletmesi, onu tercih etmesi diye tarif ediliyor.
İnsanoğlu dünyaya çok masum, çok aciz bir varlık olarak geliyor. Hiç bir şeyden haberi yok, hiç bir şey bilmeden geliyor. (Ahraceküm min bütûni ümmehâtüküm) “Annesinden doğduğu zaman insan, (ve lâ ta’lemûne şey’a) hiç bir şey bilmez vaziyette dünyaya geliyor.”
Sonra, vücudunun gelişmesiyle beraber, duyuları gelişiyor. Duyularının gelişmesiyle beraber, duyguları gelişiyor insanın. Yani, küçük bebek, gözü bile kapalı. Gözünün açılması gerektiğinden bile haberdar değil, Gözünün görmeye yaradığından bile haberdar değil. Dünyaya geldiği zaman, gözü kapalı olarak doğuyor. Ağlıyor ama bir yeri acıdığından mı ağlıyor, başka bir şey midir? Onu da bilmiyoruz. Ama bir kuvvetli ağlamayla geliyor dünyaya...
Bu arada tabii şairin bir sözü var, hoşuma gider benim, onu söyleyeyim:
Yâdında mı doğduğun zamanlar,
Sen ağlar idin, gülerdi alem;
Bir öyle ömür geçir ki, olsun
Mevt’in sana hande, halk’a matem!
Açıklayalım: Hatırlıyor musun doğduğun zamanı ey insan? Sen ağlıyordun ama etrafındaki herkes sevincinden gülüyordu. Çocuğumuz dünyaya geldi diye herkes gülüyordu. Sen ciyak ciyak ağlıyordun, annen tatlı tatlı gülüyordu, baban gülüyordu, konu komşu, etraftakiler gülüyorlardı, tebrik ediyorlardı. Sen ağlıyordun, herkes gülüyordu. Öyle bir ömür geçir ki, ey İnsanoğlu. Sen ahirete göçerken, ölürken; sen gül, arkandakiler ağlasın. Sen gül bu sefer.
İnsan son gününde, son anında, son deminde, son nefesinde
nasıl güler? Neden güler? Cenneti görür. Gözünden perdeler kaldırılır, öleceği kesin olduğu zaman; cennetteki makamı gösterilir. Köşkler, manzaralar, hizmetler, hizmetliler, hizmetçiler, havuzlar, çiçekler, zümrütler elmaslar- yakutlar- zebercetler; güler o zaman. Yani, ölümün acısını bile anlamaz.
Arkadakiler.
“—Vah, eyvah. Çok sevdiğimiz falanca insan aramızdan ayrıldı.” diye ayrılıktan dolayı onlar ağlarlar.
Aslında deniliyor ki, ölüye değil de, insanın kendisine ağlaması lâzım. Çünkü onun imtihanı bitmiş. Asıl biz dünyadayız, bakalım bizim halimiz ne olacak diye asıl geride kalanların kendisine ağlaması lâzım!
Şimdi, ağlayarak dünyaya geliyor. İnsanoğlu. Görmesini bile bilmiyor, konuşmasını bilmiyor, yavaş yavaş büyümeğe başlıyor. Duyuları, duyu hisleri gelişmeğe başlıyor. Meselâ, acı bir şey olursa, basıyor yaygarayı... Karnı acıkınca, karnı biraz acıyınca, basıyor yaygarayı, bağırıyor filan. Biraz annesi gelirse yanına, kardeşi gelirse, babası gelirse, yanağını okşarsa, çenesini okşarsa; ona gülüyor, karnı doyarsa neşeleniyor. Duyguları gelişiyor,
ondan sonra duyuları gelişiyor. Yani, hisleri gelişmeğe başlıyor.
Galiba, sevmek dediğimiz şeyi ilk önce insan bebekken başlıyor sevmeğe, annesini seviyor. Annesinden öğreniyor sevgiyi. Neden? Çünkü gıda annesinden. Bakıyor ki, bir varlık kendisini şiddetle, acıktığı, karnı zil çalmağa başladığı zaman; al diyor, süt veriyor. Oh, rahatlıyor. Bakıyor ki, altı kirlendiği zaman; altı rahatsız oluyor, basıyor yaygarayı... Birisi geliyor altını temizliyor, pudralıyor, siliyor filan, rahatlıyor. Bakıyor ki, hep aynı varlık. Allah Allah... Böyle gözlerini açmışken bakıyor, hep kendisine iyilik yapan aynı varlık, hep kendisini rahatlatan aynı varlık.
Bizim profesörümüz vardı, benim yanına asistan girdiğim profesör, yaşlı bir adamdı. Emekli olmuştu. Emeklilik yaşı kanunla kaldırıldı o sırada; kaldırılınca, tekrar üniversiteye döndü. Emekliydi adam, böyle bembeyaz saçları vardı. Kızı çalışırdı, damadı çalışırdı, torunlarına evde bizim hoca bakardı,
profesör bakardı. Tabii usta, çok iyi biliyor çocuk bakmasını. Derdi ki: Çocuk üç şeyden ağlar:
1. Hastaysa ağlar. Kulağı ağrır, idrar yolları çok çabuk iltihap olur, ondan ağrır, karnı ağrır filan.. Basar yaygarayı, ağlar. Hastalıktan, bir…
2. Acıktığı zaman. Acıkınca da başlar bağırmağa. Her halde karnı sancıyor o zaman, basıyor yaygarayı, alarm zili, hemen anası, babası nerdeyse geliyor, sütü dayıyorlar. Tamam.
3. Altı kirlenince ağlar. Altını kendisi kirletir kerata, kendisi kirletir, ondan sonra yaygarayı kendisi basar. Üç şeyden ağlar derdi.
Şimdi, bütün bu şeylerin karşılandığını görüyor. Ve kendisini çok seven, kendisini çok iyi koruyan, kollayan bir varlık tanıyor. Saçından, yüzünden, kaşından, gözünden onu ayırıyor. Bu anne… İste, kendisinin gıdasını veren, bakımını yapan, gece gündüz yanından ayrılmayan; kucağına alan sıcacık ana kucağı, o zaman anasını seviyor. İlk sevgiyi insan, annesinden öğreniyor. Belki de, talebelik yoluyla öğreniyor. Annesi onu seviyor da, o da sevgiyi annesinden öğreniyor.
Annesi hoca, öğretmen; çocuk da talebe, öğrenen... Annesi sevmese, çocuk da sevmez. Annesi seviyor, sevgiyi çocuğa öğretiyor, hareketleriyle gösteriyor; çocuk da o zaman annesini seviyor. Bazı kadınlar duyuyoruz veya görüyoruz veya filmlerde karşımıza çıkıyor veya konuda, komşuda müşahede ediyoruz. Evlilikten memnun değil, doğumdan memnun değil, çocuğundan memnun değil, çok sert muamele ediyor çocuğuna, korkunç…
Sonra, o çocuk çok fena bir çocuk oluyor. Haşarı oluyor, anarşist oluyor, başarısız oluyor, kavgacı oluyor, sinirli oluyor. Neden? Bu çocuğun annesi bunu sevmiyor, analık yapmıyor. Analık sevgisini bağrına basıp buna aşılamamış, bu çocuk sevmeyi bilmiyor.
Bir insan sevmeyi bilmiyor mu, her türlü kötülük ondan sonra başlar. Bütün hapishanelerdeki gaddar, müthiş, korkunç suçlu
insanlar incelenirse; bu noktaya varılır. Ana sevgisi yok, aile sevgisi olmamış, çocuk o sevgiden mahrum büyümüş. Sevmek nedir bilmiyor, hayatı orman kanunu gibi görüyor. Aile yuvasının sıcaklığını bilmediği için, hayatı bir mücadele olarak gördüğünden; kurt gibi oluyor, sırtlan gibi oluyor, kaplan gibi oluyor; aç oluyor, hırslı oluyor, merhametsiz oluyor, gaddar oluyor, anarşist oluyor, gangaster oluyor, mafia çetesinin mensubu
oluyor. Vuruyor, vuruyor, vuruyor, ondan sonra vuruluyor, gidiyor.
Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur;
Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehli kubur.
Dünyadakiler şerrinden kurtuluyor. Kabirdekiler bakalım çeksinler biraz da bunun derdini. Çünkü kabirde azab başlıyor. Yanındakiler onun feryadından rahatsız oluyorlar. Bir kabir de azab olunca, etrafındakiler ondan rahatsız olurlar. Gürültücü komşu gibi… Gürültücü komşudan öteki komşuların rahatsız olduğu gibi, bir kabirde azab oluyorsa; yanındakiler ondan üzülürler.
Onun için, bir müslümanla bir kâfir yan yana gömülmez. Müslüman kabri ayrıdır. Yahudilerin maşatlığı ayrıdır, Hristiyanların mezarlığı ayrıdır, Müslümanlarınki ayrıdır. Ama, bu eskiden böyleydi. İmanlı devrede böyleydi, kabirde ne olduğunu insanların bildiği zamanda böyleydi.
Sonradan, mezarlıklarda buna dikkat edilmemeğe başlandı. Agop oluyor, bilmem Mişon oluyor, bilmem falanca oluyor, falanca oluyor; şehrin kabristanına götürüp gömüyorlar. Ne diyorlar? Asri kabristan, asri mezarlık... Nereye gömdünüz oğlunuzu? Asri mezarlığa gömdük.
“—Yahu, mezarlığın da asrisi mi olur? Ne oluyor bu? Kravat mi takıyor, ütülü pantolon mu giyiyor. Asri mezarlık ne demek? Yani, (firak) mi giyiyor, melon şapka mı geçiriyor kafasına? Ne demek, asri mezarlık?”
Yani, gömülenin imanına göre tasnifin olmadığı, herkesin Aynı
yere tıkıldığı kabristan mânâsına geliyor.
Yani, çocuk sevgisiz büyüdüğü zaman, sevgisiz yaşıyor. Sevgisiz işler yapıyor, sevgiye uymayan işler yapıyor, nefretle yaşıyor, kinle yaşıyor, düşmanlıkla yaşıyor. Sonunda ne kendisi rahat ediyor, ne de halka huzur veriyor; zararlı bir mahlûk oluyor.
O halde, bizim arada dersler çıkartmamız gerekirse, söylediğimiz sözlerden; ilk önce, çocuklarımıza sevgiyi öğretmemiz lâzım. Nasıl öğreteceğiz? Severek öğreteceğiz. Kucağımıza alacağız, yanağını öpeceğiz, hoplatacağız, elinden tutaca giz, çocuk parkına götüreceğiz, sallayacağız. Onunla, onun treniyle oynayacağız. Onun oyuncağıyla oynayacağız. Arkadaş olacağız, seveceğiz. Çocuk sevgiyi iyice öğrenecek. Şerbetin içine atılmış, kızarmış lokma gibi, sevgiyi içine emecek.
Hani, burada tavada lokmayı kızartıyor, kızartıyor, kızgın şerbetin içine atıyor, ondan sonra akşama lokma tatlısı yiyorsun. Ama, ısırdığın zaman, içinden şerbet fışkırıyor. Neden? İçine şerbet işledi. Bu artık şeylikten çıktı, pişi olmaktan, kuru hamur olmaktan; yağda pişmiş hamur olmaktan çıktı. Ne oldu? Lokma tatlısı oldu, tulumba tatlısı oldu, bilmem ne tatlısı oldu.. Neden? İçine iyice tatlıyı aldı. Çocuğa sevgiyi tulumba tatlısı gibi, lokma tatlısı gibi, kadayıf gibi, kusura bakmayın; böyle tam yemeğe yakın zamanda böyle Ogle vaktinde iştah açıcı kelimeler kullanıyorum. Çocuğa sevgiyi böyle öğretmek lâzım. Böyle öğretmezseniz ne olur? Çocuğunuzun size karşı davranışları iyi olmaz. Saygısı olmaz, sevgisi olmaz, hizmeti olmaz, itaati olmaz. Neden? E, be kardeşim. Ben sana ne diyeyim? Sen onu sevmedin ki küçükken, kazara oldu diye düşman gözüyle baktın. Nerden çıktı bu benim başıma? O kadar gelmesin diye uğraştım, gene çıktı geldi diye kızdın; ilgilenmedin, oynamadın, sevgiyi öğretmedin.
Arslan çocuğuna avlanmayı, kendisi oynayarak öğretir. Çocuğunun üstüne atlar, mahsustan bacağını azıcık ısırır, kovalar. Ondan sonra, o kendisi kaçar. O onun üstüne atlar. Ne yapıyor? Yani, arslanlık öğretiyor. Bunlar basit oyun değil, arslanların birbirleriyle oynaması. Anasının çocuklarıyla
oynaması basit bir şey değil, hayata alıştırıyor. O arslan olacak iste, öyle yapacak. Geyiğe öyle saldıracak, öyle ısıracak, öyle düşürecek, öyle boğuşacak filan..
Bu nedir? Bir eğitimdir. Eğer çocuğunuzu sevmiyorsanız, çocuktan sevgi beklemeğe hakkınız olmaz. Eğer çocuğunuzun içine sevgiyi şerbet gibi emdiremezseniz, o çocuktan hayır görmezsiniz. O da size bakmaz, o çocuk da size bakmaz. Ne yapar? Munih’te bir arkadaşımın komşusu vardı, ihtiyar bir kadın; karşılaştığımız zaman selâmlaşıyorduk filan.. Ne oldu dedim, öldü mü kadıncağız. Yok dedi, ölmedi Ne oldu? Taşınıyor mu. Yok hocam dediler, düşkünler evine evlâtları onu teslim etmişler. Neden? Biz artık sana bakamayız yahu. Allah Allah. Hepimizin isi var, gücü var.. Sabahleyin çalışmaya gidiyoruz, evde yapayalnız biz sana bakamayız demişler, düşkünler evine gönderivermişler. Çok acıdım, bana çok dokundu yani o şey. Kadıncağızı düşkünler evine gönderiverdiler. Kim bakarsa baksın. Devlet baksın. Para veriyoruz, vergi veriyoruz. Devlet baksın. Eşyalarını da dağıtıverdiler, kiradan kurtuldular. Anaları için kira vermekten kurtuldu adam, ohh. rahatladı.
Dedim ki: Ya Rabbi. Şu İslâm ne kadar güzel! Biz, babamız, dedemiz bizim yanımızdadır. Elini öperiz, duasını alırız, memnun oluruz; adam da rahat edermiş meğerse. Meğerse, müslüman bir dede olmak da güzel bir nimetmiş yani. Almanya’da gidip de, bir böyle Alman ailede dede olmaktansa, nene olmaktansa; meğerse müslüman olmak ne güzelmiş diye ben hamd ettim yani, şükrettim. Bizdeki usulü yani takdir eyledim ben. El-hamdü lillâh.
Bizde acizleri biz bağrımıza basarız, yanımıza alırız. Babamızı, annemizi, halamızı, teyzemizi, yaşlı- yetim, dul akrabamızı yanımıza alırız. Beraberce, ne olacak deriz yani, beraberce geçinir- gideriz deriz. Onlar da eve yardımcı olur. Anneanne çocuğa bakar, fasulye ayıklar, yün örer, karşılıklı gene bir faydalanma da oluyor. Sıkıntılı zamanında akıl öğretir, dertleşeceği zaman dertleşir, hayatta karşılaştığı bir müşkülde şey olur.. Yani, yeni gelin hanım
da rahatsız olmaz, yalnızlık çekmez; o yaşlı kadın da yalnızlık çekmez. Güzel bir şey bu. İslâm’daki bu aile muhabbeti, ailelerin iç içe olması güzel bir şey. Orada bıraktılar gittiler kadıncağızı. Hani senin bu annendi?
Ankara’da bir komşumuz oldu bizim… İlk evlendik, Ankara’ya gittik. Hanımı efendisi sevmiyor, başka yerde gözü var. O bizim komşunun durumu böyle. Kadıncağız bize geliyor, gidiyor, yaşlı kadın; şişmanca, biraz da belki guatrı filan vardı böyle, hastalığı vardı, oğluna gitmek istemiş:
“—Baban bana bakmıyor, başkasında gözü var. Başkasıyla yaşamak istiyor. Evlâdım. Ben senin yanına gelsem!” filan...
“—Yok yahu anne demiş. Benim işim var, gücüm var, evim odam dar, ve sâire filan.. Anasını kabul etmemiş, biraz da acı konuşmuş.. Şurası çok önemli, en önemli cümleye geliyorum Demiş ki, annesi:
“—A evlâdım demiş, ben sana küçükken süt verdim, emzirdim seni. Nasıl yaparsın bunu bana!” demiş.
Evlâdın sözü:
“—Ne kadar süt verdiysen söyle, parasını ödeyeyim.” Senin annen inek mi? Sadece süt sağılan bir mahlûk mu yani, anne bu mu? Kaç kilo süt verdiyse öde. Sütün litresi şu kadardan, evlâtlık hakkı bitsin; anaya karşı evlâdın vazifesi bitsin. Böyle şey mi olur? Böyle inanç mı olur? Böyle toplum mu olur? Böyle evlâtlık mı olur? Böyle zihniyet mi olur?
Oluyor. Tabii, bu zihniyet aslında küçük yaştan başlıyor. Çocuğa sevginin öğretilmemesinden, çocuğun içine sevginin, şerbetin lokmaya, tulumba tatlısına girdiği gibi, içine girdiği gibi girmemesinin sonucunda oluyor.
Onun için, çağdaş ülkelerde ilkokulda çocuğa bilgi vermekten ziyade, ilkokullarda, ilk sınıflarda ne yaparlar? Sevgi vermeğe çalışırlar. Dikkat edin, bilgi vermeğe çalışmazlar, sevgi vermeğe çalışırlar. Çünkü sevgisiz bir insana bilgi verirsen, bilgisini anarşiye kullanır. Önce sevgi vereceksin ki, her türlü imkânını
hayra kullansın. Onun için, çağdaş eğitimde insan ruhunu bilen, insanın yetişmesine önem veren terbiyecilerin fikri bu. Çocuğa önce sevgi verilecek.
Tabii, onlar bu sevgiyi kendi usullerince vermeğe çalışırlar. Meselâ, bir kocaman Fil oyuncağı getirirler. Kocaman bir Ayıcık getirirler, Koala getirirler; bak derler yumuşacık, böyle hakikaten eline alırsan hoşuna gider. Kocaman tombul tombul, hafif, bilmem ne filan. Yanağını şey yapar.
Amerika’da bir uçaktan bir uçağa gidiyoruz, seyahatte. Yanında kazık kadar ayı bebeğiyle gezen kız gördüm. Yahu, uçak nasıl kabul ediyor bu bebeği bilmiyorum ama, kızın boyu kadar bebeğinin boyu var. Ayıcık bebeği… Ayıcık değil, koca ayı olmuş. Kucaklamış onu, onunla gidiyor.
Yahu, biz yanımızda çanta taşımaktan zorlanıyoruz, yanaklarımızdan ter akıyor. Kocaman ayıyı kucaklamış, kimse de bir şey demiyor her halde, bu ruhi durumdur diye. Bilet de kesmiyorlar ayıya, kucağında ayıyla geziyor.
Neden? İşte onun yumuşaklığı, bilmem neliği... Çizgi filmlerde ona verilen şeyler sevdirilmiş. Hayvan seviyor. Çocuğa hayvanı sevdiriyorlar. Çocuğa boyaları sevdiriyorlar. Çizgileri veriyorlar, hadi bakalım bu (mickey mouse)’u boya. Yahu, pis lağım faresini millete sevdiriyorlar. Fare bu. Lağımda gezer, pistir, Veba mikrobu taşır. Ama sevdiriyorlar.
“—Aman ne sevimli farecik!”
“—Al da ye bari…” Fareyi sevdiriyorlar, kediyi sevdiriyorlar, kuşu sevdiriyorlar, bilmem neyi boyattırıyorlar filan. Çocuk o sevgiyle buyuyor. Çiçeği sevdiriyorlar. Bunları öğretmedikleri zaman, sevgiyi öğretmedikleri zaman, çocuğun fena olduğunu biliyorlar. Fena olanların, sevgisizlikten fena olduğunu biliyorlar. Bunlar yanlış fikirler değil, yani çocuğa önce bir şeyleri sevdirmek fikri yanlış değil. Geleceğim şimdi unutmazsam o noktaya inşâallah…
b. İyi Şeyleri Sevdirmek
Şimdi, çocuk önce annesini sevmekle başlıyor. Çünkü, annesinden sevgi görüyor, sevgiyi öğreniyor. Sevgi duygusunu şey yapıyor, korktuğu zaman annesine sarılıyor. Sabahleyin kalktığı zaman, annesine sarılıyor. Uykuda yanına gidip, annesinin boynuna sarılıyor. Neden? Hep sevgiyi ondan görüyor, onu seviyor.
Biraz büyüdü mü, koşmağa başladı mı, etrafı tanımağa başladı mı, başka şeyleri de sevmeğe başlıyor. Annesinden ayrı şeyleri sevmeğe başlıyor. Meselâ, mama sevmeğe başlıyor. Mama şişesini sevmeğe başlıyor. Çünkü onu aldı mı, ağzına dikti mi, kafayı buluyor. Rahat ediyor diye mama şişesini seviyor.
Sonra, şekeri seviyor, çikolatayı seviyor. Sonra işte bilmem, oyunu seviyor. Oyun oynadığı zaman arkadaşını seviyor. Arkadaşlarının bazılarını seviyor, bazılarına kızıyor. Sevgiyi ve kızmayı öğrenmeğe başlıyor. Eşyaları seviyor, hayvanları, çiçekleri seviyor, kendi eşyasını seviyor. Bu benim, vermem demeğe başlıyor. Böyle sevgi yayılıyor. İyi ve kötü şeylere…
Bu noktada da en önemli olan şey: Çocuğa iyi şeyleri sevdirmek. Meselâ, kötü şeyleri severse, diyelim ki, büyüme çağında olan bir çocuğa sigara sevdirilmiş ise, sigara bilinerek veya bilinmeyerek övülmüş, iyi bir şey gibi gösterilmiş. Delikanlılığın alâmeti, adamlığın alâmeti, büyüklüğün alâmeti gibi gösterilmişse; çocuk gizli gizli sigara içecek. Çare yok.
Neden? İdeal olarak o gösteriliyor. Büyük dediğin adam sigara içer, baba sigara içer, ağabeyler sigara içer. “İnsan büyüdü mü, büyüklüğün alâmeti sigara içmektir!” gibi bir yanlış fikre kapıldı mı çocuk, sigarayı içecek. Nerede içecek? Okulda bile içecek. Suç olsa bile içecek.
Çünkü suç işlemek de kahramanlık sayılıyorsa o toplumda;
“—Aferin yahu, hocaya diklendi, hocaya kafa tuttu.” “—Bizim sınıfın en kahraman çocuğu falanca.” “—Neden?”
“—Hocaya diklendi, hocadan korkmadı, yasak olan şeyleri yapabiliyor. Okulun yüznumarasında, içeriye giriyor, kapıyı kapatıyor, su şırıltısı gelmiyor, yukarıdan duman çıkıyor.” Neden? Kapıyı kapattı, içeride sigara içiyor.
Haydi, yoklama yapıyor hocalar. Sınıfta baskın yapıyorlar:
“—Eller yukarı, cepler dışarı!” Arıyorlar; sigara bulduklarını ayırıyorlar.
“—Vay, sen sigara içiyormuşsun. Çakmağın var, sigaran var, bilmem ne…” filan.
Tabii, ona karşı da tedbir alıyor çocuklar. Yanlış şeyler ideal olarak gösterilip sevdirildi mi, hayattaki felâket başlıyor. Neden? Onu ileriye doğru hep sevecek. Sigaranın içine sonra esrar koymağa başlayacak. Düz sigara yetmeyecek, bu sefer sigaranın tütününün içine maruhana koyacak.
E, yasak? Alınması, bulunması zor. Bir insan bir şeyi istedi mi bulur. Arayan Mevlasını da bulur, belâsını da bulur. Parktaki çiçeklerin arasında yetiştiriyorlar. Parktaki adam farkında değil, çiçeklerin arasında yasak şeyin yetiştiğini. Geceleyin gidiyorlar koparıyorlar, kıyıyorlar, sigarasının içine koyuyor. Veya alıyor bir yerden. Yalvarıyor, çünkü kriz geliyor. Yani, alıştığı zaman ona.
Sigara ilk adım olarak başlar, ondan sonra sigara tatmin etmediği zaman; içine uyuşturucu konulmasıyla devam eder... O uyuşturucuyu çekmeğe başladı mı, onu çektikten sonra neler görüyorsa, nasıl oluyorsa; bağımlı hale geliyor ona. Uyuşturucuya bağımlı hale geliyor, olmadığı zaman krize tutuluyor; babasını,
anasını öldürecek, dövecek hale geliyor. Artık onu kurtarmak mümkün olmuyor.
Neden? Yanlış şey sevdirildi. O halde, görüyorsunuz, çocuğun eğitimi çok küçükten başlıyor. Çok küçükten başlıyor. Ve ne mutlu bize ki, ne kadar iyi bir şey ki, bizim sözümüzü dinleyeceği zamandan başlıyor. Koca delikanlıya baba söz dinletemez, koca bir kıza anne söz dinletemez. Yapmıyorum der. Yapmıyorum. Haydi...
Dövecek misin? Dövmeğe kalkarsın, ilk önce döversin; iki-üç yaş daha büyüdü mü, dövemezsin bu sefer. Neden? O daha kuvvetli olur, bu sefer kaba kuvvette para etmemeğe başlar.
Ne mutlu bize ki, çocuk küçükken elimizde oluyor, bizim ona bir şeyler öğretme imkânımız oluyor. O halde, o bir şeyler öğretme devresini hiç boşa geçirmemeliyiz, çocuğa güzel şeyleri öğretmeliyiz ve sevdirmeliyiz.
Neyi sevmeli, neyi sevmemeli? Çocuğun neyi sevmesini istiyorsun, neyi sevmemesini istiyorsun? Bunlar çok önemli şeyler ve anne babanın vazifesi bu. Çünkü çocuk küçükken neyi seveceğini, neyi sevmeyeceğini bilmez; tanıdığı şeyi merakla öğrenir, her şeyi öğrenmek ister. Hatta anasının, babasının, muhallebi çocuğu, tertemiz, bembeyaz yüzlü, sokağa hiç çıkartmadığı çocuk annesiyle parka gider; çocuk bahçesinde oynarken, iki tane kötü söz duyar; evde hiç konuşulmayan iki kötü söz duyar, küfür duyar meselâ, kulakları dikilir hemen; tavsan kulağı gibi dikilir böyle. AA, iki tane benim duymadığım söz. Ne bu? Mânâsını da bilmez. Eve gelir, o yeni öğrendiği iki sözü tam da misafirin yanında pattadak söyler.
Hiii, anne baba kıpkırmızı olur. Eyvah. Biz çocuğa böyle terbiye vermedik, bu kelimeyi öğretmedik amma; sokakta öğrendi. İki dakika kaçtı, komşunun çocuğundan öğrendi. Üç dakika parkta salıncakta sallanırken öğrendi. Salıncaktan inmek istemeyen çocuk buna bir küfür salladı, o da o küfrü öğrendi, bilmeden uyguluyor. Tanıdığı her şeyi böyle kullanmak ister çocuk.
Onun için, ona iyi şeyleri tanıtmak lâzım. İyi şeyleri öğretmek lâzım. İyi şeyleri sevdirmek lâzım. Kötü şeyleri sevdirdiniz mi, eğitiminiz başarısız olacak, sonunda pişman olacaksınız Çocuğu da yazık olacak, sizde onun cezasını göreceksiniz. Demek ki, insan çocuktan sevgiyi öğreniyor. Bu kadar sözün özeti. Tanıdığı başka şeyleri de seviyor. İyi şeyleri de sevebiliyor, kötü şeyleri de sevebiliyor. Yani, sevilen şeyin ille güzel olması gerekmiyor;
tanıdığı şeyleri sevebiliyor. Bazen kötü şeyleri seviyor, kötü alışkanlıklar edinebiliyor. Bu da önemli.
Demek ki, kötü şeyleri yanına hiç yanaştırmamalıyız. Demek ki, çocuğu iyi okulda okutmalıyız. Demek ki, çocuğu iyi mahallede yetiştirmeliyiz. Demek ki, çocuğa iyi arkadaşlar bulmalıyız. Demek ki, çocuğa iyi muamele etmeliyiz. Demek ki, çocuğa iyi örnek olmalıyız.
Çocuğun dünyası, yani içtimai dünyası, yaşam çevresinde kötülük hiç olmamalı, iyiliklerle büyümeli çocuk... Ne zamana kadar? Şahsiyeti teşekkül edinceye kadar, beton donuncaya kadar. Beton donmadan kalıpları alırsan, pat çöker. Beton donuncaya kadar, çocuk iyi şeyleri iyice öğrenmeli. Şimdi, çocuk Bazı şeyleri sevmeyi öğrensin
Sevgiyi öğrensin. Seven bir çocuk olsun. Bizim akrabadan bir kimseyle bir seyahate gittik, çok ilginç bir olayla karşılaştık. Çocuk küçük bir çocuk, orada başka bir çocukla oynadı. Ondan sonra biz vedalaştık, ayrılacağız. İki gözü iki çeşme ağlıyor çocuk, ondan ayrılmamak için; ağlayan kız, ayrılmak istemediği erkek. Ama öyle erkekle kız arasındaki sevgi çağında değiller. İlkokula bile gitmiyor, daha öyle bir şey yok ama hayret ettim ben...
Demek ki, bu duygular küçükten başlıyor demek ki. Demek ki, küçükten başlıyor. İlkokul çağında değil kızcağız, öteki oğlana vuruldu; ayrılmak istemiyor. İki gözü iki çeşme, hüngür hüngür ağlıyor.
“—Yâhu kızım, etme eyleme, bilmem ne…”
Ötekisine de ağabey diyor.
“—İlle filanca ağabey, ille filanca ağabey.” Haa, demek ki bu çeşit böyle duygular çocuğun içinde küçükten oluyor.
Bir keresinde ben, demin söylediğim profesörümün evindeydim, Çünkü torunlarına bakması lâzımdı. Bizim profesörün kızı ve damadı işteydi, ben de hocamı görmek
zorundaydım, gittim. Dairede, yani apartmanın dairesinde konuştuk.
Arka sokaklardan fakülteye geliyorum, ana cadde değil… Yürüyerek on beş dakikalık yol… Yürüyerek, Ankara’da Kızılay’dan Cebeci’ye arka sokaklardan yürüyorum. Yarı yolda Maarif Koleji var. Ankara Maarif Koleji. Lacivert üniforma, cebinde yanan bir meşale işareti, Ankara Maarif Koleji. Paralı, lüks bir okul, özel okul… Oradan, Maarif Koleji’nden olduğu anlaşılan iki kız yürüyor sokakta... Ben daha büyük adımlarla yürüdüğüm için ben onlara yetiştim, aynı hizaya geldim,
yanlarından daha öteye geçtim. Ama onların dünyadan haberleri yok, birbirleriyle konuşuyorlar.
Benim bacağım kadar, bacak kadar çocuklar. Büyük değil, küçük iki tane afacan kız çocuk… Neler konuşuyorlar? Yirmi yaşındaki kızların konuşacağı şeyleri konuşuyorlar. Utandım ben, söyleyemem, öyle şeyler konuşuyorlar... Küçük yaşta oldukları halde… Neden? Belki çevrelerinde öyle şeyleri gördüklerinden. O zaman televizyon filan kuvvetli değildi, belki okuldan, belki başka şeylerden; yani belki o sosyetik çevrede bu cinsel eğitimin belli bir yaştan sonra olması gerektiği fikrinde değiller, küçükten belki söylüyorlar. Çok çok hayret ettim.
Onun için, okuduğu okul çok önemli çocuğun... Çocuğu verdiğiniz okula göre, okula kaydettiğiniz günde kaybetmiş olabilirsiniz. Okula kaydettiğiniz günde, çocuğu kaybetmiş olabilirsiniz. Kayıt günü kayıp olabilir. Çok iyi okulda okuması lâzım. Arkadaşlarının çok iyi olması lâzım. Onun için, mutlaka dinî bir okul olması lâzım. Veya dini bir kursta dindar arkadaşlarla beraber okuması lâzım. Başka çaresi yok.
Ben üç tane çocuk yetiştirdim, üç çocuk babasıyım, üniversitede hocayım, çocukları biliyorum. Çocukları normal okullara gönderdiğiniz zaman, okul devresinde hakim olamazsınız. Mutlaka okuldaki, sınıftaki arkadaşlarının da iyi olması lâzım. Bunun da çaresi, dindar aile çocuklarının teşkil ettiği bir yerde çocuğun eğitim görmesi...
Başka çare yok, hepsi ayıbı bilecek, haramı bilecek, günahı bilecek. O çocukların arasına gönderirseniz, iyi olur. Paralı okula gönderirseniz, iyi yetişsin, İngilizce bilsin, sonra mesleği iyi olsun filan diye Marif Koleji’ne giden o çocuklar gibi, küçük yaşta anasının gözü olurlar. Neler öğrenirler, neler söylerler, neler yaparlar; ondan sonra ne olur? Çok önemli şeyler bunlar.
c. İman Edenlerin Allah Sevgisi
İnsan tanıdıkça bazı şeyleri, iyi de olsa, kötü de olsa seviyor. Sevmeyi öğrenmesi iyi, sevgiyi öğretmeli ama güzel şeyleri sevdirmeli. Allah’ı tanıyan, Allah’a iman eden insanların da İmanının, ma’rifetullahın, yani Allah bilgisine sahip olmasının, Allah hakkında güzel bilgilere sahip olmasının, cahil kalmamasının sonucu nedir? İmanının ve ma’rifetinin sonucu nedir? Muhabbetullah’tır, Allah sevgisidir. İmanının sonucunda, Allah’ı seven bir insan haline gelir. Onun için, Kur’an-ı Kerim’de buyruluyor ki, Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:
وَالَّذِينَ اۤمَنُواأَشَدُّ حُبًّا ِللهِ (البقرة:٥٦١)
(Ve’llezîne âmenû eşeddü hubben li’llâh) “İman edenler, Allah’ı sevmek bakımından en şiddetli şekilde seven kimselerdir.” (Bakara, 2/165)
Yani, herkes bir şeyi seviyor ama, iman edenlerin Allah sevgisi en kuvvetlidir. İmanı nisbetinde sevgisi kuvvetlidir. Yani, bu tanımakla ilgili.
Çocuk hani yeni bir güzel şeyi tanıyınca seviyor ya. İnsan da Allah’ı tanıyınca sever. Neden? Çünkü Allah’ın her sıfatı en güzeldir:
لَهُ اْلَْْسْمَاءُ الْحُسْنٰى (طه:٨)
(Lehü’l-esmâü’l-hüsnâ) [En güzel isimler ona mahsustur.]
(Tàhâ, 20/8)
Bu sözleri açıklayalım: (Lehû) Allah’ındır. Neler? (El-esmâü’l- hüsnâ) En güzel isimler. Hüsnâ ne demek? Ahsen kelimesinin feminini, en güzel demek. En güzel isimler Allah’ındır. Yani, en güzel sıfatlar Allah’ındır. Neden? Her türlü varlığı ve her türlü güzelliği yaratan Allah’tır da ondan.
Dün ne demiştim? Veya geçen günlerdeki konuşmalarımda söz arasında, hatırlıyorum, ne demiştim? Bütün övgüler Allah’a gider. Bütün hamdler, bütün övgüler Allah’a gider.
“—Allahım, aman ya Rabbi, şu çiçeğin güzelliğine bak!”
Nereye gitti bu övgü? Allah’a… Çünkü bunu kimse yapmadı, Allah yarattı bunu. Şunun rengine bak. Aman Allahım. Niye “Aman Allahım!” diyoruz? Allah’ın yarattığını biliyoruz da ondan.
“—Aman yâ Rabbi, buna bu kırmızı rengi vermişsin de, suna da su rengi vermişsin, ötekisine de, fesübhàna’llah. Bunun yaprağı böyle de, onun yaprağı böyle...” Tamam, bütün övgüler Allah’a gittiği gibi, bütün sevgiler de Allah’a gider. Neden? Onu yaratan Allah olduğu için. İnsan bunu anladığı nisbette Allah’ı seven bir insan olur,
وَالَّذِينَ اۤمَنُوا أَشَدُّ حُبًّا ِللهِ (البقرة:٥٦١)
(Ve’llezîne âmenû eşeddü hubben li’llâh) “İman edenler, Allah’ı sevmek bakımından en şiddetli şekilde seven kimselerdir.” (Bakara, 2/165)
Sonra bir ayet-i kerime daha var. Bazı insanlar, cahiller olmuş. Peygamber Efendimize iman ettik demişler. Sonra bir iki olay olmuş, başlarından bir iki olay geçmiş; dönmüşler. İman ettikten sonra dönmeye ne denir? Irtidad, irtidad etmek. İmandan sonra küfre dönen, irtidad eden kimseye ne denir? Mürted...
Şimdi, adam mü’min olmuş. “Eşhedü en lâ ilâhe illa’llàh, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû” demiş. Tamam. İmana girdi, kapıdan içeri geldi. Buyur, sen şimdi mü’minsin.
Sonra, Rasûlüllah Efendimiz’in verdiği hediyeyi, zekâtı, sadakayı az bulmuş. Ona daha fazla verdin de, bana az verdin; firt kızmış gitmiş. Veyahut başka bir şey istemiş. Veya aklında bir başka gayesi var. Onu yapmak isteyince, engellenince kızmış filan.
İrtidad etmiş. Dinden dönmüş. Dinden dönmek çok kötüdür, irtidad eden cehenneme düşer.
Bazı kimseler böyle Mekke’nin fethinden sonraki savaşlarda ganimetlerin taksiminde, Rasûlüllah hakkında ileri geri konuştular. Kimisi Bedir harbinde ileri geri konuştu, kimisi Medine’de, Peygamber Efendimiz’in aleyhinde faaliyette bulundu. İşte. Kimisi cahil olduğundan, imanı tam anlayamadığından…
Hani, buyruluyor ki:
قَالَتِ اْلَْعْرَابُ آمَنَّا، قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِنْ قُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ
الإِْيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ (الحجرات:٤١)
(Kaleti’l-a’rabü âmennâ, kul lem tü’minû ve lâkin kùlû eslemnâ) “Bedeviler, biz iman ettik dediler. Ey Rasûlüm, onlara söyle: Siz henüz, daha iman etmediniz; siz teslim olduk deyin! Biz İslâm’a dahil olduk, müslüman olduk, teslim olduk deyin! (Ve lemmâ yedhuli’l-îmânü fî kulûbiküm) Henüz daha iman kalbinize tam mânâsıyla girip yerleşmedi.” (Hucurat, 49/14)
Gönlüne iman girmemiş insan, imanı anlayamamış. Rasûlüllah’ı anlayamamış, Kur’an-ı anlayamamış, Allah’ın işlerinin hikmetini anlayamamış insan dönebilir. Ne diyor Kur’an- ı Kerim’de:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ
يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ (المائهة:٤٥)
(Yâ eyyühe’llezîne âmenû men yertedde minküm an dînihî) [Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (fesevfe ye’ti’llâhu bi- kavmin) bilsin ki Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki, (yuhibbühüm ve yuhibbûnenû) Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.] (Mâide, 5/54)
Allah’ın sevdiği, Allah’a àşık insanları müslüman edecek Allah. Öyle insanlar gelecek, öyle àşık-ı sàdıklar gelecek, öyle mübarekler gelecek. Dininden dönen varsa, dönsün. Allah’ın ihtiyacı yok. İsteyen inansın, istemeyen inanmasın. İsteyen müslüman olsun, isteyen kâfir olsun.
Serbest. Neden serbest? Kâfirlik niye serbest? Müşriklik niye serbest? Dünya hayatı imtihan dünyası olduğu için, burada herkes serbest olduğundan dolayı. Yoksa Allah müsaade etmez. Kâfir olmasına, müşrik olmasına müsaade etmezdi amma; ne isterse yapsın diye müsaade ettiğinden, kimisi mü min oluyor, kimisi kâfir oluyor.
Demek ki, müslümanların arasına öyle insanlar girecekmiş ki, bu ayet bildiriyor, (yuhibbuhüm) Allah onları seviyor, (ve yuhibbûnehû) onlar da Allah’a àşık, Allah’ı seven insanlar. Allah’a àşık insanlar.
Şimdi, bunlar hakkında Peygamber Efendimize, Allah-u Teàlâ Hazretleri ikazda dahi bulundu. Nasıl oldu o ikaz? Kavmin, toplumun sağlarına, sollarına bakıyorlardı, gariban gariban insanlar. Kıyafetleri hırpani, yok, ne yapsınlar? Yani, böyle bizim giydiğimiz pamuklu kumaşlar, bilmem neler yok. Aç, paraları az, yoksul, fakir, miskin kimseler… Peygamber Efendimiz onları etrafından uzaklaştırmıyordu.
Peygamber Efendimiz fakirleri seviyordu, Peygamber Efendimiz yoksulları seviyordu, Peygamber Efendimiz yoksulları kolluyordu, Peygamber Efendimiz yoksul bir hayat yaşamayı kendisi tercih ediyordu. Para biriktirmiyordu, eline geçen parayı anında dağıtıyordu. Para biriktirmiyordu, Bankaya yatırmıyordu, sermayesini arttırmıyordu, kendisine saray yapmıyordu, sofrasını
süslemiyordu, kendisine harcamıyordu. Yemiyordu, yediriyordu; giymiyordu, giydiriyordu; İsârın en güzelini o yapıyordu.
İsar neydi? Cömertlikte, karşısındakini tercih etmek. Kendisi aç duruyordu, yediriyordu başkasına. Karnına taş bağlıyordu, karnı sancımasın diye açlıktan…
Eline geçeni kızı Fatıma’ya vermiyordu. Damadı, yeğeni Ali’ye vermiyordu; Ashab-ı Suffe’ye veriyordu... Peygamber Efendimiz’in hali böyleydi. Miskinleri seviyordu, fakirleri seviyordu; kapısından kovmuyordu, onlara hor bakmıyordu. Onları çevresinden uzaklaştırmıyordu, onlarla düşüp kalkıyordu... Oturuyordu, gönüllerini alıyordu.
Onlar da, onun etrafında; her şeyini terk etmiş insanlar olarak, dünyayı gözleri görmeyen insanlar olarak, çevresinde bulunuyorlardı. Ama nasıl insanlar? Üzerinde giyimi yok, post bürünmüş kimisi. Dizini örterse sırtı açılıyor, sırtını örterse bacağı açılıyor. Öyle insanlardı.
d. Zenginlerin Özel Sohbet İstemesi
Şimdi, bu arada zengin olanlar da vardı. Hurma bahçeleri olanlar vardı, hizmetçileri olanlar vardı, yemeği, içeceği çok olanlar da vardı. Bunlar derhal bir sınıf ayırım çalışması istediler. Böyle bir çalışmaya girdiler, dediler ki:
“—Yâ Rasûlallah. biz bu fukara, bu yoksul, bu gariban takımıyla oturmak istemiyoruz; sen bize ayrı bir ders yapsana... Bizim birimizin evinin güzel böyle safalı yerinde, zenginlere mahsus, eşrafa, ayana mahsus söyle bir kaliteli, seviyeli, zengin işi, rahat, höpür höpür höpürdetmeli, tıkım tıkım tıkınmalı, böyle bir şey yapsana bize!” diye böyle bir istekte bulundular.
Yani, öteki garibanlarla beraber oturmaktan hoşlanmıyorlardı.
Çünkü bu adamlar, bu mübarekler post filan büründüğü için koyun koyun kokuyorlardı. Koyun kokusu da, böyle ağıl kokusu da pek herkesin hoşuna gitmez. Benim hoşuma gidiyor, biraz gariban hali hoşuma gidiyor ama herkesin hoşuna gitmez. Herkes misk ü
amber kokusunu sever. Böyle koyun kokmasını, yün kokmasını sevmez.
Yağmur yağdığı zaman, ıslandı mı, bu mübareklerin üstündeki postlar koyun gibi kokardı. Mağara adamları gibi, kurban kesiyorlar, derisini bürünüyorlar yoksulluktan. Kumaş yok… Yağmur yağdı mı, mescidin içi bunlardan kokardı, ağıl gibi kokardı. Koyun ağılı gibi kokardı.
Onun için, bu beyler bundan memnun olmadılar, dediler ki:
“—Şöyle bir güzel yerde, hurmaların altında, havuzun başında; ya Rasûlallah. Gölgeliklerde, elimizde uzum salkımları, önümüzde hurma tepsileri, söyle bize özel meclis yapsan, ya Rasûlallah. Seni seviyoruz bak, müslümanız diye teklifte bulundular Peygamber Efendimize.
Peygamber SAS Efendimiz ne yapacağını düşünürken, ayet-i kerime indi. Allah-u Teàlâ Hazretleri bu isteği kabul etmemelerini, etmemesini Peygamber Efendimiz’in; o garibanları yanından ayırmamasını, onlardan ayrılmamasını Peygamber Efendimize tavsiye etti:
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ
وَلََ تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلََ تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا
قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًا (الكهف:٢٨)
(Va’sbir nefseke mea’llezîne yed’ùne rabbehüm bi’l-gadâti ve’l- aşiyyi yürîdûne vechehû) [Sabah akşam Rablerine, onun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et! (Ve lâ ta’du aynâke anhüm türîdü zînete’l-hayâti’d-dünyâ) Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme! (Ve lâ tuti’ men ağfelnâ kalbehû an zikrinâ ve’ttebea hevâhü ve kâne emruhû furutà.) Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!] (Kehf, 18/28)
Bunlar için diyor ki, ayet-i kerimede: (Yürîdûne vechehû) “Allah’ın vechini isteyen insanlar.” Vecih ne demek? Cemal demek, yüz demek. Allah’ın vechini, cemalini isteyen, cemâlullaha àşık insanlar. “Sakin ha, onlardan ayrılma, ötekilerin teklifini kabul etme, ayrı meclis yapma! Sakin ha, ayırım yapma, sınıf ayırımı başlatma, ey Rasûlüm!” diye böyle geldi ayet-i kerime…
e. Allah’ı Gerçekten Seven Kimseler
Yani, bunlar kim, nasıl kimseler? Bu olayı niçin anlattık? (Yürîdûne vechehû) Allah’ın vechi pakinin àşıkları, Onu istiyorlar, Allah’ı istiyorlar. Demek ki, Allah àşıkı insanları anlatıyor bu ayet-i kerime.
“—Pekiyi, mü’minlerin bir kısmı böyle Allah’ın medhedeceği kadar Allah àşıklısı nasıl oluyor? Bak, ötekilerinde yok bu duygu. Onlar etrafındakileri hor görüyorlar. Bazıları da böyle Allah’a àşık.”
يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ (المائهة:٤٥)
(Yuhibbühüm ve yuhibbûnenû) “Allah onları seviyor, onlar da Allah’ı seviyor.” (Mâide, 5/54)
Nasıl oluyor bu? Bu, demin bebeğin anasını sevmesini anlattığım gibi bir sebepten oluyor bir kere. Kul Allah’ı niçin seviyor? Bebek annesini niçin seviyorsa, ondan seviyor. Bebek annesini neden seviyor? Farkında değil belki ama sütü oradan aldığından, yardımı oradan gördüğünden, her türlü iyıliği oradan gördüğünden... O zaman kul da, Allah’ı neden seviyor? Allah ona rahmetiyle tecelli ettiğinden seviyor. Rahman olduğundan, Rahim olduğundan...
Rahmanlık ne demek? Şefkati çok çok fazla demek. O kadar fazla ki Allah’ın şefkati, düşmanlarını bile besliyor. Şu Avustralya’nın haline bak. Şuradaki nimetlere bak. Bunlar mü’min bile değil yahu, bunlar müslüman bile değil ama; Allah herkesi besliyor. Ne Budist diye ayırıyor, ne Hristiyan diye ayırıyor, ne Yahudi diye ayırıyor. Halbuki Kur’an-ı Kerim’de bunları sevmediğini biliyoruz. Rahmanlığından, şefkatinden, Ben bunları yarattım diye veriyor...
Bu nedir? Annenin çocuğuna süt vermesi nedense, nasılsa, ondan; yani kendi evlâdıdır diye süt veriyor. Allah da benim yarattığım kul diye, hayatını ben verdim diye, rızkını da gönderiyor; Rahmanlığından. Bu Rahmanlığını anlayan, Allah’ı sever. Allah sevgisi başlar.
“—Bu karpuzu sen mi imal ettin? Bu kadar ucuza alıyorsun bu karpuzu. Kocaman karpuz, sen mi imal ettin?” “—Yok Hocam, nasıl imal ederim? Bunun imali mümkün değil.” “—Bu salkımı, salkım üzümleri sen mi çıkarttın?”
“—Yok Hocam. İşte vallahi, bu işin kolayını bulduk biz, yere çubuk dikiyoruz; ondan sonra bir de çubuğun sağını, solunu kesiyoruz; ondan sonra böyle salkım salkım üzüm çıkıyor.”
Çıkaran kim? Allah... Çekirdekten o koca karpuzu çıkaran kim? Allah… Her türlü nimeti veren Allah. Şu güzelliğe bak! Şu havaya bak! Pırıl pırıl... Dün ne diyordu Peygamber SAS Efendimiz, çok mühim bu nokta:
“—Sen Allah hakkında ne düşünüyorsun, ona bak! Senin Allah hakkındaki duyguların nasıl, ona bak. Kendini kontrol et, kendini araştır, kendi duygularına dikkat et bakalım!” “—Bir şey yok hocam. Bakıyorum, bir şey yok.” Tamam. Oradan da bir şey yok. Sende bir şey yoksa, oradan da bir şey yok. Neden? Sende varsa, onda daha fazla var.
“—Hocam, dayanamıyorum? Allah’ın nimetlerini düşündükçe yerimde duramayacağım geliyor, bir hal geliyor bana, ağlayacağım geliyor, sevincimden uçacağım geliyor.” Tamam. Allah seni seviyor. Neden? Sen Allah’ı seviyorsun da ondan. Senin duyguların Allah’a karşı iyi de, oradan anlaşılıyor
ki: Peygamber Efendimiz’in bize öğrettiği ölçme usulüne göre, terazisine göre sen Allah’a karşı öyle duygular besliyorsun ya; demek ki, Allah da seni seviyor.
E, Hocam. Şimdi gelelim birinciye: “Şimdi biz birbirimizin arkadaşıyız, samimiyiz, dostuz, ahbabız. Sen de biraz işte Hocayım diyorsun, sarık sarmışsın, cübbe giymişsin; karşımıza gelmişsin, konuşma yapıyorsun. Yani samimi olarak konuşmak gerekirse, benim öyle kuvvetli duygular içimde yok. Yani, tanımadığım için midir, nedir bilmiyorum. Allah’a iman ediyorum ama, ne bileyim işte bir kıpırtı yok, esinti yok böyle içeride, gönlümde… Yani namaz da kılıyorum. Kılmamanın da tehlikeli bir şey olduğunu biliyorum. Orucumu da tutuyorum ama, içeride böyle senin anlattığın öyle tatlı duygular yok.”
Yunus’u okuyoruz, Mevlânâ’yı okuyoruz, Eşref oğlu Rûmî’yi okuyoruz, onlar öyle değillermiş Hocam... Meselâ, ne diyor Eşref oğlu Rûmî Hazretleri? Üç defa peş peşe i’tikâfa giren. Kırk gün,
artı kırk gün, artı kırk gün; kırk, seksen, yüz yirmi bölü otuz; dört ay. Dört ay peş peşe yerin altında tesbih çeken Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri ne diyor:
Ey Allahım beni senden ayırma,
Beni senin cemalinden ayırma.
Baliğin cani su icre diridir,
İlahi balığı gölden ayırma.
Eşrefoğlu senin kemter kulundur,
İlahi kulunu senden ayırma.
Yani, o kadar coşkun sevgisi var ki, öyle güzel şeyler söylüyor
ki, belli ki seviyor adam, àşık bu adam yahu. Nereye àşık? Àşık deyince biz insanlar neyi anlıyoruz? Bir kadınla bir erkek arasındaki macerayı anlıyoruz, Leyla ile Mecnun’u anlıyoruz, Ferhat ile Şirin’i anlıyoruz, filan. (Romeo ile Juliet)’i anlıyoruz filan.. Yani, cihan tarihinde her devirde var da, bir de böyle tarihe geçmiş hikâyeler var, bilmem filan.. Onları anlıyoruz aşk deyince.
Bu hakiki aşk mi? Hayır. Neden? Bir zaman geliyor bu aşk bitiyor, külleniyor, kömürleniyor. İki kimse saç saça, baş başa kavga etmeye başlıyorlar. Yahu, şu karı kocaya bak. Allah Allah, ben bunların nişanlılık zamanını bilirdim, kumrular gibilerdi, kol kola gezerlerdi. Şimdi şunlara bak yahu. Nasıl birisi masayı kapmış, birisi terliği kapmış, birisi ötekisine dört köşeyi döndürüyor. Ötekisi bunun üzerine terliği yapıştırıyor, patlatıyor, çatlatıyor.
Ne oldu? Sevgi bitiyor, bitmiş, pilleri bitmiş, sevgi kalmamış. Neden? Güzeli sevmişse, yüz buruşunca güzellik gidiyor. Parayı şevmişse, para gidince bitiyor. Gençliği sevmişse, boyu-posu sevmişse, gençlik gidiyor, bel iki kat oluyor. Selvi boylu iken, elif gibiyken, dal oluyor. Elif nasıldır? Böyle uzundur. Dal nasıldır? Böyle. Elif gibiyken, dal gibi oluyor. Boyu elif gibiyken, dal gibi oluyor. Yani, güzellik geçince, sevgi de geçiyor. Ateş’in harareti
geçince, küller kalıyor. Rüzgâr da esince, küller havaya savruluyor, hiç bir şey kalmıyor ortada.,,
Ha böyle gelici, geçici, fani, bos sevgilere ne derler? Aşk-ı mecazi. Bu aslında aşk maşk filan değil de, işte öyle, insanlar öyle demiş. Aşk-ı mecazi derler buna, yalancı aşk derler. Aşk-ı hakiki nedir? İnsanın öyle bir varlığı sevmesi lâzım ki, ne güzelliği bitiyor, ne lütfu bitiyor, ne hüsnü bitiyor. O İşte. Ona aşk-i hakiki derler.
Şimdi, o aşk-i hakiki kime karşı olur? Hakiki güzele karşı olur. Hakiki güzel kim? Bütün güzelliklerin yaratanı olan, bütün güzel sıfatların sahibi olan, Allah-u Teàlâ Hazretleri’dir.
لَهُ اْلَْْسْمَاءُ الْحُسْنٰى (طه:٨)
(Lehü’l-esmaü’l-hüsnâ) “En güzel isimler, sıfatlar Allah’ındır.” (Tàhâ, 20/8)
Şimdi biz aslında müslümanlar olarak bu meseleler üzerinde çok durmuyoruz, bu işin üzerinde çok durmuyoruz. Meselâ diyoruz ki birisiyle konuşurken:
“—En çok hangi yemeği seviyorsun?” “—Patlıcanı severim, biberi severim, turşuyu severim, tatlıyı severim…”
“—Yahu dur, en çok hangisini seversin? Birinciyi seç bakalım!” diyoruz.
En çok, en güzeli hangisi sana göre? Çiçeklerden en güzeli hangisi sana göre? Kokulardan en güzeli hangisi sana göre?
Bazı ilerici gazeteler yayın yapıyor, kızları kandırıyor, Türkiye güzelini seçeceğiz diyor. Elli tane, yüz tane müracaat oluyor, jürinin karşısına çıkıyorlar:
“—Seçin bakalım bunun en güzelini!”
En güzeli araştırıyor herkes.
f. Allah Sevgisinin Gereği
Halbuki her şeyin en güzeli Allah’tır. İşte bunu çok düşünmüyor insanlar, yani en güzelini düşünmüyor. Sıfatların en güzeli kimde? Güzelliklerin en güzeline kim sahip? Güzellikleri kim yaratmış? Onu düşünmüyor. Onun için, düşünmediği için, bilmediği için, ma’rifetullahı eksik oluyor bazılarında… Allah tanımı, Allah’ı’ tanıması, Allah hakkında bilgisi eksik olduğundan; sevgisi eksik oluyor.
“—Tamam. Hocam, zaten ben de oraya getirmek istiyordum sözü… Senin tarif ettiğin durumdayım ben; şimdi tam böyle yarama bastın. Çaresi ne? Yani, ben bu durumdan kurtulmak istiyorum. Ben bu durumdan şikâyetçiyim. Benim içimde de bu ateşin yanmasını istiyorum, o sevginin hàsıl olmasını istiyorum. Ben de Eşref oğlu Rûmî gibi olmak istiyorum. Ben de Yunus Emre gibi olmak istiyorum. Ben de Mevlânâ gibi olmak istiyorum… Bunun yolu ne?
Bunun birinci yolu: Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor:
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهََّ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمْ اللهَُّ وَيَغْفِرْ لَ كُمْ ذُنُوبَكُمْ (اۤل عمران:١٣)
(Kul in küntüm tuhibbûna’llàhe fe’ttebiùnî yuhbibkümu’llàhu ve yağfirleküm zünûbeküm.) [Rasûlüm de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın!] (Âl-i İmran, 3/31) Birinci yolu: Rasûlüllah SAS’ın izinden gitmek, Rasûlüllah’a tabi olmak.
Bakın, benim bu söylediğim, Allah’ı sevmek işini, dünyada söyleyen insanlar az değil. Sadece ben değilim, papazlar da söylüyor bunu. Papazlar da, (the love of God), Allah’ı sevmek konusu vardır. Vardır ama, havadır, boştur. Neden? Rasûlüllah’ın yolundan gitmeyince, Allah’ın sevgisi hàsıl olmaz. Ne Papa’da
olur, ne piskoposta olur, ne kardinalde olur, ne papazda olur, ne hahamda olur; olmaz.
“—Hocam, ben birisini görmüştüm de, işte o çok gözü yaşlı, hakikaten Allah’ı seviyor.”
Öylesini de Allah, kendisine kavuşturur. Hakikaten seviyorsa, öylesini de müslüman eder.
Misal: Nijerya’da böyle bir papaz varmış, bu kilise çok, her yerde teşkilatı var. Müesseseleri var, okulları var, hastaneleri var. Yerlilerin, kabilelerin gençlerinden almışlar, hristiyan yapmışlar. Okullarında okutmuşlar, kabile reisinin çocuğu da papaz olmuş. Nijerya’da. Çok kabiliyetli bir kimse, siyah renkli, Nijeryalı papaz olmuş. Kilisede çalışıyor, var gücüyle çalışıyor kilisede. Bütün Nijerya’daki ırkdaşlarını, kabile mensublarını hristiyan yapmağa çalışıyor... İsmi Fano.
Fano bir kabile reisinin oğlu, soylu kimse, papaz. Hazret-i İsâ’yi seviyor, İncil’e bağlı, hristiyan, papaz ve müslümanlara düşman. Müslümanlara da kızıyor, Rasûlüllah’a da kızıyor. Peygamberimize de kızıyor. Neden? Bu adam çıkmış insanları kandırmış, Hazreti İsâ’nın yolundan ayırmış diye düşünüyor, kızıyor. Peygamber Efendimize de kızıyor.
Ama, çok samimi. Var gücüyle, en doğru din hristiyanlık diye çalışıyor... Ne olmuş? Bir gece rüyasında bir kalabalık görmüş, bakmış nurlu insanlar, mübarek insanlar, evliya insanlar; saint dedikleri bunların, böyle mukaddes insanlar. Sormuş, kim bunlar? Bunlar demişler, Peygamberler. Başlarında bir tanesi var, güzeller güzeli, en güzeli. Bu kim? Bu da, müslümanların Peygamberi Muhammed-i Mustafa SAS. Hayran kalmış Rasûlüllah’ın haline, yüzüne, cemâline rüyada.
Uyanmış, kendisine kızmış. Demiş ki, yahu ben ne biçim papazim, nasıl hristiyanım ben? Gidiyorum, müslümanların Peygamberini rüyada seviyorum. Her halde benim imanım bozulacak, bilmem ne diye üzülüyor böyle. Yani ayıkınca, rüyadan
kalkınca üzülüyor. Sonra bir başka gece bir rüya daha görüyor,
gene Rasûlüllah’ı görüyor, gene rüyada seviyor. Gene uyanınca kendisine kızıyor:
“—Yahu, bana ne oluyor? Bana bir şeyler oluyor. Ben harıl harıl çalışan bir hristiyan misyonerken, Hazreti İsâ’nın rızasını kazanayım diye çalışan samimi bir hristiyanken; ne oluyor da, bu müslümanların Peygamberini görüyorum?” diye gene kızıyor kendisine.
Üçüncü sefer bir daha bir rüya görüyor. Bir gece daha, bu sefer rüyada Peygamber Efendimiz ona iltifat ediyor: “—Fano, bak şu adama! Bu adamın adı şudur.” diyor. “Bu adamın adı, İbrâhim İnak’tır. Sen bunu bul, sen bunun yanında müslüman olacaksın!” diyor.
Güller açarak yüzünde, çok tatlı bir sevinçle uyanıyor.
Efendimiz böyle söylüyor. Bu uyanıyor uykudan, diyor ki:
“—Demek ki, bu işin içinde bir iş var. Demek ki, hak din İslâm. Demek ki, ben samimiyetle hristiyanlığa koşturuyorum ama; yanlış yoldayım demek ki.” diyor, anlıyor işi.
Peşpeşe böyle rüya görünce anlıyor. Yazıyor ismini. Rüyada Peygamber Efendimiz’in ona, kendisine gösterdiği şahsın ismi: İbrâhim İnak. Kendisi Nijeryalı Fano. Rüyada kendisine verilen isim: İbrâhim İnak.
Böyle şey olur mu? Olur. Öyle insanlarla karşılaştım ki ben, sağ. Diyor ki: Ben Hocamız’ı hiç tanımazdım, İskenderpaşa’yi hiç bilmezdim. Rüyada, ‘İskenderpaşa’ya gideceksin, Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendi’ye bağlanacaksın!’ dediler, bağlandım. Hiç ismi duymamıştım. Böyle diyenler var.
Acizane ben kardeşinize. Sapanca’da oturuyordum, evimiz Sapancada’ydi, Cumartesi günleri Sapanca Camii’nde vaazımız oluyordu. Gelenler bilirler, Mü’min kardeşimiz filan bilir.
Bir gün kapı çalındı, birisi geldi. Ben kapıyı açtım, her halde elinde kitap vardı. O kapıdaki şahıs bana dedi ki:
“—Ben Es’ad Coşan Hoca’yla görüşmek istiyorum!”
“—Buyurun, benim...” dedim.
“—Bana rüyada, ‘Es’ad Coşan Hoca’nın yanına git!’ diye emrolundu. Ona intisab etmeğe geldim.” dedi.
Ben defterime adını, sanını, adresini yazdım. Nevşehir’den bir şahıs… Bizi hiç tanımıyor, rüyada bizim ismimizi vermişler. Geldi, Sapanca’da bizden ders aldı, tarikat kardeşimiz oldu, ihvanımız oldu. Böyle şeyler olabilir.
Şimdi, o Nijeryalı Fano ismini yazmış deftere, unutmayayım diye: İbrâhim İnak... Nijerya’da geziyor, o kasabaya gidiyor, bu şehre gidiyor, çalışma yapıyor. Bazen başka şehirlerden çağırıyorlar, bazen başka ülkelerden çağırıyorlar; teşkilat çağırıyor, kilise teşkilatı. Uçağa biniyor, oraya gidiyor. Orada konuşma yapıyor, ama artık her gittiği yerde soruyormuş. İşte, işi bittikten sonra: “—Burada İbrâhim İnak diye birisi var mı?” filan diye.
“—Yok, tanımıyoruz!” diyorlarmış.
İbrâhim İnak’ı arıyor şimdi bu. Rüyada Peygamber Efendimiz ona gösterdi. Simasını hatırlıyor ama adresi yok, isim var. İbrâhim inak. Nihayet bir yerde gene bir konferansa çağırmışlar, oraya gidiyor.
Bunun kitabı var. Bu Nijeryalı Fano’nun kitabı var. Yani, kendisi hayatını yazmış. Oyuncak değil, hikâye değil, masal değil, uydurma değil, olmuş hadise bu.
Gittiği bir ülkede gene soruyor: “—Burada İbrâhim İnak diye bir kimse var mı?” diye Papaz arkadaşlarına soruyor. “—Nereden tanıyorsun sen onu?” diyorlar.
“—Duydum adını…” diyor.
“—Evet, var!” diyorlar. “O burada müslümanların reisidir. Tarikat şeyhidir.” diyorlar.
“—Yâ, öyle mi? Ben adını duydum da…” filan diyor.
Rüyasını filan anlatmıyor. Konuşmalar bitince, atlıyor taksiye, İbrâhim İnak’ın yanına gidiyor. Kapıdan giriyor, bakıyor, İbrâhim
İnak… Rüyada Rasûlüllah Efendimiz’in gösterdiği şahıs. Tanıyor, kalabalığın içinde şu şahıs. İbrâhim İnak da ona diyor ki:
“—Hoş geldin, gel, buyur otur!” diyor.
Adamla konuşuyor, müslüman oluyor. Şimdi bu bir olay. basına intikal etmiş, kitabı basılmış, kütüphanede; başkalarının kütüphanelerinde olan bir kitap bu. Uydurma değil. Belki adam yaşıyor şu sırada, Fano isimli şahıs, Nijeryalı, belki yaşıyor.
Şimdi bir insan samimiyse Allah sevgisinde, Allah ona kendisini buldurur, kendisine kavuşturur. Yani, yanlış yolda bile olsa, samimiyse, doğru yolu buldurur. Tevbe ettirir. Adam ayyaştır, kumarbazdır, günahkârdır, tevbe nasib eder. Gözünden yaşlar boşanır, Hatasını anlar, doğru yola gelir. Misalleri çok…
Dağda yol kesen eşkıya iken, tevbe edip evliya olmuş insanlar var. Tarih kitaplarında yazıyor bunlar. Demek ki, insanda böyle bir şey yoksa çalışırsa, bunu elde edebilir. Samimiyetle isterse, başka yolda bile olsa; Allah onu doğru yola çeker. Pekiyi, bu duyguları eksikse bir insanın, güdükse, kısırsa, gelişmemişse; neden gelişmez? Onu söyleyeyim: Doktorlar diyorlar ki:
“—Bebeğin gözü kapalı doğar. Eğer bebek hep kapalı yerde büyütülse, hep karanlık yerde, karanlık bir kutunun içinde büyütülse bebek; maması verilse, altı temizlense, ama karanlık yerde büyütülse; bebeğin gözleri gelişmez!” diyorlar.
Bebek görmez olur. Neden? Gözünü kullanmadığı için gözü gelişmez, görmez olur.
Biliyorsunuz, trafik kazası oluyor, bir insanın ayağı kırılıyor, alçıya alıyorlar; ayak çalışmayınca küçülüyor. Çalışan ayaktan daha küçük oluyor. Çalıştırması lâzım. Tehlike var, ayağı kısa kalabilir. Biliyorsunuzdur bunları, etrafınızdaki olaylardan duymuşsunuzdur. Mevcut bir organ, uzuv, a’zâ çalışılmadığı zaman küçülür, yok olur. Vücutta kökü olan bir a’zâ kullanılmazsa, teşekkül etmez, meydana çıkmaz. Adam görmez, gözü görmez, hiç ışıksız yerde yaşarsa. Kulağı duymaz, hiç sessiz yerde yaşarsa. A’zâlar kullanıldıkça gelişir.
İnsan da gönlünü kullanmazsa, gönlü gelişmez, kör kalır. Gönül gözü kapalı kalır. Kullanırsa gelişir, açılır, büyür. Her şeyi en iyi görecek hale gelir.
Allah’ı sevmeyen, Allah’ı bilmeyen insanın Allah’ı sevmesinin yolu nedir? Tasavvuftur. Dün ne demiştim? Allah’ı bilmeyen bir insanın, Allah’ı bilmesinin yolu tasavvuftur demiştim. Allah sevgisi teşekkül etmemiş, gelişememiş, hastalıklı kalmış, zayıf kalmış, küçük kalmış bir insanın Allah sevgisinin gelişmesinin yolu tasavvuftur.
Hocam, her iddiaya delil lâzımdır. Senin bu iddianın delili var mı? Var. Bir kere, Allah’ın àşıkları kimler, sor bakalım. Allah’a àşık olan insanlar kimler, sor. Bir de, onların hangi yolda olduklarını sor bakalım. Bütün Allah àşıklarına bakacaksın, mutasavvıf çıkacak hepsi karşına... Neden? O yol, muhabbetullah yolu olduğundan…
“—Hocam, bu nasıl oluyor?”
Evet, anladık ki, kısaca, muhabbetullah tasavvufla oluyor. Neden? Başkaları muhabbetullahı elde etme derdine düşmüyor da, ondan… Bu yol, muhabbetu’llahı elde etmeyi kendisine amaç edinmiş olduğu için, meslek bu olduğundan...
“—Sen diş çekmesini bilir misin? Diş doldurmasını bilir misin?” “—Bilmem, Çünkü dişçi değilim.”
“—Sen ev yapmasını bilir misin?”
“—Hayır, bilmem, mühendis değilim!” gibi.
Muhabbetullah mesleğini merak etmeyen, çalışmayan,
uğramayan, o konuyla uğraşmayan insanlarda bu bilgi meydana gelmez. Tıp tahsili yapıp da insan, Allah àşıkı olmaz. Mühendislik tahsili yapıp da insan, Allah àşıkı olmaz. Hukuk tahsili yapıp da, ziraat tahsili yapıp da insan, Allah àşıkı olmaz.
Neyi tahsil edecek? Muhabbetullahı tahsil edecek de, Allah àşıkı öyle olacak. Muhabbetullahın tahsilinin mektebi neresi? Tekke… Üniversitesi ne? Tarikat… Onu yapacak da, Allah’ın
aşkını öğrenecek; Mevlânâ gibi, Yunus gibi, Eşrefoğlu Rûmî gibi, Bayezid-i Bistamî gibi, Hacı Bayram-ı Velî gibi, Erzurumlu İbrâhim Hakkı gibi…
Yani, kendi memleketinizde kim varsa, onu düşünün. Kendi memleketinizde en sevilen insan kim? Sizin şehrinizde türbesi olan. Her mesleğin kendine mahsus bir şahsiyeti olduğundan, bu böyle oluyor. Nasıl oluyor? Tabii tasavvufi çalışmayla olacak bu da…
Kısaca söylemek gerekirse: 1. Allah’a itaat ederek, ibadet ve taat ederek oluyor. Çünkü, Allah itaat edeni seviyor. Asi olanı sevmiyor. Allah sevmeyince de, sevgisi gelmiyor insana. İtaat edecek ki, itaatli bir kul olarak, Allah sevecek, Allah sevgisi hàsıl olacak. Bu bir…
Sonra, demin okuduğum ayet-i kerimede bildirildiği gibi Rasûlüllah’a uyacak. Rasûlüllah’a uymazsa, papaz olur. Bu konuda konuşma yapar, bu konuda kitap yazar, şiir yazar ama; gene de olmaz. Neden? Rasûlüllah’a tabi olacak. Rasûlüllah’a tabi olmadan, bu yolda ilerlenilmez. Allah’a itaat etmeden, asi olarak bu yolda ilerlenilmez.
Bunun bir misalini, hatırınızda kalsın diye misaller bulmağa çalışıyorum daima. Ben Fakültede Hoca’yken, benim kapımı birisi çaldı. Tık, tık, tık… Kapıyı çaldı. Buyur dedim, içeri girdi.
“—Girebilir miyim?” dedi.
“—Buyur, gir!” dedim.
“—Oturabilir miyim?” “—Buyur otur!” dedim, oturdu.
Şöyle Baktım, karşımda oturuyor adam, ben de masamdayım.
Bir çorabının rengi başka, öteki çorabının rengi başka. Çorapları tek tek, fakat çok sakin konuşuyor, çok böyle yumuşak konuşuyor, sakin bir şekilde konuşuyor. “—Hocam, ben transandantal meditasyon yapmak istiyorum.” dedi.
İngilizcesi meditation. Yani, Gözünü kapatacak, ruhsal deneyim yapacak. Böyle, mânevî deneyim yapacak. Bu Budistlerin
mabedine gittiğimiz zaman, orada da öyle diyor. Diz çök diyor, Budanın heykelinin karşısında… Gözünü kapat diyor, aklından bir dilek dile diyor. Broşüründe bir bölüm var, meditation room
diyor, meditasyon odası, oraya giriyor herkes, bağdaş kurmuş, Gözünü kapatıyor, kendisini ruhsal bakımdan yoğunlaştırıyor, bir noktaya temerküz ediyor. Yani, konsantre olmak filan diyorlar ya.
Bunları duyuyorsunuz, onun için kullanıyorum. Yabancı kelime kullanmayı sevmediğim halde. Ne yaparsa yapsın, isterse ağzıyla havadaki kuşu bile tutsun. Eliyle değil, kuşu eliyle bile tutamaz ya insan. Mehmet Ali hoca hariç; gözümün önünde tuttu çünkü… Ağzıyla kuş tutsa olmaz.
Şimdi, o dedi ki:
“—Ben transandantal meditasyon yapmak istiyorum.” Baktım, müsait görmedim durumunu… Dedim ki: “—Senin inancın nasıl? Dini bakımdan nasılsın?”
Yedek subaylık yapıyormuş, yüksek tahsilliymiş, İstanbulluymuş.
“—Benim dinle bir ilişkim yok, inançla bir ilişkim yok. Sosyetik bir merak olarak, transandantal meditasyon yapmak istiyorum. Acaba ruhsal yönden zihnimi konsantre edersem, karanlıkların ötesinde bir adaya çıkar mıyım?” dedi.
Hava alırsın, okyanuslarda boğulur gidersin, hiç bir şey olmazsın.
“—Müslümanlıkla aran nasıl?” dedim.
“—Öyle bir endişem de yok!” dedi.
“—Ben sana yardım edemem!” dedim.
Neden? Yardım edemezdim de… Allah’ın sevmediği bir insana zaten yardım edilmez; bir… İkincisi: Yardım etmek istesen de, yardım edemezsin. Çünkü güç kuvvet Allah’ındır. Sen ona nasıl yardım edeceksin?
Ebû Cehil’e nasıl yardım edeceksin de, Allah’ın kahrından koruyacaksın? Allah’ın kahrına uğrayacak bir insanı, cümle
cihanın halkı önüne siper olsa, engelleyemez. Padişah olsa, kral olsa, Firavun olsa, Nemrut olsa engelleyemez ve engelleyemedi.
“—Ben sana hiç bir yardımda bulunamam!” dedim.
Bulunamamdan iki maksat:
Bulunmak istemem; bir... Ne diye sana yardım edeyim? Senin inancın bile yok. Sana yardımcı olamam, olmak istemem.
İkincisi: Haydi diyelim ki sana yardımcı olmak istiyorum; başaramam. Neden? Allah sevmeyince, ben seni zorla Allah’ın huzuruna nasıl tıkayacağım? Kapılar kapalı olunca, nasıl tıkayacağım? Yapamam dedim.
Onun için, itaat olacak. İtaat de kendi kafasıyla değil, Rasûlüllah’ın yolundan itaat olacak, Rasûlüllah’a uyarak olacak... Ayet-i kerimede öyle bildiriliyor. Çünkü yol öyle gösteriliyor:
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهََّ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمْ اللهُ (اۤل عمران:١٣)
(Kul in küntüm tuhibbûna’llàhe fe’ttebiùnî yuhbibkümu’llàh) [Rasûlüm de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin!] (Âl-i İmran, 3/31) Bunu kimler demişler? Peygamber Efendimiz’in zamanındaki rahipler demişler. Rahip ya adam, dünyayı terk etmiş, evlenmiyor, manastıra çekilmiş ibadet ediyor, riyazet yapıyor. Hamursuz günler geçiriyor, yumurta yemiyor filan. Oh, ne alâ ibadet... Böyle bir şey olmaz.
Onlar demişler ki, Rasûlüllah Efendimiz müslüman olun dediği zaman:
وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارَىٰ نَحْنُ أَبْنَاءُ اللهَِّ وَأَحِبَّاؤُهُ (المائدة:٨١)
(Ve kàleti’l-yehûdü ve’n-nasârâ nahnü ebnâu’llàhi ve ehibbâühû) “Yahudiler ve Hristiyanlar dediler ki: Biz Allah’ın oğullarıyız ve sevgilileriyiz.” (Mâide, 5/18)
Bak bak edepsizlere! “Allah’ın evlâtlarıyız biz!” diyorlar. Kullarıyız desenize! İbâdu’llah desenize! (Nahnü ebnâu’llàh) “Biz
Allah’ın evlâtlarıyız, oğullarıyız; (ve ehibbâühû) ve sevgilileriyiz.” Dediler.
Öyle palavra yok. Allah diyor ki, Rasûlüne:
“—Bu palavracilara söyle! Öyle atıp tutmasınlar, ben onları sevmiyorum. Sen onlara söyle: Eğer Allah’ı seviyorlarsa, sana tabi olsunlar. ‘Allah’ı’ seviyorsanız, bana tabi olun!’ de!”
Allah’ın sevgisini kazanmanın yolu nedir? Peygamber Efendimize uymak, sünnet-i seniyyesine uymak…. Sünnet-i seniyyesine uymadı mı, insan bu başarıyı sağlayamaz. Bütün evliyaullah nasıl varmışlardır? Erenlerden, evliyadan olmak nasıl olmuştur? Rasûlüllah’a ittiba ederek. İtaat, ibadet ve taat ederek olmuştur.
Tabii, Rasûlüllah’a ittiba edince de, yapacağı şeyler çok… İnsanın hayatı boyunca her şeyi nasıl yapması gerektiğini, Peygamber Efendimiz öğretiyor. Bunların hepsini şu anda sıralamayacağım size. Meselâ, Peygamber Efendimiz ve Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki:
“—Gıybet etmeyiniz!”
Ben kaç gündür söylüyorum... Kaç gündür burada arkadaşlarıma söylüyorum:
“—Gıybeti bırakın, gıybet etmeyin!”
Gıybet etmeye devam ediyor. Olmaz. Gıybete devam, günaha devam, sevabı beklemeye devam… Olmaz. Gıybeti kesecek, günahı kesecek.
“—Gıybet etmeyin!” diyor. Başka ne diyor, Allah-u Teàlâ Hazretleri:
“—Nefsinizi edin, nefsinizin hevasına uymayın, nefs-i emmârenizi düzeltin!” diyor.
Tasavvufta olacak işte bu düzeltmek. Hizaya girecek, öğrenecek, eğitilecek. Eğitim sözü dinlemekle olur.
Şimdi adam çıkıyor, karşıdakiler de idman kıyafetlerini giymişler. Bir, iki, üç, dört… Bir, iki, üç, dört… Birisi de orada duruyor. Olur mu?
Sen bu adamın “Bir, iki, üç, dört…” dediğini yap. Sağa dön, sola dön, eğil, kalk da idman olsun. Yoksa oturmuş oraya, hem jimnastik elbisesini giymiş, hem de bir şey yapmıyor.
Olmaz, tavsiyeyi tutacak. Gıybet etmeyecek, kibirli olmayacak, yardım sever olacak, cömert olacak, temiz kalpli olacak, iyi niyetli olacak. Bunların sıralanmış bir listesi var, bunları yapacak. Rasûlüllah’a itaat ederek, Kur’an’a uyarak olacak bu işler. Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi Peygamber Efendimize en güzel tarzda uyanlardan, Kur’an’ı en iyi anlayıp, tanıyıp, okuyup, bilip, Ona uyanlardan eylesin...
Şimdi hepimiz müslümanız, Kur’an’ı seviyoruz. Şekkim şüphem yok, hepimiz Kur’an’ı seviyoruz. Hepimiz, Allah’ın kelamı olduğuna inandığımız Kur’an-ı Kerim’i seviyoruz. Ama hepimizin Kur’an-ı Kerim bilgisi, ayıplanacak kadar çok az, çok az… Var mı çok diyen, kalksın göreyim! Ben bile kalkmıyorum. Allah’ın kelâmı bu, Allah göndermiş. Allah’ın hitabı, bunu bilmiyoruz.
Peygamber Efendimiz’e uymadan iyi müslüman olmak, evliya olmak mümkün değil. Peygamber Efendimiz’i bilen çıksın meydana! Peygamber Efendimiz’in dediklerini yapan çıksın meydana! Çok az… Bazılarını yapıyoruz, ama çoğunu yapmıyoruz; tanımıyoruz, kitapları okumamışız, olmaz.
Onun için, Allah bize Peygamber Efendimiz’e uymayı nasib etsin… Kur’an-ı Kerim’i anlayarak okumayı ve Kur’an-ı Kerim’in her hükmüne uymayı nasib eylesin…
Sübhàneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke ente’l-alimü’l- hakîm.
1. Soru: Hocam, çocuğa Kerem ismi koymak doğru mu?
Olur. Kerem uygun bir işimdir. Mânâsı: cömert demek. Daha doğrusu, Kerem: cömertlik demek ama, Arapçada mastarlar mübalağa maksadıyla sıfat olarak kullanılır. Yani, çok cömert mânâsına kullanılabilir.
2. Soru: Bir insan ölünce, organları hayra verilebilir mi?
Her organ verilemez, her şahsa verilemez, şartları vardır. Bir kere, ölmeden verilemez. Yani, adam daha can çekişiyor, doktorlar akbaba kuşları gibi başına üşüşmüşler. Ciğeri bana, böbreği sana, bilmem nesi, gözü bilmem nereye…
“—Durun yahu. Durun bakalım, ne oluyorsunuz?” Olmaz tabii. Adamın bu hayattan ümidi kalmayacak. Yani yaşayacaksa, kendisine lâzım organlar. İnsaf budur ki, adamın hayatı bitsin de, ondan sonra organları bağışlansın. Tabii, daha soğumadan, bilmem neden filan alıyorlar bazıları…
Bazı organları verilebilir. Hayatta da verilebilir. Meselâ, bir anne, böbrek yetmezliğinden maruz olan bir çocuğuna böbreğini verebilir. Mü’mine verebilir ama şartları var.
30. 12. 1996 - Kamp Konferansı
Toowoomba / Avustralya