20. NEFİS TERBİYESİNİN ÖNEMİ
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm. El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Hamden kesiren tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn… Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîne’t-tayyibine’t-tâhirîn.
a. Namaz Dinin Direğidir
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Namaz dinimizin çok önemli bir ibadetidir, dinimizin direğidir. Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:68
اَلصهلاَةُ عَمَادُ الدِّينَ (هب. عن عمر؛ الديلمي عن علي)
(Es-salâtü imâdü’d-dîn) “Namaz dinin direğidir.”
فَمَنْ أَقَامَهَا فَقَدْ أَقَامَ الدِّينَ، وَمَنْ هَدَمَهَا فَقَدْ هَدَمَ الدِّينَ .
(Femen ekàmehâ fekad ekàme’ddîn) “Kim namazını devam ettirirse, dinini ayakta tutmuş olur; (ve men hedemeha fekad hedeme’d-dîn) kim namazı muntazam kılmazsa, dinini yıkmış olur.”
Burada namaz dinin direğidir derken, Peygamber Efendimiz kendi zamanındaki çadırları kasdederek, bir benzetme yapıyor. Biliyorsunuz, çadırın bir direği olur. Çadırın tentesi o direk sayesinde kaldırılır havaya; o direğe takılı tenteden dolayı, bezden dolayı çadır ayakta durur. O direk alındığı zaman, çadır aşağı
68 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.39, no:2807; Hz. Ömer RA’dan.
Deylemî. Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.404, no:3795; Hz. Ali RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.442, no:18889, 18891; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.608, no:1621; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.69, no:13809.
iner, toplanır götürülür. Yani, çadırı çadır olarak kullandıran, oda olarak istifade ettiren, o direktir. O direk olmadı mı, tente aşağı, yere serilir. Yani namaz kılmayan insan, dinini yere sermiş oluyor. Direğini ihmal etmiş oluyor.
Bunun böyle olmasının sebebi şudur:
İnsanoğlu zayıf mahlûktur, içinde nefsi emmâresi vardır. Emmâre demek, kötülükleri tavsiye eden, vesvese olarak veren, istek olarak ortaya koyan, kötü şeyleri yaptırmaya insanı zorlayan demek. Nefsi emmâre, insana kötü şeyleri yaptırmak isteyen nefis. Yani, “Al şu adamın malını, yap şu haram işi, işle şu günahı, bak keyfine!” gibi. İnsanın içinden gelen şiddetli arzular, istekler. İnsanı içkiye, kumara, kötülüklere, zinaya, ribaya, hırsızlığa, yüzsüzlüğe alıştıran şeyler... İnsanın tabii, içinden verdiği bir kararla oluyor. Bu kararı insana telkin eden, içindeki nefsi emmâresidir. Her insanın içinde bir nefsi vardır. Nefsi emmâresi insana böyle şeyler emreder durur.
“—Yat aşağı, kalkma namaza, boş ver değmez şimdi. Amaaan, sırası mı?” filan gibi böyle içeriden istekler gelir.
Olumsuz istekler gelir. Bunlar insanın kendisinden, nefs-i emmâresindendir. Bu nefs-i emmâre ıslah edilmek ister. Islah edilmezse, terbiye edilmezse, insanı ömür boyu hatadan hataya, günahtan günaha, haramdan harama, haksızlıktan haksızlığa, zulümden zulme sevk eder. Oradan oraya götürür, o yanlış işten bu yanlış ise bulaştırır.
b. Nefis Her Yerde Kötülüğü Emreder
İşte etrafımızda gördüğümüz çeşit çeşit insanlar, suçlular, hapistekiler, birbirlerini yaralayanlar, vuranlar, kıranlar, hırsızlar, dolandırıcılar ve sâire... Bunlar tabii, bunları bir istekle yapıyor, bir karar vererek yapıyor. İnsanoğlu bu nefsini ıslah etmedi mi, hacca gelse bile, Harem-i Şerif’te bile otursa, gene yapacağından geri durmuyor.
Harem-i Şerif’te oturuyoruz, çok güzel bir yünlü seccademiz var. Taşlar, mevsim dolayısıyla serin, seccade yünlü, güzel, hàlis yünden yapılmış, örme, kendimizin. Oraya serdik, dizlerimiz üşümüyor, güzel bir seccade… Yani rahatça oturuyoruz, namaz kılıyoruz. Ramazan ayındayız. Bak, ayların en güzeli, yerlerin en güzeli, en mübarek yer... Ama, insanın nefsi ıslah olmadı mı olmuyor.
Şimdi, yanımıza birisi geldi, namaz kıldı. İki gözü kör, görmüyor. Namaz kıldı ama, tabii gözü görmeyen insanların başka meziyetleri gelişiyor. Secde ederken, benim seccademi hissetti, sonra seccademi yokladı, güzel bir şey olduğunu anladı. Seccade güzel, pahalı bir şey, kıymetli bir şey, anladı.
İki gözü görmüyor ama, elleriyle hissediyor, anlıyor. Seccade güzel! Sonra takip ettim hareketini, arka tarafa gitti. Üç dört saf arkada arkadaşları var, biliyorum; onları da, gözümle takip ediyorum. Oradaki arkadaşına fıs fıs bir şeyler söyledi. O arkadaşı geldi bizim seccadeye sarıldı, alıp götürecek. Sarıldı.
Yahu burası Harem-i Şerif… Mübarek Ramazan ayındasın be adam! Kâbe-i Müşerrefe’nin karşısındasın, yani Allah’ın evindesin. Ben bir şey demedim, yanımdakiler durdurdular, elini tuttular.
“—Ne oluyor?” dediler.
“—Seccadeyi alacağım!” dedi.
Çünkü, öteki a’ma söyledi buna:
“—Önde güzel bir seccade var, git al!” dedi.
Bu, işin farkında değil. Belki suça farkında olmadan itiliyor. Yani, a’mâ al dediği için, belki a’mânın seccadesi sanıyor. Gayet cesur, böyle pervasız, seccadeyi almağa kalktı.
Yanımda itibarlı bir adam vardı, birkaç vakit namazı beraberce kıldığımız için bizi tanıyor, eşyalarımızı biliyor. İ’tikâf halindeyiz. O, çok otoriter bir insan, fabrikaları filan varmış, zengin… Arapça onu azarladı, aldırtmadı.
Düşündüm, yahu nihayet bir yünlü parça... Yani, Allah’ın mübarek evinde bu hırsızlığı yapmağa değer mi? Kimisi pabuç çalıyor. Gözümün önüne ilişmiş olan şeylerden söyleyeyim:
Tavaf ediyorlar. Tavaf edilirken, burada birisi namaz kılıyor. Önünde seccadesi var, pabucu var, bir de yelpazesi var. Hava sıcak… Aşağı yukarı bir buçuk karış eninde, iki karış boyunda, hurma dalından örülmüş, böyle yaprak gibi bir şey… Sapı da var. Önüne koymuş onu, pabucunu da koymuş, “Allàhu ekber!” demiş, namaza durmuş.
Şimdi ben tavafta görüyorum. Adamın birisi de bu taraftan geldi- geçiyor. Geçen bir adam eğildi, seccadenin önünden yelpazeyi aldı, yelpazelenerek gitmeğe başladı. Oh, kendisinin değil belli. Şuradan geldi, buradan geçiyor. Başkasının yelpazesini aldı. Adam da namazı bozdu, selâm verdi:
“—Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llah! Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llah!” Gitti, yakasına yapıştı, yelpazeyi aldı, tekrar koydu. Ama, küçük bir şey yahu, bir yelpaze... Bir riyale satılıyor. Çünkü, hurma dalından hasır gibi örülmüş bir şey. Yani, orada o hırsızlık yapılır mı? Ama, yapan yapıyor.
Yani, bir insan nefsini ıslah etmezse; mübarek geceler, mübarek mahaller, mübarek mekânlar düzeltmiyor onu. Yani, nefsi ıslah olmayan insan, her yerde o kusurları işliyor.
Muhterem kardeşlerim. Bu nefis, insanın en büyük düşmanı...
İnsanın nefsi ona bunları yaptıran… O gün, o mübarek yerlerde onu yaptıran…
أَعْدٰى عَدُوُّكَ نَفْسُكَ الهتَي بَيْنَ جَنْبَيْكَ .
(A’dâ adüvvüke nefsüke’lletî beyne cenbeyke) [Senin en büyük düşmanın iki yanın arasındaki, içindeki nefsindir.] buyrulmuştur.69 Senin en azılı düşmanın, en şiddetli düşmanın, içindeki nefsin... Çünkü, işte o yelpazeyi aldırtan o. İşte o pabucu çaldırtan o. O seccade hoşuna gitti, ve sâire... Bu, küçük şeyden başlıyor, büyüğe doğru gidiyor. Yüzbinlere, milyonlara, milyarlara, milletleri sömürmeye, milletleri birbirine düşürüp harb ettirmeye, silah satmaya ve saireye kadar gidiyor. Yani, küçük bir basit adamın, basit bir edepsizliğinden başlıyor; kravatlı, lacivert elbiseli, altın kordonlu, elmas kravat düğmeli filanca sosyetik haydudun, veya siyasi canavarın cürümlerine kadar… Yani, insanları öldüren, cinayet işleyen haline kadar gidiyor.
Hepsinin sebebi bir tane, insanın içindeki nefsi emmâresi… Yani, onun nefsi terbiye edilmiş olsa, içindeki ses; “Yok, bunu yapmamam lâzım! Yazık…” filan dese, yapmayacak bunu... Ama, silah fabrikasını çalıştırmak için, üretim devam etsin diye, silah kârlı diye, iki milleti birbirine düşürüp harp ettirenler var bugün dünyada… Medeni dünya dediğimiz dünyada...
Şimdi okuyoruz, bilmiyoruz. Oralara gitmedik, tahkikatını yapmadık amma; Angola mı, Burundi mi, Orta Afrika’nın ülkelerinde; bir kabile öbür kabileyi kovalıyor, yakalarsa oldürüyor... Onlar başka bir ülkeye iltica etmişler, o iltica ettikleri yerde de kampı basıyor. Çoluk çocuk demeden, binlercesini öldürüyor. Gazetelerde okuyoruz bu hadiseleri... Ruanda’da Hutu kabilesi Tutsi kabilesini böyle katliam etmiş. Allah Allah…
69 Beyhakî, Zühdü’l-Kebîr, c.I, s.359, no:355; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.408, no:5248; Harâitî, İ’tilâlü’l-Kulûb, c.I, s.35, no:32; Ebû Mâlik el-Eş’arî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.431, no:11263; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.143, no:412, 2144; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.270, no:19379.
Tamam, yamyamlar, bilmem medeniyetsiz insanlar filan amma; sonradan gazetelerden öğreniyoruz ki, silahları bu saldırgan heriflere Fransızlar satmış, kravatlı insanlar satmış, tahsilli insanlar satmış, medeniyim sanan insanlar satmış. Bu medeniyet değil, bunu Allah biliyor.
c. Allah İnsanın Kalbine Bakar
Allah insanın suretine, yüzüne bakmıyor, giyimine kuşamına bakmıyor. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:70
70 Müslim, Sahîh, c.XII, s.427, no:4651; İbn-i Mâce, Sünen, c.XII, s.173, no:4133; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.284, no:7814; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.120, no:394; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.328, no:10477; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.VII, s.272; İshak ibn-i Râhaveyh, Müsned, c.I, s.369, no:379; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.140, no:264; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.166, no:614; Temmâmü’r-Râzî, el-Fevâid, c.I, s.70, no:69; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.326; Hatîb-i Bağdâdî, el-Müttefik ve’l-Müteferrik, c.III, s.217, no:1352; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IV, s.98; Ebû Hüreyre RA’dan.
إَنه الِلّهَ لاَ يَنْظُرُ إَلٰى صُوَرَكُمْ وَأَمْوَالَكُمْ، وَلَكَنْ إَنهمَا يَنْظُرُ
إَلٰى قُلُوبَكُمْ وَأَعْمَالَكُمْ (م. ه. حم. عن أبي هريرة)
RE. 92/3 (İnna’llàhe lâ yenzuru ilâ suveriküm ve emvâliküm) “Allah sizin boyunuzun posunuzun güzelliğine, endâmınızın mütenâsib olmasına, elbisenize bakmaz; paranıza bakmaz, maddî mevkiinizin, makamınızın yüksek olmasına bakmaz. (Velâkin innemâ yenzuru ilâ kulûbiküm ve a’mâliküm) Lâkin gönüllerinize ve amellerinize bakar.”
Amellerinize ve niyetlerinize bakar Allah, ona göre değerlendirir. Bir gariban kimseyi cennetlik eder. Bir zengin fabrikatörü cehenneme atar, cayır cayır yakar; ebediyen cehennemde kalır.
Osmanlı şairlerinden, Ziya Paşa güzel söylemiş:
Bed asla necabet mi verir hiç üniforma?
Zerdûz palan vursan, eşek yine eşektir.
İçi kötü olan insana giydiği elbise asalet verir mi? Vermez. Eşeğin üstüne altından işlenmiş palan taksan bile, gene o eşektir. İsterse semeri altından olsun, palanı altın sırmayla işlenmiş olsun; üstündeki şey değiştirmez. İnsanın içinin, kalbinin temiz olması lâzım.
İslâm, kalp temizliğine çok önem veriyor. Nefsin ıslahına çok önem veriyor. Böyle kandiller geçer, Ramazanlar geçer, ömürler geçer, insanın nefsi ıslah olmazsa; insan o kötü haliyle kalır. Bazı insanlar mânevî bakımdan;
Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.540, no:1544; Yahyâ ibn-i Ebî Küseyr Rh.A’ten.
İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XVIII, s.193; Ebû Ümâme RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.23, no:5262; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VIII, s.143, no:6995; RE. 92/4.
Bir şeyh efendinin torunu varmış yanında, dedesiyle oturuyormuş. Kapıdan birisi girmiş;
“—Dede, köpek girdi içeri...” demiş.
Köpek filan girdiği yok, adam giriyor. Köpek girdi dede içeri.
“—Sus evlâdım, otur!” demiş, başını okşamış.
Biraz sonra bir başkası gelmiş.
“—Dede, domuz girdi içeri…” demiş.
“—Sus evlâdım, otur!” demiş.
Sonra evdekilere seslenmiş:
“—Şu çocuğun eline biraz ekmek verin de, söyle dışarıda meydanda yesin!” demiş.
Ekmek vermişler, başka çocukların arasında sokakta yemiş. Başka çocukların da canı istemiş, yutkunmuşlar. Tamam. Çocuğun o şeyleri görmesi bitmiş, kesilmiş.
İlk önce nesini görüyordu? Huyundan dolayı hangi makamda olduğunu görüyordu. Köpek gibi, domuz gibi, hınzır gibi çeşit çeşit mahlûklar var. İste, arslan gibi, ve sâire…
Bazı mahlûklara benzetilmeyi seviyoruz. Meselâ, birisine kuzu gibi adam dersen, sevinir. Ona çok benzeyen, keçi gibi adam dersen kızar. Yani, ikisi de birbirine yakın, ikisi de işte boyları, posları birbirine benzeyen iki mahlûk.
Arslan dersen memnun olur. Vallahi bilmem neden memnun oluyor? Arslanı millet sevmiş. Ben sevmiyorum, benim hoşuma gitmiyor. Çünkü, hep filmlerde gördüğüm; yatıyor bir yerde, sabahtan akşama yatıyor... Yatması güzel değil. Sabahtan akşama keyif çatıyor. Hiç güzel bir huy değil. Ondan sonra da gidiyor saldırıyor. Birilerini yiyor-bitiriyor filan.. Yani, hem de freni de yok. Karnı böyle şişinceye kadar artık, kıpırdayamayacak hale kadar yiyor. Yemesi bir berbat, yatması bir berbat... Hangi huyu güzel?
Arslan gibi adam.
Haa.., ben Öyle miyim? Eyvah, tamam, yani Allah saklasın demek lâzım aslında… Başkasını parçalayacaksın, sabahtan akşama yatacaksın, ve sâire filan. Aman arslan gibi deyince, memnun oluyor. Ayı gibi dersen, kızıyor.
Margaret Thacher, Amerika’nın Reisi Cumhuru için: ben onun
sàdık köpeğiyim dedi, yani bizde köpeğe benzetilmek çok fena bir şey. Köpek dediğin zaman, kızar adam. Ama o, ben: (ne’ydi o zamanın reisi cumhuru). Birisi iste, ben onun sàdık köpeğiyim dedi. Ne olacak dedi.?.. Kaddafi’yle dalaşırken, sàdık köpeğiyim dedi.
Köpeği seviyor çünkü bunlar... Köpek onlar için fena bir mahlûk değil filan.. Şimdi, her insanın bir tabiatı var. O tabiatını görüyor çocuk. Yani, bu hınzır gibi, bu köpek gibi, bu sırtlan gibi, bu arslan gibi filan diye görüyor. Tabii, yemek yiyince başkasının önünde; feyiz, bereket gitmiş. Perdeler inmiş gözünden, görememiş ondan sonra.
d. Nefsin Terbiyesi Çok Önemli
Şimdi, bu hal muhterem kardeşlerim. Herkesin içinde vardır. Yani, herkesin içindeki nefsi, nefsi emmâresi insana kötülükleri emreder. Ayet-i kerîmede bildiriliyor:
إَنه النهفْسَ َلأَمهارَة بَالسُّوءَ إَلاه مَا رَحَمَ رَبِّي (يوسف:٣٥)
(İnne’n-nefse leemmâretün bi’s-sûi illâ mâ rahime rabbî.) [Çünkü nefis, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder.] (Yusuf, 12/53) Allah’ın korudukları, terbiye ettikleri, güzel huy verdikleri müstesna...
İnsanın içindeki bu kötü huy, nefis kötü şeyleri emreder. Hem de çok emreder. Amir, emreden demek Arapçada. Emmâre, çok çok emreden demek. Mesleği, işi, gücü sabahtan akşama emretmek olan demek.
(İnne’n-nefse leemmâretün bi’s-sûi) “Bu nefis, insanın nefsi sabahtan akşama boyna insana kötü şeyleri emreder durur.
“—Yat aşağı, ye iç, yan gel, keyfine bak! Çal çırp, zulmet, haksızlık et! Herkes çalışsın, sen beleşten, bedavadan ye…”
Neler söylüyorsa artık... Ne yapması lâzım? İnsanın bu nefsini adam etmesi lâzım, terbiye etmesi lâzım.
Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri:
قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكهاهَا (الشمس:٩)
(Kad efleha men zekkâhâ) “Kim nefsini terbiye ederse, o felâh bulur.” (Şems, 91/9) Terbiyesi lâzım o nefsin...
Arslan terbiyecisi kamçıyla kafesin içine girip, arslana:
“—Atla bakalım şu çemberin içinden” %iy Atlamıyor. Şrak bir kamçı, bir tarafa atlattırıyor, ve sâire... Yani, kamçıyla olur terbiye. Hediye olarak bir şey, et parçası, bir şey vererek olur, ve sâire.. Terbiye edilmesi lâzım!
Balina’yı terbiye ediyor adam. Yunus balığını terbiye ediyor. İşaretine göre, Yunus balığı yanına geliyor; (See World) da gördük burada. Sirklerde filan görüyorsunuz, her dediğini yapıyor. Suya girdiği zaman bacaklarından itiyor, hop, sahneye atlattırıyor suyun içinden; motor gibi arkasından itekleyerek filan.. Bir çok şeyi öğretiyor. Yani, bu nefsin de terbiye edilmesi lâzım.
قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكهاهَا. وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسهاهَا (الشمس:٩-٠١)
(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hàbe men dessâhâ.) “Kim nefsini terbiye ederse felâh bulur. Nefsini terbiye etmeyen, tezkiye etmeyen, kötü huylarını nefsinde bırakan; o kötü huylarına tabi olan da helâk olur. Çok ceza çeker. Dünyada, ahirette hüsranda olur.” (Şems, 91/9-10) diye ayet-i kerime bildiriyor, Kur’an-ı Kerim bildiriyor.
(Kad efleha men zekkâhâ) “Kim nefsini adam ederse, felah bulur. Hem dünyada rahat eder, hem de ahirette cennete girer. Allah’ın lütfuna erer. (Ve kad hàbe men dessâhâ) Nefsini terbiye edemeyen, ‘Böyle gelmiş, böyle gider.’ diyenler de helâk olur.”
Ahirette tabii, her birinin cezası var. O kadar ince bir hesap görecek ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri:
فَمَنْ يَعْمَلْ مَثْقَالَ ذَرهةٍ خَيْرًا يَرَهُ. وَمَنْ يَعْمَلْ مَثْقَالَ ذَرهةٍ شَرًّا يَرَهُ
(الزلزال:٧-٨)
(Femen ya’mel miskàle zerretin hayran yerah. Ve men ya’mel miskàle zerretin şerren yerah.) “Kim zerre ağırlığında bir suç işlerse, günah işlerse, onun karşılığını görecek. Kim de zerre ağırlığında bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek!” (Zilzâl, 99/7-8) (Femen ya’mel miskàle zerretin hayran yerah) Güneş vurduğu zaman camdan giren ışıklardan, odanın içinde uçuşan tozları görüyoruz böyle; işte o toz ağırlığı kadar hayır işleyen, o kadarcık küçük hayır işleyen; onun karşılığını, sevabını bulacak. (Ve men ya’mel miskàle zerretin şerren yerah) O zerre ağırlığı kadar kötülük işleyen de, onun cezasını çekecek.”
Hesabı var her şeyin... Allah-u Teàlâ Hazretleri kimseye zulmetmez. Allah-u Teàlâ Hazretleri her hak sahibine hakkını verecek. Her şeyi tartacak, ölçecek, hesaba girecek her şey... İnce bir hesaba girecek, hiç bir şey ihmal olmadan…
يَا اَيُّهَا اْلاَنْسَانُ مَا غَرهكَ بَرَبِّكَ الْكَرَيمَ (الإنفطار:٦)
(Yâ eyyühe’l-insân) “Ey insanoğlu! (Mâ garrake bi-rabbike’l- kerîm) Senin bu kerem sahibi Rabbine güzel kulluk etmenden seni ne alıkoydu?” (İnfitâr, 82/6)
Ne alıkoyuyor insanı? Nefsinin arzuları, nefs-i emmâresi. Allah’a güzel kulluk etmekten alıkoyan o... Onun terbiye edilmemesi halinde insan dünyada da, ahirette de helâk olur. Aylar geçer, yıllar geçer, ömür biter ama bu hayat imtihanı başarılmamış olur.
Bu eğitimin mutlaka görülmesi lâzım! Yirminci Yüzyıl’ın eğitiminde en büyük kusur, modern çağda en büyük kusur bu... Nefsin varlığını bilmiyor Yirminci Yüzyıl’ın insanı. Yani, gayrimüslimleri kasdediyorum. Müslümanlar biliyor. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’de var. Nefs-i emmâre filan diye.
Nefsi bilmiyor ve nefsin terbiyesine yönelmiyor. Bilgi veriyor insanlara. Bilgi veriyor, bilgilendiriyor ama, Ziya Paşa’nın dediği gibi:
Bed asla necâbet verir mi hiç üniforma;
Zerdûz palan vursan, eşek yine eşektir
Adam bilgileniyor ama nefsi kötü, içi kötü… O kötülükle milletvekili oluyor, o kötülükle bakan oluyor, o kötülükle başkan oluyor, reisicumhur oluyor, şöyle oluyor, böyle oluyor… Artık kötü insan olduğu için, iktidarı arttıkça, imkânı genişledikçe, kötülüğü de fazlalaşıyor. O halde, dünyayı kurtaracak olan, insanları dünyada ahirette kurtaracak olan, dünyaya mutluluğu getirecek olan ne? Nefsin terbiye edilmesi…
Nefsin terbiye edilmesi lâzım! Arslanın arslan terbiyecisi tarafından terbiye edildiği gibi, insan nefsinin de terbiye edilmesi lâzım! İnsan öyle olmalı ki, çelik gibi iradesi olmalı. Yapmaması gereken bir işi, “Hayır, bunu yapmam doğru değil. Bu bana yakışmaz, yapmayacağım!” diyebilmeli. Çelik gibi böyle, (A.B.S.) freni gibi, bastığın zaman zınk diye araba durmalı! Gayet sağlam iradesi olmalı!
İrade terbiyesi diyoruz. İşte bu, tasavvufi mânâda nefsin terbiyesi demek. Bu terbiyenin mutlaka yapılması lâzım!
e. Günümüzde Nefis Terbiyesi
Tabii, şimdi bu terbiye yok... Üniversiteler yapmıyor. Meselâ burada, bir üniversitede bulunuyoruz biz şimdi; bu üniversitede bu eğitim var mı? Yok. Bundan önceki kolejde var mı? Yok. Ortaokulda var mı? Yok. İlkokulda var mı? Yok. Herkes bildiğini yapıyor. Yani, okulda görebildiği kadarına, öğretmen bir müdahale ederse ediyor. Etmezse, çocuk şımarık büyüyor.
Ama bir de, onun özel hayatı var, iç hayatı var. Yani herkesin. Kimsenin görmediği yerde bu adam ne yapıyor? Bu çocuk ne yapıyor? Özel hayatı ne? Gece hayatı ne? Mahrem hayatı ne? İşte onu Allah görüyor. Yani, insanlar görmüyor. O insanlardan saklı olarak, şehrin batakhanelerinin olduğu yere gidiyor, o kötülüğü yapıyor. Kimse görmeden o suçu işliyor, o zulmü yapıyor ama Allah onu görüyor. Onun cezası var, zerre kadar bile olsa...
İşte insanın bu terbiyesi İslâm’da var. İslâm bunu terbiye ediyor. Nasıl terbiye ediyor? İlk adım: İnsanın içinde insana kötü şeyleri söyleyen bir varlığın olduğunun bilinmesi, ilk iş bu. İnsan bunu bilirse, ona karşı müteyakkız olur. O halde, insanın içinde
insana kötü şeyleri telkin eden bir varlık olduğuna göre; içinden gelen her arzuyu yapmayacak insan. Bazısını yapacak. Bu iyidir diye süzecek, uygun bulacak, onaylayacak, yapacak. Bazısını da, “Bunu yapmamam lâzım!” diyecek.
Misâl: Şurada bu kadar güzel daireler varken, birisi gelse, “Efendim, sıkıştım!” filan dese; şu meydanda işini görmeye kalksa olur mu?
Fransa’da gördüm ben. Otomobille gidiyoruz, en işlek yerde, caddenin ortasında adam ihtiyacını gördü. Olur mu? Olmaz. Medeni insan böyle yapmaz. Bu, terbiye işte... Yani, onu yapmamasını ona telkin eden iç kuvveti, o terbiye… Bu adamlar isteseler, yani bu Yirminci Yüzyıl’ın modern insanları, eğitimcileri isteseler; insanlara bu terbiyeyi verirler. Ama kendilerinde terbiye yok da, ondan veremiyorlar.
İsterlerse verirler. Çünkü, ben bunların eğitim planlarını inceledim. Diyor ki: “Çocuğa, okula geldiğinden şu kadar hafta sonra, filanca kitabın falanca sayfasını, şu paragrafından şuraya kadar okutacak öğretmen…” Talimat veriyor öğretmene… “Birisini kaldıracak, öbür taraftan da bir başkasını kaldıracak; onları tahtaya çekecek, onlara şöyle yaptırtacak.”
İnce ince her şeyi telkin ediyor. Çocuğa hangi fikri vermesini öğretiyor. Yani, vermek istediği fikri, çocuk hiç anlamadan, onun tarzında çocuğa öğretiyor. Demek ki, tilki gibi, isterse öğretiyor. İstediği şeyi öğretiyor. Çocuk küçük yaşta okula giderek bazı şeyleri öğreniyor. Bazı şeyleri yapmaması gerektiğini biliyor. Bisiklet kullanmasını öğreniyor, trafiği öğreniyor, yüzmeyi öğreniyor, kırmızı ışıkta durmayı öğreniyor. Köpek bile öğreniyor.
Köpeği var a’mânın… Köpek çekiyor, kırmızı ışıkta köpek duruyor. Yeşil ışıkta sahibini çekiyor götürüyor.
Bazı şeyleri öğretiyor ama, bazı şeylerin üzerinde durmuyor. Onun için, çocuk hırsız yetişiyor. Onun için, çocuk terbiyesiz yetişiyor. Delikanlı oluyor, adam oluyor, terbiyesizliği artıyor. Zararı, etrafa olan zararı fazlalaşıyor. Sonunda bir ara afyona alışıyor, onu keyifli buluyor filan derken; artık çeşitli noktalara gidiyor.
İçimizde böyle bir en büyük düşman var. Çünkü, başka düşmana karşı kendimizi koruruz. Ama, içindeki düşmana karşı
insan savunmasız oluyor. Kalenin içindeki düşmana karşı savunmasız oluyor. Bu eğitimin görülmesi lâzım!
f. Yunus Emre’nin Sözleri
Tabii, bu eğitimin şekli var, devamı var. Kolay bir eğitim değil. Ama, bu eğitim yapıldığı zaman; insan Yunus Emre gibi oluyor. Oduncu bile olsa, Yunus Emre gibi oluyor. Yedi asır geçiyor, şöhreti eskimiyor, sözleri eskimiyor; herkes hayran, herkes seviyor.
Almanya’da Türkoloji tahsili yapmış olan Alman, Yunus Emre’ye àşık. İngiltere’de àşık, Hollanda’da àşık... Ben oralarda konferans verdim. Dediler ki:
“—Hocam, Hollandalı bir alim geldi. Yunus Emre’yle ilgiliymiş çalışmaları, siz de Yunus Emre’yle ilgili konferans veriyorsunuz diye o da geldi.” dediler.
Hollandalı adamın Yunusla ilgisi ne? Amerikalı adamın, İngiliz ’in Yunus’la ilgisi ne? Yunus güzel adam da ondan… Yunus nefsini terbiye etmiş insan da ondan… Yunus’un sözleri neredeyse altın gibi kıymetli…
Ne diyor?
Yaradılanı hoş gör,
Yaradan’dan ötürü...
Bak, hoş görmeyi nasıl anlatıyor.
Ben gelmedim dâvi için,
Benim işim sevi için.
Dostun evi gönüllerdir,
Gönüller yapmağa geldim.
“Ben bu dünyaya palavra için gelmedim!” diyor. Bugünkü Türkçe’yle anlatayım: “Ben bu dünyaya laf için, iddia için, palavra için, gösteriş için gelmedim; ben bu dünyaya sevgi için geldim!” diyor. Hayatı sevgi amaçlı görüyor. Sevmek olarak görüyor hayattaki en mühim işi...
“Dostun evi gönüllerdir” diyor. Yâni, “Benim sevdiğimin yeri,
evi gönüldür.” diyor. Yâni, kimi seviyor Yunus? Allah’ı seviyor. Allah nereye tecelli ediyor? İnsanın gönlüne tecelli ediyor, gönlüne bakıyor. “Onun için, ben bu dünyaya gönül yapmağa geldim. Benim işim gönül yapmak, insan sevindirmek.” diyor.
Adam kendi kazandığı sıcacık parasını niye götürüp harcıyor, cami yapıyor. Alın teriyle kazandığı parayı niye götürüyor, okul yapıyor? Niye çeşme yapıyor, niye köprü yapıyor? Niye hastane yapıyor, niye yetimlere veriyor, yetim evi yapıyor. Niye dullara veriyor? Bunu yaptırtan ne? Bir istek, bir sevgi... İnsanların duasını almak, gönlünü yapmak arzusu…
Bak, Yunus Emre böyle…
Yunus öldü deyu selâ verilir,
Ölen hayvan imiş, àşıklar ölmez!
diyor. Yani, kahramanlığına hayran kalıyorum. Yunus’un bu sözü kahramanca bir söz... Yunus oldu diye minareden selâ veriliyormuş. Diyor ki, “Aşıklar ölmez!” diyor. “Seven insan ölmez!” diyor, “Ölen hayvan imiş” diyor. Ölen hayvan, çok ince bir söz… “Ölen hayvan imiş, àşıklar ölmez!” diyor.
Tabii buradaki aşk dediği aşkullah, muhabbetullah… Bu sevgiyi aldıktan sonra, insanlara iyilik yapmakla ömür geçirmiş. Fedakârlıkla ömür geçirmiş, cömertlikle ömür geçirmiş, hayırla ömür geçirmiş. Onun için, asırlar boyu şiirleri okunuyor, unutulmuyor.
Kendisi iyi olmayan bir insan, iyi sözler söyleyemez. Biraz söyler ama biraz sonra foyası meydana çıkar. Yaldızlı birkaç söz söyler ama yaldızı kalktı mı, altının pisliği görülür.
Bak, dünyanın dört bir yerinden, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’yi ziyarete geliyorlar. Onun için konuşmalar yapıyorlar. Pakistan’da İkbal àşık, İngiltere’de bilmem kim àşık, Amerika’da bilmem kim àşık, Mevlânâ’nın hayranı... Neden? Som altın da ondan… Eskimiyor, asırlar eskitmiyor. Dillerin farklı olması şey yapmıyor.
Şimdi, sözün bir özü vardır. Özü kıymetli olunca, söz hangi dile tercüme edilse, gene kıymetli olur. Ama sözün özü yoksa, başka bir dile çevrildiği zaman; kabuğu soyuldu, bir şey kalmaz. Yani,
sudan çıkmış balığa benzer. Derisi yüzülmüş mahlûka benzer ki, hiç şeyi olmaz yani. İçinde güzel şey var ki, İngilizceye çevriliyor, Arapça ya çevriliyor, başka dillere çevriliyor.
Bir İran şairinin yazmış olduğu kasideden dolayı… Kaside yazmış adam, ama öyle coşkun bir kaside yazmış ki, hakikaten muhteşem bir kaside... İngiliz’in birisi okumuş, müslüman olmuş. Ama sıradan bir İngiliz değil, alim; İran edebiyatı üzerinde araştırma yapan bir profesör… Adam okumuş, duygulanmış, etkilenmiş, müslüman olmuş.
Sözün kuvvetine bak! Söz aşk ile, şevk ile söylendiği zaman; tercüme bile bozmuyor tesirini, engelleyemiyor. Halbuki, tercüme edildi mi, söz sanatlarının yarısı gider. Edebi bir söz söylersin, başka dile cevirdin mi, şiir filan, san’atlarının yarısı gider. Söz san’atları gider, ses san’atları gider, sadece mânâ kalır. O mânâ te’sir ediyor.
Onun için, aziz ve muhterem kardeşlerim. Kandiller geçer, yenileri gelir. Onlar da geçer, ömür biter. Asıl olan insanın nefsini terbiye etmesidir, içindeki düşmanını ıslah etmesidir. İçindeki düşmanını, güzel şeyler düşünen, güzel şeyleri isteyen; kötü şeyleri engelleyen, frenleyen bir güzel hale getirmek gerekir. Mümkün müdür? Mümkündür, misalleri çoktur. İnsan terbiye gördü mü, bu hale gelir.
Nasıl gelir? O bir uzun süreçtir, eğitimdir. O eğitimi görmeden olmaz. Yani, neye benzetebiliriz? Bir şampiyonun o şampiyonluğu elde etmek için eğitim görmesi, uzun zaman vücudunu çalıştırması lâzım!.. Yani, sıradan bir insan bir koşuya girip de, birinci olmuyor. Sıradan bir insan, o kadar yüksekten atlayamıyor. Sıradan bir insan, o kadar zor işi yapamıyor. Onu yapabilmek için, eğitim gerekiyor. Beden için eğitim gerektiği gibi, insanın ruhu için de eğitim gerekir.
Onun için, kusurlar söylendiği zaman, şu yapılmasın denildiği zaman; insanın kusurunu anlaması lâzım, Hatasını düzeltmesi lâzım. Hata düzeltilmezse…
Meselâ, polis birisinin bir hatasını gördü mü, “Seni bu seferlik affediyorum!” der. “Haydi bu sefer tamam... Tam böyle kırmızı yanarken geçtin. Neyse, haydi görmedin, şöyle oldu, böyle oldu.
Bu sefer affediyorum.” filan der. Bazen affetmez, cezayı yazar. Cezası var.
Ama, ahlâkî şeylerin dünyada bir cezası görünmüyor. Yani, adamı yere yatırıp, ayağının altına sopayı basmıyoruz, bilmem hapse tıkmıyoruz. Yani, ahlâkî bir kusur işlemiş. Allah görüyor, Allah onun cezasını veriyor.
g. İnsanın Kendisine Zulmetmesi
Kendisi iyi insan olmazsa, zaten kendisine en büyük kötülüğü yapmış oluyor, İslâm’da bir kavram daha vardır, insanın nefsine zulmetmesi… Bak, akşamki Peygamber Efendimiz’in duasında da geçti, (Zalemtü nefsî) “Yâ Rabbi, nefsime zulmettim. Yani, kendi kendime zulmettim.” diyor.
İnsan kendi kendine nasıl zulmeder? Allah’ın gazâbına uğrayacak, cezasını çekecek bir iş işler. Ondan zulmetmiş olur. Yani, bir insan kendisini sonuç olarak cehenneme attırıyorsa; o kendi kendine zulmetmiştir. Neden? Cehenneme attırttı. Sonuç itibariyle, cehennemde yanma durumuna getirtti kendisini. Kim getirtti? Başkası yapmadı, kendisi yaptı. Demek ki, bu adam en büyük kötülüğü kendisine yapmış, nefsine zulmetmiş deniliyor. Yani zararı kendisine olunca, kendisine zulmetmiş oluyor aslında…
Hazreti Ali Efendimiz güzel bir söz söylemiş, diyor ki: v
“—Vallàhi, ömrümde kimseye iyilik yapmadım, kimseye kötülük yapmadım. Ömrümde kimseye ne iyilik yaptım, ne de kötülük yaptım.”
Şimdi buradan kasdı ne? Bir insan iyilik yaparsa, faydası kendisine… Bir insan kötülük yaparsa, zararı kendisine… Yâni, bir insan bir iyilik yaptığı zaman, karşısındakini sevindiriyor ve sâire filan ama, aslında kendisine bir şey yapmış oluyor. Bir insan birisine zulmetti, diyelim ki şu adama zulmetti. Ona zulmetmiş oluyor ama aslında kendisine zulmetmiş oluyor. Çünkü, bunun cezasını çekecek ahirette…
O adam bu dünyada onun zulmüne uğradığı için, ahirette
mükâfat alacak. Çünkü mazlum; mazlumu Allah seviyor. Hem dünyada yardım ediyor, hem ahirette... Aslında, o adamın işine
yaradı o zulüm. Çünkü mazlum olduğundan, Allah onu kayırdı, merhamet etti, mükâfatlandırdı.
Demek ki, aslında adam ona zarar veremedi, zararı kendisine verdi. Hazreti Ali Efendimiz’in sözü doğru. Bir insan iyilik yapmışsa, kendisine yapmış demektir. Kendisine faydası gelecektir. Kötülük yapmışsa, zararı gene kendisine gelecektir.
Bunu böyle tabii anlamak, bunu insanın kendi kafasına yerleştirmesi kolay değil. Küçükten başlayan bir süreç bu… Birden de insan, böyle materyalist bir dünyada yetişmiş bir insan; her şeyi parayla pulla, maddeyle ölçen bir insan; bu değerleri de anlayamaz. İslâm’ın bu değerlerini kavramak da kolay bir şey değil. Amma; biraz çalışırsa, insaf ederse, dikkat ederse; bunların güzelliğini anlar. Bu güzelliklerle kurulmuş bir dünya bir ara oldu. Mutlu bir dünya, herkesin birbirine iyilikler yaptığı mutlu dünyalar, zamanlar, cağlar oldu..
Yirminci Yüzyıl’ın anlayışı öyle değil. Yani, Yirminci Yüzyıl’da şimdi herkes birbirinin yüzüne gülüyor; arkasından kuyusunu kazıyor. Kalbini Allah’ın gördüğünü düşünmüyor. İçindeki duyguların kötü olduğunu, ondan dolayı Allah’ın buna kızdığını hesaba katmıyor, zahiri kurtarmağa çalışıyor. Zahirperest, riyakâr… Yani dıştan idare ediyor, içten pazarlıklı… Allah tabii, böylelerini sevmez.
Allah hàlis kulları, muhlis kulları, kalbi temiz kulları sever. Ve mükâfatlandırır. Allah cümlemizi kalbi temiz kullardan eylesin… Cümlemize, nefsimize hakim olmayı, nefsimizi ıslah etmeyi nasib eylesin… İyi bir şey olduğu zaman, zorlansak da, yapabilecek kuvvet versin. Kötü bir şey olduğu zaman da, canımız çok istese de, kıvranarak arzu etsek bile; “Yok, bu kötüdür!” diye oradan kendimizi tutmayı nasib etsin…
Böyle olursa;
قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكهاهَا. وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسهاهَا (الشمس:٩-٠١)
(Kad efleha men zekkâhâ) “Kim nefsini terbiye ederse, o felâh bulur. (Ve kad hàbe men dessâhâ) Nefsini terbiye etmeyen, tezkiye
etmeyen, nefsinin kötü huylarına tâbî olan da dünyada, ahirette hüsranda olur.” (Şems, 91/9-10)
Dünya bir imtihan... İmtihanın sonunda kimisi kazanacak, kimisi kaybedecek. Allah bizi kazananlardan eylesin…
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!
Sübhàneke’llàhümme ve bi-hamdik, neşhedü en lâ ilâhe illâ ente vahdeke lâ şerîke lek, nestağfiruke ve netûbü ileyk.
Sübhàne rabbinâ rabbi’l-izzeti ammâ yasifûn… Ve selâmün ale’l-mürselîn… Ve’l-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn el-fâtihah!..
…………………….
h. İşrak Namazı
Şimdi bu vakitlerde, böyle güneşin doğmasından yirmi-yirmi beş dakika, yarım saat geçtikten sonra, Efendimiz bir namaz kılardı, buna İşrak namazı derler.
Sabah namazından sonra otururdu, Kur’an-ı Kerim’le, güzel şeylerle meşgul olurdu Peygamber Efendimiz ve ona uyarak, sahabe-i kiram ve evliyaullah büyüklerimiz… Ondan sonra kerahet vakti çıkınca, böyle yarım saat filan geçince, iki rekât namaz kılardı.
İki rekât veya daha fazla olabilir. Bu namaza İşrak Namazı
derler. İşrak demek: güneşin şarktan doğduğu zaman demek. İşrak vakti, güneşin şarktan doğduğu zaman… Şimdi bulut olmasaydı, burası güneş içinde kalacaktı. Bulutlu olmasaydı hava… Çünkü, güneş doğmuştur şu sırada, yükselmiştir, şuralarda filandır Ama, bulutlu olduğu için göremiyoruz.
Tirmizî’nin Enes ibn-i Mâlik RA’dan rivayet ettiğine göre, Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyurmuşlar:71
مَنْ صَلهى الْفَجْرَ في جَمَاعَةٍ، ثُمه قَعَدَ يَذْكُرُ الِلَّ حَتهى تَطْلُعَ
71 Tirmizî, Sünen, c.II, s.481, no:586; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.9; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.808, no:21508; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.496, no:22727.
الشهمْسُ، ثُمه صَلهى رَكْعَتَيْنَ، كانَتْ لَهُ كَأَجْرَ حَجهةٍ وَعُمْرَةٍ
تَامهةٍ تَامهةٍ تَامهةٍ (ت. حسن عن انس)
RE. 426/14 (Men salle’l-fecre fî cemâatin) ‘Kim sabah namazını cemaatle camide kılarsa, (sümme kaade yezküru’llàhe hattâ tatlua’ş-şems) sonra Allah’ı zikrederek zamanını değerlendirmek sûretiyle, güneş doğup kerahat vakti çıkıncaya kadar oturursa... (Sümme sallâ rek’ateyn) Kerahat vakti geçtikten sonra, kalkıp iki rekat namaz kılarsa; (kânet lehû keecri hàccetin ve umretin tâmmetin, tâmmetin, tâmmeh) böyle oturmak, bu ibadeti yapmak, ona o gün tam bir hac ve umre yapmış gibi sevap kazandırır; tam bir hac ve umre yapmış gibi, tam bir hac ve umre yapmış gibi...’ buyurmuşlar.
Bu hususta pek çok hadis-i şerifler var. Onun için, biz de bu mübarek kandil gecesinin sabahında, sabah namazını camide kıldık. Bu güzel bir şey... Her zaman kılmak nasib olsun…
Namazdan sonra da bu vakte kadar, ayetlerle, hadislerle, dinimizin çok önemli olan Bazı hususlarıyla ilgili konuşmalar yaptık, dinledik, konuştuk; bu da güzel bir şey. Çünkü, ilim olmuş oluyor, bir şey öğrenmiş oluyor insan.
Şimdi iki rekât bu namazı kılalım! Allah, lütf u keremiyle bizlere, şu oturduğumuz yerde, su kısa zamanda bir hac ve umre yapmış gibi, tam bir hac ve umre yapmış gibi sevap versin…
26/12/1996 - İşrak Sohbeti
Toovvoomba-Australia.