11. DOSTLUK, KARDEŞLİK

12. ALLAH DUALARI KABUL EDER



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî, ve sahbihî, ve men tebiahû bi- ihsânin ilâ yevmi’d-dîn... Emmâ ba’d.


a. İbadetlerin Güzelliği


Aziz ve muhterem kardeşlerim!

Biz, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne ibadet ediyoruz. Allah’ın bize emretmiş olduğu ibadetleri yapıyoruz. Günde beş vakit namaz, Ramazan’da oruç; zenginse, sıhhatliyse hac; zenginse zekât; bunlar Allah’ın bize emrettiği ibadetler… Mali ibadet, bedeni ibadet, biz bu ibadetleri yapıyoruz. Allah’ın emirlerini tutmağa, yasaklarından kaçınmağa gayret ediyoruz. Bu ibadetlerin hepsinin sebebi var, hikmeti var, faidesi var. Bu ibadetlerin hepsinin çok kıymeti var, fevkalade kıymetli...

İnsan eğer dinleri mukayeseli olarak incelerse, bunu kolaylıkla anlayabilir. İslâm’daki ibadetlerin güzellikleri dolayısıyla İslâm’ı beğenip müslüman olan, çok gayr-i müslim var... İslâm’da ibadetler çok mâkul, çok anlamlı, çok faydalı, çok güzel diye hayran kalıp; müslüman olan kimseler var... Meselâ, Kanadalı (Thomas Irving) isminde birisi, diplomat ve gazeteci böyle söylüyor. Kendisi İslâm’ın ibadetlerine hayran olduğu için, başka dinlerle mukayese edip; İslâm’ın mukayese edilmeyecek kadar yüksek ve üstün olduğunu gördüğü için; müslüman olduğunu söylüyor.


Belki biz bu ibadetleri alışkanlık olarak yapıyoruzdur. Belki kıymetini, anlamını iyi değerlendiremiyoruzdur. Belki zevkine, keyfine varamıyoruzdur. Hani, çok modern, çok ileri bir cihazı alıp da; teferruatıyla kullanmasını bilememek gibi olabilir.

232

Şimdi, bu cep telefonlarının birçok meziyetleri var. Hünerleri var... Türkiye’de bizim arkadaşlar cep telefonu kullanıyorlar ama öteki cambazlıklarını bilmiyorlar; “Cep telefonunun öteki birçok meziyetleri varmış. Çoğundan haberimiz yok!” diyorlar yani. Sonra bir cep bilgisayarı alıyorlar, bazı şeylerde kullanıyorlar. Fakat bazılarının kıymetini bilemiyorlar. Yani, cihaz ileri teknolojiyle yapılmış. Sahibi o ileri teknolojinin gerisinde, onun için bilemiyor.

İbadetler de böyle olabilir. Yani, ibadetlerin yüksek mânevî teknolojisini anlayamayan, inceliklerini yaşayamayan; belki tam istifade edemiyor olabilir. Ama haccın meselâ ne kadar değerli bir ibadet olduğu hemen anlaşılabilir. Uluslararası bir ibadet.


Zekâtın ne kadar güncel ve ne kadar önemli bir ibadet olduğu ortada… Çünkü toplumdaki ihtiyaç sahibi insanlara yardım kapısı açılmış oluyor zekâtla. Yani, sadece dini bir takım duygularla, eğilip kalkma tarzındaki ibadetlerle vakit geçirse insan burada; şurada komşusu açlıktan ölse, olmaz. Komşusunun

233

derdiyle de dertlenmesi lâzım!

Onun için, zekâtın da güzelliği ortada, namazın güzelliği ortada. Hem beden eğitimi bakımından önemi, hem ruh sağlığı bakımından önemi, hem formları, şekilleri bakımından ayakta durmak, elpence divan durmak, eğilmek secdeye varmak, bunların her birisi meleklerin; Peygamber Efendimiz Mi’rac’da görmüş. Allah’a ibadet şekilleri… Namazda bunların hepsini bir araya getirmişiz, bir arada biz yapıyoruz. Yani, Peygamber Efendimiz öyle öğretmiş, yapıyoruz. Mükemmel, muhteşem bir buket... Yani, bir çiçek buketi gibi bir ibadet…

Yani, namaz çok güzel… İçindeki sözler, başlangıcı, secdelerdeki, rükûlardaki sözler, tahiyyattaki sözler hepsi gayet güzel.


b. Dua da İbadettir


İbadetlerimizin bir tanesi de duadır. Bazı kimseler duanın kıymetini bilmiyorlar. Namazın kıymetini biliyor, namaz kılıyor da; namazı bitirdikten sonra, dua etmeden gidiyor. Halbuki dua da ibadettir. Duanın kıymetini bilmiyor. Dua, kul ile Rabbi arasında önemli bir iletişimdir. Allah-u Teàlâ Hazretleri bazen duada istenileni anında kula ihsan eder. Misâl, güncel misal vereceğim.

Yani, tarihten veya hadisten, Kur’an-ı Kerim’den misaller çoktur. Meselâ, Zekeriya AS:

“—Çok ihtiyarladım yâ Rabbi, bana hayru’l-halef olacak bir evlât vermeni isterim!” diyor.

Ama çok yaşlı, evlâdı olacak durumda değil. Fakat Allah duasını kabul ediyor, Yahyâ AS’ı evlât olarak nasib ediyor. Yaşlılık çağında meselâ…


Güncel misal vermek istiyorum, o eski misaller ayrı… Bizim arkadaşlardan bir tanesi Yedek Subay Okulunda okuyor. Yedek Subay Okulu bittikten sonra, kur’a çekme gününde sıraya giriyorlar. Komutanların huzurunda, masada herkes torbaya elini sokuyor, çekiyor. Askeri görevini nerede yapacaksa, Yedek Subaylık olarak görev yerini çekiyor. Kars, Ağrı, Kayseri, Çatalca, İzmir, bir yer çekecek yani torbadan. Hani, bizim iki gün, üç gün

234

önce Aile Eğitim Toplahtımızda kardeşlik kur’asını böyle kavanozdan çektiğimiz gibi, orada torbadan çekiliyor.

Sıraya girmişler, sıradayken, bizim kardeşimizin çok ihtiyacı varmış. Yani, malî durumu, ailevî durumu dolayısıyla; “Ah, keşke Ankara’da kalsam!” diye Ankara’da kalmayı istiyormuş. Ailevi durumu dolayısıyla, büyük ihtiyacı var. Böyle bıdır bıdır, dudakları kıpır kıpır, yana yakıla dua ediyormuş:

“—Yâ Rabbi, şu kur’ada Ankara çıksa... Ankara’yı istiyorum, Ankara olsun!” diye dua ediyor.


Kuyruk böyle uzun, fakat bu kendinin farkında değil. Heyecanlı, kendini kontrol etmiyor. Dua ettiğini masada oturan komutan görmüş, kalkmış yanına gelmiş.

“—Ne yapıyorsun sen?” demiş.

İrkilmiş birden, şaşırmış.

“—Ne o?” demiş, “Dudakların kıpırdıyor, böyle ne yapıyorsun?” demiş.

“—Dua ediyorum komutanım!” demiş.

Bütün salon kah, kah, kah, kah gülmüş. Yani, yüksek tahsilli insanlar, münevver, aydın kişiler… Komutan da gülmüş. Oradaki

235

arkadaşları, yedek subay olacak kimseler, hepsi gülmüşler. Yani, bu devirde iş duaya mı kaldı?


Bu laf söyleniyor:

“—İşimiz Allah’a kaldı.”

Pekiyi, Allah’a kalmadan önce kimdeydi iş? Onun işi Allah’a kaldı. E, daha önce Allah’ta değil de, başkasında mıydı? Bu ne biçim saçma laf. Yani, sen böyle bir çizgiyle ayırıyorsun. Çizginin bu tarafı Allah’a ait değil, o tarafı mı Allah’a ait? Böyle mi demek istiyorsun? Onun işi Allah’a kalmıştır. Ne demek yani? Saçma veyahut küfür kokan sözler, tehlikeli sözler yani aslında.

Şimdi, onun zamanında, bundan otuz beş, kırk yıl önce bu olay. Türkiye’de dine karşı bir hava var. Böyle üniversiteliler arasında dindarlar az, Üniversite hocaları arasında dindar yok gibi, devlet memurları arasında yok gibi, böyle bir katı hava estiği sırada; şimdi bu dua ediyorum deyince, bütün salon gülmüş. Herkes, “Kah, kah, kah…” gülmüş, alay etmişler

Yani açıkça. Yani, bu devirde artık… Yani, dua ediyor şuna bak. Kafaya bak. Yani, yüksek tahsil yapmış ama kafaya bak. Dua ediyor filan diye.


Haa, komutan bir de sormuş. Kaşını kaldırmış komutan, alaylı alaylı:

“—E, nereyi istiyorsun bakayım?” demiş.

“—Ankara’yı istiyorum efendim.” demiş. “Ailevi durumum, sıhhî durumum dolayısıyla Anadolu’nun uzak bir köşesine gitmek istemiyorum, Ankara’yı istiyorum!” demiş.

Bir kahkaha daha:

“—Hah, hah, hah… Kah, kah, kah… Kih, kih, kih…” Salonda herkes gülmüş.

Şimdi bu da içinden demiş ki:

“—Ya Rabbi, bu kadar salon bana güldü, beni mahcub etme ya Rabbi!” demiş.

Torbanın başına sırası geldiği zaman gelmiş:

“—Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.” demiş.

İş inada bindi, kızıştı adam akıllı, ortam gerginleşti. Elini sokmuş heyecanla... Herkes nefesini tutmuş bekliyor. Torbadan çıkartmış, önce bir bakmış kendisi, yüzü gülmüş. Komutana

236

götürmüş:

“—Buyur komutanım!” demiş. “Allah, kendisine tevekkül edenleri, dua edenleri mahrum bırakmaz!” demiş.

“—Ankara, Milli Savunma Bakanlığı merkezi.”

Bu nedir? Duanın birden bire kabul olması.


Bazen böyle olur. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin hikmeti. Bazen dua birden kabul olur. Bir başka güncel misal, Peygamber Efendimizden misal çok veririz. Peygamber çünkü o, o dua etti mi, onun dediği hemen olur.

Güncel, yani bu devirde olan. Türkiye’de Örfi İdare olduğu zamanda, Örfi İdare Bölge Komutanlığının olduğu bir şehirde, adını söylemiyorum, müftü olan birisi, adını söylemiyorum, Allah rahmet eylesin. Bir kuraklık ki, aylarca yağmur yağmamış. Otlar sararmış, ziraat büyük tehlikede, çiftçiler ağlıyor, çok böyle bir acı ve uzun kuraklık.

Vaizlerden bir tanesi gelmiş müftü efendiye, müftü bana kendisi anlattı rahmetli. Demiş ki:

“—Hocam, dinimizde bir yağmur duası vardır, yağmur duası yapalım. Dua edelim, Allah’tan yağmur isteyelim!”

“—Olur.” demiş.

“—E, nasıl yapacağız?

“—Cumartesi günü her yer tatil olduğu zaman, o şehrin falanca yerindeki geniş tarlada, meydanda, orada yapalım! İlçelere de haber verelim!”

“—Olur, tamam!”

Kararlaştırmışlar.

“—Cumartesi günü öğle namazından sonra falanca çayırlıkta yağmur duası yapılacaktır.” diye ilçelere haber göndermişler.


Geniş alan, yani binlerce insan gelse, çok geniş alan… Her yerden cumartesi günü minibüslerle, otobüslerle millet gelmeğe başlamış. Din görevlilerinden bir tanesi, müftünün yanına gelmiş demiş ki:

“—Hocam, biz ne yaptık?” “—Ne yaptık?” demiş.

“—Beş kişiden fazla insanın bir araya gelmesinin yasak olduğu Örfi İdare bölgesindeyiz. Binlerce insan topladık biz. Örfi idarede

237

yasak. Altı kişi bir arada oldu mu, beş kişiden fazla bir arada olamaz; tamim var, genelge var, yasak. Ne yaptık biz?” demiş.

Müftü de telaşlanmış:

“—Eyvah, ne olacak şimdi? Belki oraya kırk bin kişi gelecek. Örfi İdare Komutanı ne der? Askeriyenin işi belli olmaz. Zaten askeriye bu işe biraz karşıdır. Gazeteler de zaten o güne kadar:

“—Artık işimiz Allah’a kaldı, yağmur duasına kaldı!” diye yazmışlar.

Gazetelerin edepsizleri, yazarların dinsizleri ver yansın ediyorlarmış boyna:

“—E, işte bu çağda bu kafayla nereye gideceğiz? Yağmur duasına kaldı işimiz, bilmem ne?” filan.


Müftü efendi bir çare düşünmüş, “Ben komutanın işini hallederim.” demiş. Atlamış müftülük makam arabasına, dosdoğru Örfi idare komutanlığına gitmiş. Tabii, İl Müftüsü geliyor. Nöbetçiler kapıyı açmışlar. Paşanın yanına götürmüşler. Paşa Bölge Valışi, Örfi İdare Bölge Komutanı. Şehir değil, bölge komutanı, Paşanın yanına gitmiş. Kurnazlık yapıyor müftü:

“—Paşam, haydi buyurun, sizi almağa geldim!” demiş.

“—Hoca efendi, konu nedir?” demiş.

“—Paşam, ilan ettik, yağmur duasına çıkacağız. Siz valimizsiniz, başımızın tacısınız, siz olmadan olur mu? Siz de buyurun!” demiş.

Bocalamış Vali, demiş ki:

“—Müftü efendi, benim randevularım var, gelecekler var, gidecekler var; sen bana vekâlet et! Beni affet, ben gelmeyeyim. Sen benim yerime idare et!” demiş.

Zaten istediği o… İzin istese, bağıracak adam:

“—Niye Örfi İdareyi çiğnediniz? Böyle şey olur mu?” bilmem ne diyecek.

Yani, Vali müftüyu azarlayamaz mi? Azarlar. Çünkü, onun memuru. Bölge Valışi azarlayamaz mi? Tepesini deler alimallah, yumruklar yani. Ama, bu böyle kurnazlıkla, “Hadi Vali bey, Paşam, gidiyoruz!” deyince, “Aman bana dokunma, beni götürme, sen git, bana vekâlet et!” demiş. Tamam, onu kurtarmış.


Bana anlatıyor olayı:

238

Hocam, öyle heyecanlıyım ki, öyle korkuyorum ki… Gazeteler böyle aleyhimize yazı yazdı.. Yirminci Yüzyıl’da işimiz böyle dualara kaldı, yağmur dualarına kaldı diye herkes alay ediyor. Acaba dua edince yağmur yağacak mı, yağmayacak mı? Merak ediyoruz diyor. Ben elimi açtım, gözümü kapattım, dedim ki:

“—Yâ Rabbi, ben senin günahkâr, kusurlu bir kulun olabilirim. Hatam, kusurum çok olabilir. Ama bu herifler dine, imana karşı geldiler. Peygamber Efendimiz’in yapmış olduğu bir iş bu yağmur duasına çıkmak. Bunun aleyhinde konuştular, işimiz Allah’a kaldı dediler. Yâ Rabbi, sen şu mü’min kullarını mahcub etme, bizim duamızı boşa döndürme yâ Rabbi, geri çevirme!” diye dua etmiş.

Gittik alana, binlerce insan toplanmış. Gökyüzü masmavi, bir tek bulut yok; açık, pırıl pırıl gökyüzü. Aylardır zaten, ne derler: “Yer demir, gök bakır” derler. Yani, tıngır tıngır, yağmur yağmıyor hiç…

“—Duaya başladık, dua biterken yağmur başladı.” diyor.

Bak bu, duanın kabulü işte. Duaya başladık, yağmur başladı diyor. Oradaki Örfi İdare komutanının vekili bir albay, gazetecilere dönmüş, ağzını da bozmuş biraz:

“—Ulan edepsizler! O kadar yazdınız kaç gündür, gördünüz mü? İşte dua ettiler, Allah yağmuru yağdırdı.” demiş.


c. Duaların Kabulü


Allah duaları kabul eder. Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor:


وَقَالَ رَبُّكُمْ ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ (المؤمن:٠٦)


(Ve kàle rabbükümü’d’ûnî estecib leküm) “Rabbiniz, ‘Ey kullarım, siz bana dua edin. Ben sizin duanızı karşılayacağım. Duanızın karşılığını vereceğim!’ buyurmuştur.” (Mü’min, 40/60)

Dua edin kullarım bana, ben sizin duanızı kabul edeceğim diye vaadi var. Ama, duanın kabulü üç şekilde olur. Üç türlü olur duanın kabulü:

1. İstediğini Allah aynen verir.

“—Ya Rabbi, şu anda yağmur yağdır.

239

“—Pekiyi kulum.” der, şakır şakır, şakır şakır böyle yağmur yağar.


2. Bazen kulun istediğinden a’lâsını verir. Kul der ki:

“—Yâ Rabbi, şu ayağım yerden kesilsin, bir motosiklet alsam razıyım. Sepetli bir motosiklet olsun da, işte hanımımı oraya oturtayım, kendim pata pata geleyim, gideyim razıyım.” der.

Allah Mercedes araba nasib eder. Yani, istediğinden alâsını verir bazen.

Veyahut, der ki meselâ:

“—Yâ Rabbi, karnım ağrıyor, şiddetli ağrım var, bana aspirin ver!” diye dua etti meselâ diyelim ki bir insan… Şimdi Aspirin verse, Aspirin o adamın midesini delecek, mide kanaması olacak. Onun midesi Aspirine elvermiyor.

O zaman Allah, onun maksadı ne? Ağrısının geçmesi mi? Aspirin vermez de, başka bir şey verir. Midesi de delinmez, ağrısı da geçer. Bu, duası kabul olmadı demek değil. Aspirin gelmedi ama ağrısı geçti ya. Bazen böyle kabul eder. Yani, istediğinden a’lâsını verir. Anlayan anlar. Ben daha azını istemiştim, daha çoğunu verdi Allah diye böyle de olabilir.


3. Bazen de insan kader-i ilâhiye zıt bir şey ister. Meselâ, ne ister?

“—Ya Rabbi, şu benim hastam yaşasın, ölmesin.” “—İyi ama kulum, ben ona kırk beş yıl ömür biçtim. Kırk beş yıl sonra ölecek, kaderi onun o. Sen şimdi yaşasın diyorsun, kırk bes yılda o ölür. Amma bu dua eden sahsa, hani kırk bes yılda ölen kimseye ölmesin dedi ya; o dua eden kimseye Allah ahirette sevap verir.

“—Kulum sen böyle dua etmiştin ama istediğin şey benim kaderime muhalifti, onun yerine şimdi burada sana sevap veriyorum.” der.

Kul o zaman o kadar memnun olur ki, “Yahu keşke her duamı Allah ahirette mükâfatlandırsaydı!” der.


Yine güncel bir misal söyleyeyim size. Ben buraya gelmeden iki ay önce diyelim, en çok iki ay önce, mahallemizdeki mübarek camiden çıktık. Cami mübarek bir cami. Bütün camiler

240

mübarektir de, evliyaullahtan Aziz Mahmud-u Hudâî Hazretleri’nin Çilehanesi’nin olduğu yer, tarihi değeri olan bir cami. Biz camiden çıktık, baktık bir adam öyle oralarda bakınıyor böyle…

“—Buyurun, bir şey mi arıyorsunuz? Yardımcı olabilir miyiz size?” filan dedik.

Dedi ki:

“—Ben Aziz Mahmud-u Hüdai Hazretleri’nin Çilehanesi’ni arıyorum.” “—Aradığınız yer burası… Anahtarı bizde, isterseniz açalım, içerisini görün! Dedik

Ziyarete gelmişler. Yani, evliyaullahtan bir kimsenin ibadet yeri diye, mübarek bir yer diye ziyarete gelmişler.

……………


Ben bazen ismiyle cismiyle özel olarak kardeşlerime dua ederim. Bazen de umumi ederim. Bir de özel ismiyle, hatırladıklarımın ismiyle duasını yaparım.

Bir kardeşimizin hanımı rahatsızmış, benden dua istedi. Dua ediyorum, kader-i ilahi diye karşıma mani çıkıyor, levha çıkıyor adeta... Sonra biz Türkiye’ye döndük, vefat etmiş. Bir iki gün içinde vefat etmiş.

Ben sonra görüştüm kendileriyle. O kadar tatlı olmuş ki, ahirete intikali, vefatı. O hastalıktan ölenler çok ızdırab çekerlerken, bu hiç ızdırab çekmemiş. Bizim şu dua kitabımızı okuyormuş, başucunda kocası…

“—Çok rahatladım! Yahu uykum gelir gibi oldu.” demiş kocasına…

“— Sen uyu, ben dua etmeye devam ederim!” demiş kocası.

Uyumuş. Kocası da eczaneden bir şey almağa gitmiş. Geldiğinde demişler ki:

“—Tamam, ahirete göçtü.” Çok tatlı, yumuşak bir vefatla, güzel bir şekilde vefat etmiş. Yani böyle dualar, Kur’anlar okunurken ruhunu teslim etmiş


Kocası iki gün sonra rüyasında görüyor hanımını rüyada kocasına diyormuş ki:

241

“—Hiç üzülme, ben burada çok rahatım, çok güzel bir yer burası... Bir yerde bekliyoruz, daha güzel bir yere gidecekmişiz, onu bekliyoruz.” diyormuş.

Ne diyor? Kabirde bekliyor yani, ama kabri cennet bahçesi, daha güzel yere gidecek. Yani nereye? Cennete gidecek. Allah-u ekber… Ama, ben dua ettim, camide dua ettim yaşasın diye. Yaşasın diye dua ettim ama, Allah hep önüme onun mukadderatı bu diye adeta bir levhayı mania olarak koydu. Yani, anladım vefat edeceğini.

Ben bunu söyledim böyle. Size çok dua ettim ama, hep Allah aklıma, Allah’ın kaderi diye böyle hatırıma getirdi dedim. O da böyle güzel şeyler anlattı.


Şimdi, hatta geçen gün burayı telefonla aramış da bir daha, bir rüya daha görmüş. Kim bilir ne güzel bir rüya gördü. Artık onu bilmiyoruz ama ilk rüyası için dedim:

“—Bak, bu çok güzel bir rüya. Kabri demek ki rahat, güzel bir yer ki öyle söylemiş.” Çünkü Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:23


الْقَبْرُ رَوْضَةٌ مِنْ رِيَاضِ الْجَنَّةِ، أَوْ حُفْرَةٌ مِنْ حُفَرِ النِّيرَانِ (ت. عن أبى سعيد)


(El-kabru ravdatün min riyâdı’l-cenneti, ev hufratün min huferi’n-nîrân) “Kabir ya cennet bahçesidir mü’min kul için; ya da cehennem çukurudur kâfir için, günahkâr için...” Mü’minse, cennet bahçesi olur. Kâfirse, veya günahkârsa, azab yeri olur, cehennem çukuru olur. Adamına göre olur yani.

Bak, iki gün sonra:

“—Burası çok güzel, rahatız, meraklanma, üzülme!” diyor, teselli ediyor kocasını, üzülme diyor. “Ama burada



23 Tirmizî, Sünen, c.VII, s.500, no:2384; Deylemi, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.231, no:4682; Ebû Said el-Hudri RA’dan. Taberani, Mu’cemü’l-Evsat, c.VIII, s.271, no:8613; Ebu Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.546, no:42109; Keşfü’l-Hafa, c.II, s.90, no:1853; Câmiü’l-Ehàdis, c.XXVIII, s.432, no:41805.

242

durmayacakmışız, daha güzel bir yere gidecekmişiz.” diyor, ayan beyan cennete gideceğini söylüyor yani. El-hamdü lillâh. İşte dualar böyle olur.


d. Peygamber Efendimiz İçin Dua


Aziz ve muhterem kardeşlerim. Duaların bir şekli de, Peygamber Efendimiz’e yapılan duadır, çok kıymetlidir. Peygamber Efendimiz’e yapılan duaya salât ü selâm denir. Salât ü selâm, Peygamberimiz’e duamızdır bizim. Saygımızın, sevgimizin, bağlılığımızın ifadesi olan bir şeydir bu. Biliyorsunuz, Kur’an-ı Kerim’de Allah bize emretmiştir:


إِنَّ اللهَ وَمَلََئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِ يِّ، يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَ لُّوا عَلَيْهِ


وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا (الْحزاب:٦٥)


(İnna’llàhe ve melâiketehû yusallûne ale’n-nebiyy, yâ eyyühe’llezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ) “Allah CC ve melekleri Rasûlüllah’a salât ederler. Ey iman edenler, siz de Rasûlüllah’a salât eyleyin, selâm getirin!” (Ahzab, 33/56) diye ayet vardır.

Onun için, biz her vesileyle, her fırsatta salât ü selâm getirmeliyiz. Hatta, adı her anıldığı zaman, salât ü selâm getirmeliyiz Peygamber Efendimiz’e... Zaten getiriyoruz. Hazret-i Muhammed AS, SAS hemen diyoruz. Neden?

Dedelerimiz, analarımız nur içinde yatsınlar, Allah razı olsun... Kalanlara uzun ömür versin, vefat edenlere rahmet eylesin... Bizi bu terbiyeyle yetiştirdiler. Nuh AS, Musa AS, Adem AS diyoruz. (Aleyhi’s-selâm) ne demek? “Ona selâm olsun!” demek.

Bakıın, isminin bir parçasıymış gibi, hemen salât ü selâmı arkasına ekliyoruz biz. Bu bir terbiyedir. Büyüklerimiz bizi böyle terbiye etmiş.

Başkası ne diyor?

“—Nuh…”

Askerlik arkadaşın mi?

“—Muhammed…”

243

Askerlik arkadaşın mı? (Aleyhi’s-selâm) desene edepsiz!


Bizim Ankara İlâhiyat Fakültesi’nde doçentlik imtihanı olacak, biz o zaman asistanız. Bizden önceki birisi doçent olacak. İstanbul’dan, bilmem nereden jüri üyeleri geldi, imtihan ettiler onu; sonra bana anlatıyor o doçent olan kimse… “İçeriye girdim.” diyor. Kim olduğunu söylemeyeceğim. Söylesem çok şeyler var. İlginç, enteresan çok şeyler var da, söylemiyorum bazı şeyleri, içimde saklı kalıyor.

“—Bak!” demiş gelen jüri üyeleri, zıpır prof. dr, zıpır dr. filan onlar. “Haydi bakalım, şimdi bize şu konuyu anlat! Hazretsiz, AS’sız anlat bakalım şu konuyu...”

İslâm tarihinden giriyor imtihana. Doçent, İslâm tarihinden giriyor. Jüri üyeleri ne diyor:

“—Haydi bakalım, Hazret kelimesini kullanmadan, salât ü selâm filân getirmeden söyle bir zıpırca bir anlat bakalım!” diyor yani.

Batıyor mu sana? Kalın kafalı… Hazret-i Muhammed desen, batacak mı sana? Hazret-i Muhammed AS’ desek, fenâ mı olacak? Bak terbiyesize!


Ama, bizim dedelerimiz, Allah razı olsun. Bize AS’ diyerek öğretmişler, çok şükür, El-hamdü lillâh. Söze başlarken Besmeleyle başlarız, hamd ederiz, salât ü selâm getiririz..

Hutbeye başlarken, salât ü selâm getiririz.. Fatiha’yı okumadan önce, salât ü selâm getiririz. Duaya başladığımız zaman, namaz bittikten sonra önce bir, esaslı bir salevat getiriyoruz. Ondan sonra, Ayete’l-kürsi filân okuyoruz.

Asıl size onu anlatacaktım. Hangi salevatı okuyoruz? Çok çeşitli salevatlar var... Hangi salevatı okuyoruz? Salâten

tüncînâ’yı okuyoruz:


اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِِّدنَا مُحَمٍَّد وَ عَلٰى آلِ سَيِِّدنَا مُحَمٍَّد، صَلََةً تُنْجِينَا


بِهَا مِنْ جَمِيعِ الَْهْوَالِ وَالآفَاتِ، وَتَقْضِي لَنَا بِهَا جَمِيعَ الْحَاجَاتِ، وَ

244

تْطَهُِّرنَا بِهَا مِنْ جَمِيعِ السَِّيِّئات، وَتَرْفَعُنَا بِهَا عِنْدَكَ أَعْلَى الدَّرَجَاتِ،


وَ تُبَلِّغُنَا بِهَا أَقْصَى الْغَايَاتِ، مِنْ جَمِيعِ الْخَيْرَاتِ، فِي الْحَيَاةِ، وَ بَعْدَ


الْمَمَاتِ، بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الَّراحِمِينَ، حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ، نِعْمَ


الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَِّصيرُ، غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ ٱلْمَصِيرُ .


(Allàhümme salli alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âli seyyidinâ muhammed, salâten tüncînâ bihâ min cemîi’l-ehvâli ve’l- âfat… Ve takdî lenâ bihâ cemîal hâcât… Ve tutahhirunâ bihâ min cemîi’s-seyyiât… Ve terfeunâ bihâ indeke a’le’d-deracât… Ve tübelliğunâ bihâ aksa’l-gàyât… Min cemîi’l-hayrâti fî’l-hayâti ve ba’de’l-memât… Bi-rahmetike yâ erhame’r-rahimîn… Hasbuna’llahu ve ni’me’l-vekîl, ni’me’l-mevlâ ve ni’me’n-nasîr… Gufrâneke rabbenâ ve ileyke’l-masîr…) [Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e ve onun Ehl-i beytine salât eyle. Bu salâvat o derece değerli olsun ki: Onun hürmetine bizi bütün korku ve belâlardan kurtar… Bizim ihtiyaçlarımızı o salevat hürmetine yerine getir… Bizi bütün günahlardan bu salevat hürmetine temizle… O salevat hürmetine bizi derecelerin en üstününe yücelt… O salevat hürmetine hayatta ve öldükten sonra düşünülebilecek bütün hayırlar konusunda gayelerin en sonuna kadar ulaştır... Ey merhametlilerin merhametlisi, bize bunları merhametinle nasib eyle…

Allah bize yeter, o ne güzel vekildir. O ne iyi bir dost, ne iyi bir yardım edicidir. Ey Rabbimiz, senin mağfiretini dileriz, dönüş yalnız sanadır.]


Şimdi bunun mânâsını söyleyeceğim demiştim sabahleyin, onu söylemek istiyorum:

Salâten tüncînâ salevatı çok güzel bir duadır. Anlamı çok geniştir, kapsamı çok geniştir. Onun için, kısaca anlamını söyleyeyim. Peygamber Efendimiz’e salât istiyoruz:

245

اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِِّدنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِ سَيِِّدنَا مُحَمٍَّد، صَلََةً تُنْجِينَا


بِهَا مِنْ جَمِيعِ الَْهْوَالِ وَالآفَاتِ،


(Allàhümme salli ala şeyyidinâ muhammedin ve alâ âli şeyyidinâ muhammed) “Yâ Rabbi, Peygamber Efendimiz’e ve onun âline salât eyle…” Ama nasıl salât eyle? (Salâten) öyle bir salat eyle ki, (tüncînâ bihâ min cemii’l-ehvâli ve’l-âfât) bizi her türlü korkulardan ve afetlerden koruyan bir salât ile selâm eyle...”

Ehvâl, iki gözlü (h) ile korkular demek. Ahvâl olursa, haller demek olur. (Min cemii’l-ehvâl) Her türlü korkulardan.

İnsanın korkuları nerede olur? Bak, ölümden korkuyoruz. Akıbetimizden korkuyoruz, kabirdeki halden korkuyoruz, ahiretten korkuyoruz, mahşer yerinden korkuyoruz, sırattan korkuyoruz, mizandan korkuyoruz. Ne istiyoruz? Böyle bir felâkete uğramadan, kabrimiz cennet bahçesi olsun, ömrümüz uzun olsun, hüsnü hatimeyle ahirete göçmek nasib olsun…

Mahşer gününde Arş-ı A’lâ’nın gölgesinde gölgelenelim, hesabımız âsân olsun, güzel olsun, terazimiz, mizanımız ağır gelsin. Sırat’ı yıldırım gibi geçelim, azaba uğramayalım, cennete doğrudan girelim. Korktuklarımızdan emin olalım, umduklarımızı Allah bize versin. Öyle girelim.


Hah, biz de salât ü selâm getirirken: Yâ Rabbi, Peygamber Efendimize öyle bir salât ve selâm eyle ki, onun hürmetine biz her çeşit korkulardan kurtulalım, her çeşit maddi, mânevî afetlerden mahfuz olalım…

Şimdi, dün akşam şakır şakır burada yağmur yağdı. İyi ki dedim Toowoomba’dayız. Yani, ya bir çukur yerde olsaydık! Selin bastığı yerde, suyun ne kadar yükseldiğini çubuklar gösteriyor. Bir buçuk metre, iki metre… Ya oralarda olsaydık! Oralarda bir kamp yapmış olsaydık, ne olurdu? Sel basardı. Haydi evin damına çık! Kayıkla gelsinler diye, kendini kurtarsınlar diye bekle. Değil mi yani, korkuyor insan, afetlere uğramamak istiyor.

246

Evvelki sene gezerken, meşhur bir kasırga bizim peşimizden dolaştı durdu. Biz nereye gittiysek, o da geldi. Ama, yanımıza yanaşamadı, el-hamdü lillâh...


Haa, her çeşit korkulardan, afetlerden uzak olalım. O salât ü selâm hürmetine ya Rabbi, bizi uzak eyle...

(Ve takdî lenâ bihâ cemîa’l-hâcât) “Bu salât ü selâm hürmetine bizim her hacetlerimizi ver yâ Rabbi! Ne istediysek senden, bütün ihtiyaçlarımızı gör, her istediklerimizi ver.” Bak, ne güzel dua...

(Ve tütahhirunâ bihâ min cemii’s-şeyyiat) “Bizi her türlü pisliklerden temizle. Yani, dışımız temiz ama, kalbimiz nasıl? İçimiz nasıl, defterimiz nasıl? Defter kara mı, ak mı? Melekler ne yazdılar? İyileri mi yazdılar, kötüleri mi? Her türlü kötülüklerden tertemiz temizle yâ Rabbi!” (Ve terfaunâ bihâ indeke a’led-derecat) “Bizi senin huzurunda en yüksek dereceye yükselt. Senin nazarında en yüksek mertebelere yükselt.”

247

Şimdi, insan dünyada derecelere yükseliyor. Ben meselâ, üniversitede en yüksek dereceye yükseldim. Var mı daha yüksekte olan? Yok… Ta tepedeyiz. Ne olacak?

Ötekisi, Süleyman Demirel Reisicumhur oldu, ta yukarıya çıktı. Ooo, biz aşağıdan bakıyoruz. Süleyman Demirel yukarıda. Ne olacak? İran şahı ne oldu? Yani, ne olacak? Ne olursa…

“—Dünya dereceleri değil, senin huzurunda geçerli olan, senin yanında kıymetli olan en yüksek dereceye yücelt yâ Rabbi.


(Ve tübelligunâ bihâ aksa’l-gàyât) “En olmayacak, en uzak umutlarımıza, gayelerimize bizi eriştir yâ Rabbi!”

Ne istiyorum ben? Sen ne istiyorsun? Ne istiyorsan, en uzak, en olmayacak; en muhal gibi görünen şeyler. Müslümanlar şöyle olsun, çoluk çocuğum böyle olsun, dünya şu olsun, bu olsun; en uzak amaçlarımıza dahi bizi ulaştır ya Rabbi!

Haa, insanın gayeleri şer de olabilir:

“—Yâ Rabbi, benim elime bir fırsat ver. Bütün bu insanları kırıp geçireyim. Hepsini orakla biçer gibi biçeyim!” Haa, bu iyi gaye değil…

(Min cemii’l-hayrât) “Hayırlardan olan her gayelerimize bizi ulaştır yâ Rabbi!”

Çünkü Bazı insan kızıyor. Bir salâhiyet versen, önce babasını kesecek. Yani, öyle tipler var. Anasını dövüyor, merdivenden yuvarlıyor. Hayırdan en ileri gayeleri, (min cemii’l-hayrat) hayırdan yana gayelerimize eriştir yâ Rabbi!

(Min cemii’l-hayrâti fi’l-hayâti ve ba’de’l-memât) “Dünyadaki gayelerimize de, dünya ile ilgili emellerimize, amaçlarımıza da; ahiretteki amacımıza da ulaştır.”

Ahirette de cennete girmek istiyoruz. Ben, Peygamber Efendimiz’in köşkünün yanında köşk istiyorum. Allah size de versin. Hep beraber. İşte, ahiretteki amaçlarımıza da ulaştırsın. Allah-u Teàlâ Hazretleri..

(Bi-rahmetike yâ erhame’r-râhimîn) [Rahmetinle, ey rahmet edenlerin rahmet edicisi…] Böyle bir dua.

(Hasbuna’llàhu ve ni’me’l-vekîl, ni’me’l-mevlâ ve ni’me’n- nasîr… Gufrâneke rabbenâ ve ileyke’l-masîr) [Allah bize yeter, o ne güzel vekildir. O ne iyi bir dost, ne iyi bir yardım edicidir. Ey Rabbimiz, senin mağfiretini dileriz, dönüş yalnız sanadır.]

248

Niye hemen duaya başlarken, salevatla başlıyoruz? Başında salat ü selâm getirilirse, sonunda da Fatiha’yı çektiğimiz zaman; “Allàhümme salli alâ seyyidinâ muhammed” deyip okuyunca; iki salat ü selâmın arasındaki dualar makbul olur. Allah ayıklamaz. Yani, salevatları kabul ettim. Bunları Peygamberime götürün meleklerim, tebliğ edin. Duaları atın Pasifik Okyanusuna demez, hepsi birden gider. Başı sonu salevat olduğu zaman, hepsi birden gider. Onun için, duaya salevatla başlıyoruz. En sonunda, salevatla Fatiha’yı öyle okuyoruz.. Dualarımız kabul olsun diye çok kıymetli bir dua okuyoruz. Allah dualarımızı kabul etsin. Cümlemizi sevdiği kul eylesin.

Bi-hürmeti esrar-ı sureti’l-fâtihah!

……………………………


Bakın, dikkat ederseniz, “Fatiha okuyun!” deyince, Euzü Besmeleyi çekip hemen Fatiha’ya başlamıyoruz. Ne yapıyoruz?

Önce, “Allàhümme salli ala şeyyidinâ muhammedin ve alâ âli şeyyidinâ muhammed.” diye salevat okuyoruz.

Bu da dedelerimizin bize öğrettiği bir edeb. İşte bakın, nur içinde yatsın mübarekler. Allah derecelerini yükseltsin, cennette buluştursun hepimizi… Ne adamlarmış, ne mübarek adamlarmış. Ak sakallı, nur yüzlü, mücahid, iyilik sever ne insanlarmış. Allah sizleri de öyle eylesin.

İnşâallah sakallarınız bembeyaz olsun. Yaşınız yüzü geçsin, yüz yirmiyi geçsin, yüz otuzu geçsin. Torununuzun, torununuzun torununu görün! İslâm’ın, dünyanın her yerine yayıldığını görün! Avustralya İslâm Cumhuriyetini görün. Ondan sonra, başka yerleri görün. Müslümanların birleştiğini görün. Beraberce görelim inşâallah… Allah hepinizden razı olsun…

El-fâtihah!


31. 12. 1996 - Akşam Sohbeti

Toowoomba / Avusturalya.

249
13. TASAVVUF VE NEFİS TERBİYESİ